Yeni Üyelik
7.
Bölüm

5. Bölüm

@cceccilia

Eyfel.


Kelime beynimin duvarlarına çarpıp yankılandı. Yanlış duymuş olmayı isterdim.


Eyfel. 


Benim karakterim. Şimdi ben. Babil'in hiç görmeden mektup yazdığı kadın. Belki bir parça aşk klişesi eklemek için kitaba dahil edeceğim karakter. Cümleleriyle Babil'in aklını işgal edip kalbini kazanmayı başarmış bu kadını oynamam mı gerekiyordu? Henüz benim kafamda bile sadece mektuplarıyla var olmuş birini Rodos'un böyle hiç düşünmeden üzerime yapıştırma sebebi neydi? Hiç düşünmeden mi? Hayır hayır, belli ki fazlasıyla düşünülmüş bir hareketti. Eyfel'den yalnızca Babil'in haberi vardı, yazdığım kadarıyla. Her hafta gelen mektupları okuduktan sonra yakardı kimse görmesin, zaaflarını bilmesin diye. Peki Rodos nasıl öğrenmişti? Bu soru, beni bile bulmayı başaran Rodos'un aklına hakaretti belki.


Odadaki kısa sessizlik Babil'in derin soluğu ile kesildi. Nihayet kafam yerden kalkınca ilk gördüğüm Rodos'un bakışlarıydı. Bana değil, Babil'e.


Meydan okur gibi, zafer kazanmış gibi. Babil'e yapacakları için ilk adım buydu sanırım.


Göz ucuyla baktığımda Babil'in bana baktığını görebiliyordum. Uzun süredir sadece mektuplarda konuştuğu bir kızla böyle karşılaşması benim de isteğim değildi. Evet ben de bugün onları bir araya getirecektim. Ama bu şekilde değil. Taç giyme töreni için Babil, Eyfel'i saraya davet ettiği bir mektup yazmıştı. Daha doğrusu ben yazdırmıştım. Ama Rodos'un bu işe dahil olması onu şaşırtmış, canını sıkmış gibiydi.


Kral ortada tuhaflık olduğunu anlamış gibi konuştu. "Eyfel?"


Benim gözlerim yine yere çevrildi, bu adam beni fazlasıyla geriyordu.


"Çok kıymetli oğlunuzun misafiri, sarayda bir oda almasını istiyorum. Dinlendikten sonra ne olduğunu kendileri anlatacaktır."


Rodos'un böyle rahat konuşması dizlerimin titremesine sebep oldu ama elbisenin boyu en azından bunu kapatacak düzeydeydi. Karşısındaki babası da olsa bir kraldı ve kendisini çok sevdiği söylenemezdi. Buraya bir gün geleceğimi bilsem daha yumuşak başlı bir karakter olarak yazardım bu çocuğu.


Babil birkaç adım yaklaştı. "Neden seninle?"


Keşke ben burada yokmuşum gibi davranmasalardı.


"Değişiklik yapmak istemiş." deyip bana döndü ve sırıttı Rodos.


Babil birkaç adım ona yaklaşıp göğsünü kabarttı, yumruk yaptığı elleriyle saldırgan mı savunmacı mı olduğunu anlamak zordu. İki saldırgan bu odaya gerçekten fazlaydı.


Gözlerim ikisinin arasında mekik dokurken beni nihayet biri fark etti, Keops.


"Kalk.''


Ağır bir hareketle doğrulurken bana uzanan ele baktım. Babil gergin suratına bir gülümsemeye yerleştirmiş bakıyordu. Ucundan tutup ayağa kalkınca bıraktığım bu büyük el, sıcacıktı.


"Sonra yaparsınız açıklamanızı." dedi Keops beni süzerken.


Ellerimi kolay koyacak yer bulamayıp önümde birleştirdim. Nasıl teşekkür edeceğimi düşünürken buna fırsat kalmadan ''Kral Keops, izninizle majesteleri!'' haykırışından sonra dışarıdaki iri yarı adamlardan biri odaya girdi, arkasında üç kadın vardı. Adam kenarda durdu, kadınlar başlarıyla selam verdiler. İçlerinden yaşlı olan krala döndü.


Selam işi bu kadar kolaysa o kadar zaman yere yapışmama izin vermeseydiniz keşke.


"Halk için tüm yemekler yapıldı majesteleri, meydanda sofralar kurulmaya başlanacak panayır için."


