Yeni Üyelik
49.
Bölüm

Vıı

@cceccilia

"Feryal," diyor bir ses. "Feryal beni duyuyor musun?"


Gözlerimi aralayıp yüzümü avuçlarının arasına alan 9'a bakıyorum.


"Ben yapmadım." diye fısıldıyorum.


Kolları boynuma dolanıyor, beni öyle sıkıyor ki sevgiden öleceğim sanıyorum. Elleri saçlarımda geziyor ve kafamın üstüne minik bir öpücük konduruyor.


"Çok şükür." diye fısıldadığını duyuyorum.


Benden biraz uzaklaştığında etrafıma bakıyorum. Zindandayız, yine. Hem önceki gibi 9'la beni ayırma gereği duymamışlar. Tepedeki minik aralıktan biraz ışık sızıyor, henüz akşam olmamış. Dudaklarım kuru, ellerim kuru. Oğlum ölmüş. Kalbim kuru.


Mahkemede olanları hatırladığımda hıçkırıklara boğuluyorum. Nemli gözlerim 9'unkilerle buluşuyor. Hiçbir şey demeden başını iki yana sallıyor. Benimle birlikte ağlıyor. Kalan azıcık gücümü toparlayıp dizlerim üstünde doğrularak onu kollarımın içine alıyorum. Kendini bana bırakıyor ve daha fazla ağlıyor.


"Özür dilerim." diye fısıldıyor. Neden özür dilediğini bilmiyorum. O bir şey yapmadı ki. "Oğlumuzu koruyamadım." diyor sonra. Başımı iki yana sallayıp ona daha sıkı sarılıyorum ve büyük bir nefes alıyorum.


Hayata ikinci kez doğmama sebep olan şeyi kaybetmek şimdi sahip olduğum tek hayatı elimden alıyor. Üstelik hâlâ nefes alıyorum. Ne büyük haksızlık. Değdiğim her şeyin sonunu getiriyorum. Onu son görüşümü hafızama kazıyorum, gözlerimi kapattığımda tuttuğum minik parmakların her boğumunu görüyorum. Nasıl aldılar canını? Kim aldı? Hangi vahşi, hangi amaç uğruna bir çocuğun son nefesini izler? Sarmad mı yaptı bunu? İnsan öz oğlunun canına kıyacak kadar sever mi gücü? O kadar ileri gidebilir mi? Daha kaç kayıp vermem gerekiyor durması için? Tüm bunlar ne uğruna? Tarihe yazılacak bir isim bu kadar önemli mi? Başkalarına cehennemi yaşatıp cennet istenir mi?


Sorular durmuyor. Aklım susmuyor. Çok acı çekiyorum.


Elli sekiz, elli dokuz, altmış. Buradaki otlar da bitti. Hafifçe yerde kayarak biraz daha ileri gittim. Baştan. Bir, iki, üç, dört. Beni burada bırakıp gitmişlerdi. Beş, altı, yedi. Oğlumu da alıp gitmişti hepsi. Sekiz, dokuz. Avuçlarımı açıp ellerime baktım. Ne kadar zamandır yerdeki çimenleri kopardığımı hatırlamıyordum. Güneş şimdi tepedeydi. Dokuz. Dokuzu saymış mıydım? Dokuz, dokuz, dokuz.


Başkente onlar olmadan gidemezdim. Zaten beni almamak için burada bırakmışlardı. Girmeme asla izin vermezlerdi.


"Feryal!"


Şimdi de olmayan sesler mi duyuyordum? Göğsümde hissettiğim müthiş bir ağrı vardı. Bebeğim acıkmış mıydı?


"Feryal?!"


Başımı kaldırıp bana yaklaşan sese baktım. Güneş tam gözlerime vurduğundan silüetten fazlasını göremediğim bu ses tanıdıktı. Tek elimi alnıma siper ettim ve her ne kadar onu görmek istemesem de gözlerime bu izni verecektim. Buna fırsat kalmadan yere oturdu ve önce omuzlarımdan, sonra çenemden tutup beni kendine yaklaştırdı.


"N'apıyorsun burada? Neredeler?"


Nefes nefeseydi. Buraya kadar koşmuş gibi ter içindeydi.


"Gittiler." demekle yetindim. On üç. On dört. Konuşarak sayımı unutturuyordu. "Git." dedim o yüzden.


"Feryal!" diye bağırdı. Onu duyuyordum, ne diye bağırıyordu? Başımı yerden kaldırıp gözlerine baktım. Siyah değildi gözleri. Ne renkti bilmiyorum ama siyah değildi. Endişe dolu bu gözleri yüzümde gezdirdi. Bir elini alnıma koydu, iç çekti.


