@cennomi
|
13 Temmuz 2024 ilk yayım tarihi, buradaki yayımlanla tarihi ise 19 Ağustos 2024.
Rengarenk okumalar🤍 Efsaneye göre yaşam ve ölümü temsil eden iki renk birbirine aşık olur. Siyah ve beyaz birbirine karışır. Varlık ve yokluk tamamen bir yıkımı getirebilecekken tüm diyarda şaşırılan bir şey yaşanır.
Yaşam ve ölüm, doğayı doğurur. Yeşil hayata gözlerini açar. Gökyüzünün temsilcisi mavi, toprağın efendisi kahve, duyguların timsali pembe ve mor, ışığın koruyucusu sarı, şehvetin ve kanın hükümdarı kırmızı hayat bulur.
Olması gereken bir yıkımken, olan bir yaratılıştı. Su nasılsa onlar da öyleydi. Bir araya geldiklerinde yanmaları gerekirken onlar hayat vermeyi ve hayatta kalmayı tercih etmişlerdi. Yaşam ve ölüm tüm renklerin kurucusudur. Varlık ve yokluk onlarda beden bulur.
Yüzyıllar içerisinde renkler diyara dağılır, kendi bölgelerini kurarlar ve kendi krallıklarına sahip olurlar. Efsana dilden dile böyle yayılır.
İlk beyaz ve ilk siyah öldüğünde denge bozulur. Yaşam ve ölümü temsil edecek kral ve kraliçeyi bulmak yıllar alır. Diyarı ayakta tutmayı zorlukla başaran renkler en sonunda beyaz kralı bulur ve tahta siyah kraliçe yerine mavi kraliçenin geçmesini sağlarlar.
Bu öylece devam eder.Yüzyıllar boyunca beyaz krallığa hükmedenler siyah hariç tüm renklerle evlenirler. Çünkü beyaz ve siyah tam bir teslimiyet demektir. Bir yıkıma sebep olabilirler.
Sıradaki beyaz'ın siyahlarla görüşmesine izin verilmez. Yüzyıllar boyunca beyaz krallığa hükmedenler siyah hariç tüm renklerle evlenirler.
Ta ki, beyaz ırkın sonunu getirecek o olaya kadar.
Son beyaz kraliçe gizemli bir şekilde hamile kalır. Beyaz kraliçe inatla kimseyle birlikte olmadığını belirtirken her şeyin yerle bir olacağından bir haberdir. Oğlu için sırrını ölene kadar saklayacaktır. Siyah ve beyazın birlikteliği yasak bir hükümdür.
Aylar sonra gözlerini dünyaya açan erkek çocuğu herkesi hayrete sürükler. İrislerinden birisi beyazken diğeri siyahtır. Kraliçe büyük bir korkuyla oğlunu alıp odasına kapanır. Aylarca odadan hiç çıkmaz. Emirlerini ve yönettiği halkı oradan konrtol etmeye çalışır.
Beş yıl sonra çocuk oradan çıktığında simsiyah saçları ve simsiyah gözleri olan duygusuz birisi olmuştu. Beş yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek kadar otoriterdi ve yönetim ahlakına sahipti.
Kimse o çocuğun krallığın yıkımını getireceğini bilmiyordu. Annesi oğlunun tüm halkının dağılmasına ve krallığının ıssızlıkla lanetleneceğine sebep olacağından bir haberdi.
Siyah ve beyaz sonunda yıkımı getirmişti. Beklenen olmuştu.
⚪🤍
BeyazdanAlHaberi: Geçen gün yine iş üstündeyiz, ben bu sefer seyyar manav kılığına girdim. Mahalleden bir teyze geldi, illa bana kereviz vereceksin diyor. "Satmıyoruz teyzeciğim, illa alacaksan para istemem. Benden olsun," dedim olmaz diyor. Meğer derdi kocasının dedikosunu yapmakmış. Amcacığım, kadını sürekli alttan alma. Kavga edememiş, kaos eksikliği çekiyormuş teyzem. Ona da yazık. 50k beğeni 100k yorum
@Marslielmakabugu:Teyze, Allah başka dert vermesin. ↪️kullanici04: Abi o nasıl isim, böyle giderse yeni nesile kullanacak isim kalmayacak. Marslı elma kabuğu ne? ↪️Marslielmakabugu: Sanane kardeşim.
