Yeni Üyelik
2.
Bölüm

İstanbul Benim 1. Bölüm

@cagla_ozkatar

!!UYARI GÜNÜMÜZDE OLAN SAHNELER BAŞROLÜMÜZÜN AĞZINDAN GEÇMİŞTE OLAN SAHNELER İSE İLAHİ BAKIŞ AÇISIYLA YAZILMIŞTIR!!!!


İstanbul benim, çünkü çoktan ruhumu ona sattım.


Hoş kokular duymayalı ne kadar oldu bilmiyorum, ama tenime işlemiş kan ve barut kokusu artık midemi bulandırıyordu. Önümde kan revan halde oturan adama bakarken mide bulantımın giderek arttığını gizlemem zorlaşıyordu. Bulantıyı hafifletmek için derin bir nefes aldım ama ciğerlerime dolan hava hata yaptığımı adeta haykırıyordu.


Bulunduğum yerle özdeşmiş olan kan küf ve tanımlayamadığım koku ile midemin ağzıma geldiğini hissetim. Sol elimde sıkı bir şekilde tuttuğum silahı daha sıkı kavrayarak bana dehşetle ve korkuyla bakan adama konuşma şansı vermeden üç defa ateş ettim. Silah sesinin susmasıyla düşme sesi eş zamanlarda oldu.


Sol elimdeki siyah deri eldiveni yırtar gibi çıkardım elimden, buza kesmiş ellerimle karşılaşmak beni rahatsız etse de diyecek bir sözüm ya da ifadem yoktu, içinde bulunduğum odadan çıkmak için hareketlendiğimde topuklarım kanla kaplanmış zemini dövüyordu.


Dışarı çıktığımda tenimi yakan bir soğuk vardı, ne kadar korumaya çalışsam da ifadesizlik silinmişti yüzümden. Biraz ilerimde duran adam yedi büyük adımda yanıma gelmişti elindeki paketten bana uzattığı sigarayı sorgusuz bir şekilde kabul ettim. 


Dudaklarımın arasına yerleştirdiğim zehri yakması için cebimde olan iki elimi siper ettim ve dudaklarımın arasında yanmış sigarayla beraber o adamda eş zamanlarda geriye çekilmişti. Kendimi zehirlediğimi bile bile dudaklarımın arasında ki zehirden bir kaç nefes aldım vermek için acele etmedim içimdeki zehri.


Biraz ileride ay ışığının altında heybetli bir insana benzer gibi duran çam ağaçlarına bir süre baktım, onlar o kadar heybetli dururken bana ait olan ağaç yıkılmıştı. İfadesiz olduğuna emin olduğum maske yüzümde çatladı, arkasında derin bir iz bırakarak yere düştü ve binlerce parçaya ayrıldı.


O maskenin kalıntılarını eğilip toplamak için fazla yorgundum, kimsenin anlamayacağı kadar omuzlarımda var olan her yük kendini belli edercesine baskısını biraz daha arttırdı ama elimden hiçbir şey gelmedi yalnızca dizlerimin üzerine çökmemek için biraz daha çaba harcadım.


"Ben gidiyorum, toparlarsın burayı. Geçen sefer ki gibi yapma bana pahalıya patlatma!" O bir şey demese de beni onayladığını biliyordum, dudaklarımın arasında var olan zehirden iki nefes daha alarak yere attım hâlâ bitmemiş izmariti topuğumla ezdim. Ayağımda ki çizmenin yeri dövmesiyle beni bekleyen şoförüme doğru ilerledim.


Benim yaklaşmamla hızlı bir şekilde sol arka kapıyı benim için açtı, arabaya bindikten sonra sessizce önümüzde ve arkamızda farları yanan toplam üç araca baktım. Şoförün binmesi ve aracın çalışmasıyla önümüzde bulunan iki araç harekete geçti, onların ayrılmasından iki dakika sonra içinde bulunduğum araçta harekete geçti.


Bu lanet yerden ayrılırken ufukta çoktan güneş yükselmeye başlamıştı ve arkamda yanan bir depo olduğunu görmemde bu anlarda olmuştu. Bıkkın bir nefes alsam da en kolay ve en etkili yöntemin bu olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. 


                                                                           ~~~~~~


Daha gireli üç saat olmadığı evimden çıkmak için hazırlanıyordum. Üzerime giydiğim balon kol beyaz gömleği siyah İspanyol paça pantolonumla tamamladım, ayağıma beyaz stilettolarımı giydikten sonra dalgalı sarı-kahve saçlarımı gelişi güzel düzelttim, yaptığım makyaja bakarken eksik olan gül kurusu rujumu dudaklarıma yedirdikten sonra parlaması için üzerinden de parlatıcıyla geçtikten sonra siyah kol çantamı alarak odamdan çıktım.


Aşağıda kimsenin olmamasını fırsat bilerek bir bardak su içtikten sonra dışarıya çıktım, güvenlik şefimin yanıma gelip dediği bir kaç şeyi dinlerken arabamda hazırlanmıştı, onun dediği şeyleri hızlıca tekrar sayarak onayladığımı belirttim ve benim için kapısı açılan range overa bindim.


25 dakika kadar süren bir yolculuktan sonra şirketimden sonunda içeri girebilmiştim. Benim geldiğimi gören çoğu kişi sahte tebessümlerle günaydın diyorlardı, her birini baş hareketimle onayladığımda, beni asansörün yanında bekleyen asistanımın neşeli sesi ile hafifçe gülümsedim.


"Bonjour madam." (Günaydın hanımefendi) Yüzümde var olan gülümsemeyi bozmadan "Bonjour Anne" diyerek karşılık verdim neşesine. Asansörün gelmesiyle önce benim geçmem için bekledi. Bu jestini gülümseyerek kabul ettim ve asansörün ayna bölümüne sırtımı yasladım.