"Tanrım! Yanıyorsun..." Fısıltıyla söylemişti bunları ama duyabiliyordum. Elleri hızlıca dizlerimin altını kavradı ve on beşinci otu koparmama fırsat kalmadan beni yukarı kaldırdı.


"Dokuz?" diye mırıldandım başımı göğsüne yaslarken. Geride bıraktığım çadıra doğru yürüyordu. Cevap vermemesine rağmen sözlerime devam ettim. "Biliyor musun, ben anne oldum."


Yine cevap yoktu. Başımı koyduğum göğsü büyük nefeslerle inip kalkıyordu yalnızca.


Aydınlık kesildiğinde hafifçe boynumu doğrultup etrafa baktım. Odaya girmiştik. Beni hâlâ çarşafların dağınık olduğu yatağın üstüne usulca bıraktı ve yüzüme çarpan saçları topladı.


"Ona bir isim bile verdim." dedim kıvrılıp yatakta dönerken.


"Şerefsiz herifler." dediğini duydum. Birilerine kızmış olmalıydı. Dizlerimi iyice kendime çekip gözlerimi kapadım.


"Uyuma Feryal." dediğini duydum ama uyuyacaktım. "Feryal, bana bak!"


Ona bakmadım. Yatağım Pavle kokuyordu. Gözlerimi kapadım ve kendimi uykunun güvenli kollarına bıraktım.


Doğduğum evdeyim. Bu bir rüya. Burada olmayalı öyle çok oldu ki... Kendimi görmek istiyorum ama rüyaları kontrol edecek bilinçte olmadığımdan başaramıyorum. İlerideki koltukta oturan annemin de beni görmediğini anlamam çok sürmüyor. Biraz yaklaşıp kokusunu duymaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Koltuğun bir ucuna bacaklarını, diğer ucuna sırtını koymuş minicik yerde kıvrılmış kitap okuyor. Karnı neden kocaman?


"Anne?"


Başını kitaptan kaldırmıyor. Bu rüyaya bir izleyici olarak dahil olduğumu anlıyorum. Hafifçe eğilip okuduğu kitaba bakıyorum. 'Kuşlar Nasıl Uyur?' Onun kütüphanesinde bunu gördüğümü anımsayamıyorum. Bir anlık başını geriye yaslıyor ve işaret parmaklarını şakaklarında gezdiriyor. Bir derdi olduğunda hep bunu yapar. Kumral saçları koltuğun gerisinde öyle güzel sunuluyor ki parmaklarımı uzatıp dokunmak istiyorum ama bunun işe yaramayacağını bildiğimden öyle bir çabaya girmiyorum.


Doğrulup sırtını koltuk başına yaslıyor. Elini karnına götürüyor ve "Kızım..." diye mırıldanıyor. Karnındaki ben miyim?


"Anne?"


Sabırsız bir nefes verip ayağa kalkıyor. Fotoğraflardaki halinden bile güzel. Burada benim yaşlarımda olmalı. Eski ahşap kitaplığa yöneliyor. Bir dizi kitabı çıkarıp dikkatle alt rafa bırakıyor. Tekrar o rafa dönüp arkaya özenle yerleştirilmiş, hatta belki saklanmış, gibi duran deri kaplı, eski görünümlü bir defter çıkarıyor. Bu defteri tanıyorum. Annemde ne işi var?


Kapağı açıp içinden bir şeyler okuyor. Sırtı bana dönük olduğundan onu görmek için eğilmem gerekiyor.


Ağlıyor mu? Gözlerinden arkası kesilmeyen yaşlar akıyor.


"Anne?"


Beni duymuş gibi irkilip arkasını dönüyor ama bana değil, arkamdaki başka bir noktaya bakıyor. Baktığı şeye eşlik etmek için döndüğümde babamı görüyorum.


"Hadi ama..." diye mırıldanıp kollarını anneme açıyor. "Yine mi o günlük?"


Annem günlüğü rafa bırakıp yüzünü siliyor hızlıca ve babamla arayı kapatıp ona açılan kolların arasına giriyor. Keşke beni de aralarına alsalar.


"Bu bir uydurma." diye fısıldıyor babam. "Bizim kızımız değil."


Annem tepkisiz kalıyor. Pek inanmış gibi görünmüyor.


"Göreceksin," diyor babam. "Onu korumak için her şeyi yapacağım."


Onlara yaklaşıyorum ve beni hissetmeyeceklerini bildiğim halde değmemek için üstün çaba harcayarak annemin bıraktığı defteri alıyorum elime. Bunu elime almayalı çok zaman oldu.


Rastgele bir sayfasını açıyorum ama aradan düşen kağıt sayfalara olan ilgimi kaybettiriyor. Yere eğilip düşen sayfayı alıyorum ve üstünde yazan kaba el yazısına bakıyorum.


Bu not sizden çok uzak bir gelecekte, geçmişteki kendinden bilgi alan bir adama aittir. Okuyun ve kızınızı en azından o zamanda kurtarın.


