Yeni Üyelik
46.
Bölüm

21. Bölüm

@cceccilia

Boynu ve kolları saran zümrüt yeşili, ayak bileklerine kadar uzanan elbisenin üzerine Myra'nın tuttuğu siyah yaka kürkünü giydim. Saçlarımı uzun, kalın bir örgü yaptıktan sonra çıkmak için hazırdım. Gerginlikten dizlerim titriyordu. Myra'yı öpüp teşekkür ettim, karşılığında bana kocaman gülümsedi.


"Beni o masaya oturtacaklarını hiç sanmıyorum."


Myra saçlarımla oynadı cesaret vermek ister gibi. Yüzüne renk gelmişti. Eski hali kadar olmasa da, iyi görünüyordu.


Kulübeden çıktığımda Rodos'u ileri geri dolanırken buldum. Beni görünce durdu. Bir süre izledi.


Milet ateşin başında ıslık çaldı. Onlara reverans yapıp güldüm.


Rodos, kafasına cenazede taktığı halka tacı takmış, kahverengi bir kürk ve deri çizmeler giymişti.


"Olmuşsun." deyip bir elini bana uzattı. Ata binmeden önce durdum. Rodos bana soran gözlerle baktı.


"Rodos o masada bana yer yok, bu bir aile yemeği olacak." dediğimde güldü.


"Ne aile ama." dedi. "Korkma ben yanında-"


Milet sözünü kesti. "Rodos, Eyfel haklı. Senin yanında olması bir şey değiştirmeyecek."


"Sen kimin tarafındasın?" dedi Rodos.


"Taraf olmakla ilgisi yok evlat. Babil'in yanına götürüyorsun ve olay çıkmamasını bekliyorsun. Tüm çalışanlar o bahçede olacak Rodos. Ve tüm halk meydanda olacak."


"O adamla bir anlaşma yaptım." dedi Rodos ata dönerken. "Arena istiyor ve bunun için Eyfel'i görmezden gelebilir. Gelmezse, abimi seve seve gebertirim."


Milet'e baktım. Gözleriyle korkmamamı gerektiren bir işaret yaptı.


Rodos'un yardımıyla atın ön tarafına yan bir şekilde oturup dengeleri kurmak için eyerin iplerinden birini tuttum. Rodos bindikten sonra Milet'e döndü ve "Gelmeyeceğinden emin misin?" dedi. Milet 'hayır' anlamında kaşlarını kaldırdı. "Myra yalnız kalmasın, dikkatli ol oğlum."


Rodos kafa salladı. 


Ormandan çıktığımızda hava iyice kararmıştı.


"Kalbin hep böyle mi atıyor?" dedi Rodos. Atı biraz yavaşlatmıştı. İleride meydanda kurulan sofralar görünüyordu. Kalabalığa girmek yerine yolu uzatıp aşağıdan dolanıyorduk. Geçen sefer girdiğimizde Rodos'a atılan hakaretleri hatırladım.


"Ne?" dedim söylediğini duymuş olmama rağmen.


"Acıktım." dedi etrafa bakınırken. "Sizin orada kral ölünce ne yaparlar?" dedi sonra.


Güldüm. "Bizim orada kral yok."


"Nasıl?" dedi hayretle yüzüme bakıp. "Kral olmadan olmaz, yalan söyleme."


İstemsiz bir kahkaha attığımda yüzünü görmesem de kaşlarının çatıldığını hissediyordum.


At, toprak yolda dengesiz ilerliyordu. Sarayın dış kapısının yukarısında durduk. Rodos inip elini uzattı. İndikten sonra elini bıraktım ama tekrar tuttu. Elleri soğuktu.


Nöbetçiler onu görünce iki kapıyı da ardına kadar açtılar. İçeri girerken ne yapacağımı bilemeden dümdüz ileri baktım.


İçeride ve sarayın önünde halktan kimse olmadığı için mutluydum. Onların Rodos'a bakışları beni rahatsız ediyordu.


Saray kadınları girişte koridor oluşturmuştu. Bahçenin ön tarafında sırayla arka arkaya dizilmiş onlarca masa vardı. Saraydaki görevliler yerlerini almıştı. Onlarla arasına mesafe koymuş, etrafında onlarca saray kadınının pervane olduğu görkemli masaya yaklaştıkça ayaklarım geri geri gidiyordu.


Masanın baş köşesi boştu, yeni bir kral gelene kadar boş duracağını hissettim. Bahçedeki tek dikdörtgen masa buydu. Diğerleri, herkesin eşit olduğunu göstermek için yuvarlaktı. Sadece bunda bir baş köşe vardı. 'Aile' adı altında bir üstünlük savaşıydı bu.


Babil uçta oturmuştu. Yanında sırayla Halikarnas, Artemis dizilmişti. Kraliçeler ve küçük prenses karşı taraftaydı. İkisi de abartılı birer saç yapmışlar ve düz siyah elbiseler giymişlerdi.


Masaya vardığımızda hiçbiri ayağa kalkmadı. Hepsinin gözleri sırayla üzerimde gezdi. Baş köşedeki dışında tek bir boş sandalye vardı o da Rodos içindi. Bu masada benim için yer yoktu. Kimse benim gelmemi beklemiyordu, tam da bu yüzden Rodos onunla olmamı istemişti.


