@caglayazar
|
İnsan beyni, ihtimaller dahilinde olmayan şeyleri bile düşünüyordu. Kalbimiz ise bu düşünceleri dinlerken gerçeklik algısını kaybediyordu. Yani; beynimizin önce düşünüp sonra yok saydıklarını, kalbimiz yok sayamıyordu. Ankara’ya gelmemiz saatler sürmüştü. Ben, tüm yol boyunca beynimin ürettiği ihtimalleri dinlemiştim. Helikopterden inerken de bu ihtimallerin imkansız olduğuna karar vermiştim. Şimdi ise evimin terasında, gecenin ikisinde, kalbimin bu imkansızlıklar için neden bu kadar hızlı attığını düşünüyordum. Bir daha görmeyeceğim bir adamın; aklıma kazıdığım gözlerini, mimiklerini, hareketlerini tekrar tekrar gözümün önüne getiriyordum. Aklım, o senin Kürşat’ın olsa anlardır derken; kalbim, ya oysa ve anlayamadıysan diyordu. Sıkıntılı bir nefes verdim. Gerçekten delirmiş olabilir miydim acaba? Belki de aklım ve kalbim birlik olup benimle oyun oynamaya karar vermişlerdi. İçimdeki sıkıntıyı atamadıkça kafayı yiyecek gibi oluyordum. İçimden çığlık atmak geliyordu ve bu isteği bastırmakta zorlanıyordum. Etrafıma bakındım, bu saatte terasta çığlık atmak akıl kârı değildi. Dayanamayacak gibi olunca son çare koltuğun üzerinde duran yastığı aldım. Yüzümü yastığa bastırıp çığlık attım. ‘İşte şimdi kesinlikle delirmiş gibi görünüyorsun.’ Yastığı yüzümden çekip, terasın kapısında duran Efe’ye baktım. Elinde battaniyeyle yanıma geldi. Koltuğa, yanıma, oturup battaniyeyi ikimizin üzerine örttü. Beni kolunun altına çekti. Sakince, göğsüne kafamı koydum. ‘Artık uyuman lazım. Yoksa halüsinasyon görmeye başlayacaksın.’ Onaylayan bir mırıltı çıkardım. Cevap verecek gücüm yoktu. Çok yorgundum ama gözlerimi kapatmak yine rüya alemine dalmak demekti. “Belki şuan da hayal görüyorumdur.” Güldü. ‘Hayal olamayacak kadar yakışıklıyım bence.’ Başımı hafif kaldırıp kınayan bir bakışla baktım. “Ben deliriyorum diyorum sen ne diyorsun ya. Bu nasıl abilik? Utanmadan dalga geçiyorsun.” Güldü. Başımı göğsüne bastırdı. Biraz daha yerleştim olduğum yere. Saçlarımı hafifçe okşadığını hissettim. ‘Hadi uyu artık yoksa nasıl bir abi olduğumu farklı yollarla anlatırım.’ Kıkırdadım. Gözlerimi kapattım. Kafamdaki sesler anında yükseldiler. Gözlerimi geri açmak zorunda kaldım. “Senin şu şarkılardan söylesene bana.” Efe, uyuyamadığımı anladığı için derin bir nefes aldı. ‘Fikrimden geceler yatabilmi- Karnına vurdum. “Dalga geçme ya!” Gülmeye başlayınca göğsünden kalmaya çalıştım ama izin vermedi. ‘Tamam, tamam dur.’ Gülüşünü durdurmak için derin bir nefes aldı. Tekrar gözlerimi kapattım. ‘Güllerin içinden, canım Koşarak koşarak gel, bana gel...’ İkimizde aynı anda derin bir nefes aldık. Saçlarımı okşamaya başladı, tekrar. ‘O güzel gözlerini, canım Süzerek süzerek gel, bana gel...’ Bilincim yavaş yavaş uykuya teslim oluyordu. Kollarını bana sıkıca sardığını hissettim. ‘Bana küskün yüzün gayri gülsün, canım Gülerek gülerek gel, bana gel...’ Uykuya tam teslim olmamışken koltuktan havalandığımı hissettim. Efe’nin kucağında olduğumu zar zor idrak edebildim. Hareketlenince, beni odama götürdüğünü anladım. ‘Dayanamadım gayri döndüm, canım Diyerek diyerek gel, bana gel.’ Uyumadan önce son hatırladığım Efe’nin beni yatağıma yatırdığıydı. Telefonumun alarmı en yüksek seste çalıyordu. Uykum yavaş yavaş bölünürken, yatağımın yanındaki komodinin üzerine elimi attım. El yordamıyla telefonu bulup, elimi ekranında gezdirdim. Kapatmayı başarmış olacağım ki alarm sustu. Yorganıma iyice sarılıp tekrar uykuya geçmeye çalıştım. Bilincim yavaş yavaş uykuya teslim oluyordu ki odamın kapısı gürültüyle açıldı. Gözlerimi zar zor açarken hızla yatakta doğruldum. Efe, az önce vurmadan açtığı kapıya, vurmaya başladı. ‘Koğuş kalk!’ Gözlerimi devirip kendimi yatağa geri attım. “Bugün izinliyiz.” Gelip, iki kişilik yatağımın boş kısmına kendini attı. Ağırlığı yüzünden yatakta havalanıp geri indim. ‘Kalk hadi, kahvaltıya gidelim. Hava çok güzel. Bizimkilere de haber verdim.’ Tek gözümü açıp, sırtını yatak başlığına dayamış Efe’ye baktım. “Neden izin günümde iş arkadaşlarımla kahvaltı yapıyorum?” Kaşları havalandı. ‘İş arkadaşınla aynı evde yaşıyorsun?’ Diğer gözümü de açtım. “Sen benim abimsin, salak.” Saçımı tutup çekince bağırdım. ‘Abiye salak denmez, geri zekâlı.’ Yataktan kalktı. ‘Ayrıca onlar bizim sadece iş arkadaşımız değil.’ Kapıdan çıkarken bağırdı. ‘Yarım saate tam tesisat hazır, kapıda ol! Yoksa pijamayla götürürüm!’ Efe’nin dediğini yapacağını bildiğim için yarım saate hazırlanmıştım. Saat sabahın sekiziydi. İzin günümüzde uyumak yerine kahvaltıya gittiğimize inanamıyordum. Arabayla bir saat süren yolculuktan sonra ‘seni çiftlik kahvaltısına getirdim’ diyen Efe’nin kendini övmesini dinleyerek arabadan indim. Yolda buluştuğumuz Gölge’nin de Şahin’in arabasından indiğini gördüm. Salih, her zamanki neşesiyle bize doğru geliyordu. Hemen arkasında onu takip eden Şahin ve Anka ise hayat enerjileri emilmiş gibiydi. ‘Günaydın, komutanım!’ Salih’in sesi biraz yüksek çıkınca Anka ensesine vurdu. ‘Oğlum, dışarıda rütbe kullanma demedik mi sana!’ Salih, ensesini ovuştururken, bana özür dileyen bir bakış attı. Önemli değil der gibi baktım. Salih ve Anka önden giden Efe’nin peşine takıldı. Bizde Şahin’le arkalarından yürümeye başladık. ‘Sabahın köründe ne bok yemeye geldik buraya?’ Şahin’in de, benim gibi, uyumak istediği açıktı. “Ne bileyim, sabahın köründe tehdit etti beni. Ya kalkarsın ya da pijamayla götürürüm, dedi.” Sesim; abisini, babasına şikayet eden çocuklar gibi çıkmıştı. Şahin’le tanışmamız çok eskiye dayanıyordu. Efe, ben ve Şahin harp okulunda birlikteydik. Şahin, her zaman daha mantıklı düşünenimiz olmuştu. Bu yüzden bu arkadaşlıkta; Efe ve ben ne kadar çocuksak, Şahin o kadar olduğundu. O yüzden arada bir Efe’yi ona şikayet ediyordum. Şikayet etmeye başladığımı anlayınca, gülmeye başladı. Kolunu omzuma attı. ‘Ben döverim onu, üzülme sen.’ Kıkırdadım. “Elif’le konuştunuz mu?” Şahin, sıkıntılı bir nefes verdi. Elif, Şahin’in sevgilisiydi. Şahin evlenmek istiyordu ama Elif, evlenmek için Şahin’in mesleğini bırakmasını istiyordu. ‘Sanırım, artık görüşmeyeceğiz.’ Yandan kısa bir bakış attım. “Halledersiniz, hemen kestirip atmayın.” ‘Bakacağız, belki de böylesi daha iyidir.’ Bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ama konuşmak istemediğini belli eder gibi restoranın kapısını geçmem için açtı. İçeri girdim. Bizimkiler cam kenarındaki masaya kurulmuşlardı. Efe, yanındaki sandalyeyi, oturmam için, geri itti. Cam tarafındaki sandalyeyi bana ayırmıştı. Genelde kontrol edebileceği uzaklıkta olmama dikkat ediyordu. Hepimizin kendine göre acıyı bastırma şekilleri vardı. Efe, kurtaramadığı ailesinin acısını beni korumaya çalışarak bastırıyordu. Yerime oturup, camdan baktığımda muazzam bir göl manzarasıyla karşılaştım. ‘Bak, ne güzel manzara. İçimiz açıldı.’ Efe’nin; gururlu abi edasıyla etrafı göstermesine, güldüm. ‘Uyusam da içim açılırdı benim.’ Anka her zamanki homurdanmasını gerçekleştirdi. Efe ters bir bakış attı ama Anka pek umursamış gibi durmuyordu. ‘Valla ben bayıldım, komu... Aman yani Efe abi.’ Salih, timin en küçüğü olduğu için dışarıda herkese abi diyordu. Bana nasıl hitap etmesi gerektiğini ise hala çözebilmiş değildi. ‘Ulan Salih, bugün senin enerjin bile sinirimi bozmuyor.’ Efe’ye yandan bir bakış attım. Ekstra bir enerjisi vardı. Nedense altından bir şeyler çıkacak gibi hissediyordum ama o kadar keyifliydi ki, şuan bozmak istemedim. Garson gelip siparişlerimizi aldı. Salih, bütün enerjisiyle, çocukken köyde yaptığı kahvaltı anılarını anlatmaya başladı. Salih, Adana’nın bir köyünde doğup büyümüştü. Annesi, o küçükken vefat ettiği için nenesiyle yaşamış. Babası da Adana’nın merkezinde çalıştığı için çok gidip gelemezmiş köye. Salih’in, liseye geçeceği yıl nenesi vefat etmiş. O zaman öğrenmiş babasının Adana’da başka bir ailesi olduğunu. Kardeşlerinin olduğunu. Babası alıp, Salih’i yeni ailesinin yanına götürünce kimse onu istememiş. Salih de onların yanında kalmamak için harp okuluna girmiş. O gün bugündür görüşmemiş babasıyla. Bize de bir görev sırasında, öleceğini düşündüğünde anlatmıştı tüm bunları. Sonrasında da konusunu bile açmamıştı. Onun da acısını bastırma yöntemi, gülmekti. Kahvaltılıklar geldikten sonra hepimiz sessizleştik. Konu yemek olunca kimse karnını doyurana kadar konuşmazdı. Efe’nin bir kendi tabağına bir benim tabağıma yiyeceklerden koymasını izledim. Geçmişten bir anı gözümün önüne gelince, gülümsedim. Anıda Efe değil, Kürşat vardı. Masanın üzerinde duran yiyeceklere göz gezdirdim. Hepsini görebilmek için parmak uçlarımda durmam gerekmişti. Masa, altı yaşındaki bir çocuk için çok fazla yüksekti. Ben, yemeklerin hepsinin çok güzel olduğunu düşünürken belime dolanan ellerle irkildim. Kürşat’ın yumuşak kıkırtısını duyunca ayaklarımı yere tam basıp ona döndüm. “Korktum, baban geldi sandım.” Kürşat kaşlarını çattı. ‘Babam sana bir şey yapamaz, Zeyno.’ Omzumu silktim. Yapabilirdi ama Kürşat’ın her zaman önüme geçmesi onu engelliyordu. Bakışları arkamdaki masaya kaydı. Masanın neden bu kadar dolu olduğunu sorguluyordu. “Baba’nın misafirleri gelecekmiş. Onlar için hazırlatmış.” Bir bana bir masaya baktı. Sonra da bir şey demeden mutfağa gitti. Geri geldiğinde elinde iki tane tabak vardı. Benden uzun olan boyunun avantajını kullanıp, kolayca sandalyeye çıktı. Masadaki yemeklerden tabaklara koymaya başlayınca korkuyla bağırdım. “Baban kızar!” Omuz silkti. Umursamadan tabakları doldurmaya devam etti. ‘Bir sana...’ Bana ayırdığı tabağa yemek koydu. ‘Bir banaa.’ Aynı yemekten kendi tabağına da koydu. ‘Zeynep?’ Efe’nin sesiyle irkilip ona baktım. Önümdeki tabağı gösterdi. ‘Kahvaltını yap.’ Tabağı, boş yer kalmayacak şekilde doldurmuştu. Normalde olsa itiraz ederdim ama bu sefer sesimi çıkarmadım. Gülümseyip, bir şeyler yemeye başladım. ‘Şimşek Timini çok sevdim ben. Keşke onlar da burada görev yapsalar.’ Salih’in alelade bir şeymiş gibi söylediği şey kalbimin sertçe göğüs kafesime çarpmasına neden oldu. Bakışlarımı tabağımdan çekmeden, Şimşek Timi hakkında konuşmalarını dinledim. Yüzbaşı’nın burada görev yapma ihtimali bile kalbimin patlayacak gibi olmasına neden oluyordu. Artık düşünecek yeni bir ihtimal daha kazandığım için sıkıntılı bir nefes verdim. ‘Ben Ali’nin numarasını almıştım. Bir soralım nasıl olmuşlar.’ Anka, telefonunu çıkardı. Rehberindeki numarayı aradı sonra da sesi hoparlöre verdi. Kısa bir çalıştan sonra telefon açıldı. Kısa bir selamlaşmadan sonra nasıl olduklarını merak ettiğimizi söyledi ve telefonun hoparlörde olduğunu söyledi. Ali, sesini biraz daha yükseltip hepimize hitaben konuştu. ‘Hepimiz iyiyiz, sağ olun. Hatta herkes yanımda. Hoparlöre veriyorum.’ Ali, yanındakilere kısaca durumu anlattı. Sonra herkesin teşekkür eden sesini duyduk. Yüzbaşı’nın sesi, sanki ezberimdeymiş gibi anında kulağıma geldi. Kalbim, az önceki telaşının aksine neredeyse durma noktasına gelmişti. ‘Zeynep Komutanımın sesini duyamadık?’ Yasemin’in telefona iyice yaklaşarak söylediğini düşündüğüm sorusunu duyunca gülümsedim. Anka telefonu bana uzattı. Telefonu almadım ama bende telefona doğru hafif eğilerek konuşmaya başladım. “Buradayım. Hepinizin iyi olmasına sevindim.” ‘Sayenizde Komutanım.’ Arkadan diğerlerinin de onaylayan mırıltıları geldi. Sonrasında da Yüzbaşı’nın sitemli sesi duyuldu. ‘Beni, artık sevmediğinizi düşünmeye başlayacağım.’ Telefondan kıkırtılar yükseldi. Bizimkilerin de güldüğünü gördüm. “Orada sıkılanları bize transfer edebiliriz aslında.” Yine gülüşme sesleri yükseldi. ‘O zaman sizinkileri de benim almam gerekecek.’ Yüzbaşı’nın ciddi ama eğlenen sesiyle söylediğine, güldüm. “Benimkiler beni bırakmaz, kusura bakmayın. Ama isterseniz siz de gelebilirsiniz.” Yine gülüşme sesleri geldi. Bu sefer bizde onlara katıldık. Kısa bir konuşmanın ardından vedalaşıp, kapattık. Efe’nin, bakışlarını üstümde hissettim ama kafamı kaldırıp bakmadım. İki dakikalık telefon konuşması bile kalbime iyi gelmişti. Hissettiklerimin adı her neyse yanlıştı. Yanlış olduğunu bende biliyordum ama bunu Efe’nin bakışlarında da görmeye hazır değildim. Kahvaltıda geçirdiğimiz uzun saatlerin ardından bizimkilerden ayrıldık. Ben eve gideceğimizi düşünürken, Efe şehir içine girdi. Bilmediğim bir sokakta boş park yeri bulunca arabayı park etti. “Yine nereye geldik?” Efe, sıkıntılı bir nefes verdi. Emniyet kemerini çözüp bana döndü. ‘Söyleyeceğim ama kızmayacağına söz ver.’ Kaşlarım havalandı. “Kızacağım bir şey yani?” ‘Muhtemelen.’ Etrafa bakınıp, kendi kendine bir şeyler mırıldandı ama anlamadım. “Efe?” Bakışlarını bana çevirdi. ‘ Bir arkadaşımın burada bir tanıdığı var.’ “Eee?” ‘Psikolog.’ Sesi her zamankinden daha yumuşak çıkmıştı. Bakışlarını kaçırdı. “Ne işimiz var psikologla?” ‘Senin için randevu aldım.’ Ne tepki vereceğimi bilemedim. Kısa bir sessizlik oldu aramızda. Bir tepki vermememden cesaret alır gibi konuşmaya devam etti. ‘Sorun çıkmasın diye kayıt dışı randevu. Bu ara ruh halin iyi değil, Zeynep. Sende bunun farkındasın. Lütfen, bir kez bile olsa gidip anlat içindekileri. Benim hatırım için lütfen.’ Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. İstemsizce gözlerim doldu. Evet, kötüydüm. Bunu çok uzun zaman önce kabullenmiştim ama kafamın içindekileri başka birine anlatmak... Gözlerimin doluluğunu saklamak için bakışlarımı ön cama çevirdim. ‘Kızdıysan bile umurumda değil. Gözümün önünde kendini öldürmeni izleyemem. Ben, sevdiğim birini daha kaybedecek güçte değilim.’ Gözümden bir damla düştü, hızla sildim. Boğazımı temizledim. “Kötü olduğumu inkar etmiyorum ama bu... Bu benim için çok fazla. Konu sadece Kürşat da değil. Ondan önce yaşadıklarım. Annem, babam. Kürşat, beni bulup o çöplükten kurtarana kadar yaşadıklarım. Bunları sadece ikiniz biliyorsunuz. Üçüncü bir kişiye anlatmak için hazır değilim.” Derin bir nefes aldı. ‘Anlatmak istediğin kadarını anlatırsın. Yine mi olmaz?’ Göz yaşlarımın arasında gülümsedim. Bakışlarımı ona çevirdim, onun da gözleri dolmuştu. Uzanıp, sarıldım. Anında kollarını etrafıma sardı. “Seni kıracağıma kafamı kırarım ama bana bunun için biraz zaman ver. Söz veriyorum kendimi hazır hissettiğimde geleceğim.” Yüzümü görmek için uzaklaştı. ‘Bana bak, beni kandırırsan zorla kapatırım seni psikoloğun odasına.’ Güldüm. “Tamamm.” ‘O zamana kadar da bana anlat ama her şeyi.’ Yanağını öptüm. “Ben senden bir şey saklayabilir miyim ya?” Saçlarımı karıştırdı. ‘Aferin, abisinin gülü.’ Kıkırdadım. Emniyet kemerini tekrar taktı. Bende oturuşumu düzelttim. Arabayı çalıştırdı. “Hadi sür şöföör, evimize gidelim.” Kahkaha attı. Sonrasında, yol boyunca ikimizde sessizdik. Efe’nin, düşüncelerin içine daldığına emindim. Çünkü bende ondan farksız değildim. Efe, her zaman iyi olmam için çabalamıştı. Yanındayken her zaman mutlu, kaygısız, korkusuz olmuştum. O, hayatımda olduğu sürece kimsenin bana dokunamayacağına emindim. Ama ben güven kalkanının arkasında yaşarken, Efe’yi dışarıda bırakmıştım. Ne demişti, sevdiğim birini daha kaybedecek güçte değilim. Ben korkunun olmadığı bir odadayken; o, korkularıyla baş başa kalmıştı. Kendi derdime düşmüştüm. Bir benim acım var gibi davranıştım. Efe beni psikoloğa getirecek kadar endişelenmişti ama kendi oraya gitmeyi bir kez bile düşünmemişti. Bu, suratıma tokat yemişim gibi hissettirdi. Kendime çeki düzen vermemizin zamanı çoktan gelmişti, hatta geçmişti bile. Elimden yakıp gidenler için üzülmeyi bırakıp, elimdekini kaybetmemeye uğraşmalıydım. Eve geldiğimizde kendimi hızlıca duşa attım. Çıktığımda kendimi yenilenmiş gibi hissediyordum ama boy aynamın karşısına geçtiğimde omuzlarım çöktü. Bir ayda bu kadar kilo vermem mümkün mü? Diye düşünmeden edemedim. Sanırım kendimi toplamaya önce yemek yiyerek başlamam gerekiyordu. Giyindim, uzun zamandır sürmeyi unuttuğum kremlerimi sürdüm. Saçlarımı kurutmak için banyoya döndüm. Geçen gün çekmeceden çıkardığım makas hala aynanın önünde duruyordu. Saçlarımı tararken bakışlarımı makastan ayırmadım. Aslında yapmam gereken ilk şey gözümün önündeydi ama henüz bunun için de cesaretim yoktu. Bebek adamlarıyla, Zeynep. Cesaretini kırmadan. Odamda işlerimi bitirdikten sonra mutfağa geçtim. Terastan gelen seslerden Efe’nin orada olduğunu anlamıştım. Muhtemelen maç izliyordu. Sırf bunun için terasa büyük bir televizyon almıştı. İkimize birer kahve yaptım. Yanına da biraz abur cubur hazırladım. Hepsini tepsiye koyup, terasa yöneldim. Terasa çıkmak için salondan geçerken iki tane battaniye aldım. Gördüğüm kadarıyla Efe terasın üzerini kapatmıştı ama yine de üşürsek diye önlem almak mantıklıydı. Elimde tepsi ve battaniyelerle terasa girdim. Efe, beni öyle görünce kalkıp tepsiyi elimden aldı. Ortadaki sehpaya bıraktı. ‘Hayırdır kız, ölecek miyim yoksa?’ Omzuna vurdum. “ Tövbe de be.” Gülerek, koltuğa oturdu. Elimdeki battaniyelerden birini kucağına attım. Bende kendi battaniyemle yanındaki boşluğa yerleştim. “Öyle bir içimden geldi, aslında bu yoktu.” Kahkaha attı. Televizyonda açık olan basket maçını kapattı. ‘O zaman bu hazırlığa bir film patlatırım. Ne izleyelim?’ Omuz silktim. “Bilmem, şöyle eğlenceli bir şeyler olsun.” ‘O zamann Kemal Sunal filmi açıyorum.’ Gülümsedim. Ne zaman gülmek istesek Kemal Sunal filmlerini izlerdik. Uygulamaya girip, önüne ilk çıkan filmi başlattı. Tosun Paşa. Neredeyse gülmekten ağlayacak noktaya geldiğimiz bir buçuk saatin sonunda film bitti. Resmen bütün gerginliğim akıp gitmişti ve ben tatlı bir mayışıklık içindeydim. Efe’nin de benden aşağı kalır yanı yoktu. Gözlerinde biriken yaşları siliyordu. ‘Valla iyi geldi.’ Kıkırdadım. “Bence de, buna ihtiyacımız varmış.” Koltukta uzanır vaziyette olduğum yere iyice yerleştim. Bacaklarımı Efe’nin dizlerine uzattım. ‘Vur bir tekme at beni koltuktan da rahatla ya.’ Gözlerimi açmadan kıkırdadım. “Biraz uyuyacağım, yanımda dur.” ‘Ninni de söyleyeyim mi, prenses?’ “Yok canım, biraz sessizlik istiyorum.” Hafifçe bacağıma vurdu. ‘Kurban ol sen benim ninnilerime.’ Yavaş yavaş uykuya geçtiğim için cevap vermek yerine onaylayan mırıltılar çıkardım. Üzerimdeki battaniyeye iyice sarıldım. Bilincim yavaş yavaş uykuya teslim oluyordu. Ne kadar süre uykuyla uyanıklık arasında kaldım bilmiyorum ama yastığımın altındaki telefonun titremesi, irkilerek uyanmama neden oldu. Etrafa bakındım. Efe yanımda yoktu. Yastığın altındaki telefonu alıp, ekranı açtım. Mesaj gelmişti. Mesaj kutusuna girip , tanımadığım bir numaradan gelen mesajı açtım. ‘Merhaba, ben Yüzbaşı Kürşat Yağız. Numaranı Anka’dan aldım. Müsait olunca bana dönersen, konuşmak istediğim önemli bir konu var.’ ☆ Enerjiye inanan herkes; eğer bir şeyi çok düşünürsen onu kendinden itersin, mantığıyla bakar hayata. Yani, istediğin bir şeyi evrene bir kez söyledikten sonra peşini bırakman gerekir. Senin için yaratılan, seni bulur. Bunu bir kitapta okuduğumda; Kürşat’ı çok düşündüğüm için bulamadığıma inanmıştım. Belki de, onu bulamamamın sebebini gerçekten öldüğüne değil de buna bağlamak istemiştim.
Sonra, dayanamayıp Kürşat’ı aramaya devam etmiştim tabi. Her seferinde yüzüme çarpan gerçek, ölümüyle yüzleştirmişti. Bir noktada kabullenmem gerektiğini idrak edebilmiştim. Beynim, çoktan kabullenip yoluna bakmıştı. İşi bozan kalbimdi. Ne zaman yüzüm gülse, Kürşat bir sis bulutunun arkasında kalsa; kalbim, burnuma çalınan kokuyu bile o sanıp ritmini değiştiriyordu. Bir bedende iki kişilikle yaşamak gibiydi. Derin bir nefes aldım. İki saattir ekranda açık olan mesajı tekrar okudum. Ne konuşacaktı? Önemli olan neydi? Yoksa o da benim gibi mi hissetmişti? Ben de ona mı tanıdık gelmiştim? Ya da çok farklı bir konu muydu? İyi de, onun için önemli bir konuyu konuşacak kadar samimi miydik? Belki de, operasyonla alakalı bir şey söyleyecek. Aklına takılan bir şey oldu belki de. Ofladım. Mesajı açtıktan sonra Efe yanıma gelmişti ve ben ona söylemek yerine, telefonu hızla kapatmıştım. Ben uyurken yemek hazırlamıştı. Bir şeyler yiyip, uyuyacağım diyerek odama gelmiştim. Eğer ona söylersem, yine umutlanmamam için beni uyaracaktı. Zaten farkında olup görmezden geldiğim şeyleri , Efe’nin yüzüme çarpması işleri daha da kötü yapıyordu. Mesaja geri dönüş yapmak istedim ama ne yazacağım bilemedim. Aramak istedim ama saat çok geç olmuştu. Bu saatte uyur muydu ki? Kürşat olsa, uyumaz kitap okurdu. Kürşat mıydı peki? Bıkkın bir nefes verdim. Telefonu yatağımın yanındaki komodine bırakıp, yorganın içine gömüldüm. Eğer çok önemliyse, tekrar mesaj atardı ya da arayabilirdi. Arar mıydı? Kendimi boğmak ister gibi yorganı kafama kadar çektim. Belki, oksijensiz kalırsam bayılırım ve bunları düşünmek zorunda kalmam. Ciğerlerim, oksijen diye çığlık atana kadar yorganın altında bekledim. Bayılmak yerine boğulacak gibi olduğum için mecburen yorganı kafamdan çekmek