@cceccilia
|
Tam olarak ne kadar zaman önceydi hatırlamıyorum -ama 9'un beni öpmesinin üstünden çok zaman geçmemişti- bu insanların aklına nasıl gireceğimi anlamaya başladım: Geleceği kullanarak. 9'la yıldızları saydığımız bir gündü, daha doğrusu ben sayıyordum o da benim isteğim üzerine yanımda ateş için odun topluyordu ama bunun bir önemi yok. Ben kızıl kuma uzanmış elimi usul usul karnımda gezdirerek tamı tamına yetmiş yedi yıldız saymıştım. Onunla konuşurken, yalnız olduğumuzda kendi dilimizi kullanıyorduk ve bunun farkına vardığımda şaşırmıştım. Hayatım boyunca tek dil kullanmıştım çünkü doğduğum zaman böyleydi: tek dil tek millet. İkinci bir dili biliyor olmak başka bir insanmış gibi hissettiriyordu, aynı insan olduğum da söylenemezdi zaten. "Sana bu dili kim öğretti?" dedim başımı ona çevirip hafifçe kıvrılarak. Kamp çok uzağımızda sayılmazdı, çalışıyor gibi yapması iyiydi. Elindeki büyük odunu ikiye kırıp kovanın içine attı. "Buraya düştüğünde bilge bir adam bulmuştu beni," Durup soluklandı. "ondan öğrendim." "Bilge bir adam mı?" "Hı hım." Kovayı alıp yerde duran başka bir dalın yanına gitti. Bunu yapmak yerine dak alıp getirebilirdi, nedense kaslarını güçlü tutmaya çalıştığını düşündüm. "Savaşmayı da o öğretti." Doğrulup dizlerini katlayarak ona baktım." Sen savaşmayı biliyor musun?" Sesli bir şekilde güldü ama söylediğim komik olduğu için yapmamıştı bunu. Beni öpmesi üzerine hiç konuşmamıştık, konuşmayacaktık. "Üşümedin mi sen öyle?" Göz ucuyla bana bakıp işine devam etti. Üstümde belden bağlamalı ince bir elbise vardı ve hava epey esiyordu. Sarmad'ın çeyiz olarak Çin'den getirttiği sandığın içindeki elbiselerden biriydi, İpek Yolu üzerinden gelmişti. 9'la konuşurken Sarmad'a ihanet etmiş gibi hissediyordum. "Üşümedim." Ve devam ettim. "Bu bilge adam başka ne öğretti sana?" "Çok şey. Avlanmak, iz sürmek ateş yakmak, post yüzmek..." "Bu kadar kısa zamanda mı?" Bu sefer cidden güldü. "Hızlı öğrenirim." "Tek mi yaşıyordu?" "Bir kızı vardı." Niyeyse buna rahatsız olmuştum işte. "Hımm..." dedim iyice uzatarak. Karşılık vermediğinde devam ettim. "Nasıl bir kız?" "Çok vahşi," işini yapmaya devam etmesi beni sinirlendiriyordu. "Ama beni seviyordu." Bunu bu kadar rahat söylemesi de. "Ne demek seviyordu?" "Öyle işte, görmeyince huysuzlanıyordu, dışarıdan geldiğim an kucağıma yerleşirdi." "Yuh!" dedim başımı ondan çevirerek. "Ne rahat adamsın." Güldü, bu gece çok gülüyordu. "Ne anladın acaba?" Şimdi odun toplamayı bırakmıştı. "Anladım anlayacağımı, sus işini yap." Yere, biraz uzağıma oturup soluklandı. "Bir av köpeğiydi." Ona dönen yüzüme bakınca ufak bir kahkaha patlattı ve benim taklidimi yaptı. "Ne rahat adamsın!" Yaklaşan ayak seslerinden biriyle ikimiz de sessizleştik. Bana birebir hizmet eden, kampa sonradan gelen köle kızlardan biri elinde bir bardak keçi sütüyle gelmişti. "Gece sütünüz efendim." dedi eğilip bana uzatırken. 