Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm

@cceccilia

Ancak telefonum çaldığında kendimi ne kadar sıkmış olduğumu fark ettim. Boynum tutulmuş, dizlerim uyuşmuştu. Kafamın üstünde birleştirdiğim ellerimi çözüp oturduğum köşeden kalktım. Ne kadar süredir böyle beklediğimi bilmiyordum, sağ kolum karıncalanıyordu. Belimden gelen çatırtılar epeydir böyle olduğumu gösteriyordu.


Masadan telefonu alıp kim olduğuna bakmadan açtım.


''Kaç defadır arıyorum. Ne diye açmıyorsun? Yeni mi uyandın yoksa?''


O kadar çalmış mıydı yahu?


''Ne oldu ki?'' Vücudum o kadar ağrıyordu ki ayakta duramayacağımı anlayınca yatağa uzandım.


''Sesin neden öyle geliyor, hasta mısın yoksa? Ara tatilde gidecek misin annenlere? En son gitmeyeceğim dedin ya, bir şeyler yapalım diyorum.''


Başım inanılmaz ağrıyordu. Gözlerimi kapatıp beynime giden yükü azalttım.


''Başka işlerim var dedim ya size.''


''Söylemedin ki kızım, bu kadar gizli olan ne?''


Bir aylık şu tatilde kitabı bitirmem gerekiyordu işte. Sürpriz olmasını mı istiyordum yoksa tepkilerinden mi çekiniyordum bilmiyorum. Henüz taslağı kimseye gösterme niyetinde değildim.


Bir nefes aldım. ''Sürpriz çünkü, ben biraz uyuyacağım sonra konuşalım olur mu?''


''Yeni uyanmadın mı zaten?''


''Fazla uykudan kimseye zarar gelmez, öpüyorum seni.''


Telefonu yastığın altına sıkıştırırken yorgunluk tüm bedenimi esir aldı, uykuya direnmedim.


Ağzımda kötü bir tatla ve sırtımda müthiş bir ağrı ile gözlerimi açtığımda Güneş çoktan pencereyi terk etmişti. Saate baktım.


21.30


Nasıl bu kadar fazla uyuduğumu idrak etmek birkaç dakikamı aldı. Dün olanları hatırlamam da öyle. Kafamda kesitler halinde görünen bir yüz. Sivri bir çenenin üstünde kapanmış bir yara. Kılıç. Kağıtlar. Onlar olmuş muydu sahiden? Kendi kendime gülerek yerimden doğruldum, imkansız. Saçma bir rüya işte. Gözlerim yerdeki buruşmuş kağıtlara kayınca yüzümdeki sırıtış da silindi. Hızlıca kalkıp onları aldım, masanın üstüne koyup diğer elimle düzelttim. Bunları yere ben atmadım, o mu attı gerçekten. Yok artık! Gözlerim, rüyada veya gerçekte, o adamın oturduğu sandalyeye kaydı. Rodos. Bu isim uzun zamandır benimleydi. Aklımdaki silik görüntüsü de öyle. Benziyor muydu kafamdakine? Bilmiyorum, bilmiyorum. Sandalyeden yere kayan gözlerim beynimi bir kez daha şaşırttı. Çizilmişti. Rüya içinde rüya mıydı yoksa bu? Gözlerimi sıkıca kapatıp tekrar açtığımda silinen hiçbir şey olmadı. Nasıl gerçek olabilirdi ki? Bu kadar uzun süre aynı karakterleri yazınca kafayı mı yemiştim acaba?


Karnımdaki gurultu bu soruları sonraya bırakmam için bana yalvarır gibiydi. Yemek yedikten sonra halletmem gerektiği sonucuna varıp mutfağa girdim. Belki kendi uydurmalarımdı hepsi. Dün akşamdan kalan yemeği ısıtırken banyoda yüzüme soğuk su çarptım. Aynaya göz ucuyla bakıp yüzümü kuruladım. Kulaklarımda durmadan tekrar eden 'Rodos' kelimesini susturmadım, dinlemedim de. Çoğu zaman yaptığım gibi duymazdan geldim. Her şeye yaptığım gibi yok etmeden unutmayı diledim.


Kendimde olmadığım kesindi. Belki kitap işini halledince doktora gitmem gerekirdi.


Yemeği hızlıca mideye indirip, çok ısındığı için damağımı yakmıştı, odama döndüm. Pencereyi açıp masanın başına geçtim. Rüzgar uğultuyla usul usul içeri süzüldü. Ellerim buz gibiydi ama tam olarak kafam yanıyordu.


