Yeni Üyelik
40.
Bölüm

16. Bölüm

@cceccilia

Omzumu tutan el gevşedi. Koştuğum için nefes nefeseydim. "Sen..." dedim Rodos'u çekiştirerek. "Gitmemiz gerek!" Yerinden kıpırdamadı. "Rodos." diye fısıldadım birkaç adım yaklaşıp. Dizlerim ağrıyordu ve kafamı vurduğum yer sızlıyordu.


Kolunu tutan elimi indirdi tek eliyle. "Gideceğiz." dedi "Kaçmana gerek yok."


Anlamayan gözlerle ona bakarken arkasında bize doğru gelen adamları görünce gözlerimi indirip kolunu tuttum. Adamlar Rodos'un yanından selam vererek geçip yan gözlerle bana baktılar.


"N'oluyor?" dedim yürümeye başlayınca yanından giderek.


"Seni almaya geldim." dedi. Gözlerini ileriye dikmişti. "Korkma kaçak sayılmazsın."


Anlamasam da kafamı sallayıp ona baktım. Merdivenleri inerken yüzünün bana yakın olan tarafı karanlıktaydı. İfadesi çok belirsizdi. Mutsuz görünüyordu ama o her zaman vardı. Kaşları çatıktı, o da hep vardı. Bunların altında yatan bir endişe sezdim. Düşmeden ona yetişmek için önüme bakarak adımlarımı hızlandırdım. Basamakları iki iki iniyordu.


"Rodos?" dedim son basamağı inerken. Sadece ses vermesi için yapmıştım ama yapmadı. Bahçeye çıkarken sarayın Halikarnas'ın söylediği gibi bomboş olduğunu gördüm. "Rodos!" dedim bağırarak. Durup bana baktı. Sakince "Ne?" dedi. Gözleri bendeydi ama aklının başka yerde olduğunu görebiliyordum. Ne diyeceğimi bilemeden baktım. "Kafam acıyor." dedim sonra. Alnıma baktı. Baş parmağını bastırdı. Acıtmasına rağmen ses çıkarmadan bekledim. "Abartma." dedi. Sırtını dönüp yürümeye devam etti. Aslan heykelinin yanından geçerken sadece bana değil, bahçeye de itinayla bakmadığını fark ettim. Sesleri duyunca omzumun üstünden dönüp duvarın arkasından göründüğü kadar baktım. Sırtı bize dönük bir kalabalık vardı. Hızlıca kafamı çevirip Rodos'un kolunu tutarak büyük adımlarına eşlik ettim. Orası Keops'un zehirlendiği yerdi. Kan kustuğu, öldüğü, Babil'in onu öldürdüğü yerdi.


Sesimi çıkarmadan Rodos'la devam ettim. Çıkış kapısındaki nöbetçilerin yanında Halikarnas gözlerini büyütüp Rodos'a baktı. Ne olup bittiğinden haberi yok gibiydi, benim gibi. Rodos ona tepki vermeden yanından geçip gitti. Ben de gözlerimi çevirip devam ettim. Halikarnas'ın şaşkınlıkla bizi izlediğinin farkındaydım. Ona anlatma sözü vermiştim ama bu şu an umurumda değildi.


Çıkışın yukarısında, ileride duran ata binmeden önce beni yeni fark etmiş gibi durup baktı. Dalgın duruyordu. Sarayda ne olup bittiğini merak ettim ama sormaya cesaret edemedim.


"Gel." dedi tutmam için elini uzatırken. Ondan destek alıp bindim. Önüme oturup "Deh!" diye bağırınca hayvan koşarak nöbetçilerin önünden geçti. Halikarnas'ın içeri gittiğimi görüyordum. Dengemi sağlamak için ellerim Rodos'un içinde bıçak olan kemerindeydi.


Kafamı kaldırmadan yolun bitmesini bekleyerek öylece durdum. Hava aydınlanıyordu. Dünyada olsam bu saatlerde yazıyor olurdum. Burada her gün ayrı bir şey yaşıyordum. Zaman kavramını bile öneminin kalmadığını fark ettim. Hiçbir yere koşturmadan olaylar beni nereye itiyorsa oraya gidiyordum.