@Senaysevkardesim:Bu amcanın genç modelinden bana da lazım, nerede bulabilirim? ↪️BeyazdanAlHaberi: Teyzeyi bulup sorsana oğlu vardır belki. Amcanın junierını yapmışlardır.
@Tqcmahalegidek:Abla haberlerden çok bu yazıların için takip ediyorum seni, yalan yok.
Yaptığımız son operasyon haberi üzerine tweete gelen yorumları okuduğum birkaç dakikanın ardından kahvemi yudumladım. Ben muhabirlik yapıyordum. Sadece bazen bu işi fazla abarttığım zamanlar oluyordu.
Ölümüne sır çözücülük. Napayım, bir yerde bir şey olduğundan şüpehelenince duramıyordum ki. Mutlaka gidip oraya benim çomak sokmam lazımdı. Benim olayın aslını öğrenmem lazımdı.
Çok ciddi operasyonlar oluyordu çoğu. Silahlı çatışmaların ortasında kaldığımız olmuştu Ekinle. Ekin demişken, neden hala sesi soluğu çıkmıyordu bu çocuğun?
"Ekin!" Diye üst kata doğru bağırdım. "Yürüsüne lan artık! Geç kalacağız!"
Hayır, çocuk bir de kameramanımdı. Onsuz bir yere gidemiyordum.
Telefonumu sehpadaki ufak çantama atarak ayaklandım. Kahve bardağımı makineye yerleştirerek son bir kontrol için koridordaki boy aynasının önüne geçtim.
Bir albinodan daha beyazdım.
Belime kadar uzanan beyaz saçlarım her göreni şaşkınlık içerisinde bırakıyordu. Bir bakan bir daha bakıyordu. Sanırım en önemlisi de buz mavisi gözlerimdi. Griye benziyorlardı. İmkanları olsa beyaz olacak gibiydiler. Üzerimde bugüne özel beyaz bir triko elbise vardı. Diz kapağımın hemen altında bitiyordu.
En sonunda Ekin merdivenlerde göründüğünde paşa da koşarak onun bacaklarına dolanmıştı. Paşa henüz yavru bir kangal köpeğiydi. Tam olarak yavru sayılmazdı aslında. Ama bana hiç büyümüyormuş gibi geliyordu.
Onu henüz süt emerken yanımıza almıştık. Annesi ve kardeşleri zehirlendiği için tek başına kalmıştı.
Ekin de benim gibi albinoydu. Ama göz rengi normal bir yeşildi. Benim gibi griymiş bilmem neyin şu tonuymuş değildi.
"Sonunda gelebildin," diye homurdanmalarım eşliğinde evden çıkmış Ada'nın bizi beklediği kafeye yürümeye başlamıştık. Komiser Ada, bizim birçok operasyonda yanımızda olan bir polisti. Haberleri yaparken bize yardımcı oluyordu. Aynı zamanda biz de onlara yardımcı oluyorduk.
Ama yolda gördüğümüz kişi bize bugün onu göremeyeceğimizi anlatmıştı. Karşı kaldırımda Balamir Paşa duruyordu. Düz bir şekilde bize bakarken sağ elini kaldırdı. İşaret ve orta parmağını birleştirip gel gel yaptı.
Başımı ı-ıh dercesine kaldırdım, o gel gel yaptıkça. Hemen ardından arkamı dönüp koşmaya hazırlanırken tam arkamızdaki Turan Şahin yüzünden yutkunarak durdum.
Aklıma Ada'nın onun hakkında söyledikleri geldi.
"Adam psikopat. Kendi soyadı kimsede olmasın istiyor. Normal bir soyadı da birçok kişide bulunabilir, biliyorsun. Eski soy ismi Kartalken akrabalarını öldürmek yerine soy ismini değiştirip tüm şahin soyisimlileri öldürmüş. Kanıtımız yok, olsaydı onu içeri tıkmaktan zevk alırdım."