"Madame, comment allez-vous?" (Nasılsınız hanımefendi?) kapatıcımı değiştirmem gerektiğini aklıma not ederek kafamı sağa sola salladım ve "Je suis juste un peu fatigué" (Sadece biraz yorgunum) dedim. Normalde böyle sorular sormazdı yani genel olarak halimi hatırımı sormazdı ama göz altlarım biraz mor görsün işte o zaman sorgu başlardı, çok dikkatli bir kızdı ne kadar görüntüsü öyle olmasa da.


Minyon tipli kızıl kısa saçlı, büyük kahve gözleri olan biraz saf görünen tatlı bir kızdı Anne ama arkadaş olarak güveneceğin biri değildi. Ağzında bakla ıslanmazdı bir şey duyduğunda hemen bütün şirkete yayılmış olurdu. Bu yüzden onun yanında ki tüm konuşmalarımı ya Türkçe ya da İspanyolca yapıyordum.


Bugünkü programımı sayarken onu pek dinlediğim söylenemezdi aklım başka bir boyuttaydı, kendime en güvenmediğim zamanlarda yaşadığım olayları ne kadar trajedi varsa beynim her birini önüme sermekte mükemmeldi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.


Asansörün durması ile Anne'yı beklemeden asansörden inme hızıma ben bile şaşırmıştım. Kapımı sertçe çarparak kapattım. Kendimi dikey storları kapattıktan sonra yavaşça yere bıraktım, hızlanmış nefesim aklımı başıma toplamamı zorlaştırıyordu. Dün acımadan öldürdüğüm adamın yüzü giderek değişerek kabusumda sürekli olan adama dönüyordu.


                                                                ~~Flashback~~


Bakışlarının donukluğu herkesi donduruyordu, az önce o bakışlarda baharlar yeşillenirken şimdi ise o yeşillenen her bir ağaç karın bir anda bastırmasıyla ölmüştü. Şimdi herkes emindi o kızın geçmişi havayı yaran kurşunlarla yok olmuştu.


Bir karanlıkta geçmişini silmiş ve geleceğini yakmıştı ve bunları kimse bilmemiş gece bir örtü misali örtmüştü yananı ve yıkılanı. Kim anlardı onu onun gibi olanlar mı, inanmıyordu kimseye çünkü onun gibi olanlarda artık maske takmayı öğrenmişti, o maske çıksa bile hâlâ yüzlerinde izleri kalırdı değil mi?


Derin bir nefes çekti ciğerlerine, yeni doğan bir bebeğin ciğerlerine giren ilk hava gibi alev misali yakmıştı ciğerlerini. O ağlayabilir miydi, bilmiyordu çünkü insanlığını henüz birkaç dakika önce yitirmişti.


Doğarken de birini öldürmüştü, ölürken de birini öldürüyordu işte ama öldürmediği kişiler için bile suçlanırken neden öldürdüğü kişileri yüzüne çarpmıyorlardı? İnsanoğlu bu değil miydi, işine yarayanı kabul eder, tüm günahlarını örter işine yaramayanı ise çırılçıplak atardı bir köşeye.


Kanlı ellerine bakarak güldü, aklını yitirmek üzere olan birinin gülüşüydü bu, yabancı geldi kendi kahkahası kulaklarına. Ölümün kıyısında ki uçurumda gezen birinin gülüşüydü bu. Anlayan olur muydu bu gülüşü bilinmez ama az öte de farları yanan araba anlamıştı.


Bir kez daha ciğerlerine doldurdu havayı. Yalnızca havanın değil yanına yaklaşan adamın kokusu da ciğerlerine nüfus etmişti. Boş bakışları yaklaşan adama döndü, baba bildiği adama. "Baba, dediğin gibi huzur yok. Hele ki bunların ölümü ile ben huzurlu değilim."


Kızının ne demek istediğini anladığından, küçük bedeni kendine çekti. Baba sıcaklığına sığındı İzel. O baba sıcaklığı ile az önce ölen bahar yeniden doğdu. O sarılma ile yaş dolan gözler umut saçtı.


Ne tuhaftı değil mi?  Korkudan karşısında nefes almaya çekindikleri adam bu kızın güvenli limanıydı herkesin karşısında titrediği adam onun bir damla göz yaşına dünyayı yakardı ve yaktı da. "Huzur, benim gibilerin hayatında olmaz. Her an tehlike benim ve sevdiklerimin ensesindedir. Sen benim yapmam gerekeni yaptın, özür dilerim. Buna sebep olduğun için özür dilerim"


Kollarının sarılı olduğu bedenden bir iç çekiş sesi geldi, biraz daha sıkı doladı kollarını babasına ve ağlamaktan yaşarmış ve kızarmış yeşim rengi gözleri, babasının hafif etrafı kırışmış gözlerine çevirdi. "Ben istedim, suçun yok. Hem ben alışığım can almaya."


Her kelimeden önce duraklaması ve yutkunması adamın dikkatinden kaçmamıştı, kızını tanıyordu adam, karısının ona son emanetini tanıyordu adam hem de herkesten iyi. "Uyu ve uyan bu an senin ilerleyeceğin yolun bir ön gösterimi. Hâlâ vazgeçme hakkın var."


Dudaklarını dişledi İzel, arkasında kendi eseri olan adama baktı ve düşündü 16 yaşındaydı ilk defa silah tutmuyordu ama ilk defa birini canından ediyordu, pişman mıydı diye yokladı vicdanını. Pişmanlık yoktu, bu yola girmesi gerektiğinin bilinciyle hareket etmişti zaten.