Kadının gözleri bir ara Babil'e ve Rodos'a kaydı, ikisinin aynı anda olmasına şaşırmış gibiydi. Bana kısa bir bakış atıp bakışlarını tekrar Kral'da topladı. Diğer ikisi elindeki tepsilerle bekliyorlardı, geniş ağızlı porselen fincanlardan dumanlar yükseliyordu.


"Taç giyme olmasa da panayırı kuracaklar." dedi Keops. Derin bir iç çekti. Gözleri Rodos'taydı suçlar gibi. Ölmemesine üzülmüş desem abartmış olmazdım. İkisi de benim kalemimden çıkmıştı ve onların ismini kağıt üzerinde var ettiğimden beri birbirlerinden nefret ediyorlardı. Kimin haklı olduğu konusunda benim bile bir fikrim yoktu, her zaman bir haklı olmazdı zaten. Her zaman haklı olmak yetmezdi ayrıca.


Rodos daha da keyiflenmiş gibi sırıtıyordu. Kralın oğlu olmasa ömrü kısa olurdu. Aklıma kralın oğlu olduğu halde ömrünün kısa olmasını planladığım gelince içime suçluluk duygusu çöktü.


''Halka duyuracağız majesteleri.'' dedi kalın kaşlı, iri yarı adam. Kral başıyla onayladı.


''Herkesin iyi eğlenmesini sağlayın, taç olayı unutulsun.'' Kadına beni işaret etti. "Misafirimiz için bir oda hazırlayın." İki parmağını çekilmemi ister gibi önümde salladı.


Kadın eliyle bana kapıyı işaret etti kibarca. "Buyurun."


Adımlarım zar zor kapıya yönelirken Rodos'a baktım. Onun gözleri başka taraftaydı. Yanından geçerken Babil neredeyse benim bile duyamayacağım bir sesle fısıldadı. "Korkma, konuşacağız."


Şaşkınlıktan ne yaptığımı bile bilmeden kafa salladım.


Kadının önünden dışarı çıktım. Babil'e ne yalan söyleyecektim? Yokluğum Dünya'da fark edilince ne olacaktı? Buradan nasıl çıkacaktım, çıkacak mıydım? Rodos ne planlıyordu? Eyfel'i ben bile tanımıyordum, nasıl o olacaktım? Delirmiş olma ihtimalim var mıydı?


''Of...''


Kafam o kadar doluydu ki içimdekilerin dışa vurumu olan bu iki harfi sesli söylediğimi bile anlamamıştım. Yanımdaki kadın bir sorun olduğunu anlamış gibi yürümeyi bırakıp bana bakınca bir süredir benimle konuştuğunu fark ettim.


"Efendim?" dedim gözlerimi kırpıştırarak.


"İyi misiniz?" dedi ciddi bir ifadeyle.


"Evet, tabii." diyebildim sadece. Ah be teyze sana anlatsam inanacak mısın?


"Yorgun görünüyorsunuz." deyip yürümeye devam edince takip ettim. Araya bolca beyaz karışmış saçlarını arkadan sımsıkı bir topuzla toplamıştı.


Bu kadını yazdığım sahneleri hatırladım, mutfağın baş hizmetlisiydi. Saray kadınları olmaları için birçok kızı yetiştiriyordu. Boy olarak -belki yaşından dolayı- minicikti. Ona bir isim yazmamıştım, ismi yok muydu yani?


"Merak etmeyin Prens Babil'in misafiri iseniz oldukça rahat edersiniz." dedi tekrar bana bakıp gülümseyerek. Cevap verme gereği duymadım. Kimin misafiri kimin düşmanı olduğumu ben de bilmiyordum.


Mermer, silindirik sütunların olduğu uzun bir koridordaydık. Yerdeki düz kırmızı halının altında yer yer siyah mermer cam gibi parlıyordu. Geçtiğimiz her yer birbirinin aynısı gibiydi.


Bir kat aşağıda, sıralı birçok kapının bulunduğu koridorda, sondaki kilitli kapıyı açtı. ''Siz dinlenin, ihtiyacınız olan şeyler dolaplarda mevcut.''


Ben içeri girerken ''Acıkmış olmalısınız.'' dedi.


Kadına biraz yaklaşıp ellerini tuttum. ''Teşekkür ederim.'' dedim gülümsemeye çalışarak. ''Gerçekten.''