Sıçrayarak uyanıyorum. Hâlâ o soğuk zemin. Ağrıyan sırtıma rağmen doğrulup ağzımdaki kuru toprak tadını gidermek için öksürüyorum.


Bir asker parmaklıklara vuruyor ve içeri bir parça ekmekle su dolu bir kase bırakıyor.


"Gün tekrar ağardığında mahkeme devam edecek." diye bağırıp devam ediyor. "Öleceksiniz." Pis pis sırıtarak ayrılıyor. Arkasından demir parmaklıklara vuran 9'u şimdi fark ediyorum. Yan tarafımda, konulmuş parmaklıklarla ayrılıyor. Aramızdaki demirler büyük bir elin geçebileceği ama kafanın geçemeyeceği sıklıklarla dokunmuş.


"Adi piçler!" diye bağırıyor tüm gücüyle. Ve sayamadığım birçok küfür arkasından geliyor.


Kaseye uzanıp bir yudum su aldığımda bakışları bana dönüyor.


"Feryal?" Tek adımda yanıma gelip yere hızlıca parmaklıkların dibinde bana yakın olan tarafa oturuyor. Daha önce ona sarıldığımı hayal meyal hatırlıyorum. Bizi ayırmış olmalılar, yine. Elleriyle demirleri tutarak bana bakıyor. "İyisin..." diye mırıldandığını duruyorum. Fiziksel olarak iyi olmamdan bahsediyor çünkü öteki türlü artık yaşamıyorum.


Başımı sallayıp gülümsemeye çalışarak onun tarafına yaklaşıyorum ve onun yaptığı gibi demirleri, daha doğrusu ellerini tutuyorum. Saçları birbirine girmiş, gözleri kan içinde. Benim uğruma ölecek. Değer miydi diye sormamak için kendimi tutuyorum. Ona öleceği gün böyle kötü hissettirmek istemem.


"İlk kelimesini hatırlıyor musun?" diyorum gözlerine bakıp. Yüzüne acıklı bir gülümseme yerleşiyor.


"Dokuz." diyorum onun da bildiğini bildiğim halde. "Hem de bizim dilimizde."


Yine kendi dilimi konuşuyorum. Artık askerlerin ya da başkasının özel konuştuğumuzu bilip bilmemesi umurumda değil. Son bir günümüz daha var hayatta. Saklanarak yaşamanın sırası değil.


Elimi demirlerin arasından uzanıp elinin içine alıyor ve avcumu çevirip işaret parmağıyla minik bir '9' çiziyor.


"Çok canını yakmışlar mıdır?" diye fısıldıyorum bu kez. Birinin duymasına çekindiğim için değil. Bunları ben duymak istemiyorum.


Başını sallayıp bana uzanmaya çalışıyor ama başarısız. "Şşş..." diye mırıldanıyor beni telkin etmek ister gibi.


Dolu gözlerimin akmasını tutmaya çalışıyorum. Evet oğlum öldü ama onun yanına gideceğim. Evet bize haksızlık yapıldı ama sonu geldi işte. Nasıl olsa bir yerde bitmeyecek miydi? Yaşlı bir kadın olup yatağımda ölmek yerine idam edilmek o kadar da fena değildir belki. Kimi kandırıyorum? Gözlerimden yaşlar pıtır pıtır dökülürken kendimi hiç tutmuyorum ama hüngür hüngür de ağlamıyorum.


Başımı kaldırıp bir parmaklarımı bana yaklaşan yüzünde gezdiriyorum. "Teşekkür ederim." diye mırıldanıyorum. Ona sarılmak istiyorum, son kezse son kez. Öleceğim ana kadar öyle kalmak istiyorum.


"Ne için?" diyor sakin sakin beni izlerken.


"Beni sevdiğin için."


Gülüyor. Gözleriyle gülüyor, dudaklarıyla gülüyor. Tüm varlığıyla gülüyor bu sefer. "Hangi zamanda doğmuş olursam olayım seni bulur seni severdim."


Yüzümdeki yaşları silme gereği duymadan ben de gülüyorum bu sözlere. "Amma yaptın..." Dudaklarımdan alaycı sözler dökülmesine rağmen söylediklerinin doğru olduğunu biliyorum.


"Bir hırsız olup seni buldum." diyor yaklaşıp ıslak yanağıma dokunarak. "Bir arkeolog olsam yine seni bulurdum." Yanağımı avucuna alıyor ve baş parmağını gözümün altında gezdiriyor. "Senden önce doğsam bir mucit olup zaman makinesini ben icat ederdim. Aynı zamanda doğsak okulun önünde seni beklerdim." Elime uzanıyor ve dudaklarına yaklaştırıp bileğimde nabzımın attığı yeri öpüyor. "Ben seni bulmak için doğdum." Dudakları avuç içimde son buluyor. "Seninle de ölürüm."


