Yeni Üyelik
48.
Bölüm
@cceccilia

Gözlemciler, başkente iki günlük mesafede olduğumuzu söylediğinde tek gecelik konaklamak için bir köyün yakınında kamp kurmuştuk. Sarmad varken yaptığımız gibi köylerde kalmıyorduk artık, çünkü insanların imparatorun öldüğü hususundaki dedikodulara ikna olmalarını istemezdik. En azından saraya ulaşmadan bunun olmaması çıkacak anlamsız isyanlar için önleyiciydi.


Köle kızlardan biri elimde yarısı et dolu duran şişi alırken bana üçüncü kez sordu. "Bir şey yemediniz, çorba getireyim en azından size olur mu?"


Herkes bebeğimi çok düşünüyordu ama bugün canım bir şey istemiyordu işte.


"Yok." dedim ona gülümsemeye çalışıp. Karnımın altı ağrıyordu. "Teşekkür ederim, kaldırabilirsin."


Askerler çoktan akşam yemeğini yemişti ve ısınmak için sıcak şurup içiyorlardı. Ben de yemeğimi yalnız yiyordum. Kız önümdeki tabakları alıp çadırına girdiğinde altımdaki kütüğü kenara bırakıp yerden destek alarak toprağa oturdum.


Gökyüzü bu gece çok yıldızlıydı.


"İyi yemelisiniz." dedi tanıdık boğuk ses. Yüzbaşı Pirmin bana rahat vermiyordu. Oturmak için izin isteyip cevabımı beklemeden karşıma geçti. Bu adamın bir ailesi olup olmadığını merak ediyordum. Kendini orduya o kadar adamıştı ki ailesi varsa da çok ihmal ediyor diye düşünüyordum. "Çocuk hepimiz için önemli." diye ekledi oturduğu yere iyice yerleşirken.


"Annesi benim." dedim yüzüme imalı bir gülüş yerleştirerek. "Çok düşüncelisiniz Yüzbaşı."


"Tabii." dedi. "Annesi sizsiniz ama o bebek bu imparatorluğun bebeği."


Sırtımı hafifçe geriye yaslayıp boynumu sağa sola çevirerek kaslarımı gevşettim.


"Merak ediyorum da," Durup yüzüne baktım. "Bebek kız olursa da böyle düşünecek misiniz?"


Yüzbaşının gözünden kısa bir tereddüt geçti ama çabuk topladı. "Elbette." dedi. "O zaman da yapacağı iyi bir siyasi evlilikle ülkeye faydası dokunacaktır."


Karnımdaki tüm o acıya rağmen kendimi zorlayarak sesimi yükselttim ve başımı geriye yaslayarak büyük, uzun, yapay bir kahkaha attım. Az ileride ateşin başında içinde Teğmen Fido'nun da bulunduğu asker grubu dönüp bize baktılar.


"Bebeğimin geleceği hakkında konuşuyoruz." dedim onlara bakıp. "Bize katılmak ister misiniz?"


Hiçbirinden ses çıkmadı, aksine başlarını önlerine çevirdiler. Onlara göre imparatorun seçtiği yanlış kişiydim ve biraz çatlak bir kadındım ben. Yalnız Teğmen kısa süre sonra yanımıza geldi.


"Nasılsınız?" dediğinde muhatabı bendim.


"İyiyim." diyebildim yalnızca. Pek iyi sayılmazdım.


Yüzbaşı az önceki kahkahama bozulmuş olacak, sesi çıkmıyordu.


"Doğuma az kaldı." dedi Teğmen yere oturup.


Başımı alladım. "Kar yere düşmeden doğmuş olacak. İki ay ya var ya yok."


"Başkentin çocuğu yerinde doğacak demek." diyerek gülümsedi Teğmen.