Ellerime bakınca yavaşça geri çektim. Yüzündeki ifadede minik bir değişim bile yoktu. Çalışanlar robot gibiydi gerçekten.


''Buraya sizin için birkaç kız göndereceğim. Başka bir arzunuz var mı?''


''Hayır.'' dediğimde başını belli belirsiz sallayıp sakin adımlarla koridorda uzaklaştı. Kapıyı kapatıp kendimi yatağa bıraktım. Güneş odayı iyice aydınlatıyordu. Boş duvarlarda gözlerim bir saat aradı ama bulamayacağımı biliyordum.


Dünyada yokluğumu fark edince neler olacağını düşünmek istemiyordum. Nasıl olsa kendi isteğimle dönemezdim. Başımın altına batan tokayı çıkardım, parlak taşlı yeşil bir yaprak toka. Rodos bu kadar ince düşünmüş müydü her şeyi? Kafamdaki tokaya kadar. Beni Eyfel olarak tanıtmasının da kendine göre haklı bir sebebi vardı o halde.


Bunun kötü bir rüya olmasını çok isterdim.


Bir süre sonra yaşları benden küçük olduğu belli olan iki kızın getirdiği tepsiyi aldım. Haşlanmış patates dışında bilmediğim yiyeceklere dokunmadım. Tuhaf görünüyorlardı, zaten kötü hissediyordum, midemi bozmaya hiç niyetim yoktu. Tepsi dizlerimde yemeği bitirene kadar beni izleyen kızları görmezden geldim. Göz ucuyla bakıp teşekkür ettiğimde biri tepsiyi alıp çıktı.


''Dolaba yerleştireceğimiz elbiseler için ölçü almam lazım efendim.'' dedi diğeri sıkılgan bir tavırla. ''Majestelerinin emri.'' diye ekledi.


''Tabii.''


Ayağa kalkıp ne yapacağımı bilmeden öylece durdum. Elbisesinin önündeki büyük cepten ince bir ip çıkardı. Şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım, metre yoktu burada tabii...


Dikkatle önce boyumu ölçüp ipin uzunluğu kadar kopardı. Kol uzunluğum, belim, bacak boyum için de tek tek aynısını yaptıktan sonra sessizce odadan çıktı.


Bu kızı da yazmamıştım mesela, belki kitapta satır aralarına koyduğum kalabalıklardan birinde yer ediniyordu kendine.


Odada dikdörtgen biçimli, ahşap kenarlı bir pencere vardı. Yanındaki duvara gömülü bir dolap, içini açma gereği duymadım. Biraz da korkuyordum. Sanki yaptığım her hareket bir yanlış, benim için eksi puandı. Kafamın içindeki dünyaya böylesine yabancı olmak beni tedirgin ediyordu.


Dolabın yanındaki aynaya yaklaşıp kendime baktım. Dağınık saçlar, çökmüş omuzlar. Tam bir Eyfel(!) Gerçek Eyfel'in nerede ve ne yaptığını merak etmeden duramadım. Yatağa uzandığımda yorgunluk kafamdaki sesleri susturdu, kendimi uykuya bıraktım.


Kapıdaki seslerle uyandığımda birkaç saniye olan biteni anlamam gerekti. Olduğum yerin farkına verince yataktan inip şu rahatsız ayakkabıları çıkardım. Kapıyı açtım, Yemek için gelen bir kızlardan biri elinde bir elbise ile duruyordu. İzin vermeme gerek görmeden içeri girip başıyla hafifçe selam verdi. En fazla 15 yaşında diye düşündüm.


''Prens Babil panayır için size yardımcı olmamı istedi.'' diyerek gülümsedi.


Babil. 


Her ne kadar mektupları yazan ben olsam da Eyfel değildim. Büyük hayal kırıklığı olacaktı onun için. Tabii öğrenirse.


Kız saçlarıma bakıp beni biraz süzünce uykunun beni daha da dağıttığını fark ettim ama şu an bunu dert edecek vaktim yoktu. Elindeki elbiseyi bana gösterip örtüsü bozulmuş yatağın üzerine bıraktı. Konuşmak ister gibi durduğunu görünce asık suratımı bir parça düzeltmeye çalıştım.


Kral'ın söylediklerini hatırlayınca ''Panayır mı kuruldu?'' dedim elbiseye bakarak. Uzun eteklerinin üstü zümrüt yeşili bir kumaşla tamamlanmıştı.