Belli ki kendi kendime bir şeyler uydurmuştum. Uydurmakla da kalmayıp canlandırmasını yapmıştım. Böyle huylarım yoktu. Karnımdan kalbime yayılan endişe fazlasıyla somuttu.


Notlarım karışmıştı Masanın üzerindeki kağıt yağını temizleyerek işe başlamam gerekecekti. 'Bu saçmalıkları sen mi yazıyorsun?' demişti. Uyduracak olsam neden Babil değil de Rodos. Fazla yer verdiğim Babil'di. Baş karakterim Babil'di. Kral olacak olan Babil'di. Rodos sadece bir engeldi onun için. Her hikayenin bir kötü adamı olur, o adam Rodos'tu işte.


Gözümün takıldığı bir sayfaya baktım.


Rodos her zaman böyleydi. Sinirlendiğinde gözü kimseyi görmeyen bu adamın koca bir halkı yönetmesi mümkün değildi. Keops da aynısını düşünüyordu. Tamam, kötü insanlar da geçmişte başa geçmişti ama Rodos kötünün ötesinde intikam istiyordu. Onu varis saymayan babasından, yüzündeki yara için Babil'den, onu her gördüklerinde kaçacak yer arayan halktan. Kral olmak için her şeyi yapardı, öleceğini bilse bile.


Fazlasını okumayarak elimden bıraktım kağıdı.


Kısık siyah gözleri, giyinişi, bakışları...


Gerçek miydi? 


Asıl sorun gerçek olması mıydı? Gerçekmiş gibi onu görmem, kafayı yemem miydi? Gerçek olmasını ister miydim? Hayır. Kafayı yemiş olmayı ister miydim? Şimdilik hayır.


Dokunmuştum üstelik. Hiçbir şey yapmadan gitmiş olabilir miydi, yine gelir miydi? 'Görüşeceğiz' derken kastettiği o muydu? Kitabı yazmamı neden istemiyordu? Bu soru gereksiz tabii, kabul. Başından beri onu kötü karakter olarak yazan bendim, bunun için cezalandıran da bendim, yenilmesine sebep olan da bendim. Bunun ötesinde karakterler kendi yolunu çiziyor gibiydi. Zihnimi bıraksam kendiliğinden böyle olur gibi. Kendi benlikleri böyleymiş de ben sadece yol gösteriyormuşum gibi.


Yanlış yolu gösteriyordum belki de, çıkmaz sokağa bırakıp kaçtığım da oluyordu.


Odadaki tüm havayı bitirmek ister gibi büyük bir nefes aldım. Gereksiz yere bu kadar düşünüyordum sanırım. Başka hiç sorunum yokmuş gibi sadece 'onları' düşünüyordum belki de. Bugün bitirip 'gerçek' hayata dönecektim. Kesinlikle gerekiyordu bu.


Notların arasına, özensizce kağıtları üst üste koyup kenara bıraktım. Yeni bir sayfa açıp, zihnimde de öyle, kalemi aldım elime. Arkama yaslanıp vücuduma gerdim, sonu yazacaktım artık. İki yıldan fazla zamandır uğraştığım şey de buydu zaten ama içimdeki tuhaf hisse anlam veremiyordum.


Nihayet yazmaya başlamam yarım saatimi aldı.


Babil attan indiğinde Ay gümüş para gibi gökyüzünde yükselmişti. Atının yelesinde gezdirdi ellerini. Yarın büyük bir gündü. Ateş böceklerinden başka tek ses ayaklarının altında ezilen otlardan geliyordu. Bu sessizliğin kısa süreceğinin farkındaydı. Boğazına bir yumru oturdu. Az sonra Rodos gelince bazı şeyler bitecekti . Belki kendisi için her şey. Kaybedeceğini düşünmüyordu, her zaman kazanmıştı.


''Yeni şeylerin başlaması için gerekli bu.'' diye söylendi kendini ikna etmek ister gibi. ''Hayatın kanunu.''


Hem küçüklükten beri kardeş gibi değillerdi. Suçlu hissetmesini gerektiren bir şey yoktu.


İçinden bunlar geçse de birazdan kazanırsa bunun gerçek bir kayıp olacağının farkındaydı, en azından kendisi için. Peki kaybederse? Ölen o olursa? Kaybeden halk mı olurdu bu sefer? Rodos iyi bir kral olamaz mıydı? Babalarının söylediği gibi Rodos normal bir adam değil miydi? Normal bir adam olmamak, iyi bir kral olmaya engel değildi. İçini saran korkuların yanına bir yenisi eklendi: Kral Rodos'un ölen abisi olmak. Öylece unutulup gitmek. Kafasını iki yana salladı düşünceleri savuşturmak istercesine. Kılıcını çekip uzun sürmemesini dileyerek kardeşini beklemeye başladı.


