Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm

@cceccilia

Çocukken hiç bilmediğim bir ortama girdiğimde karnımdan yukarı doğru bir sıcaklık akardı, yerçekimi yokmuş gibi. Oradaki farklı kokuya alışana kadar midemde kasılmalar durmazdı. Birçok toz tanesi birleşip beni yeniden oluşturduğunda tam olarak öyle hissediyordum. Bunda değişen yalnızca ortam değildi elbette. Ayaklarımın bir zemine tam olarak bastığını hissetmem zaman aldı.


Ses yoktu. Işık yoktu. Rodos yoktu.


Hareket etmeye çekindim. Kısacık bir an, yalnız başıma beklerken kendimi boşluktaymış gibi hissettim. Her anlamda.


Önümde bir hareketlilik fark ettim. Birkaç adım sesinden sonra yüzüme doğrulan eski usül lambanın içinde yanan ufak ateş gözlerimi kamaştırdı. Karşımda eğilen yüzü aydınlattı. Rodos'un siyah gözleri anlamsız bir ifade ile beni izliyordu.


Suratındaki yara izi daha net görünüyordu, bu içimdeki suçluluk duygusunun tohumlarını suladı ama şimdi hiç sırası değildi. Kafasını geri çekip doğruldu. Bir tane daha lambayı, elindekinin ateşiyle yakıp elime tutuşturdu.


"Bunlarla idare edeceğiz." dedi bana arkasını dönerken. ''Seninkilere benzemez.''


Hâlâ burada olmama inanamıyordum. Eğer gerçekten hepsi bir uydurmacaysa tertemiz delirmiştim.


Elimdeki ışığı odanın içine doğrulttum. Tam karşımda duvarı boydan kaplayan büyük bir masa önünde Rodos duruyordu. Duvara gömülü ahşap kitaplığın düzenli olduğunu söyleyemezdim ama fazlasıyla doluydu.


Arkamı dönüp karşı duvarı boydan boya kaplayan cama yaklaştım. Dışarıda kocaman bir ay vardı.


Benim yazdığım gün, diye düşündüm. Babil şu an Rodos'u bekliyor.


Aşağıya baktım. Karanlığa gömülmüş bir şehir vardı. Onlardan biraz yüksekteydik.


"Tanıdık geldi mi?" dedi omuzlarımın arkasından.


Ona dönme gereği duymadım, belki bu cesareti bulamadım. Diğer duvarda büyükçe bir kapı vardı ve kapı olmak için fazla gösterişliydi.


"İyi yazabilmiş misin?" dediğinde bu sefer ona baktım. Masanın önünde, yüzünü bana dönmüş duruyordu.


"Babil seni bekliyor." dedim, yüzümdeki ifadeyi görmesini istemediğim için lambayı biraz eğdim. Onun lambası masanın üstünde, sağ tarafını aydınlatıyordu.


"Biliyorum." Sesi ciddiydi, tavırları umursamazdı. Kafasını biraz eğip alnını ovdu.


''Neden gitmedin?'' Belki fazla cesur konuşuyordum ama daha önce karakteri tarafından öldürülen bir yazar görmemiştim. Bu canımı garantiye alır mıydı, sanmıyorum.


"Ölmem için seçtiğin yeri beğenmedim."


Ne diyeceğimi bilemeden sadece yüzüne baktım. Rodos. Gerçekten o musun?


Bana doğru birkaç adım attığında yine o tanıdık korku ellerimin titremesine sebep oldu. Bu da ışığı ve duvardaki gölgelerimizi titrek bir hale soktu. Belli etmemeye çalışmamın bir anlamı kalmamış oldu.


Özür dilesem beni eve gönderip kabus gibi bu geceyi bitirir miydi?


Bana biraz daha yaklaşırken işimin bittiğini düşündüm, ben ölsem onlar yaşar mıydı ki?


"Ben..." dedim kısık bir sesle kendimi kurtarmaya çalışırken ama yanımdan geçip arkamdaki kapıya yöneldi.


"Masanın üzerindekileri giy, üstündekilerle burada kalamazsın."


Bir şey söylememe fırsat vermeden beni odada yalnız bıraktı. Nefesimi düzenleyebildiğim birkaç dakika içinde masaya yaklaştım. Lambamı onunkinin yanına koydum.