Düşündü bir kere daha bu sırada yeşim rengi hareler yeniden mutlak sessizliğe gömülmüştü, bas bas bağıran her bir düşünce susmuş, zırhını bir kere daha giymişti İzel. Az önce gördüğü yaralı sincabı düşündü kanlı elleri ile uzanmıştı ona ve yardım etmişti. O gece emin oldu bir şeylerden ve tamamen şeffaf olduğu adama döndü.


"Vazgeçmeyeceğim, senin bana emanet etmek istediğin her şeyi layıkıyla üstleneceğim baba; vicdanımın aklımı susturmasına izin vermeyeceğim, ama aklımın da vicdanımı susturmasına izin vermeyeceğim. Bir Eldem ne yapmalıysa onu yapacağım."


Güldü adam, arkasında kanlar içinde yatan adamı görmedi gözü. Güldü kocaman kızına. Ondan karısı alınmıştı  ama ona karısının kopyası bir kız çocuğu emanet edilmişti hem de iyiliği olmamasına rağmen dünyalara bedel bir kız çocuğu sunmuştu ona hayat. Bu dünyadan uzak tutmak istemişti onu ama neyden kaçarsan o bulurdu kaçırdığın şeyi.


Ali Yasir Eldem bu karanlıktan kaçırmak istemişti kızını, ama karanlık kızını bulmuştu. Bazen kabuslarına konu olacak şekilde. Yaşadığı her şeye rağmen kin beslemediği dünyaya nefretle bakar olmuştu, kızının acısı onu yakmış yıkmıştı. O öfkesini İstanbul'dan almıştı, kızını karanlığa batırdığını bilmeden.


"Benim dünyaya bedelim, yolunu ben aydınlatacağım. Bu karanlık dünya senin ışığını söndürmesin. Hatalar yapacaksın ama yarının doğruları için bu hatalara ihtiyacın olacak. Yarın yaklaştıkça hata yapma lüksün azalacak..."


Kızının kendini şu an anlamayacağını bilerek durdu, toydu bu dünya için ama onun elinden tutacak ve yaşayacağı her şeye hazırlayacak bir babası olacaktı. İzel Sara Eldem, hem kabus hem de rüya olacaktı, ama Ali Y. Eldem'in ömrü yetmeyecekti.


Kızını bu dünyada ki çoğu şeye hazırlayan Yasir Eldem bir tek kızını kendi ölümüne hazırlayamamıştı, ölüm çünkü ona hep en uzak olmuştu. Ölümün onu nasıl yakalayacağını hiç düşünmemişti.


Küçük kızım diye seviyordu İzel'i. Bebekliğini almışlardı kızıyla yaşayacağı iki yılı almışlardı onlardan. Babam diyerek seslendiği adamın elini kavradı eli, yüzünde var olan tebessüm ile güldü o da. Az önce birini hayattan koparmamış gibi. O suçlu diye avutuyordu kendini, o suçluydu ama İzel de artık beyaz değildi.


Kendine bakan gözlerde var olan korkuya hissiz bir tebessümle karşılık verdi. Kanlı olmasına rağmen elini tutan babasına gülümsedi o acı dolu tebessüme bir ömür sığdı. O ömürde baharı bilmeyen bir adam ilk defa ve binlerce kez baharı tattı. İç cebinde duran beyaz mendili kızının kendi elleri arasında küçük kalan soğuk ellerine koydu beyaz mendili.


"Sensin dikenleri gül yapan


Sensin lâlları bülbül yapan


Sensin bu yüreği kül yapan


Her şeyin sebebi bir tek


Beklerim seni sonsuza dek..."


"Şu hayatımda bana hem kaybı yaşatan hem de baharı bulduran en güzel hediyesin kızım sen, bırakma babanın elini çünkü en elimi bıraktığında ben bir daha ayağa kalkamam." Onun bu hayatta en büyük önceliği babasıydı az önce babasının dediği gibi beklerdi babasının dizinin dibini bir ömür İzel. "Her şeyin sebebi bir tek sen. Gülümsememin az önceyi yok saymamın tek sebebi sendin baba. Tıpkı şimdi olduğu gibi."


Kızının uzun saçlarının tepesinden öptü Ali, kokusunu içine çeke çeke kızına doya doya kokusunu içine çekti kaybetmekten korkarcasına. Kızının sağ elini tutarak kendi avcunda tuttuğu yüzüğü kızının işaret parmağına taktı. "Gücünü simgelesin bu yüzük, bir zamanlar annene aitti artık sana ait. İyi taşı annenin emanetini."


                                                                         ~~Flashback son~~


Şimdi masamda oturuyor ve az önce en zayıf anımı yaşamamış gibi karşımda duran personel müdürünü dinliyordum. Şirkette çalışıyor gözüken ama aylardır şirkete gelmeyen bir eleman olduğunu bana söylemek yeni akıllarına gelmişti. İhtar vermişlerdi ama ihtara da bir dönüş alamadıkları için çıkarıp çıkarmamakta kararsız kalmışlardı.


"Envoyons le signe que tu es viré maintenant" (Şimdi kovulduğuna dair belgeyi yollayalım.) Yüzü karşımda şekilden şekle girdiğine ne  var demek amacıyla başımı sağa doğru hafifçe eğerek kafamı iki yana salladım  hafifçe. "Il a obtenu le poste grâce à votre  suggestion madame." (Sizin öneriniz sayesinde işi aldı hanımefendi.)


Ben önerdim diye bu şahsın dokunulmazlığı mı vardı ki aylarca işe gelmemesine rağmen tıkırında maaşı ödenmişti o şahsın. Sabah sabah sinirlerim giderek artarken düşüncemi dile getirdim.  "Est-ce intouchable simplement parce que je l'ai suggéré ?" (Ben önerdim diye dokunulmaz mı?) Hızla başını sağa sola sallaması benim için yeterli cevap olmuştu zaten.