"O benim çocuğum Teğmen." dedim uyarırcasına. Niyetinin kötü olmadığını biliyordum ancak 9'un bebeğim hakkında söyledikleri aklımdan çıkmıyordu. Onu benden alamazlardı, onu öldüremezlerdi. Bu fikir beni deli etmeye ve herkese çemkirmeme yetiyordu.


"Elbette öyle." dedi Fido gayet sakin bir tavırla. "Kimse aksini söylemiyor. Yalnızca bazı çocuklar omzunda büyük yüklerle doğarlar. Kader."


Kader... Kader demişken, sahi 9 neredeydi?


"Ben o yükü yapabildiğim kadar hafifleteceğim." Gözlerimi Pirince diktim. "Tabii zorlaştırmazsanız."


"Bir imparator kolay yetişmiyor." dedi Pirmin bana karşılık.


"O bir bebek." dedim.


"Büyüyecek."


"İzin verirseniz tabii." dedim bu sefer de.


"Tahtın tek varisi büyümek için bizden izin istemeyecektir."


"O halde büyüyene kadar sessiz kalın Yüzbaşı. Sonra günlerinizi ve geceleriniz bunları düşünmeye harcayabilirsiniz."


Sıkıldığımı belli etmek istercesine derin bir nefes verip gözlerimi çevrede gezdirdim, buralarda yoktu.


"Aradığınız biri mi var?" dedi Yüzbaşı benim ona bakındığımı anlamış gibi.


Omuz silktim. "Yalnızca ordumu kontrol ediyordum."


Pirmin'in gözlerinden ufak bir ateş çıktı. O kadar kalın kafalı bir adamdı ki, lafta bile olsa yönetimin bende olmasına katlanamıyordu. "Köleniz..." dedi kısacık bir sessizlikten sonra "Valor muydu adı?"


Umursamıyormuş gibi yapmaya çalıştım ama kalbim sanki bir tehlike varmış gibi hızlanmıştı bile. 9'u sabahtan beri, yok yok, dün geceden beri görmemiştim ve bebeğim hakkında konuştuğumuzdan beri onunla hiç konuşamamıştım. On günden fazla olmuştu ancak minik bakışmalar ve uzaktan şahit olduğum askerlerle kavgaları dışında hiç yalnız kalamamıştık.


"N'olmuş ona?" dedim yine gözlerimi ondan kaçırıp. Yüzümden tedirgin olduğumu anlamasını istemiyordum.


"Gitti." dediğinde dönüp ona baktım.


"Ne?" Sesim kısık çıkmıştı.


Pirmin'in yüzüne o pis sırıtışın yerleşmesini izledim. "Evet" dedi. "Gitti. Bu sabah gönderdim onu."


9 beni bırakıp gitmezdi. İkimizi koruyacağına söz vermişti.


Bir elimle yerden destek alıp doğrulmaya çalıştım ancak şişmiş göbeğimle başarısızdım. Teğmen doğrulup kolumdan tuttu ve ayağa kalkmama yardım etti.


"Ne demek gitti Yüzbaşı?" Şimdi sesim iyice yükseldiğinden çevredeki bakışlar bir bir üstümüze dönmüştü.


"Başkente bizimle gelemezdi. Gruba sonradan eklenmiş bir haydut zararsız da olsa hanedana açıklanamazdı. Siz bilmezsiniz, başkente girişte sayım yapılır ve orduya eklenen, çıkan herkesin kaydı tutulur. Oraya her elini sallayan giremez." dedi Pirmin. Keyifli görüntüsü yüzüne yumruk atma isteğimi arşa çıkarıyordu. "Gitmezse onun sarayda öldürüleceğini söyledim. O da gitmeyi kabul etti."


"Benim kölemi benden habersiz nasıl gönderisin Yüzbaşı!" Çatık kaşlarımı önümde sallanan elim fazlasıyla uyarıcıydı. Yüzbaşı da bunu fark etmiş olacak, sırıtışını silip ayağa kalkarak üstüme yürüdü.