Benim sinirimi çıkaracak yer ararkenki zeka seviyem;
"Turan bey?" Dedim sırıtarak. "Nasılsınız?"
"Pek iyi sayılmam gazeteci," dedi sakince gülümseyerek. "Bana birkaç milyon kadar borcun var gibi görünüyor şu durumda."
Allah Allah.
Niye ki?
Hiç hatırlayamadım şimdi.
Asla kızı kılığına girip silah depolarına giriş izni aldıktan sonra tüm mühimmatı alması için Ada'yı aramadım. Ne alakası var?
"Evet, haklısın." Dediğimde kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Biz de şimdi Arslan beyle konuşmak için kafeye gidiyorduk. Bizimle gelmek ister misiniz?" Elimle gösterdiğim yere kayan bakışlarıyla kaçma fırsatını buldum.
Koskoca yer altı mafyasının da işi gücü yok benimle iki milyon kaybettiren kıytırık depoyu konuşacak.
Salak lan bunlar.
Fırsat bu fırsat diyerek hem Ekin'in elini hem de Paşa'nın tasmasını tutup ikisinin de olmadığı sağ yana doğru koşmaya başladım. Nefeslerim kesik kesik birbiri ardına geliyor, boğazımda acayip bir ağrı oluşturuyordu. Koşabilirdim, koşmakla bir sorunum yoktu.
Kovalanırken kilometrelerce koşmakla bir sorunum vardı!
Allah da sizin belanızı versin!
Kalp atışlarım kulaklarımdaydı. Etrafımdaki binalar ve insanlar bir şerit gibi geçip gidiyorlardı. Bir çoğuna çarpıyor, özür dilemeye bile fırsat bulamadan hızla önüme dönüyordum.
Tam karşımızda Alp Burdurlu'yu gördüğümüzde durup soluklandım. Ekin'i omzundan iterek ona el salladım ve sol sokağa saptım. Göz ucuyla dili dışarıda koşmaya devam eden Paşa'yı ve en az benim kadar yorgun olan Ekin'i kontrol ettim.
Umarım kimse götümüzden başımızdan vurmazdı bizi.
Ama bizim şans bu kadardı. Kesin vurulurduk.
"Yemin ederim," dedi Ekin soluk soluğa. "Hepsi anlaşıp gelmediyse gel beni vur. Ben en son bu kadar mafya liderini filmde gördüm!" Bu sefer karşımıza çıkan üç sokaktan sağdakine saptığımızda arkamızdan bir silah patladı. Maşallah dediğim üç dakika yaşamıyordu!
Arkamı dönüp, "iyi misiniz?" Diye bağırdım. Artık bırakın soluk soluğa olmayı, doğru düzgün nefes bile alamıyordum ve koşmaya da mecalim kalmamıştı. Ekin'in ve Paşa'nın da benden bir farkı olmadıklarını görmüştüm. Mükemmel milli atlet olmadığımızı böylelikle teyit etmiştik.
"Ulan sanki anasını öldürdük! Hırsa bak!" Ekin her zamanki gibi koşarken bile lafını esirgemeyerek aynı zamanda da can havliyle bağırıyordu. "Paşa koş! Götümüzden kıl alacaklar oğlum, koş!"
Bir silah daha patlatığında arkamızdan çığlık sesleri yükseldi. Ekin'in koluna yapıştım ve onu da beraberimde ıssız bir sokağa çektim.
Hay ben aklıma sıçayım.
Nefes nefese sırtımızı binanın arkasına yaslamışken bizi görmeden yola devam etmelerini bekliyordum.
"Bizi öldürmeden bırakmayacaklar," Ekin ağlamaklı ağlamaklı bana döndü. Kollarını açarak beni kendisine çektiğinde ne olduğunu sorguluyordum. "Hakkını helal et Lina kardeşim. Çok ekmeğini yedim. Buzdolabını çok soydum."