Elimi çık manasında salladım ve on beş dakika önce Anne'in getirdiği ama artık soğumuş kahveden bir yudum almamla yüzümün buruşması arasında fark yoktu. Başımı sağa sola sallayarak önümdeki kupayı itekledim ve üç defadır aynı yeri okuduğum dosyayı bir kere daha okudum.


Hesaplarda tutmayan yerler vardı ben üç farklı yerden destek alarak tekrar tekrar hesaplamama rağmen bir tutarsızlık hüküm sürüyordu hesaplarda. Bir kere daha hesaplasam da yine ay sonunda on bin euroluk bir açık söz konusuydu. Başımda kendini belli eden ağrıya karşı sağ elimi şakaklarıma bastırsam da bir fayda sağlamadı.


Çalan telefonum daldığım düşüncelerden beni uyandırırken ekranda gördüğüm isim sorumun muhatabı olacağını bilmemle rahatlayarak telefonu açtım ama açmamla bebek sesinin kulağıma dolması bir oldu.


"Çiçek halam." Karşısında aldığım tek şey bir kaç agu ve anlamsız sözlük dizisiydi. Çiçek benim aydınlık tarafımdı, İstanbul da gözüm kulağım olan kardeşten öte gördüğüm can dostumun kızıydı gözünün nuruydu. Telefondan duyduğum ses ve bir kaç hışırtı ile can dostumun da sesini duydum. "İzel özür dilerim Çiçek aramış." bu telaşı karşısında gülsem de hatırladığım rakamlarla gülüşüm bıçak gibi kesildi.


"Daha şirkete geçmedin değil mi Arın?" telefonun ucundan duyduğum cık sesi düşüncelerimi haklı çıkarmıştı. "Arın aylık on binlik bir açık var ki o da sadece bu ayın, kesilen pay vergilerde gözükmüyor." Hattın ucunda bir süre sessizlik oldu ardından "Siktir" sesini duydum ve telefonun kapanma sesi. İşi çözer çözmez beni arayacağını bildiğimden telefonumu yeniden masaya koydum ve bu defa bilgisayarımdan şirketin üzerinde çalıştığı projelere göz gezdirmeye başladım. 


Odamda bulunan saatin içinde yelkovan akrebi kovaladı, akrep kaçtı tam ikisi de birin üzerine geldiğinde telefonumun tanıdık melodisi odamı doldurdu, üzerinde yazan isimle yandaki düğmeye basarak aramayı sessize aldım. Elime az önce incelediğim dosyayı alarak odamdan çıktım.


İki kat aşağı da bulunan toplantı odasına girdiğimde iki mimar ve bir inşaat mühendisi beni bekliyordu. Salık bıraktığım saçlarımı omzumdan geriye atarak masaya doğru ilerledim. Onların önünde açık duran çizim planı hakkında bilgi alırken az önce gördüğüm ve malzemelerde fazlalık olduğu düşüncem desteklenmişti.


Elimde getirdiğim dosyayı açarak mimarın önüne itekledim ve sordum "Les deux ingrédients écrits ici ne sont même pas mentionnés. Pourquoi j'attends une explication ?" (Burada yazan iki malzemeden bahsedilmiyor. Neden bir açıklama bekliyorum?) İşaret ettiğim iki malzemeyi okumak için dosyanın üzerine eğildi ve ardından da dudaklarından beni yerime mıh gibi yapıştıran kelimeler döküldü.  "Je n'ai pas demandé ces deux éléments. Votre assistant a demandé les deux éléments. En votre nom madame" (İkisini de ben istemedim. Asistanınız sizin istediğiniz söyledi hanımefendi.)


Başımı sallayarak onu onayladım ve özre benzeyen birkaç kelime mırıldanarak geri dönmemiz için çizimi işaret ettim. İsteğimi beni ikiletmeden yerine getirdiler. Yarım saat daha süren toplantıdan sonra boşalmış toplantı odasında tek başıma oturuyordum. Üzerinde hâlâ dumanı tüten sıcak kahveden daha tek bir yudum bile almamıştım artık içecek gibi de durmuyordum.


Odanın köşesinde duran süs bitkisinin içine boşaltmak için ayağa kalktım, sol elimde sıkıca kavradığım  kahve kupasının içindeki sıvıyı bir kere bile tereddüt etmeden süs bitkisinin saksısına boşalttım. Masanın üzerinde ters bir şekilde duran telefonumu çevirdim ve yüzümü okutarak açtım. Son aramalarda ki isme tıkladım.


Üç çalışta açılmıştı telefonum, karşımdaki kişinin konuşmasına fırsat vermeden tek seferde döküldü kelimeler ağzımdan "Arın o paranın benim hesabıma aktarılmadığını söyle." benim için söylemesi çok zordu. Ellerim yeniden buza keserken sol bacağımın oturduğum yerde titrediğini görmemle derin bir nefes aldım. "Susma bir şey de Arın."


Telefonun ucunda bir tek nefes sesi duyuyordum, o da konuşmakta zorlanıyordu benim gibi ama onun sessizliği sessiz bir kabul edişti. Tek bir şey söyledi bana kabul etmeyeceğimi bile bile "Sakın Türkiye'ye gelme!" başımı o görmese de sağa sola salladım ve "Gelmemem suçumu kabul etmem Arın, burayı rayına sokar sokmaz Türkiye'ye geleceğim." Derin bir nefes ne yaparsa yapsın geri adım atmayacağıma ikna olmuş bir halde aldığı derin nefes. 