En azından elektriğin olduğu bir yer yazsaydım, tabii yazarken iyiydi.


Önümde kahve tonlarında ortasında siyah uzun bir kuşak olan uzun bir elbise duruyordu. Parmaklarımı kumaşında gezdirdim. İpekti, galiba.


Fazla oyalanmadan pijamalarımı çıkarıp elbiseyi giydim. Tuhaf hissettiriyordu. Kolları uzun, beli dar gelmişti. Çıkardıklarımı da katlayıp masanın kenarına bıraktım, sanki şu an bunun bir önemi varmış gibi.


Masada oldukça basit duran, tabanı süngerimsi bezden bir çift ayakkabıyı ayağıma geçirdim. Rahat değillerdi, ayrıca altı her an delinecek gibiydi.


Şimdi ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Lambayı tekrar elime alıp kapıya yürürken kendi gölgemden bile korkacak durumdaydım. İtinayla hiçbir yere bakmadan, kapıya yaklaştıkça adımlarımı hızlandırarak büyük salonu bitirdim. Kolu çevirip dışarı bir adım attığımda orada beklediğini gördüm.


Üzerime kısa bir süre baktı. Eli saçlarımdaki lastik tokayı çekince şaşkınlıkla ona baktım. Başka bir toka uzattı. Yaprak şeklinin üzerinde zarif işlemeler olan ahşap bir tarak tokaydı.


"Tamamını topla." 


Eğilip lambayı yere bıraktım. Saçlarımı arkadan sıkıca bağlayıp ona baktım. Onaylamasını bekledim, yapmadı. Onun yerine hızlı adımlarla yürümeye başlayınca yerden lambayı alıp hiç düşünmeden arkasından gittim. Zaten düşünmemi gerektirecek seçenekler yoktu önümde.


Önü tamamen karanlıktı, benim ışığım sadece onun sırtını aydınlatıyordu. Yine de dönemeçlerde bile tereddüt etmedi. Fazlasıyla tanıdığı bir yerdi. Belki de saraydı burası.


Duvarlarda birkaç resim gördüm fakat incelemem için zaman yoktu. Kimin çizdiğini merak ettim.


Taş merdivenlere gelince her basamağın iki kenarının da birer mumla aydınlatılmış olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Hiç konuşmadan dairesel giden basamaklardan da indik. Nihayet bana dönünce kendimi ona çarpmadan durdurdum.


"Lambayı bırak, gerek olmayacak."


Kafamdaki bir sürü komplo teorisini bir kenara itip son basamağa bıraktım. Gerçekten de ay, tüm alanı aydınlatıyordu ve belki hayatında ilk defa bu kadar çok yıldızlı bir gökyüzünün altındayım.


Kendi etrafımda bir tur dönüp çıktığımız yere baktım. Taş duvarlı büyük bir yapıydı. Burası saray değildi, böyle yazmamıştım. Hem saray olsa böyle terk edilmiş gibi görünmezdi. Hem yazdıklarımın hepsi tutuyorsa sarayda Kral, ailesi, çalışanlarla birlikte yüz kişiye yakın insan vardı. Buraya o kadar insan sığmazdı. Az önce durduğum camı görebiliyordum. Onun dışında büyükçe bir alan bomboştu. Muhtemelen tepedeyken gördüğüm minik evler ileride kalmıştı.


"Her şeyi böyle ağzın açık mı izleyeceksin?"


Ağzımı kapattım. "Ne yapacaksın?"


"Seni ormanın derinliklerindeki kurtlara yedirip tahtı alacağım."


Yüz ifadesi bile korkutmak için yeterliydi.


"Mantıklı." diyebildim sadece. Dalga geçiyordu, umarım.


Cevaplarım çok da umurunda değil gibiydi.


İki parmağını ağzında birleştirip tiz bir ıslık çaldı. Siyah bir at yanımıza gelince hayvanın yelesini okşayıp bana döndü tekrar.


"Binebilir misin?" dedi hayır deme lüksüm varmış gibi.


"Yardım eder misin?"


"Gel."


Uzattığı kolu tutup ayaklarım tek bir tarafta olacak şekilde bindim. Arkama geçip kulaklarımı dibinde hayvanı hareketlendirmek için bağırdı.