9'un durup bizi göz ucuyla izlediğini görebiliyordum. Süt berbat kokuyordu ama her gece güçten düşmemek için içiyordum. Nefesimi tutup tek solukta diktim ve bırakırken dudağının üstüne yapışan kısmını dilimle aldım. "Teşekkür ederim Avila." Onlara ismiyle hitap etmeye özen gösteriyordum, hemen hepsinin adlarını kendi kendime tekrar edip öğrenmeye çalışırdım. Bir zamanlar benim de bir ismim yoktu ve bunun getirdiği değersizlik hissini iyi biliyordum. Kız başka bir isteğim olup olmadığını sorduktan sonra elimi tutup kalkmama yardımcı oldu. Çadıra dönmeden önce 9'un yanından geçerken kendi dilimde mırıldandım. "Tatlı rüyalar." O kadar yorulmuştum ki üstümü bile çıkarmadan yatağa kıvrıldım. Loş ışık gözümü yoruyordu. Tesla'nın da doğmasına daha çok vardı, elektriği de ben daha önce bulup tüm dünyanın kaderini değiştiremez, dahası Tesla'nın namını elinden alamazdım. Benim doğmama daha da çok vardı aslında. Ama bebeğimin doğmasına o kadar çok yoktu. Dört aydan fazla olmuştu. Karnım da artık belirgin bir şekilde dışarıdaydı. Sürekli kilo alıyordum ama eskisinden daha zayıf hissediyordum. Aziza nasıldı acaba şimdi? Trenin haberi onlara ulaşmış olmalıydı. Bunları düşünerek ve düşünmemeye çalışarak uyuyakaldım. Vızıldayan bir sineğin sesiyle uyandım, hayır hayır, yüzümü okşayan hançerin soğukluğuna uyandım. Hava aydınlanmamıştı ama başımda durup tek eliyle ağzımı kapatmış, diğer elinde de yüzüme sürttüğü hançeri kavramış olan yüzü net bir şekilde seçebiliyordum: Avila. Kızın çekik gözleri tam gözlerime bakıyordu. "Üzgünüm." diye fısıldadı bıçağı boynuma götürmeden önce, yüzündeki pis sırıtışla pek de üzgün görünmüyordu. Altına aldığı dizimi kurtarıp omzunu tekmeledim ve yataktan aşağı vücudumu. Çığlık atmayı denedim ama eli tekrar ağzıma kapandı. Bu sefer beni doğrultup önüne aldı ve bıçağı karnıma götürdü. Elimi arkaya götürüp tırnaklarımı kafasına geçirmeye çalıştım, bir tutam saçı elimde kalmıştı ama ondan biraz uzaklaşmayı başardım. "Yardım edin!" diye bağırdım çadırın eşiğine doğru sürünürken. O da yere düşmüş olmalıydı ki bir patırtı koptu. Sonra beni ayağımdan yakaladı ve bıçağın ayak bileğime saplanıp çıktığını hissettim. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki acı yoktu. Elimle karnımı koruyarak yerde sürünmeye devam ettim ama beni omzundan yakalayıp sırt üstü çevirdi. Üstüme çıktı ve bıçağı havaya kaldırdı. Gözlerimi kapadım ve acısız olmasını diledim. Acısız ve hızlı, lütfen, lütfen... Üstüme çöken ağırlıkla öldüğünü anladım. Ölüm böyle bir şey miydi, ağır? Anneme de mi böyle gelmişti, peki ya Sarmad'a. Şekli ne olursa olsun ağır bir şey miydi? "Feryal?" Bağıran ses kimindi? Beni ölünce mi bulmuşlardı, o kadar yardım isteyince neredeydiler? Üstümdeki ağırlık kalkınca derin bir nefes verdim. Nefes? Gözlerimi açıp etrafa baktım. Ölmemiştim, ölmemiştim! Avila, yanımda yere yüzüstü uzanmıştı. Kafasının içinden bir ok geçiyordu. 9 tepemde dikilmiş gözlerime bakıyordu, bir şeyler söylüyordu ama bağırmasına rağmen duyamıyordum. Teğmen Fido, Avila'nın nabzını kontrol etti. İşte onun dediğini duydum. "Ölmüş." Şimdi sahnede duran Teğmen o gün benim hayatımı kurtarmıştı. Komutan Sverus konuşmaya tekrar başladığında sahneye çıktığından beri ilk defa bana bakıyor. Ona gülümsüyorum, üstümde çok emeği var. Bana bakarken yüzüne yine o tedirgin ifade yerleşiyor. Beni tutukladıklarında oğluma iyi bakması için ona yalvarışımı hatırlıyorum, "Sanık Feryal'in yeni kurduğunuz konseye katılmasında olumlu olarak oy verenlerden birisiniz Teğmen." diyor Sverus. "Bir kadının konseyde yer alması kural dışıdır. Bunu size kabul ettiren ne oldu?" Teğmen gözlerini tekrar