"Sizin şu soyunuzun bitmez inadınızı sikeyim." Öksürdüm uyarı babında ama Arın çoktan freni patlamış kamyon gibi gidiyordu. "Hiç uyarma beni İzel sen gerçekten tuhafsın, böyle işinin amına koyayım ben emi İzel Eldem?" Artık kendimi tutamayarak sinirle karışık bir kahkaha attım ve gülerken hafif eğildiğim için önüme gelmiş saçlarımı geri atarken "Sakın ama sakın bir daha küfretme Arın Altınel!" bu sözlerimi derken işaret parmağım tehdit amacıyla havaya kalkmıştı.


Sağ elimin işaret parmağında parlayan yüzük ile ne yapmam gerektiğini bilerek sesimde kendini belli eden tınıyı direk muhatabıma yönelttim. "Bana ne yapacağımı söyleme yetkin yok, korumak istiyorsun beni ama aramızda var olan kilometrelerle beni koruyamıyorsun Arın ve seni son defa uyarıyorum sakın ama sakın bir daha bana ne yapacağımı söyleme!" Onunda öfkeli soluklarını duyuyordum ama onun öfkesi saman aleviydi benim öfkemin yanında "Bir abin olarak tavsiye de mi vermeyelim Sara!" nefesleri sıklaşmıştı bu öfkesini kontrol edemeyeceğini gösterse de beni zayıf noktamdan vurmaktan çekinmemişti. 


Sesimin yükselmesine engel olamadan "Sakın ama sakın bir daha o ismi kullanma Arın! İstanbul'u sana emanet edince bir havalanmışsın. Ayağını denk al." diye bağırmış bulundum. Ellerim yeniden buza keserken ısıtmak isteyerek yumruk haline getirdim ellerimi. "Doğru söylüyorsun ben kimim ki yöneteceğim İzel? Teşekkür ederim tekrar yerimi bana hatırlattığın için." Ardından telefonun kapanma sesi sımsıkı yumdum gözlerimi "Sikeyim dilimin kemiğini, sen gerçekten kendini ne sanıyorsun ki İzel?" 


Dilinin kemiği yok senin kızım derdi Asım amca, ne kadar haklıydı beni uyardığı konuda hep nasibini alan Arın ve o olmuştu, oturduğum tekerlekli sandalyeyi geri iterek kafamı tavana doğru kaldırdım. Sandalyenin baş kısmına dayadığım boynuma yalnızca tavana bakıyordum.  


Bu hayatta her gün yanından geçip gittiğim ıssız bir binadan farkım yoktu, etrafımda güveneceğim ve gerekirse uğrunda öleceğim belki tek insan Arın'dı ama ben de onu kırmaktan hiçbir zaman çekinmiyordum. Ben tek başına ayakta kalmaya çalışan ıssız bir bina Arın ise o binanın çok yakınında açan bir ağaç biliyordum ben yıkılırsam benden bile daha fazla zararı Arın alacaktı. Benden gidecek çok fazla şansı vardı çünkü o ağacı taşımayı istemişti herkes sırf ben zarar vermeyeyim diye ama o ağaç inat etmişti o kadar derine yollamıştı ki köklerini o ağaç uzaklaşmamıştı dibimden.


Oysa benden sürekli parçalar dökülüyordu ve ben ona zarar veriyordum. Ama o inatla bana daha çok yaklaşıyordu, bu defa benden düşen bir parça onun dalını kırmıştı. O da bir tek bana bu kadar açıktı bunu bilmek beni üzüyordu ama benim dilimin ayarı yoktu, ne kadar uğraşsam da bir tek ona zarar veriyordu benim durduramadığım şu dilim.


Toplantı odasının kapısının çekingenlikle tıklatılmasıyla hızla doğruldum yaslandığım yerden ve gel komutunu verdim. İçeri kızıl saçlarıyla Anne girmişti, bu kadının aslını görmek onun hakkında ki tüm düşüncelerimi köreltmişti, tek istediğim o kadının boğazına yapışarak onun şah damarının elimin altında son defa attığını bilerek öldüğünü izlemekti.


Ama yüzümde beni tanıyan birinin sahte olduğuna emin olduğu ama gerçek gibi olan gülümsemeyle ona baktım. Ne oldu anlamında kafamı sağa sola sallayarak sordum, erken çıkmak istediğini biraz çekinerek bana söyledi. Fransızca ona izin verdiğimi söyledikten sonra, hızlı bir şekilde odadan çıktı.


Telefonumdan birine mesaj atarak ne yapması gerektiğini söyledim ve kendime on dakikalık bir şey düşünmeme izni verdim. Ben kendime o izni vermiştim ama, beynim vermemişti. Az önce sahte dediğim gülümseme var ya onu çözen tek bir kişi vardı ama o artık nefes almıyordu. Belki benim yüzümden belki değil ama beni gerçekten kim çözerse o ölüme mahkum oluyordu. Bu da benim lanetimdi, hayata gelirken birini öldüren birinin laneti olmadığını düşünmek saçma olurdu.


Gözlerimi iyice sıkarak ayağa kalktım ama ayağa kalkmamla yerin ayağımın altından kayması eş anlarda oldu, sıkıca kavradığım masa sayesinde yere düşmedim son anda, o sırada odanın kapısı duvara vurarak açıldı o kapıyı kim açtı bilmiyorum çünkü başımı kaldırıp bakacak gücüm yoktu. Ama kapının duvara çarpıp tuzla buz olduğuna emindim, kollarımdan kavrandığımı görüyordum beni iki yana sarsarak kendime getirmeye çalışıyordu ama beni sarsan kişinin yüzünü görüp tanımıyordum.