"Buzdolabını sen mi boşaltıyordun!?" Kesik nefeslerim arasında ona fısıltıyla bağırdım. "Şuradan bir kurtulalım ben soracağım ama sana! Yaslan şu duvara şimdi bulacaklar bizi."
Yere vuran sert ayakkabı sesleri gittikçe yaklaştı. Hızları gittikçe düştüğünde, "nereye gitti lan bunlar?" Diyen Alp Burdurlu'nun sesini seçebilmiştim.
"Şimdi buluruz," dedi Turan Şahin.
Nolur bizi şimdi bulmayın ya.
Biz gidelim sonra gelir bakarsınız buraya.
Adım sesleri bizim sırtımızı dayadığımız duvara yaklaşınca korkuyla nefesimi tuttum. Şimdi boku yemiştik. Yer yarılsa da yerin dibinde girseydik.
Garip bir ses geldi. Uğultuluydu. Ayaklarımızın altından geliyordu bu ses. Kafam oraya çevrildiğinde küçük siyah bir oyuk gördüm. Sürekli içindeki yoğun siyah görüntü dönüyor gibiydi. Ardından Ekin'in önündeki kahverengi oyuğa gözüm kaydı. Onda da yoğun bir kahve tonu vardı ve sarmal bir şekilde dönüp duruyordu.
Gözlerimin önünde büyüyen iki oyuk kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Ama ben bir tepki veremeden iki oyuk bizi birden içine çekti. Ne olduğunu bile anlamadan ayaklarımın altı boşalmış simsiyah bir boşlukta bulmuştum kendimi.
Yüzüm asıldı.
"Hey, evren! Yer yarılsa da içine girsem bir deyimdir! Beni sürekli yanlış anlayıp durma!" Çantamı kucağıma çekerek bağdaş kurdum. Boşlukta gibiydim. Boşlukta sürekli asağıya doğru düşüyor gibiydim. Kahretsin, ben neredeydim?
Göğsüm daralıyordu. Sakin ve huzurluydu ama nereye gideceğimi bilmemek beni çok rahatsız ediyordu. Bana ne olacaktı? Yerdeki oyuk da neyin nesiydi?
Neden bizi bir anda içine çekmişti?
Ekin ve ben aynı yere mi düşecektik?
İyi de bu nasıl olabilirdi ki?
Bir oyuk durduk yere kendi halinde genişleyerek nasıl bizi içine çekebilirdi?
Neler oluyordu?
Dakikalar geçtikçe en ufak bir ışık huzmesi görememek zifiri karanlıktaki beni korku içerisinde bırakmıştı.
Kafam karmakarışıktı. Beynim sürekli bunun nasıl olabileceğine dair ihtimalleri değerlendiriyor, bir türlü de hiçbirini haklı çıkaramıyordu.
Bir süre daha kalbim kulaklarımda nabız gibi atarken zifiri karanlığı delip geçen bir ışık göründü. Karanlığa alışan gözlerim ışık yüzünden acıyla kısıldı.
Şimdi yüz üstü uzansam, ağzım burnum kırılır. Ayaklarımı aşağıya uzatsam, çivi gibi yere saplanırım. Ki muhtemel sonuç, bacaklar infilak. Kalçamı aşağıya versem ondan olacağım.
Ben nasıl düşsem daha az hasarla kurtulurdum tahmini?
Gözlerimi kapatmış kendimi sert bir zemine düşmeye hazırlamışken birden bir çift kolun beni tuttuğunu hissettim. Gözlerimi açtığımda siyah gözlü, siyah saçlı ve siyah giyinimli bir kadınla göz göze geldim.
"Oha," dedim yüzüne bakakalmışken. "Abla sen muhteşem bir şeysin de, nesin?"
Bana boş boş bakarak birden beni yere attı. Sızlayan kalçamı ovarak ayağa kalktığımda berbat olan beyaz elbiseme üzülüyordum. "Sana abla dedik iltifat ettik bizi yerlerde attın. Hain karı."