Gecenin karanlığında at ilerledikçe yüzümüze vuran rüzgârı arkamıza alarak ses çıkarmadan uzun bir yol gittik. Ormanın içinden gittiğimiz için ne bir insan ne de bir ev gördük. Zaten rahatsız durduğum için soru sormaya niyetim yoktu, asıl sebep elinin tersiyle attan itme ihtimali de olabilirdi. İçine giren tozlar batmaya başlayınca gözlerimi kapattım. Belki gittiğim yeri görememek iyi bir fikir değildi ama ekmek parçaları atacak halim de yoktu.


Rodos'un emri ile at yavaşlayıp durduğunda büyük bir rahatlama hissettim. Gözlerimi açtım. Önce o indi yardım için uzattığı eline tutunup inerken fısıldayarak teşekkür ettim.


Ormandan çıkmıştık önümüzde minik taşlarla döşeli ışıklarla aydınlatılmış bir yol vardı. Başında iki adam duruyordu, bizi görünce başlarını eğip selam verdiler. Rodos karşılık vermeden ilerleyince yine arkasından gittim.


Yolun ucunda saray yükseliyordu, arkasında güneşin ilk ışıklarını nihayet göstermeye başlamıştı. Saray. İşte benim yazdığım saray. Büyük duvarlarının üzerine yerleşmiş sivri kubbesi gökyüzünü deliyordu. Beyaz duvarlarının etrafına sarmaşıklar dolanmış, yerden tepeye kadar yeşillendirmişti. Sonu görünmeyen bahçe aralıklarla ışıklandırılmıştı. Merdivenlerin önünde pençe uzatan bir aslan heykeli vardı, kırmızı gözleri parlıyordu. Yer yer üniformalı adamlar görünüyordu ama ne yaptıklarını göremeyeceğim kadar uzaklardı bana.


Kapıdaki adamları da görmezden gelip içeri giren Rodos'un biraz arkasında kalmıştım.


İçeride yüzüme çarpan sıcak hava bir parça gevşememe sebep olduysa da çok gergindim. Gördüklerimden yeterince yorulan beynimi daha fazla zorlamayarak etrafı incelemeden sadece yürüdüm. Birçok şeyin kafamdaki ile çok benzer olduğunu görebiliyordum ancak aynısı değildi.


Detaylı yazdığım yapılar dışında kalanlar ile kafamdakiler arasında azımsanmayacak kadar fark vardı. Saray girişindeki altın aslan figürü, duvarlardaki işlemeler, cam tavandaki hayvan detayları...


Sadece kağıda döktüğüm şeylerin birebir geçtiğini fark etmem zaman almadı.


Bir kitabı okuduktan sonra filmini izlemek gibiydi bu ama hayal kırıklığı yaratmadı.


Önümde hızlı adımlarla yürüyen Rodos da öyle. Genel hatları ile aynıydı. Siyah kısık gözleri, sivri çenesi, yara izinin yeri, dağınık saçları, boyu, duruşu... Birçok şey kafamda kurduğum gibiydi ama görür görmez tanıyamamıştım.


Dört sıra merdiven çıktıktan sonra tekrar oldukça büyük bir salona çıktık. Birkaç kadın, hepsinin üstünde aynı sarımsı elbiseler vardı ve saçları aynı toplanmıştı, önlerinden geçerken başlarını eğip beklediler. Arkamı dönüp tekrar bakınca aralarında fısıldaştıklarını gördüm. Saray kadınları olmalıydı bunlar. Sarayda yemekler, temizlik, servis, hatta giyimle bile ilgilenecekleri gruplara bölmüştüm onları. Kıyafetleri yazdığım gibiydi, yüzlerini tanımıyordum. Sadece figüranlardı benim kitabımda. Bu dünyada da öyleydi belki.


Hem yorulmuştum hem de ayağımdakiler rahatsızdı.


Katları çıktıkça etraftaki kadınlar, muhafız kılıklı adamlar çoğalmıştı. Kırmızı işlemeleri olan ahşap bir kapının önünde durduk. Önünde yine iki adam dikmişlerdi.


"Kral içeride mi?" diye sordu Rodos boğuk bir sesle. O kadar uzun süre arkasında olup olmadığıma bile bakmamıştı.