Beni tutan ellerin sahibinin kolunu tuttum derin birkaç nefes alarak gözlerimi yumdum, gözlerimi tekrar açtığımda karşımdaki yüzün sahibini tanıyordum, o bana bakıyordu ben ona "İyi misin İzel?" derin nefesler alıyordum sanki suyun altında boğulmuş ve son anda karaya çıkmış gibi "Senin ne işin var burada?" bir şey demeden beni göğsüne çekti gücüm yoktu bir anda tüm gücüm çekilmişti. "Yönetmeyi bilmiyorum ama başına bir şey geleceğini biliyordum İzel." 


Kendi sesim bana yabancı gelse de "Özür dilerim, öyle demek istemedim." kafasını sağa sola salladı "Haklıydın ben yönetmek için değil korumak için yanındayım güç zehirlenmesi yaşadım özür dilerim." Daha fazla gücüm kalmadığı için gözlerimi kapadım sonrası benim için derin bir karanlık.



Sesler uğultu misali kulaklarıma doluyordu, bu sesler odadan mı geliyordu yoksa beynimin içinde miydi çözemiyordum.


Gözlerim mıhlanmış gibiydi açılmıyordu, midemdeki bulantı hissi doğrulmamı sağlamak istercesine hızla boğazıma doğru yükseliyordu. Ne kadar zor olsa da hapis olduğum karanlığın ruhumu öldürmesine izin vermeden araladım gözlerimi, bir anda beni kör eden ışıkla açtığım gözlerimi geri kapattım.


Kolumu dürten ele huysuzca ve kulağa anlamsız gelen bir şeyler söyledim ama ne söylediğimi ben bile anlamamıştım ki kolumu dürten şahsında anlayacağını zannetmiyordum. "Kalk artık uyuyan güzel, akşam oldu." Duyduğum sesle kapattığım gözlerimi hızla açtım ve uzandığım yerden de doğrulmam oldukça hızlı olmuştu.


Karşımda ceketini rastgele bir sandalyeye atmış beyaz gömleğinin kollarını yukarı doğru katlamış yaka düğmelerinden ikisini açmış bir şekilde ve oldukça ciddi bir ifadeyle bana bakıyordu. Saçları ciddi görüntüsüne tezatlık oluşturmak için varmış gibi karmakarışıktı. "Senin ne işin var burada?" Boğazımdaki kuruluk konuşmamı ne kadar zorlaştırsa da büyük bir çabayla sözlerimi bitirmiştim.


Önüme gelmiş saçlarımı geriye atıp, masanın üzerinde ağzı kapalı küçük şişelerden birini aldım ve açarak üç büyük yudum aldım. İçtiğim su boğazımı biraz yumuşatsa da ağzımın içindeki zehir gibi tat ve mide bulantım hâlâ kendini korumaya devam ediyordu.


Bana kaşları çatık bakıyordu "Hoş buldum İzel." başımı sallayarak koltuğun üzerinde olan ayaklarımı aşağı sarkıtarak oturur pozisyona geldim, ayağa kalkmak için hamle yaptığımda ise onun tarafından oturduğum yere sabitlendim. Gücü karşısında hamlem boşa çıkmıştı, omzumdaki ağırlığı ile ağzımdan acı dolu bir inleme çıktı, hızla yanıma oturarak beni göğsüne çekti ve babamın yaptığı gibi başımın üzerinden öptü.


"Sen niye geldin karın izin verdi mi?" Yüzünü buruşturduğunu görmesem de biliyordum, göğsüne kafam yaslanmış vaziyette durduğum için kahkahasıyla bende sarsılmıştım. "Karın deyip durma gözünü seveyim!" Başımı göğsünden kaldırıp yanaklarını sıkarak "Oy çen sinirlendin mi koca bebek? Hem ben ciddiyim ne işin var burada?"  dikkatle gözlerime bakıyordu "Korumak zorunda olduğum patronumu kurtarmaya geldim."


Omzuna sertçe vurarak "Benim korumaya ihtiyacım var mı?" dedim. Bana  ciddi misin der gibi bakarken "Haline bakınca korumaya ihtiyacın var huysuz cadı." bu konuşmada bir tek cadı lafına takılarak "Cadı?" diye sordum ardından da "Sincap kafa" diyerek cadıya misilleme yaptım. Yüzünü buruşturmasıyla doğru yolda olduğumu anlayarak zafer kazanmışçasına güldüm.


"Bu sincap kafa senin hayatını kurtardı onu ne yapacağız cadı?" Kaşlarımı çatarak kollarımı göğsümün üzerinde birleştirdim, başımı pencere tarafına çevirerek yüzüne bakmadan "Zehirlendiğimi kast ediyorsan biliyorum." dedim. Duyduğum düzenli nefesler bir anda kesildi ne kadar dönüp bakmak istesem de kendimi durdurarak dışarıya bakmaya devam ettim.


Kesilen nefesi sıklaşarak yeniden kendini belli etti, derin bir nefes alarak sakinleşmeyi bekliyordu sanırım ama odadaki oksijeni bitirmesi pek yararıma olmamıştı. "Biliyordun ve izin verdin yani!" Bunu sadece bağırarak söylese sıkıntı olmazdı ama Hürrem ve Kanuni tonlaması işin içine girince birazcık tırsmıştım. "Bağırma lan bana!" Yüksek sesimle yüzümü buruşturdu ve "Seni gören bu zehirlenmiş demez." diyerek beni sinir etmesine karşın sadece gözlerimi devirerek sözlerinin cevabını verdim.