Nihayet soramadığım o soru dilime geliyor. "Buna değer mi?"


Kaşlarını çalıp biraz uzaklaşarak soran gözlerle bana bakıyor.


"Benimle ölmene değer mi?"


Başını iki yana sallayıp gülüyor. İşte bu, o tanıdığım alaycı gülüş. "Değmez."


Yutkunup ona katıldığımı belirtmek istercesine başımı sallıyorum.


"Değmez çünkü seninle yaşamak varken asla ölmeyeceğim."


Burnumu çekip elimin tersiyle yüzümü siliyorum. "Öleceksin 9, ikimiz de öleceğiz."


"Hayır." diyor ve sesini kısarak ekliyor. "İşe yarayacağından emin değilim ama bir planım var."


Gözlerimi açtım.


"Bir şeyler yemen gerek Feryal."


Kendimi 9'un korku dolu gözlerinden alıp etrafa bakındım. Hâlâ oğlumu benden alan o çadırdaydım. Başımda, karnımda ve kasıklarımda hissettiğim müthiş acıya rağmen yukarı doğru kayarak 9'un hemen arkama koyduğu yastığa dayandım. Önüme gelen saçları itti ve çenemi kendine çevirip yüzüme baktı.


"Nasılsın?"


"Çok ağrım var." dedim yalnızca. Yanımda yatağa oturmuş, elinde buharı tüten ahşaptan oyma, muhtemelen kendi yaptığı bir kase tutuyordu.


"Bunu içeceksin." dedi kaşığı doldurup bana uzatırken. Direnmeden sıcak suyun boğazıma akmasını istedim ama tadı o kadar kötüydü ki kaseye itip sırtımı biraz daha geriye yasladım.


"İstemiyorum."


"İçeceksin dedim Feryal." dedi uyarırcasına. Kaseyi kenara bırakıp bana kaşlarını çattı. "Dört gündür yatıyorsun. Ateşini zor düşürdüm." Çadır mum yanmıyor olmasına rağmen aydınlıktı. Güneş havadaydı. "Yeni doğum yaptın, içmek zorundasın.


Olanlar tekrar gözlerimin önüne geldiğinde yutkunup başımı eğdim. Oğlumu geri almalıydım. Tarih ne yazarsa ya da onu ne kadar yazmasa da yaşatmalı ve korumalıydım.


"Neden gittin?" Bu kelimeler benden bağımsız olarak dökülmüştü dilimden.


Çok tuhaf bir soru sormuşum gibi kaşlarını daha çok çalarak yüzüme baktı. "Ne gitmesi?"


"Pirmin sana seni öldüreceğini, başkente giremeyeceğini söylemiş. Neden gittin 9?" Yaşlar yanaklarıma süzülüyordu. "Sen burada olsan bunlar olmazdı."


Bir süre daha sessizce yüzüme baktığında onun suskunluğunu bastırmak için sesimi yükselttim. "Madem gittin neden geri döndün?! Madem bizi koruyacağına söz verdiğin halde kendi canını çok seviyordun neden şimdi burada oturmuş çorba içiriyorsun bana? Git. Dönme git yine!"


Omuzlarımı tutup beni hareketsiz kıldı. "Gitmedim." dedi. Sesi sakindi ama kendime gelmemi ister gibi beni sarsıyordu. Yüzümdeki yaşları tek elinin tersiyle silip ekledi. "O şerefsizin ne yaptığını şimdi anlıyorum."


Durup nefesimi düzene sokmaya çalışarak ona baktım. "Gitmedin mi?" O kadar gücüm yoktu ki anlık krizler dışında tepki veremiyordum.


Başını iki yana sallayıp tekrarladı. "Gitmedim." Elleri omuzlarımdan ellerime kaydı. "Askerlerden biri gece yanıma geldi, elinde iki bardak şurup vardı. O piçin elinden içmemeliydim ama üşümüştüm ve ısınmak için içtim."


"Dokuz..."


"Evet." dedi. "Ne vardı içinde bilmiyorum ama uyuduğumda kampın arka tarafında olmama rağmen daha önce görmediğim bir gölün kenarında uyandım."


"Her şey planlıydı." Taşlar yerine oturuyordu. Pirmin o gece bana sırf üzüleyim diye böyle söylemişti.


"Bir de kaçtığımı mı söyledi? Adi herif."


"Bana verdikleri etteki o tuhaf tadı hatırlıyorum. Pirmin'in yanıma gelişi... Ne kadar aptalım!" Burnumu çekip gözlerimdeki yaşı sildim. "Erken doğmasına sebep olmuş olabilirler mi?"


