@caglayazar
|
Transferin bu gece olmayacağı kesinleşince; herkes dinlenmek için kendine bir köşe bulmuştu. Gölge Timi, yatakhanede boş olan yataklara yerleşmişlerdi. Şimşek Timi hala daha revirdeydi. Herkes yorgunluğunu bir şekilde geçirmeye çalışırken, ben gözlerimi kapatacak cesareti bulamamıştım. İçerisi bana dar gelirken kendimi karakolun bahçesine atmıştım. Köşede kalan banklardan birine oturmuş, sis çökmüş dağları izliyordum. Kafamdaki konuşan sesleri susturma çabalarım saatler önce son bulmuştu. Ben susturmaya çalıştıkça sesleri daha da gür çıkıyordu. Son bir aydır gördüğüm rüya ya da hayaller zaten yeterince ayarlarımı bozmuşken üstüne bir de Yüzbaşı karşıma çıkmıştı. Adını ekranda gördüğüm andan beri kalbim ve aklım arasında kaybedenin yok olacağı bir savaş başlamıştı. Dışarıdan bakan kimsenin fark etmemesi için verdiğim çaba olağanüstüydü. Derin bir nefes aldım. Gözlerimin sızlıyordu. Geçmesini umarak gözlerimi kapattım. ‘Oturabilir miyim?’ Duyduğum ses gözlerimin ışık hızıyla açılmasına neden oldu. Yüzbaşı karşımda durmuş, bankta boş olan kısmı işaret ediyordu. Yüzüne çok fazla dalmamak için gözlerimi kaçırdım. Başımı sallayarak oturması için izin verdim. Gelip yanımdaki boşluğa oturdu. Yandan bana kısa bir bakış attığını hissettim ama ben gözlerimi yerden kaldırmadım. ‘Yorgun görünüyorsun.’ Ne kadar dirensem de dayanamayıp kısa bir an yüzüne baktım. “Asıl yorgun olanın kim olduğunu söylememe gerek yok sanırım?” ‘Timimin iyi olduğuna emin olmadan dinlenemem.’ Anladığıma dair bir mırıltı çıkardım. Bir süre sessizlik oldu. Hala arada bir bana kısa bakışlar attığını hissediyordum. ‘Biz daha önce tanıştık mı?’ Başımı hızla ona çevirdim. Anında gözlerimiz buluştu. Benim hissettiğimi o da hissettiği için kalbim göğüs kafesimi zorlamaya başladı. Umutlanmamak için uğraşan kalbim, infilak etmek üzereydi. Hatırlamaya çalışır gibi gözlerini kıstı ama aramızda asılı duran tanıdık hisse isim bulamıyor gibiydi. Bakışlarımı kaçırdım. “Tanışmadık sanırım.” Hala emin olamamış gibiydi ama usulca onayladı. Sağ elini bana doğru uzattı. ‘Garip bir tanışma oldu. Yenileyelim. Ben Kürşat Yağız.’ Bana uzattığı eline baktım. Baş parmağında, benimkiyle aynı yerde, silik bir yanık izi aradım ama karanlıkta göremedim. Elini tuttum. Elimden, bütün vücuduma yayılan sıcaklığı yok saymaya çalıştım. “Zeynep Karanlı.” Elimi bir süre bırakmadı. Gözlerime o kadar dikkatli bakıyordu ki; sanki bir şey arıyor gibiydi. Tıpkı benim onda tanıdık bir iz aramam gibi. Elimi fazla uzun tuttuğunu fark etmiş gibi telaşla ellerimizi ayırdı. Elimdeki sıcaklık kaybolunca vücudumdan bir ürperti geçti. İkimizde önümüze döndük. Ne kadar öyle konuşmadan kaldık bilmiyorum ama sıkıntıdan yerdeki çakıl taşlarını saymaya başlamıştım. Bakmaya korkuyordum. Bakarsam, yüzünde tanıdık bir şey görmekten korkuyordum. Uzun zamandır düşünmeyi reddettiğim bir şeydi ama eğer bir gün Kürşat’ı bulursam nasıl davranmam gerektiğini bile bilmiyordum. Yüzbaşı’nın adını ilk duyduğumda heyecanla çarpan kalbim sonrasında korkuya kapılmıştı. Hem o olmamasından korkmuştum hem de o olmasından. Şimdi de korkuma sığınıp, yüzüne bakmıyordum. Çünkü her iki ihtimal için de hazır değildim. Aramızdaki sessizliği nöbetçi askerin sesi böldü. İkimizde aynı anda bakışlarımızı yerden kaldırdık. Askerin; tok, yanık sesiyle söylediği türkü etrafımızda yankılanmaya başladı. ‘O yar gelir yazı da yaban gül olur yar yar Gül olur yar yar gül olur...’ Kısa bir sessizlik oldu. Minicik bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Yüzbaşı bakışlarını yine yere indirmişti. ‘Yüzün görsem tutulur dilim lal olur yar yar Lal olur yar yar Lal olur...’ Aldığım nefes boğazımda düğüm oldu. Gözlerim dolmaya başladı ama kendimi sıktım. ‘Aşka düşen divane gezer deli olur yar yar Deli olur yar yar Deli olur...’ Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Efe’ye delirdim mi diye sorduğumda beni ciddiye almamıştı. Oysaki delirdiğim konusunda emindim. Yüzbaşı’nın kıvrılan dudaklarıma baktığını gördüm ama kısa bir andı. Harika, artık o da deli olduğumu düşünüyordu. ‘El kızını ben kendime yar sandım yar yar Yar sandım yar yar Yar sandım...’ Bu sefer ben ona bakma ihtiyacı hissettim. Mimiklerini inceledim. Acaba onun da acısı var mıydı? Benim gibi delirmiş miydi? Mimik bile oynamadı yüzünde. Acı çeken insan dayanamaz belli ederdi değil mi? ‘Yüreğime hançer de soktu gül sandım yar yar Gül sandım yar yar Gül sandım.’ Canı acıyan, deliren, yüreğinde hançerle yaşayan sadece bendim sanırım. Bazen bütün dünyanın yükü benim üzerimdeymiş gibi geliyordu. Asker, türküyü bitirdiğinde Yüzbaşı oturduğu yerde hareketlendi. ‘Ben bir benimkilere bakayım.’ Cevap vermedim, o da cevap vermemi beklemedi zaten. Karakoldan içeri girdi. O yanımdan uzaklaşınca; vücudum gecenin soğuğunu yeni hissetmiş gibi ürperdi. Kalbim yine eski ritmine döndü. Uyuyacak cesareti bulamadığım gece, güneşin doğuşuyla son bulmuştu. Karakol hareketlenmeye başlamıştı. Nöbet değişimlerini izledim. Nöbeti biten, birazda olsa uyumak için yatağına koşuyordu. Yanımdan geçenlerin garip, kaçamak bakışlarını görüyordum. Rütbenin getirdiği saygıyla selam verip yanımdan geçmekten ilerisine gidemiyorlardı. Yüzbaşı içeri girdikten sonra bir daha çıkmamıştı. Belki de uyumuştu. Uyuyup dinlenmek en çok onun hakkıydı. Buraya gelene kadar duruşundan ödün vermemişti. Uyuyup, dinlenmiş olduğunu düşünmek bile içimi rahatlatıyordu. Ama bunu düşünmem bile rahatsız ediciydi. Yine, içimde bir yerde umut yeşerdiğini hissediyordum. Bu umudun sonumu getireceğinin, her zaman benden taraf olan kalbim bile farkındaydı. Navigasyon bozulmuştu ve ben çıkmaz bir sokakta ilerlemeye çalışıyordum. Görüş alanıma giren çay bardağı yüzünden irkildim. Bakışlarım çayı tutan elin sahibine döndü. Efe, elindeki çağlardan birini bana uzatmıştı. Çayı aldım. Sıcak bardak ellerime temas ettiğinde neredeyse titreyecektim. Soğuğa o kadar alışmıştım ki sıcak bir şeye temas etmek sinir uçlarımı canlandırdı. ‘Uyumadın.’ Efe’nin sesi soru sorar gibi değil de zaten bildiği şeyi teyit etmek ister gibiydi. “Uyuyamadım.” Başını anladım der gibi salladı. ‘Geri dönünce izin alacaksın.’ Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Konuşmak için ağzımı açtım ama öyle bir baktı ki kelimelerim birbirine girdi. ‘Geçen gece delirdim mi diye sordun ya? Delirmedin ama o yoldasın. Uyumamak ne demek, Zeynep? Sen aynaya hiç baktın mı? Ne haldesin haberin var mı?’ Yoktu. Geçen geceden sonra aynaya bakmaya çekiniyordum. O kadar kötü halde miydim? Yüzbaşı, yorgun görünüyorsun derken ne kadar kötü göründüğümden mi bahsediyordu? ‘Döneceğiz, izin alacaksın, kafanı toplayacaksın ondan sonra görevini yapacaksın.’ Kaşlarımı çattım. Görevimi yapamıyor muydum? “Görevimi yapıyorum zaten.” Güldü ama alaycı bir gülüştü. ‘Sen bu halde bir bok yapamazsın.’ Tek kaşım istemsizce havalandı. “Gayet güzel yapıyorum ki Yüzbaşı oldum. Kıskanma cicim.” Verecek cevap bulamayınca işi şakaya vurmak en mantıklısıydı. Şakamı havada kaptı ama bu konuyu unutmayacağını biliyordum. ‘Ulan, çoluk çocuğun maskarası olduk.’ Çayını yudumlayıp, etrafa dertli dertli baktı. Kıkırdadım. “Bu şatafatsız hayatı sen seçtin hayatım.” Kahkaha attı. Bende gülmeye başladım ama araya giren ses, ikimizin de ona dönmesini sağladı. Yüzbaşı, orada olduğunu belli etmek için boğazını temizledi. Efe de bende ciddileştik. Yüzbaşı’nın gözleri ikimiz arasında gidip geldi. ‘Günaydın.’ Efe’yle ikimiz aynı anda ‘Günaydın.’ Dedik. Efe kalkacak gibi oldu ama Yüzbaşı omzuna dokunup, kalkmasını engelledi. Kapının girişinde duran sandalyelerden birini alıp geldi. Karşımıza oturdu. ‘Dinlenebildiniz mi?’ Efe’nin sorusunu başıyla onayladı. ‘Daha iyi herkes. Sanırım bugün Hakkâri’ye döneriz.’ Kaşlarım çatıldı.“Ankara’ya gelmiyor musunuz?” ‘Böyle bir bilgi gelmedi. Görev yerimize döneceğiz.’ Anladım der gibi başımı salladım. Ne bekledin ki, Zeynep? ‘Ne zamandır Hakkâri’desiniz?’ ‘İki sene olacak.’ Efe ve Yüzbaşı aralarında sohbete başlayınca onları izlemeye başladım. Yüzbaşı, kendinden emin duruşu ve cevaplarıyla yüz metre öteden bile kendini belli ediyordu. Uzun boylu ve yapılıydı. Yüz hatları keskindi. Öylece dursa bile ona bakanın korkacağı ifadesini koyu yeşil gözlerinin parlaklığı bozuyordu. Yüzü, otuz yaşında bir adama aitti ama gözlerinin parlaklığı garip bir çocuksuluk katmıştı. Gözlerini kısa bir an Efe’den çekip bana bakınca afalladım. Elim ayağıma dolanır gibi oldu ama gözlerimiz buluşunca ikimizde başka yöne baktık. Yakalandın, aferin! Ben oturduğum yerde kıpırdanıp, dikleştim. Elimdeki bardağı koyacak yer aradım. Efe, Yüzbaşıyla konuşmasına devam ederken, bardağı elimden aldı. Şaşkın şaşkın baktım. Bazen gözlerinin üçyüz altmış derece gördüğünden şüpheleniyordum. Efe’nin hareketiyle Yüzbaşı’nın odağı yine bana kaydı ama kısa bir andı. Sonrasında yine Efe’yle sohbet etmeye devam etti. Yanlarından kalktım. Efe’nin bakışlarını üstümde hissettim ama sohbetlerini bölmemek için bir şey demeden yanlarından uzaklaştım. Önce lavaboya gittim. Efe’nin dediği kadar vardı. Dağılmış görünüyordum. Soğuk suyu yüzüme çarptım. Bozulmuş saçlarımı düzelttim. Üzerimi de düzeltip, lavabodan çıktım. Önce gidip, Gölge’yi kontrol ettim. Hepsi uyanmıştı. Uyumaktan da öte bir nebze de olsa dinlenmiş görünüyorlardı. Sonrasında da Şimşek Timine bakmak için revire gittim. Revirden içeri girince önce Yasemin geldiğimi farkketti. O kalkmak için hareketlenince diğerleri de beni fark edip hareketlendiler ama elimi gerek yok der gibi salladım. Hepsinin kolunda hala serum vardı. Muhtemelen çok fazla besin ve sıvı alamadıkları için takviye yapıyorlardı. Kenarda duran sandalyeyi alıp dördünün yan yana yattığı yatakların karşısına koydum. Oturup, hepsiyle göz teması kurdum. “Daha iyi görünüyorsunuz.” ‘İyiyiz, komutanım. Sağ olun.’ Adının Emre olduğunu hatırladığım Teğmen’in cevabını başımla onayladım. ‘Yalnız, komutanım dün söylemeye fırsatımız olmadı ama bomba planı baya iyiydi.’ Üsteğmen Ali’nin cümlesini herkes onayladı. Güldüm. ‘Valla bende hayran kaldım.’ Yasemin, beni gördüğü ilk andan beri bakışlarındaki hayranlığını saklamıyordu. Rütbesi Astsubay Başçavuştu. Benim yerimde olmak istediğinin de farkındaydım. ‘Hepsinin dediğine katılıyorum komutanım.’ Mert’in, panik içindeki sesine gülmeden edemedim. Rütbesi Astsubay Çavuştu. Henüz çaylak sayılırdı. ‘Mert’in kusuruna bakmayın komutanım. Biraz fazla korktu da.’ Ali, Mert’e takıldığını belli eden bir tonda söylemişti ama Mert ciddiye almıştı ki yüzü düştü. ‘Teessüf ederim, komutanım.’ Sesi çok az çıktı ama timin geri kalanı gülmeye başladı. “Korku iyidir, diri tutar.” Ben öyle deyince Mert’in gözleri parladı. Özgüven eksikliği yaşıyordu. Meslekte tecrübe edinmeye çalışan herkes gibi. ‘Siz korkuyor gibi değilsiniz, komutanım.’ Yasemin’e gülümsedim. “Bize lazım olanda bu zaten. İçinde isterse deprem olsun, önemli olan dışarıdan nasıl göründüğün.” Yasemin’in bakışlarındaki hayranlığın biraz daha büyüdüğünü gördüm. Yerimden kalkmak için hareketlenmiştim ki; Yüzbaşı ve Efe içeri girdi. Hemen arkalarından da Gölge. Hepsi birden karşımda durunca kaşlarım havalandı. “Hayırdır, baskın mı var?” ‘Ziyarete geldik, komutanım.’ Efe’nin ciddi sesinin arkasındaki dalga geçen tınıyı yakalamıştım ama uygun ortamda olmadığımız için rütbeden çıkamadığını biliyordum. “Hani, eliniz boş mu geldiniz?” Efe gülmemek için kendini sıktı. O, cevap vermedi ama Salih duramayıp konuşmaya başladı. ‘Komutanım, ben bir şeyler baktım da bulamadım. Önce dedim bir çikolata falan alalım kantinden. Şahin Komutanım, bir kerede bir şeyi abartma, dedi. Bende o zaman dedim ki en azından kolonya falan bulayım ama tam dolu şişe bulamadım.’ Ben, gülüp gülmemek arasında kalırken; Şahin, Salih’in karnına dirseğini geçirdi. Herkes gülmemek için kendini zor tutuyordu. “Salih , sen benim meslek hayatımın jübilesisin.” Salih, cümlenin altında yatan anlamı anlamamış olacak ki sırıttı. ‘Sizin gözünüzde iz bırakan biri olmaktan onur duyarım, Komutanım.’ Efe’yle göz göze geldik. İkimizde patlama noktasında olduğumuz için dayanamayıp gülmeye başladık. Bizimle birlikte herkes gülmeye başladı. Salih, anlamamış gibi bizi izliyordu. Gülüşümü durdurmak için derin bir nefes aldım. O sırada Yüzbaşı’nın da güldüğünü gördüm. Bu seferki gülüşü, öncekine nazaran, daha içtendi. Önceki ne kadar utangaçsa şimdiki de bir o kadar kendinden emindi. Yeşilleri, gülerken daha da parlak görünüyordu. Göz göze geldiğimizde bu sefer bakışlarımı kaçırmadım. Bakışmamız saniyeler sürdü ama binlerce düşünce geçti aklımdan. Sonra bir şey oldu. Beraber geçirdiğimiz on iki saatin ardından ilk kez tanıdık bir hareket çarptı gözüme. İşaret parmağıyla dudağının kenarını kaşıdı sonra da göz göze gelmemizden utanmış gibi bakışlarını kaçırdı. Yaşadığım anın yoğunluğunu