''Aslında taç töreniyle birlikte yapılacaktı ama olmayacakmış.'' dedi anlatmak için büyük bir hevesle. ''Rodos...'' sustu. Bir yerlerde durması gerektiğini farkına varmış gibiydi.


''Prens Babil sizi hazırlamamı emretti.'' dedi tekrar gülümseyerek.


''Tabii, sevinirim.'' Zaten başka diyecek bir şey de yoktu.


Heyecanlı tavırları beni neşelendirmişti. Elbisenin içine beyaz, dar bir içliği kızın yardımı ile giydim. Belinin arkasındaki ipleri zar zor nefes aldığımı fark edene kadar sıktı. Elbiseyi giydim. Ölçülerimin sabah alındığını hatırlayınca böyle üzerime tam oturan ve oldukça güzel görünen bu elbiseyi çok hızlı yaptıklarını düşününce şaşırdım, sonra sarayda olduğum geldi aklıma ve şaşılacak çok daha büyük olaylar olduğu.


Aynanın önündeki minik masanın sandalyesine oturdum. Kız elindeki takı dolu kutuyu bana uzattı. İnciler, küpeler, yüzükler, tokalar... Ahşap kutu ağzına kadar doluydu. Herkese böyle cömertse bu Krallık erken batacaktı. Sonra Babil geldi aklıma. Herkese değil. Eyfel'e.


''Bunlar size çok yakışacaktır.'' dedi mavi gözlerini büyüterek. Gözlerim yatağın üzerinde duran uyumadan önce çıkardığım tokaya kaydı.


''Şunu uzatır mısın?''


Dediğimi yapıp tokayı bana verdi, kahverengi saçlarıma yaptığım ensemdeki topuza tokanın iğnesini takıp kapattım.


''Bu yeterli.'' dedim gülümseyerek. Kız hevesle uzattığı kutuyu istemeyerek geri çekti. Elbisenin uzun kolları o kadar dardı ki alışmak için omuzlarımı gerdim. Kızın önüme bıraktığı minik topuklu ayakkabıları giydim. Dünkülerden rahattı en azından.


O, yatağı toplarken pencereden aşağıya baktım. Sarayın bahçesini gösteriyordu. Koşturan kadınlar, ortaya kurulan büyük sofraya bir şeyler yetiştiriyordu. Adamlar ellerinde büyük platformlar taşıyordu. Küçük bir kız kuşları kovalıyordu. Güneş tam tepedeydi.


Kış olmasına rağmen bulut bile yoktu.


''Bir süredir uyuyorsunuz siz.'' dedi kız arkamdaki işlerine devam ederken. ''Bugün önemli bir gün, gerçi onun için geldiniz sanıyorum, haberiniz vardır.''


Benden bir şeyler duymak istediği ve birilerinden bir şeyler duyduğu belliydi. Cevap vermeden düzelttiği yatağın ucuna oturdum. Önüne düşen birkaç tel sarı saçı kulağının arkasına koydu, teşekkür ettim işi bitince.


Oldukça güzel bir kızdı. Diğeri gibi benim kalemimden çıkmamıştı.


''Çok güzel oldunuz.'' dedi. ''Yüzünüzü renklendirmek ister misiniz?''


Aynanın yanında, masanın üzerindekileri işaret etti. Makyajdan bahsettiğini düşündüm.


''İsterseniz yapabilirim.''


Gerek olmadığını söylesem de dudaklarımı renklendirmek için minik bir kase içinde ezilmiş pembe bir krem sürdü, gördüklerimi yadırgadığımı belli etmemeye çalıştım. Ne de olsa kız tüm bu saçmalıkları benim yazdığımı bilmiyordu.


''Size aşağıya kadar eşlik edeyim, hem sarayı görürsünüz.'' dedi sıcacık bir gülümsemeyle. Aşağı inmek değil koşarak uzaklaşmak istiyordum. Tabii bunu ona söyleyecek değildim. Ayrıca Rodos'u bulmam lazımdı, beni buraya getiren o olduğuna göre yapacak bir şeyleri mutlaka vardı.


''Prensin emri.'' dedi sessiz kaldığını görünce.


''İyi olur.'' Buradaki her şey 'emir' verilerek rica ediliyordu.


