Yeni Üyelik
42.
Bölüm

18. Bölüm

@cceccilia

Kalabalık ucunu göremediğim bir yol boyunca uzanıyordu. Geniş meydanları, ara sokakları dolduran insanlardan bazıları yiyecek dağıtıyor, bazıları acıklı şarkılar söylüyor, birçoğu ağlıyordu. Çocuklar ne olduğunu anlamayan gözlerle ağlayan annelerinin kucağında insanları izliyordu. Bugün hepsinin yas günüydü. Yarım yüzyıla yakın zamandır tahtta olan krallarını kaybetmişlerdi.


Attan indim. Siyah düz elbise yas elbisesi olmaya müsaitti ama omzu dar geldiği için oldukça rahatsızdım. Milet arkamızdaydı. Rodos kalabalığı yararak geçerken koluna tutunuyordum. Etrafa bakmıyordu, gözleri ilerideydi. Dönüp omzumun üstünden Milet'e baktığımda bazı insanlarla konuştuğunu gördüm. Arkamızda kalınca adımlarına hızlandırıp bize yetişiyordu. Eskiden buralarda yaşıyordu diye düşündüm, diğer saray çalışanları gibi sarayda kalıyor olmalıydı. Şimdi ormanda yalnızlığı seçmesi tuhaf bir hüzün doldurdu içime. Zaten böyle bir ortamda aksi duyguları hissetmek anormal olurdu.


Myra saçlarımı ortadan ayırıp Milet'in verdiği siyah bir kurdele ile toplamıştı. Kulübede tek başına olmasına endişelensem de kalabalığı görünce iyi yaptığını düşündüm. Çünkü herkes buradaydı, ona orada bir zarar gelmezdi. Üstelik kendisinin de gelmeye hiç niyeti yoktu. 'Saray' kelimesini duymak bile onu gerdiği için ısrar etmemiştim.


Arkamda biri topuğuma basınca giydiğim düz tabanlı ayakkabının teki çıktı. Koluna girdiğim Rodos bunu fark etmeyince sesimi duyması için yükseltip onu çekiştirdim.


''Ne oldu?'' dedi birkaç adım ileride başını çevirip. Siyah dik yakalı sert kumaşlı bir gömleğin üzerinde omuzlarını örten siyah bir kürk vardı. Kemeri ve kolları parlak sarı işlemelerle bezenmişti. Kafasına başını saran altın renginde bir halka takmıştı, alın kısmında küçük bir kartal figürü vardı. Kılıç, bıçak, sivri, keskin herhangi bir şey almamıştı yanına.


"Ayakkabım çıktı." dedim yere bakarak. "Dur biraz." Omzuma hızlıca çarpıp geçen bir kadın beni geriye savurunca sendeledim. Rodos'un homurdanmalarını duymazdan gelip yerdeki ayakkabıyı ayağıma geçirdim. Kafamı kaldırmaya bile fırsat bulamadan beni çekiştirince yürümeye devam ettim. O kadar kalabalıktı ki insanlar içlerinde Rodos'un olduğunu bile fark etmiyordu. Kral olmak böyle bir şey diye düşündüm. Kral ölmek böyle bir şey.


Saraya yaklaşınca koridor oluşturmuş nöbetçilerin kalabalığı engellediğini gördüm. Arkalarında insanlar vardı ancak giriş için ayrılan yol boştu. Rodos serilen halıdan geçerken elimi tuttu. İnsanlardan çıkan acıklı haykırışlar yerini nefret dolu söylemlere bıraktı. Kafamı eğdim. Rodos'tan nefret ediyorlardı.


"Keşke sen ölseydin."


"Yılan yüzlü adam!"


"Ne çirkin prens!"


"Ne korkunç biri!"


"Keops senden nefret ediyordu."


Rodos'un titrek elinin elimi biraz daha sıktığını hissettim, kafamı bile kaldırmadan sadece onu izliyordum.


"Kral Babil!"


"Korkak!"


Sesler birbirine karışıyordu. Her gördüklerinde yerlere yatan adamlar şimdi Rodos'un en acı gününde ona hakaret edebiliyordu.


"Üzülmüş gibi, davranma tek istediğin taht!"


Böyle katı bir monarşide bile bu kadar sert konuşabilmelerinin sebebi bu günün özel bir gün olmasıydı. Kimsenin kendilerine bir şey yapıp günü rezil etmeyeceklerini biliyordu insanlar.


Nihayet sesleri geride bırakıp bahçeye adımımızı attığımızda Rodos'un hala dimdik durmasına şaşırdım.


Girişte kırmızı elbiseli adamların oluşturduğu üçgen şeklinde dizilmiş bir topluluk vardı. Onların arkasında maviler ve en sonda beyazlar duruyordu. Rütbelere göre sıralanmışlardı. Kafaları yerdeydi. Çevrelerinde saray kadınları ip gibi dizilmiş, bir şarkı mırıldanıyordu. O kadar kalabalık olmalarına rağmen düzenli çıkan tek bir ses vardı. Marş ya da yas için söylenen bir şey gibiydi. İnsanın içine epik bir hüzün dolduruyordu. Omuzumda bir el hissedince dönüp baktığımda Milet'i gördüm. Elini çekip kafa salladı, 'ben yanınızdayım' der gibi.


