@caglayazar
|
KÜRŞAT İnsanoğlu değişik bir varlıktı. Sabırsız, doyumsuz, aç gözlüydü. Halbuki Allah, sabredenlerin yanında olduğunu açık açık dememiş miydi? Siz papatya için ağlarken, Allah önünüze gül bahçeleri sunan değil miydi? Tam on beş sene, sabrederek beklemiştim. Aramıştım ama bulamayınca isyan etmemiştim. Vardır bir hayır, dediğim çok olmuştu. Ali, hikayemi ilk dinlediğinde; belki de Allah seni belanın içinden kurtarmıştır, demişti. Şimdi Zeynep’in anlattıklarını dinlerken, Ali’ye hak vermiştim. Allah beni zalim bir babanın elinden kurtarmıştı ama bunun bedeli olarak da Zeynep’i almıştı. Karşımda zaman zaman hıçkırarak , zaman zaman gülerek yaşadıklarımızı anlatan kızı inceledim. Güzeldi, çok güzeldi. Ağlarken de gülerken de güzeldi ama gözlerine yerleşen acıyı sevmemiştim. Bu acının sebebi olmam da kendimden nefret etmeme sebep olmuştu. Kesik kesik nefesler alarak konuşmaya devam etmeye çalıştı ama başaramamış gibi derin bir nefes aldı. Gözlerimi odada gezdirdim. Masasının üzerinde açılmamış su şişeleri vardı. Kalkıp, birini aldım. Bakışlarıyla beni takip ediyordu. Hala gitmemden korkuyor gibi tetikte olması kalbimin sıkışmasına neden oldu. Yine kaybetmekten korkuyordu. Tıpkı benim gibi. Kapağını açtığım suyu ona uzattım. Bu sefer karşısına oturmak yerine, oturduğu ikili koltuktaki boşluğa oturdum. Verdiğim sudan birkaç yudum aldı. Yüzünü buruşturmasından boğazının acıdığını anlayabilmiştim. Yorgundu, görevden gelmişti. Belki de beş gündür toplasan iki saat zor uyumuştu. Şimdi de iki saattir hiç durmadan bana bir şeyler anlatıyordu. Ellerinin titremesi şişenin kapağını kapatmasını zorlaştırınca elinden alıp kapağı kapattım. Şişeyi masaya koyarken, boş kalan elimle titreyen ellerini avucumun içine aldım. Ellerinin soğukluğu kaşlarımın çatılmasına neden oldu . “Üşüdün mü?” Başını hayır anlamında salladı ama aynı zamanda vücudu da titremeye başladı. “Tamam, sakin ol. Biraz ara ver olur mu? Derin bir nefes al.” Nefes almaya çalıştı, titremesini durdurmaya çalışıyor gibiydi ama beceremeyince gözleri daha da çok doldu. Sakinleşemeyeceğini anlayınca kolumu omzuna dolayıp, bedenini kendime doğru çektim. Başı göğsüme yaslanırken, bir hıçkırık daha kaçtı ağzından. Elim benden bağımsız saçlarına gitti. Örüp, ensesinde sıkıca toplamıştı ama birkaç tutam kenarlardan firar etmişti. Hafifçe okşadım. Buna ihtiyacı varmış gibi göğsüme daha çok sokuldu. Hıçkırıkları iç çekişlere dönmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldım. Bu sarılmaya ondan daha çok benim ihtiyacım varmış gibi bedenim gevşedi. Yavaşça ayrıldı göğsümden. Biraz daha sakin görünüyordu. En azından titremesi durmuştu. Yüzüne baktım. Gözleri kan çanağının içinde kalmıştı. Uzanıp masanın üzerinden peçete alıp, yüzünü kurulmaya başladı. “Dinlenmen lazım, görevden geldin. Eve git hadi, uyu biraz.” Bakışları bana döndü, gözleri korkuyla dalgalandı. Rahatlaması için gülümsedim. “Yarın devam ederiz. Hem benimde bunları sindirmem gerek. Hatırlamak için kendime fazla yüklenirsem geri tepebilir.” ‘Tamam o zaman yavaş yavaş anlatırım ben.’ Telaşlı sesine gülmeden duramadım. “Daha çok zamanımız var anlatman için.” Gülümsedi, yüzündeki gerginlik kayboldu. Bakışları duvardaki saatte oyalandı. Sabah karşı üç olmak üzereydi. Tekrar bana döndü. ‘Sen nöbetçi misin?’ Başımla onayladım. ‘Tamam o zaman bende burada kalırım. Koltukta uyurum, seni beklerim.’ Karşımızdaki üçlü koltuğu gösterdi. “Olmaz, eve git ve güzelce dinlen.” ‘Ama- Sözünü kestim. “Eve dedim. Ne halde olduğunun farkında mısın sen?” Kaşları çatıldı. ‘Ne varmış halimde, çok mu çirkin görünüyorum?’ Sehpanın üzerindeki telefonunun ekranından kendine baktı. Görüntüyü o da beğenmemiş olacak ki yüzü buruştu. Güldüm. “Sence çirkin görünüp görünmemen umurumda mı? Yorgunsun.” Omuz silkti. Omuzlarını dikleştirip bana bakınca kaşlarım havalandı. ‘Gitmeyeceğim.’ Güldüm. “Sen hep böyle inatçı mıydın, yoksa sonradan mı yüklendi?” ‘Senden bana geçti.’ “Tam tersi olmadığına emin misin?” Meydan okur gibi gözleri kısıldı. Gülüşüm daha da büyüdü. ‘Hatırlayana kadar ben ne dersem o, kusura bakma.’ Yalandan bir kızgınlıkla kaşlarımı çattım. “Yoksa anlattığın her şey yalan mıydı?” Telaşla bana döndü. ‘Hayır tabiki! Ben onu lafın gelişi söyledim.’ Dayanamayıp güldüm. Kaşları çatıldı. ‘Dalga geçiyorsun dimi? Gıcık.’ Kahkaha attım. “Ama bak keyfin yerine geldi.” O da güldü. Kısa bir sessizlik oldu. Sessizliği bozan şey kapının tıklatılmasıydı. Ardından da Efe’nin kapının arkasından gelen sesini duyduk. ‘Zeynep?!’ ‘Hii! Efe’yi unuttum.’ Telaşla kalkıp, kapıyı açmaya gitti. Efe’yle hikayelerini de anlatmıştı. Aralarında kan bağı yoktu ama anlattığına göre gerçekten de abi – kardeş gibi birbirlerini kollamışlardı. Zeynep, kapıyı açarken bende ayaklandım. Kapı tamamen açılınca Efe’nin bakışları ikimizi taradı. Sonrada Zeynep’te oyalandı. ‘Bu ne hal kız, çarpıldın mı?’ Dudağımın kenarı kıvrıldı. Zeynep bana kısa bir bakış attı sonra Efe’ye döndü. ‘Dalga geçmenin sırası mı şuan?’ Elinden tutup, içeri çekti. Sonra da kapıyı tekrar kapattı ama bu sefer kilitlemedi. ‘Haline bakılırsa yaptığın salaklığı düzeltmişsin.’ Zeynep gözlerini devirdi. Efe bana dönüp küçük bir baş selamı verdi. ‘Tekrar merhaba, komutanım.’ Gülümsedim. “Merhaba. Ayrıca sadece Kürşat yeterli. Aramızda resmiyete gerek yok.” Zeynep ikimizin ortasında durdu. ‘Hadi tanışın.’ Efe, elini Zeynep’in alnına koydu. ‘Ateşin falan mı çıktı senin? Zaten tanışıyoruz ya manyak.’ Zeynep alnındaki eli itti. Bakışları Efe’yle benim aramda gidip geldi. ‘Sen Kürşat Yüzbaşıyla tanıştın. Kürşat’la değil.’ Efe gözlerini kıstı. ‘İkisi aynı kişi değil miymiş? Yanlış alarm mıymış yoksa?’ Efe’nin şaşkın suratına daha fazla dayanamayıp kahkaha attım. Zeynep’in ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Şuan bu odada Kürşat Yüzbaşı olarak değil de, Zeynep’in en yakını Kürşat olarak duruyordum. Elimi, tokalaşmak için Efe’ye uzattım. Zeynep heyecanla bana bakıyordu. “Kürşat ben. Zeynep’in çocukluk arkadaşıyım.” Efe’nin şaşkınlığının yerini gülümsemesi aldı. Uzattığım elimi tuttu. ‘Efe bende.’ Zeynep’e kısa bir bakış atıp, yüzünü buruşturdu. ‘ Ha bu kızın abisiyim de. Yanlış anlaşılma olmasın ben abisi olduğumda daha güzeldi.’ Zeynep, Efe’nin koluna vurdu. ‘Gıcıklık yapma ya!’ Efe elimi bırakıp, kolunu tuttu. ‘Eli de ağır.’ Zeynep, Efe’ye kötü bakışlar atarken gülerek onları izledim. Göğsüme garip bir his gelip oturdu. Kıskançlık. Aralarındaki ilişkinin boyutunun abi – kardeşlik olduğu açıktı. Benim kıskandığım, benim kaçırdığım her şeyde Efe’nin, Zeynep’in yanında olmasıydı. Derin bir nefes aldım. Odadaki sessizliği bozan çalan telefonum oldu. Ceketimin cebinden telefonu çıkardım, Ali arıyordu. Zeynep çaktırmadan ekrana baktı ama görmemiş gibi yapıp aramayı cevapladım. “Efendim.” Ali önce nerede olduğuma dair sorular sorup, sonrasında da Albay’ın beni çağırdığını söyledi. Geleceğimi söyleyip kapattım. “Albay’ın yanına gitmem gerek.” ‘Görev mi var?’ Zeynep’e döndüm. Bakışlarında telaş vardı. “Sanmam. Birkaç dosya bırakmıştım imzalaması için.” Başını anladım der gibi salladı. Efe, kolunu Zeynep’in omzuna attı. ‘E hadi bizde eve gidelim de senin şu kaportayı düzeltelim, abisinin gülü.’ Zeynep gülecek gibi oldu ama gülmedi. Omuzları dikleşti yine. ‘Gitmicem ben.’ Sabır dilenir gibi nefesimi verdim. Neyin inadıydı bu Allah aşkına? Dokunsam bayılacak gibi duruyordu. ‘Ne yapacaksın burada? Kürşat’la yapışık ikiz gibi dolaşacak mısın?’ Güldüm. Zeynep omuz silkti. “Eve git artık. Benim işim var.” ‘Bıktırmışsın adamı iki saatte. Ben sana çok konuşma demedim mi?’ ‘Bana bak bir susarım, konuş diye yalvarırsın.’ ‘Abine geri cevap verme.’ Ali’nin tekrar aradığını görünce açmadan meşgule attım. “Gitmem lazım. Nöbet bitimi çok erken olur, o yüzden uyanınca beni ara.” Bakışları tekrar koltuklara kaydı. “Evde, uyu. Uyanınca da beni ara.” Pes edip, başını olumlu anlamda salladı. Sonra da gelip bana sarıldı. ‘Telefonumu ilk çalışta açmazsan peşine özel harekat timi takarım.’ Ellerimi sırtına koydum. Efe’yle aynı anda güldük. ‘Valla yapar, biraz manyak.’ “Tamam, telefon elimde bekleyeceğim.” Kıkırdadı sonra da benden ayrıldı. “Yarın görüşürüz.” Kapıya doğru hareketlendim. ‘Aslında sabah oldu ben- Efe, elini Zeynep’in ağzına kapatıp susturdu. ‘Nöbetinde bitmesine az kalmış, hayırlı nöbetler dedi.’ Zeynep bir şeyler dedi ama homurdanma sesinden başka bir şey çıkmadı. Güldüm. Sonra da odadan çıkıp, aceleyle Albay’ın odasına ilerledim. ZEYNEP İçim içime sığmıyordu. Hem ağlamak hem gülmek hem de mutluluktan çığlık atmak istemem normal miydi? Efe, beni sürükleyerek arabaya bindirdiğinde Kürşat’ı arkada bırakmak zor gelmişti. Yarınki iznimi ona gitmek için kullanacakken , o benden önce gelmişti. Üstelik daha benim onu tanıdığımı bilmeden beni beklemişti. Kalbim göğüs kafesimi kıracak gibiydi ama sakinleşmek için derin bir nefes aldım. ‘Ee nasıl geçti? Ne tepki verdi öğrenince?’ Oturduğum koltukta Efe’ye döndüm. Araba sürerken bana yandan bir bakış attı. “Önce kızdı, geçen gün söylemedim diye. Çıkıp gidecekti hatta ama ben kapıyı kilitledim.” Kahkaha attı. ‘Aferin kız.’ Güldüm. “Sonra anlattım işte her şeyi. Onu aradığımı, bulamadığımı. O da yıllarca bir iz bulmaya çalışmış geçmişiyle ilgili ama bulamamış.” Derin bir nefes aldım. “İyi ki de bulamamış. O şerefsiz babasını bulmaması daha iyi.” ‘Belki çoktan ölmüştür babası.’ Omuz silktim. “Bizi o yangının içinde bıraktığında, benim için öldü zaten.” Yandan bir bakış daha attı. ‘Gurur duyuyorum seninle. Hislerinin peşini hiç bırakmadın.’ Gülümsedim kocaman. “Çooook mutluyum.” ‘Çok şükür.’ Arabayı apartmanın otoparkına park ettikten sonra eve çıktık. ‘Hadi git tipini düzelt. Yemek yiyecek misin?’ Ayakkabılarımı çıkardım. “Çok acıktım. Duş alayım, mutfakta buluşalım.” Odasına doğru yöneldi. Bende koşar adım odama gittim. Kısa bir duş alıp, üşenmeden kremlerimi bile sürdüm. İçimde durduramadığım bir enerji vardı. Çok yorgundum ama beynim bir beş günü daha çıkarak enerji üretmişti. Odada işim bitince yine koşar adım mutfağa geldim. Efe çoktan gelmiş, sofrayı kurmuştu. Tencerede ki yemeklerden tabaklara koyup, oturdum. Efe de karşıma oturdu. ‘Akşama kadar uyuyacağım. Sakın bana dokunma sabah.’ Yemeğimi yerken konuşmaya başladım. “O imkansız canım. Sabah kalkacaksın, Kürşat’ı kahvaltıya çağıracağım.” ‘Ulan zaten sabah oldu!’ “Çabuk ye de uyu o zaman.” Sabır çekip, yemeğini yedi. Bende yemeğimi yiyince kalkıp, sofrayı topladık. Sonra da uyumak için odalara geçtik. İçim içime sığmıyordu ama mantıklı düşünebilmek için uykuya ihtiyacım vardı. Yatağıma uzandım. Kürşat’ı arasam mı diye düşündüm ama belki işi vardır diye vazgeçtim. Onun yerine mesaj attım. “Ben şimdi uyuyacağım da, hayal misin yoksa gerçek misin diye kontrol ediyorum. Gerçeksin dimi?” Mesajı gönderip bir süre bekledim. Hemen cevap veremeyebilirdi ama ben sabırsız bir insandım. Aradan zaman geçince meşgul olduğunu düşünüp, telefonu kenara bırakacaktım ama tam o sırada cevap geldi. ‘Gerçeğim. İyi uykular.’ Kıkırdadım. Gerçekti. Telefonu kenara koyup, uzun zaman sonra huzurlu bir uykuya daldım. KÜRŞAT Zeynep’in attığı mesajı bilmem kaçıncı kez okurken, gülümsedim. Bu mesaj, bana da onun gerçekliğini hatırlatmıştı. Daha önce nöbet bitsin diye sabırsızlandığım olmamıştı. İlk defa dakikaları sayıyordum. Zeynep’in bana her şeyi anlatması için sabırsızlanıyordum. Ama her şeyden bağımsız, sebepsizce Zeynep’in gözümün önünde olmasını istiyordum. Sanki çok fazla uzaklaşırsa kaybedecekmişim gibi bir his göğsüme taş olmuş oturmuştu. Onun, hareketlerimi izlerken ki telaşını anlıyordum. Aynı hissin onda da olduğuna emindim. Nöbet saati biter bitmez üzerimi değiştirip, eve geçtim. Ankara’ya geldiğimde kendime bir ev tutmuştum. Karargaha yakın bir yerde bulmam şans olmuştu. Zeynep’in aramasını beklerken duş aldım. Saat erkendi ve aramadığına göre hâlâ uyanmamıştı. Günlerin yorgunluğunu birkaç saatte atması imkansızdı zaten. Onu beklerken, yatağıma uzandım. Uyursam uyanmam zor olurdu. O yüzden sadece dinlenmek için uzanmıştım. Gözlerimi kapattım. Gecenin ağırlığı hala üzerimdeydi ama ilginç bir şekilde rahatlamış da hissediyordum. En azından artık kim olduğumu biliyordum. Benim kim olduğumu bilen biri vardı. Belki anne – babamdan bile iyi tanıyan biriydi. Aklıma gelen şeyle hızla gözlerim açıldı. Sahi ne demişti? Sevgiliydik. Hatta daha fazlasıydık. Anlattıkları