Odadan çıkarken onu takip ettim. Çıktığımız koridorda misafirlerin, üst katta kralın ve oğullarının, alt katta ise kralın eşleri ve kızlarının odalarının olduğunu anlattı. Birçoğu yazdıklarımdan bildiğim şeylerdi ama benim yazmadığım odalar ve çokça saray kadını olduğunu öğrendim.


Duvarlardaki kraliyet resimlerini çizen ressamların hayatından yerdeki halıları yapan genç hanımlara kadar detay vererek hiç susmadan aşağı inene kadar konuştu. İçerisinin bugün panayır sebebiyle boş olduğundan, normalde kraliçelerin kendilerini durmadan denetlediklerinden bahsetti.


Babil'in annesi ölmüştü. Rodos'unki hep entrika peşindeydi. Bunları yazdıklarımdan biliyordum. Kız birkaç kez söylenmeye yeltendiyse de kimse hakkında kötü fikirlerini dillendirmedi. Yaşı oldukça küçük olduğu için bu heyecanını anlayabiliyordum, hangimiz on beş yaşlarımızda böyle bir sarayda nemrut biri gibi durabilirdi ki?


Prens Halikarnas'tan bahsederken uzun uzun anlatması tuhaf geldi ama bir şey söylemedim. Halikarnas tahta çıkabilecek üçüncü prensti ama ne onun böyle bir niyeti vardı ya da Keops'un. On altı yaşında, çocuk sayılacak ve abilerine göre daha sakin biriydi. Yani ben öyle yazmıştım. Gerçi yazdıklarımla gerçeği kıyaslayınca çok güvenmek yanlış olurdu.


Pencereden gördüğüm kalabalık iyiden iyiye artmıştı. Bu, tuhaf bir şekilde kendimi güvende hissetmemi sağladı. Kimse farkımda değildi, üzerindeki yükün azaldığını hissettim.


Bir gözü diğerinden daha açık renkli olan küçük bir çocuk koşarken dizlerime çarptı. Gülümseyip ona baktım. Yanakları Güneş'ten çatlamış ve kızarmıştı. Yere kadar eğilip özür diledi ve bana bakmadan koşmaya devam etti. Kadınlar yere yakın olan masaların üzerini tamamen doldurmuştu. Oturup yemeye başlayan birçok adam vardı, aralarında konuştukları hararetli konuşma uzakta olduğumuz için net değildi.


''Etkinlikler çoktan başlamış.'' dedi yanındaki kız. ''Saray dışına çıkmak ister misiniz?'' Heyecanlı bir şekilde sesini duyurmak için biraz yükseltti, beni çıkarmaktan çok kendisi bunu istiyor diye düşündüm. Hayır desem üzülecekti, zaten fazlasıyla saray dışına çıkmak istiyordum.


''Oyunlar oynanır, dilek fenerleri yakılır.'' dedi olduğu yerde zıplayarak. ''Çok seversiniz.''


O kadar istekli görünüyordu ki yüzüme yayılan gülümsemeye engel olamadım.


''Çok isterim.'' der demez bir elimden tutarak koşar adım yürümeye başladı. Eteklerimi boşta kalan elimle toplayarak onunla birlikte hızlandım.


Sabah gördüğüm gardiyanlar, ya da muhafızlar her neyse, kapının önünde yemek yiyorlardı ve koşuşturmamıza aldırış etmediler. Bugünün herkes için normal günlerden farklı olduğu belliydi.


İp atlayan çocukların yanından geçerken koşmaya başlamıştık ve sebepsiz yere ikimiz de bağırarak gülüyorduk.


Sabahki olaylar aklıma gelince ne kadar dengesiz duygular içinde olduğumu fark ettim, aldırmadım. Beyaz taş bir evin sağına oradan da sola döndük. Büyük bir meydana çıkınca nefes nefese neredeyse gülmekten boğulacaktık, Önce koşmayı durdurup ellerimizi bıraktık.


Ellerimiz dizimizde yolun ortasında hala gülerken nefesimizin düzene girmesini bekledik. Bana bırakıp bir süre sustu sonra daha sesli güldü.


''Saçlarınız bozulmuş.'' dedi. Ellerim dağılan olan topuza gidince ben de ona katıldım.


''Hazırlıkların boşa gitti.'' dediğimde gülme sırası bendeydi.