Burnumun ucuna vurarak "Beni korkuttun İz bir daha sakın bunu yapma." daha fazla onu kızdırmamak için geçiştirmek amacıyla başımı salladım. Sessizliğim ona konuşma fırsatı sunmuştu "İzel sen benim hayatta kalan tek değerimsin, sakın kaşlarını çatma kızımı Çiçeğimi bu konuşmaya katmıyorum. Sen benim çocukluğumsun İzel sende benden gidersen elimde kalan tek güzel şey olan, çocukluğumda gidecek. O yüzden bir daha sakın ama sakın canını tehlikeye atma!" 


Yıllar sonra ilk defa sahte bir kabullenme olmadan, kabul ettiğim tek istekti Arın'ın isteği, başımı sallayarak onayladım isteğini yüzümde bir tebessüm hakim oldu; bir maskenin ardına gizlenmiş bir gülümseme.


"Kimin yaptığını biliyorsun değil mi?" Başımı sallayarak onayımı vermiştim. Bu defa beni durdurmasına fırsat vermeden oturduğum yerden ayağa kalktım ve önümde duran sandalyeye tekme attım. Sinirimin tek sebebinin kandırılmak olması beni geriyordu. Odayı yıkmak istesem de durmam gerektiğini bilerek gözlerimi kapadım ve ellerimi iki yanımda yumruk yaptım.


"Sanırım sormam gereken bir hesap var." Sözlerimle ayağa kalkmış ve kapısı olmayan odadan beni çıkarmak için bekliyordu, kapının önünde duran iki koruma odanın önünde kimsenin olmamasını sağlamıştı.


Bakışlarımı o tarafa çevirerek odadan çıkmak için hareketlendim, koridora çıktığımda Arın'ın iki adım arkamda olduğunu bilmek beni rahatlatmıştı. Az önce hem gülmüş hem ağlamış hem de sinir krizinin doruğunda gezmemiş gibi koridorda gayet ağır başlı bir hanımefendi edasıyla yürüdüm. Yüzümde kazanılmış bir gülümsemeyle şirket koridorlarını arşınladım. Binadan çıkmamla iki koruma aracı da yerlerini almış ve önden harekete geçmişlerdi.


Şoförümün benim için kapısını açtığı range overa binerek Arın'a gelmesini işaret ettim, isteğimi ikiletmeden yerine getirdi ve sağ tarafa da o bindi. Bizim hareket etmemizle arkamızda ki üç araçta harekete geçmişti.


Ne kadar sürdü yol ilk defa süre tutmadım, belki de geçen zamanla kendime işkence etmek istemedim, sol elimin işaret parmağında olan yüzüğümü sağ  elime geçirdim ve yapacağım şey için sol elime deri eldivenimi giydim. Arabanın durmasıyla Arın'ın ve şoförün inmesi eş anlardaydı. 


Üzerimdeki beyaz gömleğime bir şey olmasın diye tek çırpıda çıkardım üzerimdeki gömleği ve onun yerine siyah yarım kollu tişörtümü giyerek araçtan indim, Arın'ın kapıyı açmamla önüme bıraktığı siyah spor ayakkabıları da sitolettolarımın yerine giydim.


Yapmam gereken işin ağırlığıyla omuzlarım anlık çökse de bana bakan yirmiye yakın adamın önünde tek bir zayıflık ifadesi gösterme şansım yoktu çünkü babamın dediği gibi ilerledikçe hata yapma lüksüm azalmıştı ama ben birine güvenerek hata yapmıştım. Önüme gelen saç tutamlarımı geriye attım ve ıssız yerde tek başına dikilen depoya doğru ilerledim.


Önünde durduğum paslı kapı gıcırdayarak açıldı, benden önce içeriye on adam ve onlarla Arın girdi, depoda tek bir ses vardı o da su damlama sesiydi, seviyordum bu yöntemi hiç yoktan karşında kim olduğu fark etmeden kolay konuşuyordu. Yüzümde bir zamanlar takındığım buram buram tehlike kokan gülümsememle deponun ıslak zeminine adım attım, bu ıslaklık hem kan hem de su karışımıydı.


Bir gün bile dinlenmeden yeniden elimi kana bulayacak olmak beni rahatsız etse de dışarıya tek bir mimik değişimi bile yansımamıştı, üzerime üzerime gelen deponun karanlığının beni yutmasına izin vermeden kapının yanında duran elektrik düğmesine dokundum ve tüm depo bir anda parlak beyaz bir ışıkla aydınlandı.


"Bonjour Anne!" Neşeli sesimi bastıran bir kahkaha sesi duymamla, kahkahanın kaynağına döndüm yavaşça tek kaşımı kaldırarak "Ne işin var senin burada?" cık cıklayarak yanıma geldi ve bir elini koluma koydu bozuk Türkçesiyle "İnsan arkadasina oyle der mi Izel?" başımı onu onaylayarak salladım ve asıl konuya gelmesi için işaret verdim "Bura benim toprak İz, uçan kusu bile bilirim ben!"


"Aferin sana çok güzel biliyorsun!" Buna da güleceğini bilerek söylesem de gülmesi artık beni sinir ediyordu. "Esasa gel esasa Marry." Beni onaylamak istercesine çantasından sarı zarfı çıkararak bana uzattı. Zarfın üzerinde ki imza ve mühür benimdi, içinde yazanlara bakma gereği duymadan geri uzattım Marry'e. "Açıklama bekliyor ben!" 


"Açıklama bekleyecek bir şey yok, ben yapmadım ondan eminim!" Bana kafasını sola eğerek baksa da daha fazla bir şey demedim ama bu sırada Anne'in çılgın hatta biraz delirmiş kahkahası doldu kulaklarıma. "Siz çok salak! Sen ölecek İz." Bir kaç adımda yanına gelerek boğazını sıktım ve "Sen çok zeki, ben bilmemek senin ip tutan!" ilk defa gözlerinde kırılma izlerini ve korkuyu gördüm.


