Yeni Üyelik
50.
Bölüm

24. Bölüm

@cceccilia

Karanlıkta oturup aydınlanan günü izlemek. Şu an yaptığımız tam olarak buydu. Rodos yanımda oturmuş avuç içleri yerde, sırtı geride camdan dışarıya bakıyordu.


''Kesin işe yarayacak mı?'' dedim Troya'nın söylediği çözüm yöntemini kastederek.


Omuz silkti. ''Milet ona güveniyor.''


''Sen?''


''Ben Milet'e güveniyorum.''


Gözümü ondan çevirip dışarı baktım. Gökyüzü kızıldı.


''Neden özellikle kralın yapması gerekiyor ki? Garip.'' dedim.


''Değil.'' dedi. ''Garip değil.''


Ona soran gözlerle baktığımda devam etti. ''Burada çok uzun süredir normal olmayan kişilerden kral sorumlu, her şeyden olduğu gibi.'' Normal olmayan derken gözleriyle aşağıyı işaret etti. ''Sen yazdığın için mi bilmiyorum. Burası böyle bir yer Eyfel. Kendileri gibi olmayanı sevmezler, tuhaf doğanı sevmezler, farklı olanı istemezler.''


Kafa salladım, acıklı bir anlayıştı bu. ''O benim dünyamda da öyle.''


''Gerçekten bir kralınız yok mu?'' dedi. Ellerini yerden kaldırıp önünde birleştirdi. Gözleri bana dönmüştü, güldüm.


''Eski zamanlarda olurmuş. Farklı milletlere farklı krallar. Artık yok.''


Kaşları yukarı kalktı. İlgili meraklı küçük bir çocuktu sanki. Uykusuzluktan gözleri şişmişti. Kafasının çok dolu olduğunu biliyordum. Gözyaşlarının izi hala suratındaydı. Şimdi benimle ne istesem konuşacak gibiydi. Belki bir daha bu fırsatı bulamayacaktım. Aklımdakileri dökmem gerekiyordu.


''Arenadan sonra...'' dedim ama devamı için doğru kelimeleri bulamıyordum.


''Ben kral olamazsam,'' dedi aklıma okumuş gibi. ''Seni Babil mi öldürecek, bunu mu soracaksın?''


Onayladım. Gözlerini ileri dikti. ''Bu işi asla Babil'e bırakma. Benim yenildiğimi gördüğün an o boynundaki taşı kullan.'' Gözleriyle kolyeyi işaret etti. ''Zaten buraya gelme ihtiyacı hissetmezsin.''


Tam anlamıyla kalbimin sızladığını hissettim. Hiçbir şeyi unutmak istemiyordum. Yüzümdeki ifadeyi görmemesi için kafamı çevirdim. Dışarıdaki kızıllık maviye bulanmıştı. Yeni bir gün.


''Korkma.'' dedi.


''Korkmuyorum.''


''Endişelenme o zaman.''


Yutkundum.


Büyük bir nefes aldı.


''Kazanırsam ne olacak onu sormayacak mısın?'' dedi.


Hangi ihtimalin daha korkunç olduğunu bilmiyordum.


Güldü. ''Bana ne kadar güveniyorsun öyle(!)'' dedi alayla.


''Kazanırsan ne olacak?''


Ayağa kalktı. Alnına düşen saçları karıştırdı. Geriye yaslanıp başımı yere koydum. Ellerimi karnında birleştirdim. Tepemde durmuş bana bakıyordu. ''İyi bir kral ol Rodos.''


''Şüphen mi var?''


''Kaba biri olma.''


Kaşları çatıldı.


''Sert biri olma.''


Konuşmak için ağzını açtı ama ben önce davrandım. ''Sen böyle yazdın, gibi cümleler kurma.''


Başını çevirip masanın önüne gitti. Sırtı bana dönüktü.


''Kendini savunmak için insanlarla arana kaleler kurma. Zaten saray yeterince güvenli görünüyor. Arada gülümse, içten gülümse. Teşekkür et, özür dile. İstediğinde hepsini yapabiliyorsun.''


Boynunu geriye atıp vücudunu gerdi. Omzunun üstünden bana baktı. ''Bir şey mi dedin? Dalmışım.'' dedi.


Doğrulup bir kahkaha attım. ''Bir de yalancısın.'' dedim bana bakarken ciddi kalmaya çalışan bu büyük çocuğa.