Rodos beni böyle kolayca nasıl çıkarmıştı anlamıyordum. O da benimle kaçmıştı sonuçta, hem Babil görmemiş miydi? Bir sürü nöbetçi gördük, hiçbiri nasıl olur da bizi yadırgamazdı?


Rodos atı durdurduğunda Milet'in evinin olduğu ormanda olduğumuzu anlamıştım. Kulübe göze görünmüyordu ama burası tanıdıktı. Attan inip bana inmem için yardım etti. Konuşması için yüzüne baktım. Tek kelime etmedi. Alnını atının burnuna yaslamış bir eliyle kafasını okşuyordu.


Gözleri kapalı, vücudu gergindi. Ne yapacağımı bilmeyerek ona zaman verdim. Yorgun olduğunu görebiliyordum.


Hiç konuşmadan geçen birkaç dakika sonunda gözlerini açıp elini attan çekmeden bana baktı.


"İyi misin?" dedi. Kafa sallamakla yetindim. Onun benden kötü olduğunu hissediyordum ama sormak istemedim. Belki de kelimelere dökmesini istemedim. Bilmiyorum.


Gözlerini tekrar ata çevirdi.


"Nasıl buldun beni, nasıl çıkardın?"


"Alnın morarmış." dedi bakmadan.


"Nasıl çıkardın Rodos?" öğrenmeden sormayı bırakmayacaktım. Kafasını oynatmadan gözlerini bana çevirdi. Susmamı ister gibiydi.


"Babil zehirlemiş kralı ve beni de o kaçır..."


"Sus!" diye bağırınca refleks olarak bir adım çekildim. Büyük bir nefes aldı. Sinirli görünmüyordu, yine de bağırışı beni susturmaya yetmişti. Gözleri yerdeydi. "Biliyorum." dedi kendine söyler gibi.


Ne hissettiğini bilmeyi, aklındakileri duymayı çok isterdim.


"Gidelim, dinlen." Önümden yürümeye başlayınca gözlerimin dolmasını engelleyemeden arkasından gittim.


Kulübe göründüğünde önünde Myra ve Milet'i bulduk. Myra koşarak bana sarıldığında, yaşlı adam oturduğu yerden ayağa kalkıp bana yaklaştığında gerçek bir aile olduklarını hissettim. Sessizce ağlayan Myra'yı belini ovuşturarak teselli ettim. Gözleri kızarmıştı. Zaten kendisi için yeterince üzgün olan kızın bir de benim için ağlaması bana bir kez daha dokundu. Saçlarını yüzünden çekip ıslak yanaklarını sildim. "İyiyim." dedim gülümseyerek. "İyiyim Myra."


Milet elini uzatınca büyük elini sıktım. Bana sarılıp sırtıma hafifçe birkaç kez vurdu. "Özledik seni kızım." dedi. Rodos yanımızdan geçerken "Yemek ver bize ihtiyar." deyip içeri girdi. Ona göz devirip bana gülümseyen yaşlı adama baktım. Omzuma babacan tavırla dokunup "Haydi girin." dedi.


En fazla bir gündür burada değildim ama içeri girer girmez o tanıdık kokuyu çok özlediğimi hissettim. Kapı açık bırakılmıştı. Hava ılıktı. İçerisi ışıkla doluyordu. Rodos ve Milet büyük masanın başında ayaktaydı. Myra hemen yanıma oturmuş beni izliyordu. Ben yokken burada nasıl kaldığını merak ettim.


"Nasılsın?" dedim gülümseyerek. Kafasını sallayıp saçlarıma dokundu. Myra'nın sesini çok özlemiştim. Attığı kahkahaları çok özlemiştim.


Milet önümüze serdiği bezin üzerine büyük bir kova dolusu but koydu.


"Çok ye." dedi oturup yemek yemeden sadece izleyerek.


Açlığımı adrenalin bastırmıştı. Elime iyi pişmiş bir but alınca hiçbir şey yemediğimi hatırlayıp büyük bir ısırık aldım. Rodos elinde büyük bir şişeyle bize katılmadan dışarı çıktı. Milet önce ona sonra bana baktı soran gözlerle. Sebebini bilmediğim için omuz silkmekle yetindim. Rodos'u böyle geren, böyle üzen, öfkelendiren şey neydi? Babasının ölmesi mi? Kaçırılmam mı? Babil mi? O kadar çok etken vardı ki hepsine birden üzülecek olsa kafayı yiyeceğini düşündüm.