"Sizi tanımasam o köleyi çok önemsediğinizi düşüneceğim. Şimdiye kadar çoktan ölmesi gerekiyordu, orduya yardımlarından dolayı canını bağışladım!" Şimdi o da bağırıyordu.


Sadece bu adamın emriyle 9'un bana haber bile vermeden gittiğine inanamıyordum. Kesinlikle daha fazlası vardı, belki de onu öldürmüşlerdi. Onu öldürmüş olabilirler miydi? Öldüyse ben n'apacaktım?


"Ona dokunmamanız konusunda sizi uyardım." İşaret parmağım adamın omzunu ittirince Teğmen aramıza girip beni biraz uzaklaştırdı.


"Lütfen," diye fısıldadı. "Zamanı değil."


"Benim olana karışmamayı öğren Yüzbaşı!" diye bağırdım.


Marja yanıma gelmiş, ellerini önünde bağlamıştı. Sanki şu an bir önemi varmış gibi "Yatağınız hazır efendim." dedi. Herkes ayaklanmış, aramızdaki gerginliği izliyordu.


"Bir köle için sizden emir alacak değilim!" dedi Pirmin sırtını dönüp giderken.


"Alacaksınız!" diye bağırdım. Karnıma inanılmaz bir sancı girmişti. "Nasıl gönderdiyseniz öyle bulacak-..." Cümlemi tamamlayamadan elimi karnıma götürdüm ve iki büklüm yere çömeldim. "Ah!" Sıktığım dişlerimin arasından ufak bir inilti döküldü.


Marja hızla yere eğildi ve önüme düşen saçları topladı. "İyi misin? Feryal?" dediğini duydum. Teğmen ve birkaç asker eğilmiş yüzüme bakıyordu ama seslerini duyamayacak kadar acıyordu canım.


Yere oturup derin nefes almaya çalıştım. Kızlar çadırlar arasında koşuşturup duruyor, girip çıkıyorlardı.


Valor ölmekten korktuğu için nasıl giderdi? Beni koruyacağına söz vermişti.


Dişlerimi sıkıp güçlü bir şekilde bağırdım bu kez. "Geliyor!" Kendi sesimi bile zor duyuyordum. Şimdi olmazdı. Daha yedi aylıktı. Şimdi gelemezdi.


Yüzüm, uğradığım saldırıdan sonra çevre köylerden getirttikleri şifacı kadının elleri içinde kaldığında ağız hareketlerini okuyarak sakinleşmeye çalışıyordum.


Sakin ol, diyordu. Bana bak, sakin ol.


Gözlerimi kapatıp iki elimi karnıma koyarak yere uzandım. Kemiklerim öyle ağrıyordu ki daha fazla oturamazdım. Ancak yere değer değmez havalandım. Teğmen beni kucaklayıp getirdikleri büyük battaniyenin

içine yatırdı. Marja'nın baş ucumdan uzaklaşıp Yüzbaşı ile bir çadıra girdiğini gördüm. Dört ucundan askerlerin tuttuğu battaniyeyle birlikte çadıra taşınıyordum. Çok erken, şimdi gelemezsin, daha değil, burada değil.


Battaniyeyle birlikte yatağın üstüne beni bıraktıklarında şifacının tüm askerleri çadırdan çıkardığını gördüm. Yalnızca üç köle kız bırakmıştı yanında.


Biri elindeki kovada şu taşıyor, diğeri elimi tutuyordu. Onu baş ucumda gördüğümde sıktığım elini bırakmaya çalıştım ama yapamıyordum, canım çok acıyordu.


Yaşlı kadın ise yanındaki üçüncü kızla birlikte bacaklarımın arasında duruyordu. Marja nereye gitmişti, güvendiğim bir yüze ihtiyacım vardı. 9 neden yoktu? Babasını öldürmüş bile olsa bebeğimi doğurduğum gün burada olmalıydı. Neden herkes beni bırakıyordu?