Sol elimi yukarı kaldırarak iki kere şıklattım ve gerekli emri alan adamlardan biri depodan çıktı, hâlâ boğazını tuttuğum kadını bir çöpmüş gibi kenara fırlattım ve "Kim olduğunu biliyorum ama şunu unutma senin tasmanı tutan sahibin var ya yem etti seni bana." başını sağa sola sallasa da emin olmadığı gözlerinden okunuyordu.


Deponun kapısı bir kere daha açıldı ve kulaklarıma tanıdık hırlama sesi doldu "II mio bambino!" (bebeğim) yüzümde ki gülümsemeyle arkamı döndüm ve bana doğru koşmak için hazırlanan hayvanın karşısında dizlerimi kırarak eğildim, boynundaki zinciri bıraktı adam ve hızla bana doğru koşan panterin ağırlığıyla devrilmemek için ayrı bir güç sarf etmek zorunda kaldım.


Beyaz kürkünü okşadıktan sonra ayağa kalktım ve sandalyede bağlı kadının etrafında birkaç tur atmasına müsaade ettim. "Hani o evime yerleştirdiğiniz Zoltan'a selam söyle, gerçi o bana her şeyi söyledi ve senin kadar acı ölmedi. Daha acısız öldü!"


Başını korkuyla sallasa da beni durdurmaya yetmemişti, yanındaki masa da duran bıçaklardan birini aldım ve güzel yüzünde boydan boya bir kesik bıraktım. Kanın kokusunu almış olan yırtıcı hayvan dikleşmiş vaziyette bana bakıyordu. "Geliyor musun?" Başını olumsuzca salladı, ona gülerek bir komutla emri açıkça vermiştim.


Hırlamalara ek olarak bir feryat ve kahkaha sesleri geliyordu "Manyaksın sen Marry!" o kadar ses arasında sesimi duyurmak için bağırmak zorunda kalsam da bir şey demeden duramamıştım. "Bir tek sana bebek" Sözlerine gülsem de beni kapıda bekleyen Arın'ın yüzünde gördüğüm ifade ile attığım kahkaha yarıda kesilmişti.


"Burayı toplarsın Marry, daha sonra da geri yolla panterimi." Bana Fransızca bir kaç küfrün eşliğinde beni onayladığını söylemişti. Depodan çıktıktan sonra kapıyı arkamdan kapattılar ve Arın ile yalnız konuşmam için geriye çekildi her bir koruma.


Arabanın yanında durduğum için ayağımdaki sporları çıkarıp yerine topuklu ayakkabılarımı giyerken "Anlat, buraya bir tek beni korumak istediğin için gelmedin." Korkuya benzer bir şekilde yutkunsa da bir şey demedi, sözlerini toparlaması için arabanın kapısını kapadım ve siyah tişörtü yırtarcasına çıkardım. Geri balon kollu gömleğimi giydim ve arabadan inmek için kapı koluna uzandım.


"Tek çırpıda söyleyeceğim sakın kesme beni, üç iptal. Yeni bir üye kabul ediyorlar." Kaşlarımın çatılmasına engel olamasam da sormaktan kendimi alamayarak "Benim yerime mi?" başını korkarak sallayarak beni onayladı. "Benim ruhumun ortasında olduğu masadan beni kaldırmaya mı çalışıyorlar? Bu ne büyük ahmaklık bilmiyorlar mı, o koltuk için ne kadar kan döküldüğünü!" 


Başını sallasa da bir şey demedi bana istediğim cevapları verebilecek tek kişi vardı, bunun bilinciyle saçlarımı geriye attım ve karşımda ellerini kilitlemiş duran Arın'a bakarak "Kim olduğum unutulmuş, bir kere döndüm onlara kendilerini fatih mi sanmışlar?" başımı alayvari bir tavırla salladım ve "Bu defa silahım hak eden hak etmeyen kim varsa bilsin ki ona dönecek, kalemi kırılacak çok ama biri var ki kendini en öne aldı. Babamın koyunları aslan olmuş, imparatorun kim olduğunu göstermem gerekiyor."


"Hazırlan Arın, İstanbul'a gidiyoruz bana emanet edileni almaya gidiyorum. Yasıma bile saygı duymayan koyunlara imparatoriçeyi tanıtmaya gidiyorum. Ortada ruhumun döndüğü şehre gidiyorum!"


Dürmediğim her defter şimdi önümde açıktı ben İzel, İzel Eldem, başımı kurt kesilen koyunların dürmem gereken defterlerini dürmek için İstanbul'a dönecektim. Benden benliğimi çalan, benden ruhumu satın alan şehre dönecektim. Kazananı olmayan bir savaş başlamıştı 26 ay önce ve biliyorum ki ben sağ çıkacaktım o savaştan bir tek ama zafer çığlıkları atılmayacaktı.


Yıllar önce Asım amcanın dediği gibi "Kazananı olmayan savaşa ne kadar geç girersen o kadar avantajlı olursun, ama geç kaldığında değil en güçlü cihanın hakimi olsan bir şekilde mağlup olursun. " geç kaldığımı bildiğim savaşa adım atmaya o anda karar vermiştim. Gücümü unutan koyunlar fazla ses çıkarmaya başlamıştı.


"Ruhumu emanet ettiğim şehre dönme zamanı " Güldü hafifçe ama gerçek değildi "Emanetini alma zamanı İz." annemin bu isimle bana dediği gibi İz bırakmaya gidiyordum İstanbul'a. Yıllar önce kaçtığım her şey yeniden önüme çıkıyordu.


Loading...
0%