Başını iki yana salladı. "Etten olduğunu sanmıyorum. Tek gecede bu kadar tutturamazlar." Durup bir süre zemini izledi, sonra parlak gözlerle bana baktı. "Sana her gece verdikleri süt..."


Söylediği şeye gözlerimi büyüterek baktım. "En başından beri bunu istiyorlardı. Bunca zaman bu kadar şeyi saraya ulaşmadan bebek doğsun diye yaptılar." Aklımda tonlarca sahne belirdi, belki konakladığımız günleri bile buna göre planlamışlardı. "Ama neden seni öldürmek yerine bunu yaptılar? Hem beni de doğumdan sonra bırakmak yerine öldürebilirlerdi. Arkamdan kimse ağlamazdı."


Söylediğimi bir süre düşündü, kendi içinde bir cevap bulamamış olacak yüzüme baktı. "Bilmiyorum."


Gözlerim yatakta, yanımızda dökülmeden duran çorbaya kaydı. Uzanıp kaseyi aldım ve kaşık kullanmadan tek seferde kafama diktim. Bana hayretle karışık parlak gözlerle bakan 9'a döndüm. "Oğlumu onlardan alacağım." dedim ve elimin tersiyle ağzımı sildim.


Doğan Güneş aralıktan taş duvarlara vururken parmaklıkların dibinde uyumayacağım diye direnmesine rağmen sızan 9'a bakıyorum. Sırtını duvara yaslamış, bacaklarını öne uzatmış, boynu öne düşmüş. O kadar rahatsız görünüyor ki uzanıp yatırabilsem yapacağım.


Bana yapacaklarını anlatırken öyle hevesliydi ki, bölmedim. Ne hissedeceğimi bilmiyorum. Benim oğlum öldü. Hem de belki babası yaptı bunu. Öz babası. Artık yaşasam da eskisi gibi bakamam gökyüzüne. onunla birlikte şekillere benzettiğimiz bulutları her gördüğümde ağlarım ve her gün doğumunda onun güneş saçlarını hatırlayıp bir an önce akşam olsun isterim. Gün bastığında ise daha fazla onsuz hissederim. Benim güneş oğlum huzurla uyumazken ben de koyamam yastığa başımı. Yapamam. Yaşayamam. 9'un ölmesine de izin veremem. Onunla yaşamayı çok isterim ama benimle mutsuz olmasına göz yumamam. Artık mutlu da olamam.


Yarın yola çıkıp başkente girmek, oğlumu bulmak ve onu oradan kaçırmak için bir plan çizdik. Yolu konseyden dinlediğim kadarıyla biliyordum. Üstelik artık başkente yaklaştığımız için yollar daha gelişmiş, ormana da patika çizilmişti. Önümüzde iki kasaba vardı ve engebeli arazileri çoktan aşmıştık. Atlarla bir haftadan kısa sürede gidebileceğimiz mesafe vardı. Bu da atsız üç haftaya kadar çıkabilirdi. Bu sorun değildi. Atsız da yol gidebilirdik ancak oradan çıkarken, doğrusu kaçarken daha hızlı olmamız gerekiyordu. Bu yüzden at bulmak şarttı. 9, bunun için köylerden birinde konaklayıp at çalacağını söylediğinde yapmamasını söylemedim. Aksine bu iyi bir fikirdi ve bizim buna ihtiyacımız vardı. Hırsızlığın bahanesinin "ihtiyaç" olmadığını bilsem de etik kuralların umurumda olduğu zamanları çoktan geçmiştim. Şimdi tek bir isteğim vardı: Pavle'yi alıp o lanet şehirden çıkmak ve tarih ne yazmış olursa olsun bu nefret ettiğim toprakları geride bırakıp onunla yeni bir hayat kurmak. Tarih ne yazarsa yazsın bir imparatoriçe olmayacaktım. Zaten olabileceğim bir zemin de yoktu. İstesem de olmama izin vermezlerdi. Tek dileğim oğlumu onların eline, vicdanına bırakmamaktı.


9 bir yandan bana yemek yedirirken -balık tutmuştu ve ot toplamıştı, durmadan yeni doğum yaptığımı ve çok fazla yemem gerektiğini söylüyordu- diğer yandan iki günlük plan çıkarıyordu. Bize yakın ile kasabanın nüfusu azdı ancak köyler kadar güvenliksiz değildi. Oraya ulaştığımızda şüphe çekmemek ve etrafı gözlemek için en az iki gün kalacaktık. Taşımacılıkta çok sık kullanıldığı için en az bir at olmasını umuyorduk ama yoktuysa da diğer köye hızlıca yol alacaktık.


Çadırdaki eşyalardan yanıma alacağım tek şey günlüktü. 9'un savaştan döndüğünde bana geri verdiği Aziza'nın kolyesiydi. Zaten hep boynumdaydı ve tarihe her ne kadar itimat etmesem de kolyenin ve günlüğün gömülmesi gerektiğine inanıyordum. Gelecekteki 9'un bunları bulması gerekiyordu.