yargıç kürsüsüne çevirip konuşmaya başlıyor. "Az önce anlattığım olay gibi defalarca kez suikaste uğrayan, üstelik karnında bir varis taşıyan çok akıllı bir kadının daha fazla söz sahibi olmasını ve ona zarar verecek olan kişinin karşısında ettiği yeminlere bağlı kalarak tüm konsey üyelerinin durmasını istedim." diyor çok net bir tavırla. "Üstelik yolculukta bu kadar entrika ve hain herkese fazlaydı, hem de karşımızda Roma ordusu varken." Sverus yanındaki komutanlar bir şeyler konuşuyor ve cevaba tatmin olmuş gibi başını sallıyor. "Saraya ulaşmadan Roma hükümdarını ikinci kez mağlup ediyorsunuz." diyor Sverus. Bu olayların hepsini uzaktan izlemiş olanlardan biri o. Yargıç kürsüsündeki herkes Sarmad'la birlikte ölmüş olduğuna inandığımız eski konsey üyeleri. Vatansever görünen, ordusunu yalnız bırakan hainler. "Feryal sayesinde." diye onaylıyor Teğmen. "Hiç savaş görmemiş köle bir kadın, nasıl olur da çok güçlü bir orduyu yener?" Bu kez konuşan Sverus'un yanındaki yaşlı adam. Onun ismini bile bilmiyorum. Teğmen anlatmaya başlamadan önce benim zihnim tekrar geçmişle yoğrulmaya başlıyor. O gece beni kurtaranın Teğmen olduğunu ancak iki gün sonra, çamaşır yıkayan kızlar kendi aralarında konuşurken öğrendim. Yakın köylerden birinden şifacı getirmişlerdi çünkü bizim şifacımız benim ısrarım üzerine diğer grupla gitmişti. Kadın tüm muayenemi yaptıktan sonra iki gün boyunca aralarda uyanıp yemek yemek ve tuvalete gitmek dışında aralıksız uyudum. Aslında ayak bileğimdeki kesik dışında bir şeyim yoktu ana bedenim artık ölüme bu kadar yakın olmayı kaldıramıyordu. Neyse ki bebeğim iyiydi. En azından şifacı elini karnıma birkaç kez iyice bastırıp öyle demişti. Elini bastırdığı sırada bebeğimin gözünü çıkarmadıysa iyiydi işte. Sahi şimdi gözü var mıydı? Daha doğmadan o kadar çok şey görmüştü ki gözü olup olmamasının bir önemi yoktu belki. 9'u da o arada hiç görmedim, sonradan öğrendiğime göre bunu yapanı bulmak için askerleri tehdit etmekle meşgulmüş. Dayağı kendilerine yediremeyen askerler de bir kölenin kendilerini tehdit etmelerine de sessiz kalmışlar. Ve yine sonradan öğrendiğime göre Avila'ya bunu yaptıranın kim olduğunu asla bulamamış. Avila yerine de Marja bana seve seve hizmet edeceğini söylemişti, yeni bir suikaste fırsat vermemek için. Marja, bebeğimi öğrenen ilk kişiydi ama günlük koşuşturmalardan onunla konuşmaya fırsat bulamıyordum bile. En azından artık eskisi kadar yakın olabilirdik. Benim kesinlikle bir arkadaşa ihtiyacım vardı. Olaydan sonra sakin geçen iki hastanın sonunda konseye kabul aldım. Ama ondan önce Roma'yı nasıl yeneceğimiz hakkında konsey çadırına izinsiz dalıp fikirlerimi sundum. Bizim önümüzde giden bir Roma ordusu vardı ve onlar da tıpkı bizim ordumuz gibi parçalara ayrılmışlardı. Roma Kayzeri'ne bir mektup gönderip tüm orduyu toplamasını ve ilerlemeyi bırakıp mertçe savaşması gerektiğini içeren bir mektup yazacaktık. Kayzer öyle kompleksli bir adamdı ki mektubun içine kışkırtıcı birkaç cümle serpiştirmek onu savaşa çekmeye yeterdi. Biz de şimdi dağınık olan orduyu toplayıp saraydan gelecek birliklere ihtiyaç duymadan sayıca onlardan az olduğumuz halde onları yenecektik. Eskiden, doğrusu benim zamanına göre eskiden Türklerin kullandığı hilal taktiğini kullanacaktık. Okuduğum