Nihayet sakinleşince etrafta uzunca bir göz gezdirerek yürüdük. Her yer doluydu, herkes mutluydu. İri yarı adamlar küçük çocuklarla oyun oynuyorlardı. Ateşte pişen şekerlerden, yaşlı teyzelerin uzattığı güzel kokulu çaylara kadar önüme çıkan her şeyi yedim. Saraydakilerin aksine bunlar bana daha tanıdık yiyeceklerdi. Kalabalığın arasında hile yapıldığı için kavga çıkan bardak altında taş bulma oyunu için itirazlara, kimin tarafında olduğumuzu bilmeden bağırarak eşlik ettik. Güneş biraz çekilince renkli büyük paraşüt fenerlerden aldık.


''Dilek tutup tam gün batarken bırakmalısın.'' dedi bana gerçek olacağına dair büyük bir inançla. Sabahtan beri çokça ses yapan kalabalık sadece gün batarken gözlerini kapatıp birkaç saniye sessizliğe gömüldü. Dilek tutmuş gibi yaparak mavi feneri göre bırakırken Güneş, ışıklarını üzerimizden tamamen çekiyordu.


Kulağımın dibinde tanıdık sesi duyunca içimdeki ürpertiyle küçük bir çığlık attım.


''Senin dilemene gerek var mı?''


Rodos.


Kafamı çevirip bana eğilmiş gözlerine baktım. Benden uzaklaşıp yanımda kafasını eğen kıza döndü. Kız korkmuş ve şaşırmış gözlerle ona bakıyordu.


''Sen gidebilirsin, benimle olacak.''


Kız bana dönünce ellerini tutup gülümsedim. ''Teşekkür ederim.'' Bana sıcacık bir gülümsemeyle karşılık verip kalabalığın içinde kaybolurken ismini sormayı şimdi akıl ettiğim için kendime kızdım.


''Eğlenmiş gibisin.'' deyince tekrar Rodos'a döndüm. Gözleri artık açılmış, tokası kaymış saçlarımdaydı.


''İyi bir gündü.'' dedim ellerimi batan güneşe uzatarak. ''Ben yazmıyorum ama yine de gün batıyor.'' Parmaklarımın arasında güneşin son ışıkları ufalanıp kayboldu. Az önce savunan fenerler sayesinde Güneş batmış olmasına rağmen yeterince aydınlıktı. ''Muhteşem.''


''Sen yazmıyorsun, ondan.'' dedi alaycı bir ciddiyetle. Gülümsemem kayboldu ama bozuntuya vermedim. ''Gel benimle.''


Yavaş yavaş kalabalığın arasından çıkana kadar hiç konuşmadan yürüdük. Sormak istediğim çok şey vardı.


''Tuhaf değil mi?'' dedim. ''Bu insanlar, az önceki kız, çocuklar, Güneş, Ay... Hiçbirini yazmıyorum, burası nasıl benim kitabım olabilir?''


Kafasındakileri toparlamak ister gibi bir süre sessiz kaldı.


''Sadece baş karakterler olsa bir tuhaflık olurdu asıl.''


Dediği mantıklıydı. 


''Yine de garip; ben yazmıyorsam, ufacık bile bahsetmediysem, sadece sizin hayatınızda eksiklik olmasın diye mi varlar? Belki evler boş kalmasın diye. Keops'un halkı olmak için varlar.''


Durdu, bana döndü. 


''Bizim hayatımız umurlarında değil, kendileri için varlar. Lezzetli yemekler yemek için, oturup birlikte gülmek için, panayırlarda dilek feneri uçurmak için, çocuklarına yaramazlık yaptıklarında kızmak için...''


Tekrar yürümeye devam edince arkasında kaldım.


''Bizim hayatımızda eksiklik olduğu için onlar yok, senin hayatında bir eksiklik olduğu için biz varız.''


Haklı mıydı bilmiyorum ama söyledikleri kalbimi, beynimi kaplayan bir sis tabakası oluşturmuştu.


Hala uçan dilek fenerlerin altında yürüyerek sarayın önünde durduğumuzda aklımdaki soruları bile ona soramadan benden uzaklaştı. Hiç tanımadığım, bilmediğim bu yerde beni çok rahat yalnız bırakıyordu. Ayrıca bu kadar sakin sinirlenmesi beni şaşırtıyordu.