Bunlar dışında çadırda, Sarmad öldüğünde sandıkladığı kitapları vardı. Kıyafetleri kampın geri kalanıyla gitmiş olmalıydı çünkü başkentte öldüğü halka duyulduğunda hanedan üyeleriyle birlikte cenaze töreni yapılacaktı ve tüm eşyaları saraydaki odasına yerleştirilecekti. Kitapları almamışlardı çünkü Sarmad onlar bana dil öğretirken vermişti. Şimdi alamayacağım için üzgündüm ancak fazla yük olursa yol daha da uzayacaktı. Bunun yanında ihtiyaç alması durumunda bir kesede bana evlendiğimizde verdiği altınları da alacaktık,ancak bunları bir şeyler satın olurken kullanamazdık çünkü normal insanların ulaşabileceği altınlar değildi bunlar. Üzerinde imparator mührü vardı.


Akşam tüm iş bittiğinde, 9 da benim ısrarımla bir parça balık yediğinde ve gitmek için torbaları hazırladığında sabahı beklemek için yatağa geçtik.


"İsmini onu ilk gördüğüm an koydum biliyor musun?"


Omuzlarımdan üstümdeki hırkayı çekti ve saçlarımı geriye itip beni yatırdı.


"Öyle mi? Neymiş?" Bükülü dizlerimi tek eliyle düzeltti. "Rahat mısın?" dediğinde başımı salladım.


"Pavle." dedim önceki sorusuna karşılık.


"Pavle." dedi üstümü örterken.


"Pavle." dedim tekrar.


"Pavle." diye mırıldandı dilini alıştırmak ister gibi. Nihayet yatakla ilgilenmeyi bırakıp durunca yüzüme baktı. "Sevdim."


Gülümsedim. "Görmeliydin, öyle minikti ki... Sonsuza kadar ismini söyleyebilirim." Sonra harf harf saydım. "P, A, V, L, E."


Başını hafifçe geriye atıp bu yaptığıma gülünce yüzümdeki sırıtış arttı. Bileğini tutup yanımda yer açarak onu çekiştirdim.


"Yoruldun, gel sen de uyu."


Tek kaşını kaldırıp ciddileşti. "Bana ahlaksız teklifler yapıyorsun."


Göz devirip nefes verdim. "Hadi uzan şuraya, yarın uzun bir gün olacak."


Yüzü bana dönük olacak şekilde şiltenin üstüne kıvrıldı, bana değmemek için iyice küçülmesi keyfimi yerine getirmişti. İşte tam o an tüm kimliklerden sıyrılıp her şeyden uzaklaştık. Onun kim olduğu, kimi öldürdüğü, bana neden yardım ettiği önemini kaybetti.


Sol elimi kaldırıp parmaklarımı saçlarında gezdirdiğimde umursamaz bir tavırla gözlerini kapatıp konuştu. "Temas serbestse ben de böyle iki büklüm durmayacağım."


"Sana değil." dedim gerçekten sıkıştığını fark edip biraz geriye kayarak ve onun bunu fark etmemesi için milimetrik hareket ederek. "9?"


Gözlerini açmadan mırıldandı. "Hım?"


"Birbirimizi hiç tanımıyoruz biliyorsun değil mi?"


"Biliyorum."


"Tanımak istemez miydin?"


"Kimi?" Gözlerini açtı. "Seni mi, Feryal'i mi?"


Mantıklı bir soruydu.


"Feryal'i." Kısacık düşündüm. "Hayır hayır beni. Feryal'i tanımıyor sayılmazsın ki. Tuzak soru."


Bu kadar ciddi oluşum onu şaşırtmış olacak gözlerimde birkaç saniye oyalanıp başını olumlu anlamda salladı. "Yalnızca vakit kazanmaya çalışıyordum." Sessiz kaldığımda cevap verdi. "İsterdim." Ekledi. "Seni."


"Nasıl bir annen vardı?" Yalnızca doğduğumuz dünyaya dönmek istiyordum, sohbet ederek bile olsa.


"İyi." dedi omuz silkip.


Kıkırdadım. "İnsanlar genelde iyi olmayan şeylere böyle cevap verir."


Güldü. "Çok biliyorsun sen."


"Kötü müydü?"


"Anne olmaması gereken biriydi."


"Öyle bir kategori mi var?" Dönüp sırt üstü uzandım ve çadırın tavanını izlemeye koyuldum. "Sence ben de öyle miyim?"


"Buna ben karar veremem."


Başımı çevirip ona baktım. "Kim verecek?"


"Böcek." Kendini düzeltti. "Pavle."


Gözlerim dolmuştu. "Sence beni ona kötü tanıtırlar mı?"