kitaplardan hatırladığım her şeyi konseye sundum. Karşımda beni ağzı açık izleyen on adamı sırıtarak izledim. O gün beni konsey çadırlardan zorla çıkardılar fakat birkaç gün sonra fikrimi kullanacakları için konseye üye olarak kabul edildim. Vakit kaybetmeden önümüzdeki bir ay içindeki her şeyi planladık. Kampta kalacak çok az kişi bırakıldı, benim de kalmaktan başka çarem yoktu ama 9 gidiyordu. Asker olsun ya da olmasın köle bir erkek işlerine yarayacaktı. Üstelik tuhaf bir şekilde herkes ona güvenmeye başlamıştı, ondan bir ihanet gelmeyeceğini biliyor gibiydiler. Sarmad'ın katili olduğunu iyi ki bilmiyorlardı. Aslında onun için çok korkuyordum, askerler her fırsatta tehdit ediyordu ve ilk fırsatta onu öldüreceklerine emindim. Kolayca savaşta Roma askeri tarafından ölmüş süsü de verebilirlerdi üstelik. Yine de gitmesine engel olamazdım. Yalnızca Teğmen'den kendi adıma teşekkür ettiğim bir gün onu koruması için söz aldım, Fido iyi bir adamdı ve ona güvenmek istiyordum. Yola çıkmalarından önceki gün onu ateşin başında buldum. Büyük kamp ateşinden uzakta kendine küçük bir ateş yakmıştı. "Oturabilir miyim?" dedim yeri işaret edip. "İzin almanıza gerek yok imparatoriçem." dedi ateşi izlerken. Onunla konuşmayalı epey olmuştu. Kendisinin üstünde oturduğu kütüğü bana itti ve yere oturdu. Kütüğe otururken teşekkür ettim. "İçeride askerler rahatlamak için yeşil içki içiyorlar." dedim. Bu sakinleştirici bitkilere alkol karıştırarak yapılmış geleneksel bir içecekti ve askerler genelde savaş öncesi içerdi. "en de denesene." "Ben asker değilim." dedi omuz silkip. "Ama yarın savaşa gideceksin." Elindeki uzunca yaprağı minik parçalara ayırıyordu. "Taktiği sen mi verdin? Türklere ait olan?" Başımı salladığımda göz kırptı. "Yapamam dediğin her şeyi yapıyorsun gördün mü? Tarih yanılmaz." Yutkundum. Neden bilmiyorum, içimden bir ses tarihin yanılmış olmasını isteyeceğini söylüyordu. "Sağlam gel tamam mı?" "Söz veremem." Elindekileri yere atıp avuçlarını bir birie vurarak temizledi. "Ama sen burada dikkatli ol." Gözleri artık yalnızca izi kalan ayak bileğimdeki kesiğe kaydı. Sonra yavaşça karnıma kaydı. "Siz." diye düzeltti kendini. "Sen ve böceğin." "Olur." dedim. "Oluruz." "Ben de sağlam gelirim." dedi içimi rahatlatmak ister gibi. "Kötülere bir şey olmaz." Etrafı kontrol ettim, görünürde yalnızca içki servisi yapmak için bir çadırdan diğerine girip çıkan birkaç kız vardı. Boynumdaki kolyeyi çıkarıp ona uzattım. "Bunu al." Gülümseyerek avcumdan aldı, sonra yakasının cebinden aynı kolyeyi çıkardı. İşte zamanın bu kadar somut kesişmesi çok garip hissettiriyordu. "Sen de bunu al," dedi ve devam etti. "Boynuna yakışıyor, çıkarma bir daha da." Omuz silkip elini ittim. "Almayacağım. Bu sayede ikisinden birini bana getireceksin. Sağ salim." Kaşları bu taktiğime hayretle havalanırken işaret parmağımı ona doğru salladım. "Getirmek zorundasın, tarihi değiştirme." Başını sallayıp iki kolyeyi de yakasının cebine koydu. Öyle alışmıştım ki kolyem yokken çıplak hissediyordum. Bir süre sessizce ateşi izlemeye devam etti. Aklı çok dolu gibiydi. "Tarih başka ne yazıyor?" dedim konuyu dağıtmak istercesine. Başını ateşten kaldırmadı ama gözlerini bana çevirdi. "Hiç." dedi sonra yalnızca. 'Hiç' olmadığını ikimiz de biliyorduk. |
0% |