da bunu doğrulamıştı. Hatırlamadığım tüm zamanlarda yanımda olan kişi oydu. Üstelik sana hayatımı borçluyum demişti. Beni ölümden kurtardın, demişti. Aramızda sevgiden ya da aşktan çok daha fazlası vardı ama kahretsin ki ben hatırlamıyordum. Hatırlamaya çalıştığım bunca zamanda hiç isyan etmemiştim ama ilk kez isyan etmek istiyordum. Hevesle anlattığı şeylere hatırlamıyorum demek, her dediğimde yaşadığı hayal kırıklığı ruhuma ağır gelmişti. Sonrasında da bana belli etmemek için çırpınmıştı. Bana verdiği değeri görmemek için kör olmak gerekiyordu. Bütün gece sanki değerli bir mücevher bulmuş gibi davranmıştı. Beyaz tavanla bakışırken, derin bir nefes aldım. Yatakta yanıma koyduğum telefonun ekranına baktım. Saat on biri geçiyordu. Gerçekten de telefon elimde aramasını beklediğim için kendime güldüm. Belli ki erken uyanamayacaktı. Bir yanım uyuyup dinlensin derken diğer yanım artık uyansın diyordu. Belki o uyanana kadar bende uyumalıydım. Telefonu yine yanıma bırakıp, yorganı üzerime çektim. Uyumalı ve salim kafayla Zeynep’le konuşmalıydım. Yorgunlukla, bilincim uykuya karıştı. Uykuyla uyanıklık arasında karanlıkta siluetler belirdi. Daha önce görmediğim bir odanın içinde, tek kişilik yatakta uyuyan iki çocuğu izleyen üçüncü bir göz gibi hissettim. Çocuklardan biri kız biri erkekti. Kız yanında yatan çocuğun koluna sıkı sıkı sarılmış, cenin pozisyonunda uyuyordu. Erkek, sanki kızı korumak ister gibi yatağın kapı tarafında ona siper olmuştu. Bakışlarım odada gezindi. Yatak, küçük bir komedin ve çalışma masasından başka bir şey yoktu. Masanın üzerinde boya kalemleri ve defterler vardı. Beyaz kağıtlara çizilmiş resimler vardı. Odanın kapısı gürültüyle açılınca irkilerek o tarafa döndüm. Yatakta uyuyan çocuklar irkilerek uyandılar. Erkek olan, anında kızı arkasına saklayıp, yatakta doğruldu. Kapıda beliren adam, ayakta durmakta zorlanırken çocuklara doğru yürüdü. ‘Kürşat!’ İrkildim. Çocuk bendim. ‘Bağırma, Zeyno korkuyor!’ Dik sesim kendinden emin çıkmıştı. Bu adam her kimse ondan korkmuyordum. Bakışlarım yanımdaki kıza kaydı. Zeynep. Değişmemişti, çocukken nasılsa şimdi de aynıydı. Ama bakışlarındaki korku canımı sıkmıştı. ‘Öldüreceğim bu kızı. Bakalım o zaman bana böyle diklenebilecek misin?’ Cevap vermedim ama gözlerimdeki nefret ateşi tanıdık gelmişti. Adam, hiddetle bize doğru ilerleyip, arkamdaki Zeynep’i tutup yere fırlattı. Zeynep yerde acıyla inlerken bir şey yapmak istedim ama yapamadım. Benim yerime küçük Kürşat hızla adamı geri doğru itekledi. Sonra da Zeynep’in yanına çöktü. Kanayan koluna baktı. ‘Kalk bana içki alıp, gel.’ Gözlerim hırsla adama döndü. Zeynep’in yanından kalktım. Adamın karşısına dikildim. ‘Git kendin al!’ Adam bu sefer de benim yakalarımdan tuttu. ‘Babanım ben senin, ne dersem yapacaksın!’ Tekrar irkildim. Babam mı? ‘Babam olduğunu ancak öldüğünde kabul ederim. O da seni toprağa kendi ellerimle koyup, öldüğünden emin olmak için.’ Sesimdeki nefret içime oturdu. Babamdan bu kadar mı nefret ediyordum? Babamın attığı tokadın acısı; küçük benden büyük bene aktı sanki. Dişlerimi sıktım. Bedenim yere savruldu. Ardından da babam umursamadan odadan çıktı. Bense onca acıma rağmen Zeynep’in yanına gittim. Onu telaşla kollarımın arasına çekerken, Zeynep sarsılarak ağlıyordu. Tıpkı dün gece büyümüş Zeynep’in yaptığı gibi göğsüme sokuldu. Saçlarını okşamaya başladım. ‘Korkma, Zeyno. Ben yanındayım.’ Kulağıma dolan telefon sesiyle irkilerek hayal dünyasından çıktım. Birkaç saniye kendime gelmeye çalıştım. İlk kez böyle bir rüya görmüştüm. Daha önce gördüklerimde bütün yüzler, mekanlar bulanıktı. Ben kendime gelene kadar susan telefonu elime aldım. Saat bire geliyordu. Bir saattir uyuyor muydum? Beş dakika gibi gelmişti. Telefonum tekrar çalmaya başlayınca ekranda Zeynep’in adı belirdi. Dudaklarım tebessümle kıvrıldı. Zeynep değil Zeyno. Daha fazla bekletmeden telefonu açtım. “Efendim.” ‘Neredesin sen, niye açmıyorsun?’ Telaşlı sesi, gülümsememin solmasına neden oldu. Az önce gördüğüm küçük Zeynep’in, korkulu gözleri önümde belirdi. “Uyuyordum, sakin ol.” Derin bir nefes aldığını duydum. ‘Günaydın o zaman.’ Sesi anında neşeli çıkmaya başlayınca gülümsemem yeniden canlandı. “Günaydın, dinlendin mi?” ‘Evett, hatta kahvaltı bile hazırladım. Hadi gel.’ “Nereye?” Kıkırdadı. ‘Kahvaltı hazırladığıma göre karargaha.’ Güldüm. “Tarık Albay da bize katılacak mı?” Kahkaha attı. ‘Hadi hadi oyalanma. Konum atıyorum, çabuk ol. Çok acıktım.’ Cevap vermeme fırsat vermeden kapanan telefona şaşkın şaşkın baktım. Birkaç saniye sonra da telefonuma gelen konumu açtım. Yakındık. Hatta aramızda birkaç apartman vardı. Şaşkınlığım biraz daha arttı. İstesek bu kadar yakında ev bulamazdık. ZEYNEP Uykum yavaş yavaş bölünmeye başlarken, aklıma gelenlerle gözlerim hızla açıldı. Alarmım çalmamıştı. Saat erken miydi yoksa sesini duymamış mıydım? Yatakta doğrulup komedindeki telefonumu aldım. Ekranda gördüğüm saatle gözlerim kocaman açıldı. On biri geçmişti. Geç kalmıştım. Kürşat aramamı bekliyor muydu? Belki o da benim gibi uyumuştu. Yataktan hızla kalktım. Kahvaltı hazırlamam gerekiyordu. Odadaki banyomda elimi yüzümü yıkadım. Aynada yüzüme baktım. Bugün daha canlı görünüyordum sanki. Saçlarımı taradım güzelce ve açık bıraktım. Kürşat saçlarımı görsün istiyordum. Hızlıca üzerimi de değiştirip, odadan çıktım. Evde ses yoktu. Efe’nin hala uyuduğuna emindim. Koşarak odasına gittim ve kapıyı açabileceğim en gürültülü şekilde açtım. Yatakta yüz üstü yatağa gömülmüş, uyuyordu. Kapının gürültüsüne irkilmedi bile. Uyanması için yatağına doğru atladım. Yatak beni ağırlığımla zıpladı ama Efe yine uyanmadı. Gözlerimi devirdim. Kütük gibi uyuyordu. Kulağına doğru eğildim ve bağırdım. “Koğuş Kalk!” İrkilerek uyanıp, yatakta doğruldu. Beni görünce bıkkın bir nefes verip, yatağa geri attı kendini. Kahkaha attım. ‘Ömrümü yedin Zeynep!’ Gülmeye devam ederken yataktan kalktım. “Hadi abiciğim, kalk da kahvaltı hazırlayalım.” Homurdandı. “Beş dakikan var, hızlı ol!” Bir şey demesini beklemeden odadan çıktım. Yine koşar adım mutfağa girdim. Çay suyunu koyarken bir yandan da patates soymaya başladım. Kürşat, patates kızartmasını seviyordu. Yani hala öyle olduğunu umuyordum. Ben patatesleri hallederken Efe, homurdanarak mutfağa girdi. ‘Bitirdin beni be.’ Homurdansa da buzdolabını açıp, kahvaltılıkları çıkarmaya başladı. “Ama sana enerji de veriyorum.” Dedim gülerek. Bunun videosunu geçen gün izletmiştim. ‘Sen bana hiçbir bok vermiyorsun.’ Dedi eğlenen sesiyle. Kahkaha attım. Kahvaltılıkları masaya dizip, yanıma geldi. ‘Başka ne yapayım?’ “Domates ve salatalık dilimle.” Başını onaylar şekilde salladı ama dediğimi yapmadan önce masaya koyduğu telefonunu eline aldı. Birkaç saniye sonra da Yalın'ın sesi duyuldu. ‘Ellerine sağlık Hadi durma, kutla bu zafer senin..’ Efe de, Yalın’a eşlik ederken kahkaha attım. Tezgahta yanıma gelip, domates dilimlemeye başladı. ‘Yüreğine sağlık Yalan dünyanda tek safirin Onu kaybetme, onu kirletme Hırsınla süsleme...’ Bende eşlik etmeye başladığımda sesimi daha da yüksek çıkmaya başladı. Efe, bir yandan domates- salatalığı dilimlerken bende patatesleri kızarttım. Bir yandan da çalan şarkılara eşlik ediyorduk. Her şeyi bitirdikten sonra Kürşat’ı aradım. Telefonu geç açsa da uyuduğunu öğrenince rahatladım. En azından o da dinlenmişti. Onun gelmesini beklerken de yumurta yaptım. Beklediğimden daha kısa sürede zil çaldı. Efe, salonda olduğu için kapıyı benden önce açmaya gitti. Bende elimi yıkayıp, kapıya gittim. Kürşat gelmişti. Uçarak mı geldi diye düşünürken o da ayakkabılarını çıkarıyordu. “Ne kadar çabuk geldin?” Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. ‘Evim yakın. Birkaç apartman ileride.’ Önce şaşırsam da kısa sürdü. “Süper.” Efe kapıyı kapatırken, bende Kürşat’a sarıldım. Önce biraz afalladı ama sonra ellerini sırtıma koydu. “Hoş geldin.” Rahatsız olmasın diye kısa kestim sarılmayı. Ben onu hatırlıyordum ama onun beni hatırlamadığını hep unutuyordum. Rahatsız olabilirdi. ‘Hoş buldum.’ Gözlerindeki şaşkın ifadeye gülümsedim. Ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Efe’yle de selamlaştılar. Kapının önünde öyle kaldığımızı görünce ikisinin de elinden tutup mutfağa doğru yürümeye başladım. “Hadi çabuk, acıktık bence hepimiz.” Kürşat’ın elini tutan elim, uyuşmaya başlamıştı ama çaktırmadım. Sıkı sıkı tuttum elini. Efe, bu hallerine alışkındı ama Kürşat’ın attığı adımlardan bile şaşkınlığı belli oluyordu. Mutfağa girince ellerini bıraktım. “Hadi oturun. Ben çay koyayım.” ‘Sen otur, çayları ben koyarım.’ Efe, ocağa yakın olan tarafta oturuyordu. Ben, masanın kapı tarafındaki köşede oturuyordum. Kürşat için de ikimizin arasındaki köşeyi ayırmıştım. İkimizde ayakta dikilirken ona döndüm. “Hadi otur.” Gülümsedi, sonra da gösterdiğim sandalyeye oturdu. O oturunca bende kendi sandalyeme oturdum. Efe de çayları koyup, yerine oturdu. İkisi de bana bakmaya başladılar. İstemsizce güldüm. “Ne bakıyorsunuz öyle, ben mi yedireyim. Başlayın hadi.” İkisi de çaylarından bir yudum aldılar. Ama boş boş masaya bakmaya devam ediyorlardı. Ofladım. Sonra da ikisinin de tabağına hazırladıklarımdan koymaya başladım. “Bunların hepsi bitecek.” Kürşat’ın tabağındaki patates kızartması gözüme az gelince biraz daha koydum. Şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu. ‘Biraz fazla olmadı mı?’ Damağımı şaklattım. “Sen seviyorsun, yersin.” Ne dediğimi idrak edince dilimi ısırdım. Kürşat’ın şaşkınlığı daha da büyüdü. ‘Vay be! Demek sabahın köründe bu yüzden uyandın. Bana bir günden bir güne kahvaltı bile hazırlamadın. Hani ben senin abindim, hani beni çok seviyordun?’ Efe’ye gözlerimi devirdim. Kürşat’ın gülmeye başladığını gördüm. “Sana bir vururum buradan, bu zamana kadar yediklerin burnundan gelir. Çok konuşma.” Ben yumurta yemediğim için kendi hakkımı da Efe’nin tabağına koydum ama bir yandan da homurdanıyordum. “Çabuk yiyin. Çeneniz yüzünden buz gibi oldular.” Bir süre tabağımla ilgilendim ama yaparken doymuşum gibi çok yiyemedim. Çayımı içmeye devam ettim. Efe ve Kürşat’ın sohbetini dinledim. İkisinin de bakışları arada bana kayıyordu. Efe, ikimizin nasıl tanıştığını anlatıyordu. Anlattıkları bitince bana döndü. Gülümsedim. ‘İşte öyle. Baktım köşede duruyor öyle kedi yavrusu gibi acıdım, anlayacağın.’ Gözlerimi devirdim. “Asıl ben sana acıdım da sahip çıktım.” Efe , Kürşat’a döndü. ‘Üzülmesin diye gerçeği çok yüzüne vurmuyorum.’ Kürşat gülmeye başladı. Gözlerimi kısarak ona baktım. Kızmak istedim ama kızamadım. Bakışlarım yüzünde gezindi. En çok gülüşünü özlemiştim sanırım. Günlerce izlesem doyamayacak gibiydim. Yüzüne dalmışken, Efe’nin çalan telefonu kendime gelmemi sağlamıştı. Telefonu açıp, mutfaktan çıktı. Çıkarken Şahin dedi, Şahin’in ortamı kontrol etmek için aradığına emindim. Kürşat’la gözlerimiz buluştu. Gülümsedim. “Çok yorucu muydu, nöbet?” Başını olumsuz anlamda salladı. ‘Sakindi. Yani senden sonrası sakindi.’ Güldüm. “Tabi kalmamı istemediğin için benden sonrasını bilemiyorum.” Güldü. ‘İstemiyorum demedim. Yorgunsun, dinlen dedim.’ Kaşlarım havalandı. “Kalmamı istiyordun yani?” Sesli cevap vermedi ama başını olumlu anlamda salladı. Kalbim, göğüs kafesime bir yumruk attı. Gözlerini benden kaçırırken gülümsedim. Bunu öğrendiğim için utanmıştı. Efe, mutfaktan içeri girip omzuma dokundu. Ona baktım. ‘Ben bir Şahin’e bakacağım.’ Kaşlarım çatıldı. “Bir şey mi olmuş?” Bıkkın bir nefes verdi. ‘Elif’le konuşmuşlar.’ Anladım der gibi başımı salladım. Efe, Kürşat’a döndü. ‘Kusura bakma, doğru düzgün konuşmadık. Akşam da birlikte yemek yiyelim.’ Heyecanla Kürşat’a baktım. Benimde aklımda olan bir şeydi zaten. ‘Sorun yok. Teşekkürler ama hem kahvaltı hem akşam yemeği, rahatsız etmeyeyim.’ Kaşlarım çatıldı. Bakışları bana değdi ama anında çekti. Gözümden ateş çıktığına emindim. Ben onun dibinde olmak için can atarken, o nasıl rahatsız ettiğini düşünebilirdi? ‘Valla ben hiç rahatsız olmam. Ama bunu dediğin için Zeynep’in gazabına uğramanı izlerken rahatsız olabilirim. O yüzden kaçıyorum.’ Efe, hızla mutfaktan çıktı. Birkaç dakika sonra da çelik kapının sesi duyuldu. Kürşat, bakışlarını bana çevirmeden önüne bakmaya devam ediyordu. “Oradan bakınca senden rahatsız oluyoruz gibi mi duruyor?” Bakışlarını bana çevirdi. ‘Daha yeni tanıştık. Bir anda- Cümlesini tamamlamasına izin vermedim. “Yeni tanışmadık.” Bakışları dalgalandı. ‘Ama ben daha önceki tanışmamızı hatırlamıyorum.’ Gözlerim dolmaya başlamıştı ama güldüm. “Ben hatırlıyorum ama. Gözümü her kapattığımda seni ilk gördüğüm anı hatırlıyorum. Beni çöplerin içinde bulmanı, evine götürmeni, üşüdüm diye battaniyeye sarmanı, açım diye ekmeğini benimle paylaşmanı, korkuyorum diye yanımda uyumanı. Hepsini hatırlıyorum.” Gözümden düşen yaşı hızla sildim. Onun da gözleri yaşlarla parlamaya başlamıştı. “Ben seni tekrar buldum diye yerimde duramazken sen rahatsız etmeyeyim diyorsun.” Cevap vermesini beklemedim. Zaten ne diyebilirdi ki? Hatırlamıyordu. Kalkıp, masayı toplamaya başlayacakken elimi tutup, durdurdu. ‘Otur, hiçbir şey yemedin daha.’ Cevap vermeden devam edecektim ki elimi daha sıkı tutup ayağa kalktı. Boştaki eli omzuma baskı uygulayıp sandalyeye oturmamı sağladı. Sonra da tabağıma bir şeyler koymaya başladı. Bakışlarım hala elimi tutan ele kaydı. Daha önce baktığımda göremediğim yanık izi oradaydı. Aynısı tuttuğu elimde de vardı. Boştaki elimle ize dokundum. İrkildi. İze dokunan parmaklarıma kısa bir bakış attı sonra da sandalyesine oturdu. “Bende de var bu izden.” Şaşkınlıkla bana döndü. Tuttuğu elimi istemeye istemeye elinden çektim. Baş parmağımın başlangıç noktasındaki yanık izini görmesi için önüne doğru uzattım. “Bak burada.” Yeniden elimi tuttu. İze dikkatlice baktı. İyileşip geçmişti ama silik bir iz kalmıştı. ‘Nasıl oldu bu?’ Güldüm. “Ateş yakmak için kibrit kullanıyorduk. Ben rahat durmadım, ateşi yakmak istedim. Ama kibriti bir türlü yakamadım. Sonra sen; ver kibriti ben yakarım, dedin ama inat ettim vermemek için. O arada kibrit yanmaya başladı, sonra da benim elime düştü. Çok acıdı.” Acısını tekrar hissetmişim gibi yüzüm buruştu. O da sanki acısını geçirmek istermiş gibi izi okşadı. “Sonra benim ağlamam durmadı. Sende elinin aynı yerini yakıp, bak benimki acımadı dedin.” Gülmeye başladım. “Çocukken biraz salaktın sanırım.” Kahkaha attı ama gözleri dolmuştu. ‘Yaranamamışım sana ya.’ “Acımıştı elin ama. Benim yanımda ağlamadın ama benim uyuduğumu düşününce ağlamaya başlamıştın.” Güldü. ‘En azından delikanlılığımıza laf ettirmemişiz.’ Kahkaha attım. O da gülmeye devam etti. Biraz sakinleşince sandalyeden kalktı. İstemsizce hala elimi tutan elini sıktım. Bana baktı. ‘Çay koyacağım. Sende bir şeyler ye.’ Elimi usulca bıraktı. Boşalan bardaklarımıza çay koydu. Bir süre daha masada oyalandıktan sonra kalktık. Ne kadar istemesem de sofrayı toplamama yardım etti. Birlikte mutfağı topladıktan sonra, ikimize kahve yaptım. Kahvelerimizi alıp, terasa geçtik. Üçlü koltuğun bir köşesine o bir köşesine ben oturdum. Bacaklarımı yukarı toplayıp, koltukta ona doğru döndüm. Bakışları etrafta dolanıyordu. Aslında geldiğinden beri öyleydi. Duvardaki, sehpadaki fotoğrafları incelediğini görmüştüm az önce. Merak ettiği şeyler vardı. “Bana sormak istediğin bir şeyler var mı?” Bakışları bana döndü. ‘Bir sürü.’ Gülümsedim. “İstediğin kadar şey sorabilirsin.” Oturduğu yerde bana döndü hafifçe. Dirseklerini bacağına koydu. ‘Babamdan çok bahsettin ama annem?’ Kalbimden ufak bir sızı geçti. “Vefat ettiğini söylemiştin. Ben hiç tanışmadım ama resimlerini görmüştüm.” Gözlerinden acının geçtiğini gördüm. O hatırlamıyordu ama kalbi, ilk günkü gibi annesinin acısını hatırlıyordu. ‘Nasıl olmuş peki?’ Söyleyip söylememek arasında kaldım ama bilmeye hakkı vardı. “Baban...” Ne kadar kendimi zorlasam da devamı gelemedi. O da devamını duymak istemiyormuş gibi başını salladı. ‘Kardeşim falan?’ “Yok. Sadece bir dayın olduğunu biliyorum ama onunla da görüştürmüyordu baban. Adı Kadir’di. Sen arada bir dışarı çıktığında yanına gidiyordun. Yangından sonra ben onu da aradım ama bulamadım. Yıllardır da yok ortada.” ‘Başka kimsem yok yani?’ “Benim bildiğim yok. Annen, sen çok küçükken ölmüş. Baban da pek anlatmıyordu akrabalarınızı falan.” Anladım der gibi başını salladı. ‘Başka arkadaşımız falan var mıydı?’ “Babanın çalıştırdığı çocuklar vardı ama onlar bizden de küçüklerdi. Çoğu yangında öldü zaten. Kalanımızı da yetiştirme yurtlarına gönderdiler.” Sessizleşti, öğrendiklerini sindiriyor gibiydi. “Peki sen?” Anlamamış gibi bana baktı. “Yani sana ne oldu yangından sonra? Neredeydin, ne yaptın?” Derin bir nefes aldı. ‘Bir ay yoğun bakımda kalmışım. Uyandığımda hiçbir şey hatırlamıyordum. Biri getirmiş beni acile, kafasını çarptı demiş. Sonra da bırakıp gitmiş.’ Kahvesinden bir yudum aldı. ‘İyileştikten sonra gidecek bir yerim yoktu. Bir hemşire yardım etti bana. Eşi ölmüş, çocuk sahibi olamamış. Beni oğlu gibi baktı. Ölmeden önce de beni nüfusuna aldı. Soy adım o yüzden değişti yani. Geçen yıl vefat etti.’ Bir acı dalgası daha geçti gözlerinden. Kalbi ikinci kez anne acısıyla ezilmişti. Koltukta dizlerimin üzerine gelip, ona yaklaştım. Sonra da kollarımı boynuna doladım. Elindeki kahveyi sehpaya bırakıp, kollarını belime doladı. “Artık yanında ben varım.” Gülümsediğini hissettim. ‘Hep öyleydin zaten.’ Biraz uzaklaştım ama kollarımı boynundan çekmedim. Kaşlarım çatıldı. “Nasıl yani.” Derin bir nefes aldı. Elleri hala belimdeydi, tutuşunun biraz daha sıkılaştığını hissettim. ‘Geçmişimi her düşündüğümde gözümün önüne sadece senin gözlerin geliyordu.’ Belimdeki ellerinden birinin saçlarımın ucuna dokunduğunu hissettim. ‘Bir de saçların.’ Gözlerim doldu. ‘Yüzün bulanıktı ama gözlerin ve saçların hep netti.’ Gözümden düşen bir damla yaş yanaklarımdan akmaya başladı ama umursamadan kollarımı tekrar boynuna doladım. “Sen unuttum diyorsun ama bak hatırlıyormuşsun.” Kıkırdadı. ‘Her şeyi hatırlayana kadar bununla idare edebilirsin bence.’ Güldüm. Yüzünü görmek için uzaklaştım. İşaret parmağımı alnına koydum. “ Burası hatırlamasa da...” Parmağımı bu sefer de göğsüne, kalbinin üstüne, dayadım. “Burası her şeyi hatırlıyor.” Onun da dolu gözlerinden damla düştü ama anında parmağımla yakaladım. “Ağlama.” Güldü. ‘Sende ağlıyorsun.’ Güldüm. “Ben sulu gözüm.” Kahkaha attı. ‘Belki bende öyleyim?’ Omuz silktim. “Değilsin ben biliyorum.” Gülümsedi. Bu sefer de o, belimdeki elleriyle kendine doğru çekti. Sorgulamadan kollarımı boynuna doladım. Derin bir nefes aldım. Kokusu hala aynıydı. Sarılırken, kollarını belime doladığı açı bile aynıydı. Sanki her şeyi hatırlıyordu ama farkında değildi. Ben anlattıkça taşlar yerine oturacaktı. Bugüne kadar ona hatırlatacak kimse olmadığı için hatırlamıyordu. Telefonunun melodisini duyunca ayrıldık. Önümüzdeki sehpaya bırakmıştı. Kolunun tekini belimden çekmişti ama diğeri hala oradaydı. Farkında olmadan yapıyor gibiydi. Sanki vücudu bana nasıl tepki vermesi gerektiğini biliyormuş gibi ondan bağımsız hareket ediyordu. Bozmadım. Elini çekmesin diye kıpırdamadan dizlerimin üstünde oturmaya devam ettim. Telefonu cevapladı. Kimin aradığını görememiştim ama resmi konuşmasından karargah olduğunu anlamıştım. Kalbim kasıldı. Görev mi vardı? Telefon konuşması bitince bana döndü. Kolunun hala belimde olduğunu yeni fark etmiş gibi şaşırdı ama bozuntuya vermedi. Göz göze geldik. “Görev mi?” Başını olumlu anlamda salladı. ‘Bir saate çıkacağız.’ Kaybetme korkusu, gelip yine baş köşeye oturdu. Gözlerim tekrar doldu. ‘Kısa bir şey.’ Ama uzayabilirdi. Ya da bende başka bir göreve gidebilirdim. Böylece günlerce görüşemeyebilirdik. “Tamam.” Ayaklandı. Bende peşinden kalktım. Kapının önüne gidene kadar konuşmadık. “Bende geleyim karargaha kadar.” ‘Saçmalama Zeynep. Okula bırakan anneler gibi elimi de tut istersen.’ Omuz silktim. “Tutarım ne var?” Güldü. ‘Ben gelene kadar kendine dikkat et. Daha senden öğreneceğim çok şey var.’ Başımla onayladım. “Sende dikkat et. Vurulursan falan sahip çıkmam bak.” Kahkaha attı. ‘Tamam; lütfen beni vurmayın Zeynep kızar, diyeceğim.’ Güldüm. Kapıyı açıp, ayakkabılarını giydi. Tekrar bana döndü. Bir şey dersem ağlarım diye korktuğum için, uzanıp sarıldım. Eşikten biraz uzakta olduğu için sarılabilmek için parmak uçlarıma basmıştım. Dengem kaybolur gibi olunca kollarını belime dolayıp hafif kaldırdı. Ayaklarım havada kalmıştı. İstemsizce kıkırdadım. ‘Ne oldu?’ “Küçükken de sana sarılmak için uçmam gerekiyordu.” Kahkaha attı. Sonra da yavaşça beni yere bıraktı. ‘Geç kalmayayım daha bizimkileri toplayacağım. Efe’ye de selam söyle.’ Başımla onayladım. “Dikkat et kendine.” Başıyla onayladı sonra da koşar adım merdivenlerden inmeye başladı. |
0% |