Taş kuleden çıktığımızda çoktan öğlen olmuştu. Rodos Milet için kasabaya bakacağını, iğrenç otlar yemekten sıkıldığını söylediği için birçok tezgahın kurulduğu, oldukça şirin bir sokaktaydık. Duvarlarda Babil'in sarayda yaptığı arena konuşmasının yazılı olduğu büyük bildiriler vardı, derilere yazılmıştı. Görmezden geldim, Rodos da öyle.


İnsanların çoğu Rodos'u gördüğünde fısıldaşıyordu ama ikiyüzlülükle abartılı selamlar vermekten geri durmadılar. Erenin iki ayrı ucunda bile olsalar insanlar daima aynıydı. Pazarın girişinde kâküllü iki kız acıklı bir şarkı söylüyordu. Biri esmer, diğeri beyaz tenliydi. Aynı kesilmiş saçlarının tesadüf olmadığını düşündüm, uyumlu görünüyorlardı.


Şişe şişe şuruplar, bir yığın ot, beyaz peynir, çorbalar, kurutulmuş etler, meyveler... Birçok koku karışmıştı.


Bir tezgahın üstünde kahve görünce durup heyecanla parmak uzattım. Rodos'un kolunu çekip ''Hey, burada da varmış. Hiç pişirdiklerini görmedim ama!'' Rodos kafasını o tarafa çevirirken ''Ne?'' dedi. Adam şaşkınlıkla bana bakıyordu. ''Çekirdek kahve majesteleri, küçük hanım doğru söylüyor. Komşu krallıktan geldi. Henüz Sadece burada var derhal saraya da gönderdim ama...'' bana döndü. ''Kimse bilmiyor. Yabancı mısınız?''


Bozuntuya vermeden gülümsemeye çalıştım. ''Sayılır.''


''Büyük bir kavanoz ver.'' dedi Rodos çekirdeklere bakıp. Adam kasede uzattı önce bakmamız için. Rodos önce kokladı, bana uzattı. ''Böyle mi yeniyor?'' dedi.


Satıcı gururla araya girdi. ''Sıcak su ve dilerseniz şeker şurubu ile karıştırıyorsunuz.''


Kaseyi adama uzattım. ''Çekirdekleri toz haline getirin, tadını daha fazla alacaksınız.'' Dediğimde adam şaşırıp başıyla onayladı.


Kendimi medeniyeti getiriyormuş gibi hissediyordum. Yüzümdeki sırıtışın aptal göründüğüne emindim.


Uzatılan paketi alırken ''İyi günler'' dedi Rodos ve hızlıca tezgahtan uzaklaştı. Adama selam Rodos'un verip yanına gittiğimde göz ucuyla bana baktığını gördüm. Sabahki söylediklerimi duymayan adam çoktan uygulamaya geçmişti bile.


Ellerimizi iyice dolana kadar sokağa dolaştık. Çıkışında Rodos atı getirmediği için yürüyerek döndük. Yoldaki neredeyse her yerde Rodos durdurup ''Burayı yazmış mıydın, peki burayı?'' gibi sorular sorduğu için fazladan yorulsam da mutluydum.


Halikarnas ve Milet dışarıda ateşin başında oturuyorlardı. Myra sesimizi duyunca kulübeden çıktı. Rodos yanlarından geçip elindekileri içeri bırakmadan önce Halikarnas'ın omzunu tekmeleyip ''Her fırsatta buradasın.'' dedi. Myra'nın yanına oturup ellerimi ateşe uzattım. Kimse gece nerede olduğumuzu hakkında soru sormadı, onları gerçekten seviyordum.


Akşama doğru yere serilen ufak bezin üzeri birkaç çeşit et ve salatalarla dolmuştu. Uzun bir süre kimse dertlerden konuşmadı. Halikarnas Myra'ya resim çizmesinde yardım ediyor, Milet uzun bir otu ağzında çiğneyip eski hikayeler anlatıyordu. Rodos yine sessizdi.


Gözler bana çevrildiğinde Milet onlara bilmedikleri bir şey anlatmamı istedi. Durup aklımı yokladım.


Boğazımı temizleyip söze başladığımda hepsinin gözleri ateşin ışığıyla parlıyordu.


''Ouroboros.'' dedim. ''Kendini yiyen yılan.''


Hepsi sözümü kesmeden, tek bir şey bile kaçırmak istemiyor gibi bana bakıyordu.


''Benim Dünya'mda geçmişte birçok uygarlığın sembolü olan efsane gibi bir şey bu. Yılanın kendi kuyruğunu yemesi önce rahatsız eder insanları ve biraz ürkütür. Sonra düşündürür. Yılan neden kendini yer? Neden kendisi ile beslenir? Bunun cevabına ulaşmak için tüm yargılardan arınmak gerekiyor önce. Herkesin cevabı farklıdır. Başka yiyecek olmadığı için kendini yiyor, diyen var mesela. Bu biraz dramatik. Hem nereye kadar yiyebilir? Bir süre sonra bitecek ve tamamen yok olduğunda bile enerjisi kendi içinde kalacak.''