Böyle şeyler gerçek hayatta da olur muydu, yoksa her bölümün sonu heyecanlı biten bir kitabın içinde olduğumuz için mi bunları yaşıyorduk?


Yemeği Milet'in Myra ve bana bu kuzuyu nasıl pişirdiğini anlatarak neşelendirmeyle çalışmasıyla bitirdik. Karnım patlayacak kadar yedikten sonra bir köşede Myra'ya olanları anlatarak geçirdim.


Yazar olduğumu bilse ne düşünürdü diye merak etmeden duramadım ama sadece Eyfel olmadığımı söyleyerek yetindim. Saklamanın bir anlamı yoktu, bilmemesi gereken herkes bu gerçeği biliyorken. Sormak istediği çok şey olduğunu biliyordum, konuşabilse bunları anlatabilir miydim bilmiyorum.


Milet dışarıdan geldiğinde yüzünün asık olduğunu görebiliyordum. Rodos'la konuştuğunu da biliyordum. Adamın yüzü öyle kolay asılmazdı, tedirginliğim büyüdü. Rodos ona her ne anlattıysa Milet de yorgun ve düşünceli görünüyordu.


Dışarıdan getirdiği bezle üstüne kokusu tuhaf bir sıvı sürüp alnımı temizledi. Ne olduğunu sorma gereği bile duymadım. Adamın morali en az Rodos'unki kadar bozuk görünüyordu.


Dışarı çıktığımda Rodos'u göremedim. İlerleyip ormanın iç tarafını görmeye çalıştım ama korktuğum için uzaklaşamıyordum.


Sırtıma çarpan minik bir taşla irkilip hızlıca arkamı döndüm. Rodos kulübenin ahşap duvarının dibine oturmuş bana bakıyordu. Bacaklarını uzatmış, elleri yerdeki otlardaydı.


Yanına gidip oturdum. Sabahki bağrışını unutmam gerekiyordu.


Gözlerini bana çevirdi.


"Keops öldü." dedi.


"Biliyorum." demekle yetindim.


"Babil yaptı."


"Biliyorum." Sabah anlattığım şeyi duymamış olduğunu düşündüm bir an. Öfkesi geçmişti, üzüntüsü hiç geçmeyecek gibiydi. Bana baktı.


"Keops benim babamdı." diye mırıldandı. Bunu bildiğimi zaten biliyordu. "Benim babam öldü." dedi kafasını yine yere çevirip.


Buna üzülmüş müydü? Testiyi kırmasam bunu kendi yapacaktı.


"Babil neden onu öldürdü ki?" Tekrar bana baktığında karşımda küçük bir çocuk görüyordum. Öfkeli bir çocuk değildi bu.


"Keops Babil'i çok severdi." Anlamaya çalışan bir çocuktu.


"Hep onu severdi." Kırgın bir çocuktu.


"Babil'in böyle yapmaya hakkı yoktu." Haklı bir çocuktu.


Gözleri dolmuştu ama o yaşlar hiç akmayacak gibi hissediyordum.


"Ben kötü bir çocuk değildim. Evet, kötü bir adamım." Kafasını iki yana sallayıp gözlerini ileriye dikti. "Ama kötü bir çocuk değildim." Omuz silkti. "Yine de," Güldü. "Majesteleri beni sevmezdi."


Gözlerimi ondan çevirip baktığı yere baktım. Benim yüzümdendi. Ben öyle yazdığım için.


"Sen yazdığın için değil." dedi düşüncelerimi okumuş gibi. "Sen hiç yazmasan," Elini saçının içinden geçirdi. "Kimse bizi yazmasa, beni yine de sevmezdi." Yutkundum. "Babil'e o öğretti Babil olmayı." deyip güldü. İçten bir gülüş değildi ama oldukça yüksekti sesi. "Kendi kılıcını kendine saplamak gibi. Bile isteye uçurumdan atlamak gibi."


Kafamı onaylarcasına salladım, haklıydı. Benim yazdığım gerçek Babil buydu belki de. Babasının yarattığı bir canavar. Peki asıl Rodos kimdi? Burada, yanımda küçük bir çocuk gibi babasının yasını tutan bu genç prens Rodos muydu? Testiye zehri koyan kimdi o halde? Kendisi öldürse bu haklı olarak verilen bir ceza mı olacaktı?