Rodos ileri bakıyordu. Gözlerini takip edince saray duvarının yan kısmında kurulan uzun bir masa üzerinde cam bir kutu gördüm. Yaklaşmasam da ne olduğunu biliyordum. Keops'un tabutu.


Masanın ilerisinde duran, yüzleri bize dönük insanlar tanıdıktı. Hepsi siyah giymiş, gözlerini bize çevirmişlerdi. Kraliçeler yan yanaydı. Babil onların birkaç adım önünde duruyordu. Yanında Halikarnas vardı. Rodos'un kafasındaki halkanın aynısı vardı ikisinde de. Babil de kartal yerine aslan, Halikarnas'ta ise bir yunus vardı.


"Kim ne derse desin benim tam yanında dur." diye fısıldadı Rodos gözleri Hala ilerideyken.


Masanın yanından geçerken göz ucuyla bakınca Keops'un morarmış ayaklarını gördüm. Hızlıca yere çevirdim kafamı. Bir açıdan benim eserimdi.


Rodos diğer iki prensin yanına gidince arkada duran topluluğa elini göğsüne koyup bir ayağını geri atarak selam verdi. Yüzüne bakınca sırıttığını gördüm.


Bir metre kadar uzağında kraliçeler ve prensesler vardı. Yüzlerine çok bakamasam da ifadesiz durduklarını fark ettim. Küçük prenses bile anlamıyordur.


Arkalarında sarayda çalışan birçok kişinin durduğunu gördüm. Hepsi rütbelerine göre dizilmiş ve belli edecek şekilde farklı renklerde giymişlerdi. Rodos'un sırıtışı hepsini rahatsız etti ama kimse bir şey yapmadı.


Kolezyum'un ona çok sert bir bakış attığını gördüm. Kraliçelerin bu kadar geri planda durması beni şaşırtıyordu, fazlasıyla ataerkil bir düzen yazmıştım hem de hiç fark etmeden.


Bir şey yapma gereği duymadan Rodos'la birlikte kalabalığa sırt çevirdim.


Milet bize bakmadan yanımızdan geçip arkalara ilerledi. Eskiden sarayda çalıştığı için kendi rütbesinin olduğu yere gideceğini düşündüm. Sarayın kocaman bahçesinde sadece çalışanlar olmasına rağmen ucu görünmeyen bir kalabalık vardı.


Ben en uçta duruyordum şimdi. Yanımda Rodos, Halikarnas ve Babil sırayla dizilmişti. Halikarnas beni tanımıyormuş gibiydi, göz ucuyla bile bakmadı. İyi sır tuttuğunu düşündüm.


Prenslerin yanında kraliçe bile durmazken burada durmamın başıma bela açacağını düşündüm. Rodos'un 'yanımda dur' dediğini hatırlayınca kendimi olduğum yere çiviledim. Yeterince batırmıştık zaten.


Uzun süren bir sessizliğin sonunda masanın, Keops'un cesedinin, önünde baştan aşağı beyaz giyimli bir adam durdu. Kafasına yukarı uzayan bir şapka, kulaklarına uzun pırlanta küpeler takmıştı.


Gözlerini kapattı. 


"Kral Keops için." deyip elini göğsüne koydu. Diğer eli havaya kalkmış avuç içi bize dönmüştü. Arkamda ritimli bir gürültü duydum. Kafamı hafifçe çevirip bakınca herkesin dizleri üzerine çökmüş olduğunu gördüm. Prensesler hariç.


Çöküp çökmeme konusunda tereddütte kaldım. Rodos'a baktım. Gözleri cam tabuttaydı. Diğerlerinin de öyle. Çökmedim.


Kimsenin yaptıklarıma ses çıkarmayışı tuhafıma gidiyordu. Sonradan acısının çıkmamasını dileyerek öylece durdum. Bugün gerçekten yapılanlara ses çıkarılmıyordu. Bu krallıkta mantık aramamam gerektiğini düşünüp önüme odaklandım.


Şimdi nöbetçilerin kurduğu bariyerlerin arkasına sırayla giriş yapan halkı görüyordum. Tabutun on metre ilerisinde muhafızlar dizilmişti ve ellerindeki kesici silahları kullanmaktan geri durmuyorlardı. Arkalarında sırayla gelen kalabalık az önceki gibi bağırmıyordu. Korkunç bir sessizlik vardı.


"Elli üç yıldır tacı giyen Kral Keops için." diye devam etti adam. Artık bütün bahçe dolmuştu. Adam Kral'ın halkı için yaptıklarını saymaya başladı. Çoğunu yazmamıştım. İyi bir baba değildi ama iyi bir kraldı Keops.


Göz ucuyla bir prenslere bir halka bir de konuşan adama bakmaktan başka bir şey yapmıyordum. "Hastalığının ağırlaşması sonucu kaybettiğimiz kutsal bedeni Tanrı ile olacak."