Kapıdan içeri bir adım attım. Nereye gideceğimi bilemeden etrafa bakınınca bir çift yeşil gözle birleşti gözlerim. Babil bana doğru geliyordu. Şimdi koşmaya başlasam kaybolmak için şansım var mıydı? Aramızda iki adım mesafe kalmışken hiç sanmıyorum.


Hadi kızım, şimdi çık işin içinden.


Önümde başıyla selam verip gülümsedi. Ne yapacağımı bilemeden sadece baktım.


''İyi misin?'' Nezaketen sorduğu belliydi. Boğazımı temizleyip gülümsemekle yetindim. Taç giyme töreni için mektuplarında çağırdığı Eyfel ben değildim, benim bir parçam sayılırdı ama beklediği bu değildi.


''Rodos seninle ormanda karşılaştığını söyledi, iyisin değil mi?'' Kaşları çatıldı. ''Ya da öyle mi oldu?''


''Evet.'' dedim. ''Teşekkür ederim. Tesadüf.''


Rodos'un benden önce davranıp bir yalan söylemesi içimi rahatlatmıştı. Ne anlattığı hakkında hiçbir fikrim yoktu ama daha fazla konuşup yalanı ortaya çıkarmak da istemiyordum.


''Elbise çok yakışmış.'' dedi gözlerimin içine bakıp. Üstüm başım dağılmış olmasına rağmen bu söylediği içten gelmişti. Onun için de ''Teşekkür ederim.'' diyebildim sadece.


''Konuşacak çok şey var.'' dedi. Ne diyeceğimi bilemeden öylece beklerken yanımıza gelen bir adam Babil'in kulağına eğildi ve bir şeyler söyledikten sonra yanımızdan ayrıldı. Babil'in değişen suratından adamın beni kurtardığını anlamıştım.


''Hepsini konuşacağız, öncesinde katılmam gereken bir davet var.'' dedi gülümsemeye çalışarak.


Bu beni rahatlatmaya yetmişti. En azından düşünecek zaman bulurdum, söyleyecek yalan bulurdum. Yine de duyduğu şey yüzünden kaşlarının çatıldığını vücudunun gerildiğini hissetmiştim. Kafamı sallayıp onaylamakla yetindim.


Bana sabahki sarışın kızın da içlerinde olduğu, sandalyelerde oturmuş birkaç kadını işaret etti. Sonra tek elle kızı çağırdı, zaten üzerimizde olan bir çift gözün sahibi ayaklandı ve yanımıza koştu.


''Seninle ilgilenecekler, iyi eğlen.'' dedi ve gülümseyip yanımdan ayrıldı. Arkasından bakınca adımlarının kapıya doğru hızlandığını fark ettim.


Kız yanıma ulaştığında nazik ve sevecen bir tavırla elimi tuttu. ''Ne yapmak istersiniz?'' dedi yüzümü inceleyerek. Rodos'un yanından korkarak kaçar adım uzaklaşmıştı. Rodos da ortalarda görünmüyordu.


Üzerime çöken yorgunluktan dolayı, kalabalıktan ve sorulardan sıkıntım da buna eklenebilir, kızdan beni odama bırakmasını rica ettim. Saray o kadar büyük ve karışıktı ki gözümde, tek başıma bulabileceğimi hiç sanmıyordum.


Kapıya kadar geldiğimizde adının Myra olduğunu öğrendiğim bu minik kıza teşekkür ettim. Onun sayesinde az da olsa gevşemiştim. Kapıya takılı olan anahtarı çevirip içeri girdim ve yatağın ucuna üstümü bile değiştirmeden kıvrıldım.


Odanın içine mumlar dizilmiş, masanın üzeri sabah gördüğüm makyaj malzemesi olarak kullandıkları kremsi yapıların kutularıyla doldurulmuştu. Babil'in yaptırdığını biliyordum. Şimdi evde olsam onu kral yapacaktım.


Düşünceleri susturmak istercesine kafamı yatağın yumuşak kumaşına gömdüm. Dilek fenerlerini bırakırken bir dilek tutmalıydım diye düşünerek kendimi uykuya bıraktım.


Gürültüyle çalan kapı sesi uyanmama sebep olduğunda pencereden gelen Ay ışığı odayı aydınlatıyordu. Başucumdaki içi mumlu feneri alıp önce kilidi sonra kapıyı açtığımda kapıdaki adamı gördüm. Adamın haline bağırmamak için elimle ağzımı kapatmak zorunda kaldım.


Loading...
0%