''Ona hiçbir şey yapmazdım. Beni hiç görmedi. Ağladığım zaman hep tek başımaydım. Kimse ağladığımı bilmiyordu, kimse yüzümdeki dışında yaralarımı görmüyordu.''


''Ben biliyordum.'' dedim.


''Evet.'' dedi. ''Biliyordun ve sadece izlemekle yetiniyordun.''


Sustum. Haklıydı.


Hiç konuşmadan öylece durduktan bir süre sonra sessizliği bölen ben oldum.


"Beni saraydan nasıl çıkardın?"


Bana dönüp güldü. "Öyle kaçabileceğini mi düşünüyordun cidden?"


Evet biraz ani gelişmişti ama bence işe yarardı.


"Babil 'Al bu Eyfel senin olsun, gerçeği daha güzel.' diyip seni bana verdi." dedi. Aldırmayarak ofladım ama gerçek Eyfel'i merak etmeden duramadım.


"Ciddi ol."


"Bir anlaşma yaptık." dedi suratını ciddileştirip. Kaşları çatılmıştı.


"Ne?"


Boynunu geriye atıp ovdu. Omuzlarını gerdi.


"Ne anlaşması?" dedim cevap vermeyince. Kafasını arkasına yaslayıp bana baktı.


"Arena. Halka açık bir alanda birbirimizi geberteceğiz."


Duyduklarımı iyice anlamlandırmak için biraz doğruldum.


"Ne!"


Ofladı. "Taht için, taç için. Seni aldığım günü hatırlıyor musun?"


Hızlıca kafa salladım.


"Ormanda Babil'in beni öldürmesi için masadaydın." dedi.


Yutkundum. "Rodos sakın..."


"Evet." dedi "Ormanda yarım kalanı halkın önünde yapacağız. Birimiz kral birimiz ceset olacağız."


Yine alayla güldü. Ama gülüşün altındaki endişeyi görüyordum. Ya da görmek istiyordum. Bu kadar rahat olmasını istemiyordum. Bahsettiği şeyin ciddiyetinin farkında olmalıydı. Ayağa kalkıp birkaç adım ileri attım. Tekrar ona baktığımda o da doğrulmuştu.


"Rodos." dedim anlatmak ister gibi üstüne basa basa. "Ölürsün."


Güler sandım, yapmadı.


"Babil'in sana karşı kaybettiği savaş yok." Elimle önüme düşen saçları düzelttim. Ellerim titriyordu. Neden bu kadar tepki verdiğimi bilmiyordum. Kaşları çatıldı. "Sen öyle yazdığın için." dedi. İnanmak istedim ama kendisinin bile inandığını düşünmüyordum.


"Ben yazdığım için değil." dedim. "Ben yazmasam, kimse yazmasa Babil seni yenerdi Rodos."


Güldü. 


"Babil çok güçlü."


Bunu söylememem gerekiyordu belki ama o arenaya çıkmasını istemiyordum. Ölmesini istemiyordum. Bana yaklaşıp kolumu tuttu. Kafasını benimkinin hizasına getirebilmek için biraz eğildi.


"Zaten istediğin bu değil mi?"


Gözlerim doldu, yine. Onu itip kafa salladım. Şaşırmış gibiydi.


"Bu değil." 


Kafasını kaşıdı. "Korkma," dedi. "Babil'i çok hırpalamam."


Hala nasıl dalga geçtiğini anlamıyordum. Kafamı iki yana sallayıp "Keşke," dedim. "Keşke seni böyle yazmasaydım."


Bakışlarının değiştiğini görebiliyordum. Ama konuşmasına fırsat vermeden kulübeye girdim. Milet yere oturmuş Myra'ya yazmayı gösteriyordu. "İhtiyar." dedim Rodos'un hitap şeklini kullanıp. "Rodos'u duydun mu?" Myra omzunun üstünden anlamayan gözlerle bana baktı. Milet sakince kafasını salladı.


"Durdur onu!" dedim, sesim yüksek çıkıyordu çünkü öbür türlü kimsenin dinlediği yoktu.


"Sakin ol kızım." Milet oturmam için yanında yeri gösterdi. Sakinleşmeye çalışıp derin bir nefes alarak oturdum.