Rodos kaşlarını çattı. ''Varlığını devam ettirmek isterken yok oluşu hızlandırmak.'' dedi anlamlandırmaya çalışmak ister gibi.


''Hayır.'' dedim. ''Bu bir yok oluş değil. Bu yeniden doğuşu, tekrarlanan hayatı ve sonsuz döngüyü simgeliyor.''


''Senin yaşadığın yer büyülü bir evren olmalı.'' dedi Halikarnas ve bir ıslık çaldı.


Rodos'a döndüğümde kendi içine kapanmıştı yine. Varlığını devam ettirmek için yok oluşu hızlandırmak. Beni buraya getirirken yaptığı tam olarak buydu belki de.


Hava iyice karardığında konuşmadıklarımız gün yüzüne çıktığı için herkes sessizleşti. Myra konuşabilse ne iyi gelirdi herkese.


Halikarnas bana döndü. ''Gitmen gerekiyormuş.''


Demek ki öğrenmişlerdi. Bunu bize bırakmayıp anlattığı için Milet'e minnettardım. Başımla onayladım. Myra büyük bir nefes alıp kafasını omzuma koydu.


''Üzüldüm.'' dedi Halikarnas. İçtenlikle elini yumruk yapıp bana uzattığında gülüp vurdum. Konuyu böyle kapatmış olduk, hiç açmadan.


İçeri girmeden önce kuşların bağrışı geldi önce. Büyük bir sürü karanlıkta tepemizden uçtu. Yerden bir gürültü geldi sonra ayaklarımızın dibinde yukarı doğru vuran bir şey hissettik.


''Deprem oluyor!'' dedim Myra'yı çekip yere çökerek. ''Sakin olun az sonra bitecek.''


Rodos tek adımda yanıma gelip kolunu kafamın üstüne koydu. Halikarnas atın önüne çöktü, hayvan şaha kalkmıştı.


Milet şaşkınlıkla gökyüzüne sonra yere baktı.


''İhtiyar!'' dedi Rodos. Yer ayaklarımızın altından çekilmek ister gibi bizi savuruyordu.


Durduğunda ayaklarımın dibinde dar uzun bir çatlak vardı.


''Bitti.'' dediğimde Rodos kolunu çekip yüzüme baktı.


''Bu oluyor muydu daha önce?'' dedim cevabını tepkilerinden anladığım halde.


''Hayır.'' dedi Halikarnas.


''Kar gibi.'' dedi Milet.


Ayağa kalktım. ''Kar gibi.'' diye tekrarladım. Herkesin gözleri bana çevrildi. İşte bu yüzden gitmem gerekiyordu.


Çok hızlı geçen beş gün hep birbirinin aynısıydı. Rodos ve Milet arena için çalıştı. Troya birkaç kez uğrayıp olanlar hakkında, benim gitmem gerektiği hakkında uzun ve süslü cümleler kurdu. Rodos az konuşuyor, Myra yazıda ilerliyor, Milet gündüzleri Rodos'u çalıştırıyor, akşam da bizi neşelendirmek için komik hikayeler anlatıyordu.


Milet'in ateşin üstüne sıcak su koyduğu bir akşam, kahve için çekirdekleri iyice öğütüp pişirdim. Hepsine birer fincan uzatırken önce uzun süre kokladılar. Sonra benim içmemi bekleyip birer yudum aldılar.


''Güzel.'' dedi Milet bir yudum daha alırken.


Myra yanındaki kağıda öğrettiğim kalp '♥' işaretini çizdi. ''Bu ne?'' dedi Halikarnas kağıda bakıp. Güldüm.


''Rodos nerede?'' dedim. Sabahtan beri görmemiştim onu.


''Dışarıdadır.'' dedi Milet. Elime fincanı alıp ''O da içsin.'' dediğimde Milet göz kırpıp gülümsedi.


Kapının önünde sırtı bana dönük ayakta duruyordu Rodos. Önünde durup fincanı uzattım.


''Baksana tadına.''


Çenesi yukarıda gözleri gökteydi.


''Rodos?'' dediğimde bana baktı.


''Bugün.'' dedi kısık sesle. Gözleri tekrar yukarı sabitlenince baktığı yeri görmek için kafamı kaldırdım.


Dolunay vardı.


Loading...
0%