Belimden tutup beni kendine çevirdi. "Ne çok ağlıyorsun sen?" Gözlerini kapattı. "Artık sulu gözlerini görmek istemiyorum. Üşümüşsün."


"Hı hım." Nefes aldım. "Soğuk." Susmak ya da uyumak istemiyordum. "Baban peki?"


"Bilmiyorum."


"Ne demek bilmiyorsun?"


Gözlerini açtı. Şimdi göz bebeklerinde kendimi görebileceğim kadar yakındı bana.


"Yoktu."


Öldüğünü ya da nasıl öldüğünü, belki de terk edip etmediğini sormak için ağzımı açtım ama bu kötü bir fikirdi. Pavle'nin de babası yoktu. Üstelik olmamasının sebebi bana sarılmış olan 9'du. Ondan uzaklaşmak istedim ama yapamadım. Sonra yapamadığım için bunu gerçekten istemediğimi düşündüm. İstemediğim bir şeyi yapmanın gereksiz olduğunu düşünüp ona biraz daha yaklaştım. Bana şaşkın ve alaycı gözlerle baktığında omuz silktim. "Soğuk."


"Tabii," dedi ve sırıttı. "Soğuk."


Uzun zamandır bu kadar güvende hissetmemiştim. Üstelik etrafımın belki de en tehlikeli olduğu zamanda böyle hissetmek çok garipti.


"Benim annem çok güzel bir kadındı." dedim sormadığı halde anlatmaya başlayarak. Susmak, sessizliği dinlemek istemiyordum bu gece. "Belki dışarıdan bakan öyle görmezdi, ama ben tanıdığımdan yüzündeki her çizgi güzel geliyordu. Babam için de öyleydi elbette." İç çektim. "Birbirlerini çok severlerdi. Daha küçükken bile öyle bir aşk isterdim içten içe." Devam ettim. "İyi bir anneydi de."


Gözlerimi kapattım ama onun gözlerinin yüzümde gezindiğini hissedebiliyordum. "Ben küçükken bir süre mutluyduk. İyi bir hayatımız vardı. Babam robot üreten fabrikada alt konumlarda çalışmasına rağmen iyi geçinebiliyorduk. Belki de mutlu olduğumuz için para hiçbir zaman bir sorun olmadı."


"Sonra bu mutluluk bozulmuş gibi konuşuyorsun."


"Aziza doğdu."


Durup devamını bekledi, bir kardeş elbette mutluluğu bozacak bir şey değildi.


Ekledim. "Annem öldü." Ama hayatın kötüleşmesine sebep olan tek şey bu değildi. Aziza normal bir çocuk değildi ve ona annelik yapmak küçük beni gerçekten yoruyordu.


Bunun üzerine hiç konuşmadan başka bir şey sordu. "Hatırladığın ilk anı ne?" diye sordu. Sesi hem meraklı hem de uykuluydu.


Durup bir süre baktığım karanlığa küçük yüzümün gelişini izledim.


"Babamın beni götürdüğü müzede ayna oyunlarıyla baktığım sonsuz kendim. Annemle babam ışığın doğru yansımadığı yerde kalmışlardı muhtemelen, onlardan yalnızca birer tane vardı. Çocuk aklım bunu bu kadar düşünmedi. Yalnızca aynalar arasında sayısız kendimi görüyordum ve büyülenmiş gibi olduğum yerde dönüp duruyordum. Eve döndüğümde aynadaki kendime uzun uzun baktığımı ve aynaya, kendime dokunduğumu hatırlıyorum. Bir süre gerçeklik algımı kaybetmiş gibi ortalarda gezmiştim. Sonsuz tane ben, beni korkutmuştu ancak çoğu kez korkularından kaçan bir çocuk olduğum halde aynaları, yansımaları çok seviyordum."


Ondan minik bir gülüş duyduğumda gözlerimi açtım.


"Kadınlar genelde camdan kendi yansımalarını izler, doğayı değil."


Bu cümle beni de güldürdü ve onunla tanıştığım ilk ana götürdü.


"Haklıydın. O gün de kendimi izliyordum. Doğayı değil."


Omuz silkti. "Biliyorum. Kendi gözlerinin içine bakıyordun."


"Senden nefret etmiştim."


"Eskilerde aşkların nefretle başladığına dair çokça deyiş biliyorum."


Yaklaşıp yanağını, tam gözünün altını öptüm. Gözlerini kırpıştırdı, kaşları çatıldı. Üzerimdeki örtüyü omuzlarımdan kaydırarak bir kısmını onun üstüne attım. Başımı göğsüne yasladım ve gözlerimi kapattım.


9 bana "İyi geceler." diye mırıldanırken bir yanım çoktan uykuya geçmişti.