dağıtan, çalan telefonum olmuştu. Karargahtan gelen bilgi; bir saat içinde her iki timin de görev yerlerine döneceğiydi. Telefonla konuşmak için yanlarından uzaklaşmıştım. Az önce ne yaşadığımı idrak edebilmek için kendime zaman tanıdım. Geçmişten, aklıma gelen anı gülümsememe neden oldu. Kürşat; karşımda durmuş, muhtemelen parktan topladığı, papatyaları bana uzatmıştı. Kocaman gülümsüyordu. Gülümsemesi bulaşıcı olmalıydı ki bende kocaman gülümsedim. “Bana mı getirdin?” Gözlerini kırpıştırdı. ‘Başka kime getireceğim, Zeyno?’ Gülümsemem daha da büyüdü. Papatyaları alıp, heyecanla göğsüme bastırdım. Sonra da parmak uçlarımda yükselip, yanağına küçük bir öpücük kondurdum. Kürşat, sağ işaret parmağıyla dudağının kenarını kaşıdı. Sonra da utanmış gibi bakışlarını kaçırdı. Güldüm. “Utandın mı sen?” Cevap vermek yerine, arkasına dönüp diğer çocukların yanına gitmişti. Yeniden güldüm. Utandığını biliyordum çünkü utanınca hep böyle davranırdı. Küçük anımız gözlerimin önünde canlandı. Aynı o zamanki gibi kocaman gülümsedim. Onun gülüşünü düşünmek bile mutluluk veriyordu. Şimdi, aynı hareketi Yüzbaşı’nın yaptığını görmek; bunun gibi onlarca anı aklıma getirmişti. Sıkıntıyla bir nefes verip, hala daha sohbet eden Gölge ve Şimşek Timine döndüm. Döner dönmez, Yüzbaşıyla göz göze geldik. Kısa bir an sanki o da benimle aynı şeyleri düşünüyormuş gibi hissettim. Sanki aklından geçen sorular benimkilerle aynı gibiydi. Ya da ben kendi kafamda kurmaya başlamıştım. Sanırım bunu asla öğrenemeyecektim çünkü bir saat sonra ikimizde birbirimizi tekrar görmeyeceğimiz uzaklıkta olacaktık. O, hala bana bakmaya devam ederken bakışlarımı çektim. Birkaç kişinin bakışları bana dönünce, duruşumu dikleştirdim. Herkes ne olduğunu merak ediyordu. Yanlarına yaklaştım. “Bir saat sonra her iki tim içinde helikopter gelecek. Biz Ankara’ya dönüyoruz.” Bakışlarımı Yüzbaşıya çevirdim. “Sizde Hakkâri’ye.” Herkes onaylayan mırıltılar çıkardı. Sonraki bir saat çok hızlı geçmişti. İki tim birbiriyle daha da kaynaşıp, sohbet etmişti. Bense, Yüzbaşı’nın her hareketini dikkatlice izlemeye çalışmıştım. Birkaç kez yakalanmaktan son anda kurtulmuştum. Yakalansam sapık olduğumu düşünebilirdi. Sonunda helikopterlerin hazır olduğu bilgisi geldiğinde, hepimiz hazır şekilde karakoldan çıktık. Herkes birbiriyle konuşup, vedalaşıyordu. ‘Ankara’ya da bekleriz.’ Salih araya girip herkesi davet etti. ‘Bizde Hakkâri’ye bekleriz.’ Yüzbaşı, Salih’in davetine karşılık verdi. Vedalaşma faslı bittikten sonra, iki timde helikoptere giden araçlara doğru hareketlendi. Yüzbaşı ve ben hareket etmedik. Bakışları bana döndü. Yine, tokalaşmak için elini uzattı. ‘Tekrar her şey için teşekkürler, Yüzbaşım.’ İlk tanıştığımızda Yüzbaşı olduğuma inanmamıştı. Şimdi inandım dermiş gibi Yüzbaşı derken bastıra bastıra söylemişti. Gülümsedim, elini tuttum. “Teşekkürlük bir şey yok. Bundan sonra dikkatli olun yeter.” ‘Sizde dikkatli olun.’ Onaylar şekilde başımı salladım. Yine gülümsedim ama boğazımdaki düğüm kendini hissettirmeye başlamıştı. Ağlamak istemem normal miydi? Sonrasında ikimizde araçlara geçmek için hareketlendik. İki tim de araçlara bindikten sonra, iki farklı yöne doğru yola çıktık.
|
0% |