"Güç ver." dediğini duydum. "İttir bebeği kızım."


Alnımdan akan ter damlaları yanaklarımı gıdıklıyordu. Gerçekten şimdi içimdeki o küçük şey dünyaya mı gelecekti? Gözlerini açacak, ilk nefesini alacak, ağlayacak mıydı? Ne kadar ağlayacaktı? Hayatının sonuna kadar mı? Yoksa yalnızca doğarken mi? Uzun bir hayatı olur muydu? O da annesi gibi zamana sığmazsa ne olacaktı? Babasını soracak mıydı? Babasız bir bebek nasıl hissederdi? Annem Aziz'i doğururken ölmüştü. Bebeğim de beni öldürür müydü?


"Ah!" Anne olmak canımı daha şimdiden çok acıtıyordu.


"Daha güçlü!" diye bağırdı kadın. Sussa her şey daha kolay olur aslında. Eğitimi var mıydı bu kadının? Her şeyi yapabiliyor muydu? Bebeğine zarar verirse onu fena yapardım! Neden erken doğum ihtimalini düşünüp güvendiğim bir şifacı bulmamıştım?..


"Gelmiyor!" diye bağırdım büyük bir nefes alıp o nefesi parçalar halinde geri verirken.


"Geliyor." dedi bana karşılık daha alince. "Daha güçlü itmelisin. Çok nefes al, al."


"Sus! "diye bağırıp gözlerimi kapattım. Doğ artık. Doğrulmaya çalıştım ancak kadın beni tekrar yatağa bastırdı.


"Korkma, suyun geldi bile. Doğacak. Nefes al." Kendisi nasıl yapacağımı göstermek ister gibi büyük bir nefes aldı, sonra karnımı ve bacaklarımı kapattığı örtünün altına tekrar girdi.


Dediğini yapıp biraz sakinleşmeye çalışarak gözlerimi sımsıkı kapattım.


"Çıkmıyor!" dedim başımı hafifçe kaldırıp tekrar yastığa bırakırken. Başımın altına ne zaman yastık koymuşlardı?


"Göründü!" dedi kadın heyecanla. Başı geliyor."


Kemiklerim ayrılıyorum gibi hissediyordum. Sanki vücudumdaki her parça birbirinden kopuyordu. Derin bir nefes verip daha büyüğünü aldım ve tüm gücümü ona, bebeğe vermek istercesine ıkındım.


Tekrar ve tekrar. Bu gece onu doğuracaktım. Bir babası olmasa bile. Babasını öldüren adam, onu yanımda çok istememe rağmen söz verdiği halde beni bırakıp kendi canı için gitmiş olsa bile. Tüm dünya, tüm zamanlar buna karşı çıksa bile doğuracak, sevecek, koruyacak ve iyi bir anne olacaktım. Bir zamanlar Aziza'ya olduğum gibi. Üstelik bu sefer daha fazla. Daha gerçek. Kendime bu yaşıma kadar çok söz vermiştim. Hepsini tutamamıştım ama. Mesela annem öldükten sonra Aziza'yı hiç bırakmayacağıma dair verdiğim sözü tutamamıştım. Her hafta başında yeni bir hayata başlayacağım diye defalarca söz verip tutamamıştım. Daha sakin, daha akıllı, daha çalışkan bir kız olma konusundaki sözlerimi de tutamamıştım. Yarım bıraktığım filmleri izleyeceğim konusunda da sözlerim vardı, onları tutamadan filmlerin hiç olmadığı bir zamana düşmüş, o sözü de tutamamıştım. Kaderin bana engel olduğu çok konu vardı, evrenin beni sevmediği çok yer vardı.


"Geliyor!"


Bu yıldızlı gece onlardan biri olmayacaktı ve bu gece verdiğim tüm sözleri tutacaktım.