"Prens Babil'i bekliyor majesteleri." dedi daha kısa ve iri olan çekinerek ve geçmemesi için elindekini kapıya doğrultarak.


Rodos derin bir nefes aldı.


"Önemli." derken kapıya tutulmuş mızrağı eliyle kenara itti.


Bana dönüp önüne geçmemi işaret etti. Kapıdaki adamlardan onay almak ister gibi onlara baktım ama kafaları eğikti. Mızrakları bana saplamamalarını dileyerek Rodos'un işaret ettiği yerden girdim. O da hemen arkamdaydı.


İçeride adını koyamadığım bir koku burnuma çarptı, çok yoğundu.


Bizi fark edince kafasını kaldıran adam önce Rodos'a sonra bana dikkatle baktı.


Kral Keops, diye geçirdim içimden. Kafasında taç, üstünde bakınca bile ağır duran hırkamsı bir giysi vardı. Buradaki en önemli adam. En yetkili insan. Keops. Elli üç yıllık hükümdarlığının sonucunda oğullarından birini seçerek tahtı bırakacak olan adam.


O kadar olayın içinde unuttuğum bir şeyi fark edince neredeyse ufak bir çığlık atacaktım.


Bugün taç giyme günüydü. Gece, yazsaydım Rodos ormana gidecek ve bugün Kral Babil olacaktı. Peki yazmadığım halde neden olaylar devam ediyordu?


Yanımda bir eli önünde diğeri arkasında diz çöküp eğilen Rodos'u görünce iyice afalladım.


Kralın bakışından kaçmak için kafamı eğip aynısını yaptım. Rodos'un fark ettirmeden güldüğünü gördüm. Keops konuşmaya başlayınca gülüşü kayboldu.


"Hayatta olman garip."


Elini yerden kaldırıp Kral'a baktı, ben kalkmadım.


"Üzülmüş gibisiniz majesteleri."


"Babil'den kaçtın mı?"


"Kaçmak huyum değil."


"O zaman neden yaşıyorsun?"


''Belki de çok kıymetli oğlunuzu öldürmüşümdür.''


Keops tepki veremeden kapı açıldı. Ayak seslerinin sahibini merak etsem de kıpırdamadım. Gözlerim yerdeki kırmızı halıdaydı.


"Amacın ne senin?"


Rodos'un gülüşünü duydum. "Kral'ın yanında ne biçim bir üslup bu böyle." dedi yeni gelen adama.


"Korkaksın sen."


Cümleyi duymam yeni gelenin kim olduğunu anlamam için fazlasıyla yetti.


Babil.


Kitabımın baş karakteri. 


Kendimi tutamayıp ona çevirdim kafamı. Kısa bir süre hareketimi fark edip bana baksa da tekrar Kral'a döndü. Kafamda kurduğum Babil'in aynısıydı. Kahverengi saçları ensesinde bitiyordu. Yeşil gözleri, şekilli burnu, çatılmış kaşlarının iz yaptığı alnı, sıktığı çenesi... Her şeyi birebirdi. Mükemmel görünüyordu. Kusursuz yazmıştım. Gerçek olması çok garipti. Rodos'un, sarayın, Keops'un, her şeyin aksine tam olarak kafamdaki adamdı o. Kaşları çatılmış, gergin duruyordu. Haklı olarak.


Şaşkınlığımı atamadan hızlıca yere çevirdim başımı. Her gün kurduğum karakterlerle aynı yerde değildim sonuçta.


"Korkaklığım sayesinde hala hayattasın." dedi Rodos alaycı tavrıyla.


"Yeter!" Kral biraz daha konuşmasa orada olduğunu unutacaktım. "Bu ne?" deyince kafamı kaldırıp yaşlı adama baktım. Beni işaret ediyordu.


Bu mu ne?


Kral yaptığım adamın bana 'bu' demesine daha sonra da kızabilirdim. Hala kafam yerindeyken gözlerimi indirdim.


Bana saatler gibi gelen birkaç saniye içinde Rodos boğazını temizleyip tekrar konuşunca vücudumdaki tüm kanın çekildiğini düşündüm.


"Eyfel." dedi.


Loading...
0%