Rodos başıyla selam verip boş olan sandalyeyi benim için çekti. Ben oraya otursam ona sadece kralın yeri kalacaktı. Tedirgin olsam da sesimi çıkarmadan oturdum. Halikarnas karşımda hayretle karışık bir hayranlıkla izliyordu bizi. Diğerleri için aynı şeyi söyleyemezdim.


Rodos'un baş köşeye oturmasını beklerken masada gözlerini gezdirdi. Arkamızda kalan saray çalışanlarının masaya odaklandığını görebiliyordum. Rodos küçük prensese bakıp ona kibar ve sevecen bir tavırla elini uzattı. Kız, abisinin bu tavrına şaşırsa da gülümseyerek elini tuttu. Rodos onu baş köşeye oturtup elini önünde salladı ve hafifçe eğildi.


Yanıma gelip boş kalan sandalyeye oturdu. Ona şaşkınlıkla bakarken göz kırptı.


"Bir kere de prenseslerin şansı olsun." diye mırıldandı. Gerçekten de küçük kız baş köşede oldukça mutlu görünüyordu. Burada da kadınlar için şans yoktu. Fazlasıyla baba-oğul sistemli bir düzen yazmıştım, yeni farkına varmış olmam gerçeği beni üzdü.


Babil gözlerini Rodos'a dikmişti. Rodos ise keyifli bir ifadeyle masadaki yiyeceklere bakıyordu.


Kraliçe Kolezyum uyarı vermek ister gibi oğluna bakıyordu, Rodos hiç oralı olmadı. Hiç anne oğul gibi değillerdi.


Tabaklar ve bardaklar doldu. Sarayın bahçesindeki onca insan sessizliğe gömüldü. Tabak, çatal sesi bile yoktu. Köşede duran koro, sessiz bir şarkı mırıldanıyordu. Birkaç dakika sorgulamadan öylece bekledim. Göz ucuyla etrafıma baktığımda herkesin tabağını izlediğini gördüm. Bu bir saygı ifadesi miydi? İçlerinden dua mı ediyorlardı acaba?


Babil'in elindeki kadeh havaya doğrulduğunda herkes aynısını yaptı. Ne yapacağımı bilmeden sağa sola bakınan ben ve Rodos hariç. Rodos'un eli masadaki butlardan birine uyanmıştı.


Çevredekilerin ona bakışına aldırmadan büyük bir ısırık aldı.


"Kral Keops için." dedi Babil. Tüm bahçe aynısını söyledi. Herkes içkiden birer yudum alırken Rodos elindeki kemiği kenara bıraktı.


Herkes yemeğe başladığında tabak, çatal, yeme seslerinden başka bir şey yoktu. Önümdeki minik pirinç toplarından bir tane aldım.


"Bu yalancıyı da getirmişsin." dedi Babil sadece masadakilerin duyabileceği bir sesle. Elimdeki çatalı bırakıp ona baktım. 'Bu yalancı'. Haklılık payı vardı, yine de bu sözü beni rahatsız etmişti.


"Bu masada tek bir yalancı var." dedi Rodos büyük bir yudum su alarak. "Ve iki katil."


Masadakilerin tepkilerini görmek için onlara baktım. Hepsinin gözleri tabağında, sakince yemek yiyorlardı. Halikarnas kollarını bağlamış sessizce izliyordu. Hepsi biliyordu. Babil'in Keops'u öldürdüğünü hepsi biliyordu!


"Seninle arenada konuşacağız." dedi Babil.


Rodos kafasını iki yana salladı. "Doğduğumdan beri hayalini kurduğun gün o değil mi abiciğim?"


Bir yudum su içtim. Babil bana döndü. Gözlerimi kaçırmadım. İlk gün gördüğüm adam bu olamazdı.


"Eyfel." dedi keyifsiz bir gülüşle. "Eyfel."


Rodos elindeki bıçakla tabağına bir daire çizdi. Çıkan gıcırdamaya dönüp bakanlar oldu.


"Sen kimsin acaba?" dedi Babil Rodos'a aldırmayarak.


"Öğrenme şansın varsa da, kaybettin." dedim.


Kaşları çatıldı, gülüşü yarım kaldı. Halikarnas bana göz kırptı.


Babil benim kim olduğumu bilse nasıl davranırdı düşünmeden duramadım. İçindeki kazanma isteği öyle yoğun kendini göstermişti ki...


Artemis'e baktım. Yüzünde hiç renk yoktu. Onun ne hissettiğini anlama fırsatım hiç olmamıştı, belki hiç olmayacaktı da. Sessizce yemek yiyordu.


Babil elindeki kadehle ayağa kalktı.


"Afiyet olsun!" dediğinde arkamı görmesem de tüm bakışların onda olduğunu biliyordum.


"Kral Keops için, babam için çok kıymetli dilekler sundunuz. Hayatı boyunca sizin için çalışan Keops."