Kalemi bıraktım. Şimdi kafamdan geçenleri kağıda döksem dün gördüğüm adamı ben mi öldürmüş olacaktım, yoksa Babil mi? Dün, basit bir hayaldi ise neden bu kadar gerçek hissettirdi ki?


Arkamdaki rüzgarı fark edince başımı hızlıca çevirdim. Dudaklarından ufak ve tiz çıkan çığlık beni şaşırttı. Yerinden nasıl fırladığımı bile anlamadan ellerimi önümde siper edip ona döndüm. Yatağın üzerinde sadece oturuyordu.


''Görüşeceğiz demiştim, bu yaygaraya gerek var mı?''


Ne zamandır böyle durduğunu merak ettim.


''Gerçek misin sen?''


Yine geçen seferki gülüşlerinden yaptı.


''Hissetmediğin şeyi nasıl yazıyorsun, saatlerce hem de?''


Cevap vermeden masanın üzerindekilere baktım. Az sonra bunları görse sinirlenir miydi, yoksa zaten bunları bildiği için mi buradaydı?


Babil şu an onu beklerken o burada mıydı gerçekten? Tüm bunlar eş zamanlı mı oluyordu?


Oturduğu yerden kalkınca dizlerimin titremesine engel olamadım.


''Ne kadar şiddete meyilli bir kızsın sen. Her gün senin yüzünden kaç kişi ile savaşıyorum bir bilsen.''


Dalga geçiyor gibiydi ama gülmüyordu. Bu kez masaya biraz daha yaklaşıp kağıtlara üstten bir baktı. Okumasa da neler olduğunun farkındaydı. Gözlerini kısa bir süre kapatıp öylece bekledi, açtığında bana bakıyordu.


''Son savaşım mı bu?'' Kaşlarıyla kağıda işaret ediyordu.


''Bilmiyorum.''


Elini sallayıp inanmadığını belli etti, hala soran gözlerle bakıyordu ve kaçacak yerim yoktu.


''Evet.''


Kolunu uzattı, kafama dokundu. Artık bunun bir hayal olmadığının farkındaydım. Bir hayalse artık ben gerçek değildim. Küçük çocuklara dokunur gibi bir hareketti bu ama oradaki şefkat yerine uyarıyı hissettim.


''Öyle sanıyorsun.'' Elini kafamdan çekip bana uzattı. Avucunu sıkmıştı, içindekileri dikkat çekmek ister gibi önümde tuttu.


''İçinde senin için bir hediyem var.'' Tekrar yüzüne alaylı sırıtışını yerleştirdi. Ellerine baktım, parmakların üstü çizilmiş kırmızı mor yaralarla doluydu.


''Ve bu kabul etmek zorunda olduğun bir hediye.''


Aksini iddia edemezdim zaten kılıcınla bakışırken.


Avucunu açınca siyah, parlak iki taş gördüm. Elmas gibilerdi ama dün kaybolmadan önce ağzına attığı şeyin bu olduğunu hatırlayınca elmas olmadığını fark ettim. Hayır, karakterlerimin hiçbiri elmas yemiyordu.


Birini parmaklarımın arasına alınca avucunu geri çekti.


''Tek yapman gereken onu yutmak.''


''Neden yapayım bunu?'' Sesim yüksek çıkmıştı. Lafımı daha bitirmeden belindeki kılıcı çıkardı. Bana doğru tutmasına gerek yoktu kabul etmem için. Bu kadar fazlasıyla yetmişti.


''Yutunca ne olacak?


Kılıcı tekrar yerine soktu. 


''Bir süre misafirimiz olacaksın, tahta geçecek kişiyi belirlemen için fazlasıyla yardımcı olacağım.''


Kalbim deli gibi atmaya başlasa da bunu yapacaktım. Bu bir rüyaysa zaten sorun yoktu, gerçekse yapacağım her hareket bir sorundu. Direnmenin anlamı yoktu.


''Şimdi mi?''


Kısa bir an da olsa şaşırdığını hissettim. Belki bu kadar kolay kabul etmemi beklemiyordu. Elindeki taşı bana gösterdi.


''Önce sen.'' dedi kısılan gözleriyle taşı işaret ederken.


Parmaklarımın arasında sert görünse de ağzıma atınca buhar olduğunu hissettim. Belki de buhar olan bendim.


Loading...
0%