Gece ekmek ve su getiren asker, yanında daha önce bizi mahkemeye taşıyan iki farklı askerle gelip zindanın kapısını açtığında 9 demire çarpan anahtar seslerine irkilerek uyanıyor.


Asker sırıtıyor. "Yürüyün. Mahkeme devam etsin. Son gününüz."


Gözlerimi açtığımda 9'u yanımda değil çadırın girişine torbaları taşırken buldum.


"Günaydın." diye mırıldandım gerinirken. Sırtı bana dönük olduğundan başını çevirdi, gülümsemekle yetindi. Tedirgin görünüyordu.


Üstümdeki örtüyü kenara atıp yataktan çıktım. "Ben giyineyim, çıkalım."


Başını salladı. "Yolda yemek için bir şeyler topladım sabahtan." Kemerindeki bıçakları gösterdi. "Ormana girince avlanırım." Üstüne oldukça sıcak ve ağır görünen bir kürk giymişti. Geldiğinde bunu görmediğim için nereden bulduğunu merak ettim. Beni baştan ayağa süzdü. "Ben çıkayım, giyin."


Çadırdan çıktığında kıyafet sandığına yöneldim. Ayaklarım buz gibi olduğundan derileri geçirerek tersten başladım işe. Karın yağacağı aylardaydık. O yüzden ağırlık yapmaması gereken fakat sıcak tutan bir kürk yakalık geçirdim siyah kalın kumaşlı elbisenin üzerine. Yıkanmadığım için kirli olan saçlarımı ensemde topladım ve kuyruğunu kürkün içine bıraktım. Başıma deri bir başlık geçirdim ve üzerine kafamı rüzgardan koruması için bir şalı doladım.


Dışarı çıktığımda 9'u çadırın önünde ot içerken buldum. Bana gözlerini çevirip başını yerden kaldırmadan baktı. Güldü. "Çok mu üşüyorsun sen?"


Gerçekten çok üşüyordum ve giydiklerimin ağırlığından zor yürüyordum.


"Yoo." dedim gözlerimi ondan çevirip yola dönerek. Derin bir nefes aldım. "Hadi bakalım."


Heyecanıma gülüşü biraz daha arttı. Elindeki otu parmağıyla söndürüp kenara attı. Yerdeki ateşe toprak atıp söndürdü.


Hava rüzgarlıydı ama çok soğuk sayılmazdı.


9 iki torbayı yerden alıp önüme geçtiğinde tam omzumun kenarından bir ok geçti. Ben ne olduğunu anlamadan tek eliyle beni arkasına aldı ve kemerinden çıkardığı bıçağı ileri fırlattı. Beni yere itip tamamen yerle bütünleşmemi sağladı ve az önce omzumu sıyıran oku alıp bu sefer ters yöne fırlattı. Yerden doğrulmaya çalışırken bağırdı.


"Feryal kal orada! Kafanı koru."


Elinden bıraktığı torbalardan birini başımın önüne siper ettim ama o kadar hızlı geçiyordu ki oklar ne olduğunu görmek için kafamı bile kaldıramıyordum.


"Gelin!" diye bağırdı 9. "Uzaktan olmaz, buradayım!"


Göz ucuyla ona baktığımda bize yaklaşan, ağzını siyah bir maskeyle kapatmış bir adam gördüm. 9'a doğru koşuyordu. Bir eli sırtımda hissettiğimde elimdeki torba da düştü. Başka bir adam beni yere yatırdı ve boğazıma sarıldı. Elimi 9'un bana fırlattığı bıçağa uzatmaya çalıştım ama yetişemiyordum. Adam tüm ağırlığını üstüme vermiş boğazımı sıkıyordu. Onu üstümden alan başına vurduğu büyük bir taşla 9'du ancak ona koşan adam bize ulaşmış ve onun üstüne atlamıştı. Onlar yerde boğuşurken yerden kalktım ve dönen başıma rağmen yerdeki bıçağa uzandım. Parmaklarımın arasından kayıp düştü çünkü kesilen nefesim yüzünden yer dönüyordu ve dengemi sağlayamıyordum. Yarım yamalak gördüğüm şey bana şimdi epeyce uzak olan 9'un adamın boğazına yapışmasıydı. Onu yere sermeden önce bana bağırdı.


"Feryal!"


Bacaklarımdan tutan başka bir adam vardı ve hızlıca çekip yere tekrar düşmeme sebep oldu. Başımı sert zemine vurduğumda zar zor aldığım nefesi artık hiç alamıyordum. Elindeki bıçakla üstüme gelen adam durdu, kafası boynundan ayrılmadan önce son kez bana baktı.


Onun tam arkasında elinde kılıçla duran yaşlı adam nefes nefeseydi.


Üstündeki adamdan kurtulmuş olan 9'un sesini duydum.


"Baba?"


Loading...
0%