Yan tarafta bir görevlinin Babil'in söylediklerini yazdığını görebiliyordum. Bu yazının yarından sonra her yerde olacağını biliyordum.


"Şimdi taht yeni kralını bekliyor. Dolunayın çıktığı ilk gecenin sabahında tüm halkı merkezdeki arenada görmekten onur duyarız."


Kadehi havaya kaldırınca az öncekinin aynısını tekrarladılar. Rodos'a baktım, ne düşündüğünü anlamak zordu.


Uzun süren bir sessizliğin ardından masalar birer birer boşalıyordu. Ön bahçedeki heykelin önünde prensesler ve kraliçeler dizildi. Bu sefer Artemis ve küçük prenses ile arkadaydım. Saray görevlileri, Keops'un ailesiyle tek tek selamlaşıyordu.


Artemis'e baktığımda kızın çok yorgun durduğunu gördüm. Özenle bana bakmıyor gibiydi.


Rodos diğer prenslerle bir metre kadar önümüzde görevlilere el sıkışıyordu. Bir masanın üstü çiçeklerle doluydu, hepsi Keops için bırakılmıştı.


Tören bittiğinde herkes sırayla saraya girdi. Bahçede ve girişte yer yer muhafızlar duruyor ve saray kadınları sofraları topluyordu. Rodos Halikarnas'ın yanında beklememi söyleyip içeri girmişti. Bahçenin çıkışa yakın kısmında, Halikarnas'ın yanında çok sorunlu bir gün olmadığı için mutluydum.


"Ne yapıyor içeride?" dedim duvara yaslanmış Halikarnas'a bakıp. Çocuk bir ayağıyla yerdeki toprakla oynuyordu.


"Annesiyle konuştuğunu gördüm." dedi.


"Araları iyi değil sanırım." dedim.


"Kraliçe Rodos'tan bile beterdir. İnan bana daha berbat bir anne olamaz."


Kraliçe hakkında çok şey yazmamıştım. İçimde Rodos'a karşı hissettiğim tuhaf his yine kendini gösterdi. Acıyor muydum bilmiyorum.


"Sen arenadan sonra ne yapacaksın?" dedim konuyu değiştirerek.


"Belki giderim. Savaşmak ya da tahtı almak umurumda değil."


Kafamı salladım. Halikarnas böyleydi işte.


"Beni yazan biri olması çok garip." dedi yüzüme bakıp.


Gülümsedim. "Ben yazmasam bile var olurdun."


Gözlerini saraya dikti. "Hiç sanmıyorum."


Milet'ten edindiğim alışkanlıklarla omzuna dokundum. O daha yirmisinde bile değildi.


"Kafanın içinde neler dönüyor acaba?" dedi çenesini ileri itip sarayın duvarlarını göstererek. "Ne kaos ama!"


Rodos bize doğru hızlı adımlarla geliyordu. Sarayın kapısında, merdivenlerin başında Babil göründü. Ona bakmamaya çalıştım.


"Defol." dedi Rodos Halikarnas'a bakıp. Yine sinirliydi. Çocuk ona aldırmadan bana gülümseyerek abartılı bir selam verdi. Yumruğumu ona uzattığımda şaşkınlıkla bana baktı.


"Vur." dedim. Elini sıkı bir yumruk yapıp yavaşça vurdu.


"Bu daha iyi bir vedaymış." deyip Rodos'un tuhaf bakışlarını görünce uzaklaştı.


Saraydan çıkıp ata bindiğimizde yüzünün asık olduğunu gördüm, sebebini sormama gerek yoktu. Ata bağırıp şaha kaldırdığında dengemi korumak için ipi tutan elini sıktım.


"Rodos!"


Tepki vermedi.


"Yavaş ol!"


Hayvan o kadar hızlıydı ki biraz daha gitsek düşecektim. Rodos'a döndüğümde gözleri dimdik ilerideydi.


"Dur!" dediğimde beni duymadığını biliyordum.


Dirseğimi karnına geçirdim. Beni yeni fark etmiş gibi şaşkınlıkla baktı. Atı yavaşlattı, durdurdu. Sakinleşmeye çalışıp attan zıpladığımda neredeyse yere yapışıyordum. O da inip yere çöktü. Ayakta durabilecek gibi görünmüyordu. Eğilip yüzüne baktım, gözleri yerdeydi.


"Rodos iyi misin?" dedim az öncekinin aksine fısıltıyla. Bana baktı. Sanki hiç tanımadığı biriymişim gibi.


"Yapamam." dedi.


"Ne?"


"Yenemem, yenemem." dedi. "Hiç yenemedim ki!"


Babil'den bahsediyordu.


"Rodos..." dedim alnına düşen saçları kenara itip. Tüm vücudu titriyordu. Sanki bir krizde gibi kafasını ileri geri sallayıp duruyordu yavaşça. "Hiç yenemedim." dediğinde içimdeki pişmanlık büyük bir canavar gibi beni yuttu. Sarayda ne olduğunu bilmiyordum ama sorumlusunun kim olduğunu biliyordum. Keops değildi, Babil değildi, Rodos'un annesi değildi, batan Güneş, doğan Ay...


Hiçbiri değildi, bendim.


Loading...
0%