"Lütfen." dedim. "Durdur onu." Yanaklarıma yaşların süzüldüğünü hissediyordum.


"Kral öldü." dedi. "Yeni birinin geçmesi gerek Eyfel." Bana hala Eyfel diye seslenmesi garip gelmişti.


Gözyaşlarımı sildim, Myra bizi izliyordu. Elindeki tüy mürekkepteydi.


"O yapamaz." dedim ağlamamı durduramadan. "Sen onun öğretmenisin. Biliyorsun Milet."


"O çok güçlü." dedi elini omzuma koyup. "Senin görmediğin zamanlar var kızım. O hep çok güçlüydü."


Biraz da olsa sakinleşip yüzümü ve akan burnumu elbisenin koluyla sildim. Haklıydı. Az önce Rodos'a ağır konuşmuş olmama rağmen benim görmediğim kısımlar hep vardı.


"Ama Babil..." 


"Babil de öyle. Ama ona güvenmemiz gerek."


"Başka yolu yok mu bunun?"


"Yok." dedi kafasını yerdeki kağıtlara çevirip. "Halk Keops'un ölümünü duyunca suçu Rodos ve sende arayacak. Seni tanımıyor olmalarına rağmen krallarını öldürdüğünü düşünecekler."


Ellerimi kafama koydum.


Rodos içeri girdi ama dönüp bakma gereği duymadım. O da öyle. Çıkarken götürdüğü şişeyi içi boş şekilde getirip masanın üzerine bıraktı.


"Gel." dedi Milet eliyle Rodos'a. Israr etmesine gerek kalmadan geldi ve yanıma oturdu.


''Dolunayın çıktığı gecenin sabahı, tüm halk arenaya toplanacak. O gün tahta birimiz geçeceğiz.'' dedi Rodos.


İçime akan sıcak bir his midemden kalbime indi. Babasının ölümü, bu arena... Beni saraydan çıkardığından beri öyle dalgındı ki bencillik ettiğim için kendime kızdım. Söylediklerimi umursamadığını bilsem de yanlış olduğunu biliyordum.


''Yirmi güne yakın zaman var.'' dedi Milet. Rodos kafa salladı. Yan gözlerle bana baktığını hissediyordum. Ağlamamak için dönmedim ona. Korkuyordum. Ölmesinden de, Babil'i öldürüp kral olmasından da, burada sıkışıp kalmaktan da...


Akşam yemeğini yiyene kadar Rodos'la konuşmadım, kimseyle konuşmadım. Myra'ya yazı yazmayı öğreten Milet'i izleyip durdum. Kafamda tonlarca düşünce vardı.


Hava iyice kararınca Milet, Myra ve benim için köşeye yastıkları dizip öne bir bez serdi. Biraz uzağında aynısını Rodos ve kendisi için yaptı.


Myra erkenden yatağa girip uyuyakalmıştı. Kızın üzerini örterken neler hissettiğini merak ettim. Bu kadar sesli, neşeli birinin şimdi tek kelime edememesinin ne demek olduğunu merak ettim. Yüzü ilk geldiği günden daha iyi görünüyordu.


Milet dışarı çıkmıştı, elindeki çöpleri atıp nehre gideceğini söylemişti. Rodos sırtını duvara yaslamış oturuyordu. Odadaki üç mumdan biri yanında yüzünü aydınlatıyordu.


Yatağın üzerine oturup ona baktım.


''Sana güveniyorum.'' diyebildim.


''Başka şansın yok.''


Başka şeyler söylemek istedim. Sabahkilerin gerçek düşüncelerim olmadığını, onun Babil'i yenebileceğini... İnanmazdı. Sustum. Saçları alnına düşmüş, yüzü kirpiklerinin gölgeleri içindeydi.


Milet geldiğinde kapıyı kapatıp sürgüyle kilitledi. Rodos mumu söndürüp yatağa girince onu incelemeyi bırakıp kafamı yastığa koydum. Çok geçmeden uyumuştum.


Sabah kapıdaki gürültüyle yerimden sıçrayarak doğruldum. Myra ve Milet de yatağında oturmuş, Rodos kapıya yönelmişti. Duraksamadan ve kim olduğunu sormadan açtı. Daha gün yeni yeni ağarıyorken Güneş'ten hızlı davranıp kapıda dikilen genç adam Halikarnas'tı.


Loading...
0%