zorunda kaldım. En iyisi uyumak ve sabah cevap yazmaktı. İyi de ya gerçekten önemli bir konuysa? Sessiz bir çığlık atmak için yorganı ağzıma bastırdım. Kafayı yiyecektim ya da çoktan yemiştim ve tüm bu olanlar benim hayal dünyamdan ibaretti. Oysaki daha birkaç saat önce hayatımı düzene sokmaya karar vermiştim. Geçmişi, geçmişte bırakmayı düşünmüştüm. Bu da bana hayatın ‘nah yaparsın’ deme şekliydi. Alışmıştım ama artık dayanabilecek noktayı da geçmiştim. Zaten saat çok geç olmuştu. Mesaj atsam bile ancak sabah dönerdi. Başucu lambamı kapatıp, uyumak için gözlerimi kapattım. Bir iki dönmeden sonra uyku beni yavaş yavaş etkisi altına almaya başladı. Uyumanın üzerinden kaç saat geçmişti bilmiyorum ama telefonumum sesiyle uykum bölünmeye başladı. Alarm sesi değil de arama sesi olduğunu idrak etmem uzun sürdü. Tek gözümü açıp, etrafa baktım. Hava aydınlanmıştı. Henüz alarmım çalmamıştı demek ki saat yediden erkendi. Ben kendime gelip telefona bakana kadar kapandı. Algılarımın açılması için gözlerimi kapatıp beklemeye başladım. Sanırım uyumuş olacağım ki yine telefonun sesiyle irkilerek uyandım. Ben daha ne olduğunu anlamadan odamın kapısı gürültüyle açıldı. ‘Açsana kızım telefonu. Sesi taa benim odama geldi.’ Onaylayan birkaç mırıltı çıkardım ama yatmaya devam ettim. Efe, sabır dilenerek başucuma geldi. Hala çalan telefon sustu, sonrada Efe’nin telefonu cevapladığını duydum. ‘Alo. Doğru aradınız, siz kimsiniz? Kürşat Yüzbaşı’m, Efe ben.’ Kısa bir sessizlik oldu, nefes almayı bile unuttum. Usulca gözlerimi açtım. Efe, tam karşımda ayakta dikiliyordu. Yüzbaşı’nın dediklerini dinliyordu. ‘Anladım, veriyorum şimdi telefonu. Görüşmek üzere.’ Tek kaşı havalanırken telefonu bana uzattı. Yattığım yerden doğrulup, telefonu aldım. Efe, bir şey demeden odadan çıktı. Derin bir nefes aldım. Boğazımı temizledim ve telefonu kulağıma dayadım. “Alo.” ‘Günaydın, kusura bakmayın rahatsız ettim.’ Heyecanımı bastırmaya çalıştım. “Estağfurullah, Günaydın. Acil bir şey mi vardı?” ‘Dün akşam mesaj atmıştım ama görmediniz sanırım.’ “Gördüm ama saat çok geç olmuştu. Bugün dönecektim ama siz benden önce davrandınız.” Derin bir nefes aldığını duydum. ‘Anladım.’ Kısa bir sessizlik oldu aramızda. Sanki ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. “Konu neydi?” ‘Aslında çok saçma bir şey. Yani sanırım öyle.’ “Siz söyleyin, saçma olup olmadığına öyle karar verelim.” ‘Size daha önce tanışıp tanışmadığımızı sormuştum.’ Nefesimi tuttum. ‘Tanışmadığımıza emin olmam lazım.’ Kaşlarım çatıldı. “Anlamadım?” ‘Aslında bunu telefonda anlatamam, çok uzun bir mevzu. Bugün Ankara’da olacağım, yüz yüze konuşsak?’ Nefesim kesildi. Ankara’ya mı gelmişti? Önüme bakmak istiyorsam reddetmem gerekirdi değil mi? “Karargahta olacağım.” Kelimeler benden bağımsız ağzımdan çıktı. Ne güzel reddettin, aferin Zeynep! ‘Tamam, benimde işim orada zaten. Geldiğimde yanınıza uğrarım.’ Onaylamamı bile beklemeden telefon kapandı.
|
0% |