Gülüşler duydum. Heyecanlı, hayranlık dolu. Yeni bir şey gördüğünüzde hissettiğiniz bir kıpırtı vardır. O kıpırtıyı hissettim. Karnımda atan kalbin artık benden bağımsız oluşunu hissettim. Artık bedenimde yalnız benim kalbim vardı, bunu hissettim. Onu karnımda, güvende taşıyamayacak olmanın verdiği telaşı hissettim. Bir kutuya koyup sonsuza kadar orada tutma isteğimi bastırmam gerektiğini, onunla doğduğumu ve onunla büyüyeceğimi hissettim.


Çok geçmedi, acıdan açamadığım gözlerime rağmen kesik nefeslerle ağlayan minik şeyin benim bebeğim olduğunu, ikinci hayatımın başladığını biliyordum.


"Ben öldürmedim." diye mırıldanıyorum. "O benim oğlum, ben yapmadım." Başımı koyduğum zemin soğuk ve duman kokuyor. "Pavle..."


"Pavle." diye fısıldadım kucağımdaki minik şeye bakarken. Gözleri açıktı ve beni izliyordu, annesini. "Adın Pavle olsun." Baş parmağım neredeyse olmayan kaşlarında, kırmızı yanaklarında, boynunda geziyordu. Minicik ve çok güzeldi. Sonsuza kadar onu parmağımla sevebilirdim ama oğlumu kucağıma bırakan şifacı kadının sesiyle tekrar dünyaya döndüm.


"Sağlıklı." dedi, bunu daha önce de söylemişti ama beni rahatlatmak istiyor gibiydi. "Besle bebeğini." dedi ve gülümsedi. "Annesini tanısın."


Gülümseyip yutkunarak elbisemin yakasını açtım. Yatakta biraz kayarak uzandım ve onu dikkatle yanıma yerleştirdim. Öyle garip hissediyordum ki, sanki dünyada kimse kalmamıştı. Sadece o ve ben vardık. Dünya birden daha güzel bir yer oldu. Renkleri canlandı. Başındaki birkaç tel sarı saça bakarken güneşin rengini hatırlamaya çalışıyordum. O da böyle sarı mıydı? Öyle güzel kokuyordu ki... Başımı ona yaslayıp minicik dudaklarıyla beni emerken gözlerimi kapattım.


Gözlerimi açıyorum. Sırtımda büyük bir acı var. 9 mu bu bana bakıp bir şeyler söyleyen? Onu duyamıyorum ki. Boşuna konuşuyor. Oğlum mu öldü benim? Canım acıyor. Gözlerimi tekrar kapatıyorum. Artık açık tutmanın anlamı yok.


Yüzüme vuran esintiyle uyandım. Elim her sabah yaptığım gibi karnıma gittiğinde gülümsedim, bu sabah o burada değil, kucağımdaydı. Başımı yatağa çevirdiğimde orada da olmadığını gördüm. Gece birlikle uyumuştuk ama şimdi burada yoktu. Tabii ya, o kadar minikti ki onu ezmeyeyim diye başka yatağa taşımış olmalılardı. Ama neden çadıra benim için kızlardan birini bırakmamışlardı ki? En azından Marja burada kalsaydı. Çok ağrım vardı. Belki de hepsi bebek seviyordu. Bunu düşünmek beni gülümsetti.


Kendimi ittirerek bacaklarımı yataktan sarkıttım ve çıplak ayaklarımın yere temasını izledim. Hemen bebeğimi görmek istiyordum. Acıkmış, olmalıydı, canavar gibi oluyordu bebekler.


Bir elimi sırtıma yerleştirip çadırın kapısına yöneldim ve aralayıp dışarı attım adımını.


Güneş gerçekten de saçları kadar parlaktı. Gözlerimi kısıp etrafa bakındım. Kamp yoktu, askerler, köle kızlar, çadırlar yoktu. Kimse yoktu. Onlardan geriye kalan yalnızca yanmış odun parçalarıydı.


Oğlum yoktu.


Loading...
0%