Demek nasıl olduğunu söylemiyorlardı. Tüm saray biliyordu ama halk bilmiyordu. Şimdi saray çalışanları da bilmezden geliyordu. Peki benim mi zehirlediğimi mi düşünüyorlardı? Yoksa Babil'i bildikleri için mi susuyorlardı?


Babil şimdi tüm yüzsüzlüğüyle böyle durmaktan utanıyor muydu? Baş karakter olduğu için yüklediğim tüm güzel özellikler gözümde değerini kaybediyordu. Hala nasıl yaptığını aklım almıyordu. Rodos'la anlaşırken arena dışında ne konuştukları hakkında ufak bir fikrim bile yoktu ama bu anlaşmanın ona yettiğinden artık emindim. Bizim varlığımız onu rahatsız etmemişti. Umursamıyor gibiydi.


"Tanrıya kolay gitmesi için." dedi adam.


Prensler diz çöktü. Rodos da dahil. Aynısını yapacaktım. Rodos bana baktı. Kafasını onaylamayan bir ifadeyle iki yana salladı. Eğilmemi istemiyordu ama herkesin içinde tek ayakta kalan bendim. Gülümsedi. İstediği gibi yapıp ayakta kaldım. Koskoca kalabalıkta kralın önünde tek eğilmeyen bendim. İlk geldiğim gün verdiğim abartılı selamı hatırlayınca tuhaf hissettim.


Herkesin gözlerini kapattığını gördüm, beyaz giyimli tabutun başında konuşan adam hariç. Şimdi bu halimi kimse görmüyordu. Konuşmacı adam zaten burada değil gibiydi. En azından göze batmayacaktım.


"Kral'ın bedenini göğe ulaştırıyorum."


Masanın dibinde halkaya takılmış meşalelerden birini tabutun içine değdirdi. Alev alan cesede bakarken çığlık atmamak için kendimi tuttum. Meşaleyi bırakırken adam da yere oturup gözlerini kapattı. Koca bir buğday tarlasında gibiydim. Yasak olmasına rağmen girdiğim bir tarla gibi.


Etrafıma bir tur döndüm yavaşça. Herkes aynı halde öylece duruyordu. Yan tarafıma bakınca Babil'in gözlerinin açık olduğunu gördüm. Alevleri izliyordu. Yine bir pişmanlık belirtisi aradım. Boşuna bir çabaydı.


Kirpiğime düşen beyaz bir tanecik ile yüzüme havaya kaldırdım. Kar yağıyordu. Tabutta alevler bitmişti, sanki söndürmeye gelmişlerdi. Ellerimi önüme uzattım. Birkaç tanenin derime işlemesine izin verdim. Sessizliğin huzur vermesini bekledim, çığlıklarla bölündü.


Az önce diz çökmüş sessizce bekleyen kalabalık çığlıklarla birbirini itiyordu. Koşturuyor, kafalarını koruyup bağırıyorlardı. Rodos gökyüzüne bakıyordu. Avuçlarını açtı.


"Bu ne?" diye mırıldandı kendi kendine.


"Rodos?" dediğimde dönüp kolumu hızlıca kavradı. Bize çarpan insanlar çoktan cenaze törenini unutmuştu. "Ne oluyor?" diye bağırdım sesimi duyurmaya çalışarak. Kulağıma eğildi. "Görmüyor musun ne yağıyor böyle?"


Karı bilmiyorlar mıydı? Karı bilmiyorlardı!


"Hey!" dedim beni çekişini ve ilerlemesini durdurmak için. Kraliçelerin Babil ile birlikte saraya girişini gördüm. Halikarnas ve prensesler çoktan merdivenlere ulaşmıştı.


"Kar Rodos, kar bu."


Durup şaşkın bir ifadeyle bana baktı.


"Ne?"


Milet koşarak yanımıza geldiğinde onu ilk defa böyle gördüğümü fark ettim. Korkuyor gibiydi. Havanın soğukluğundan bile keskindi bu karmaşa.


"Neler oluyor?" dedi Rodos'a bakıp. Rodos sakince beni gösterdi.


"Kar yağıyor, korkulacak bir şey değil." dedim hızlıca. "Yağmur gibi bir yağıştır."


Milet gökyüzüne bakıp tekrarladı.


"Kar." 


Halk çoktan sarayın bahçesini boşaltmıştı. Çalışanların çoğu da içeri girmişti, giremeyenler kafasını koruyup yere çökmüşlerdi.


Rodos yüzünü göğe döndü.


"Bu çok tuhaf." dedi tekrar bana dönerken.


Arkamdan gelen yaşlı bir ses içimi endişe ile doldurdu.


"Tuhaf değil." dedi kadın cızırtılı sesle.


Ona döndüğümde işaret parmağı beni gösteriyordu.


"Bu kızı buraya getirdiyseniz..." Rodos'a baktığımda gözlerine bulutlar çökmüş olduğunu gördüm. "Hiçbir şey tuhaf değil." dedi kadın.

Loading...
0%