"Hain?" Diyerek kaşlarını kaldırdığında öfkeyle üzerime gelmişti. "Seni ortadan ikiye ayırırım beyaz. Bana iftira atamazsın!"
"İmdat!" Belinden çıkardığı kılıca bakarak bağırmaya başladım. Nereye gittiğime bakmadan topukladım. "İmdat! Adam öldürüyorlar!"
Ben nereye düştüm ya? Ağlayacağım şimdi!
"Neler oluyor Rina?" Büyülü diyebileceğim kadar kadife bir ses araya girdiğinde önümdeki yeşiller içerisindeki kadının arkasına geçtim. Başında bir taç, üzerinde şaşaalı bir kraliyet elbisesi vardı. Vardı, vardı da şuan bu detay benim canımdan önemli değildi.
"Yardım edin! Belinden kılıç çıkarıp beni kesmekle tehtid etti!"
Siyahlı hain kılıcı kınına sokarak önümdeki kadının önünde reverans yaptığında şansımın alnından öpüyordum. Beni kurtarsa kurtarsa bu kadın kurtarırdı. "Beni hain olmakla suçladı, kraliçe Nora."
"Beni yere fırlattı!" Kadının arkasından çıkarak resmen götümü işaret ettim. "Bakın! Arkam tamamen toprak içerisinde!"
"Kızlar," dedi tatlı bir sesle. "Sakin olun, lütfen. Öfkeyle bir yere varamazsınız." Parmaklarını benim yanağıma hafifçe dokundurduğunda çok ferah bir yerdeymişim gibi geldi. Kendimi çiçeklerle dolu bir ormandaymışım gibi hissettim. "Belli ki bir yanlış anlaşılma olmuş. Lütfen birbirinizden özür dileyin."
"Ben daha ne olduğunu bile bilmeyen bir yeniyetmeden özür dilemem, kusuruma bakmayın." Rina denen kıza burnumu kırıştırdım.
"Hah, ben de bir serseriden beni yere atıp öldürmekle tehtid ettiği için özür dilemeyeceğim!"
Kraliçe Nora derin bir nefes aldıktan sonra pembeler içerisindeki bir kızı yolundan çevirdi. "Tatlım, benim için bu iki hırçın kızı biraz sakinleştirebilir misin?"
"Tabii ki, kraliçe Nora." Kız da yeşiller içerisindeki kadının enerjisinden etkilenmiş gibi bir tatlılıkla bize döndü. Parmaklarını yanağıma doğru uzattığında yüzümü geri çektim.
"Bir de beni elleyecek misiniz!? Yağmurdan kaçtım doluya tutuldum! Tacize uğruyorum!" Pembe kız kıpkırmızı oldu. Telaşla kendini açıklamaya çalıştı. Bunu yaparken elini iki yana sallıyordu.
Bir dakika ya.
Bu kızın saçları pembeydi tamam da, gözleri nasıl pembemsiydi?
"Hayır, hayır! Amacım bu değil. Sadece seni sakinleştirmek için yanağına dokunmalıyım. Gücümü bu şekilde kullanabilirim sadece."
"Ya bir git," elini iterek hepsinden uzaklaştım. "Manyak mısınız nesiniz ya." Arkamı dönüp giderken pembeli kızın sesini duydum.
"İsterseniz kraliçemle konuşun, benim gücüm dokunmadan etkisini göstermiyor."
Ve tam o sırada etrafta olan bitenin farkına vardım.
Gökyüzüne uzanan yüzlerce ve hatta binlerce delik vardı. Hepsinin renkleri farklıydı. Sarı, kırmızı, mavi, mor, pembe, kahverengi, yeşil ve siyah.
Ve her birinden insanlar çıkıyordu.
Çok nadiren benim göz renginde olanları görüyordum. Tüm o renk renk oval şekillerin içinden çıkan insanlar beyaz saçlıydı. Bazılarıyla tek farkımız göz renklerimiz ve yüz tiplerimizdi.
Ve bir yarım ay şeklinde dizilen oval kapıların tam karşısında, daha uzak bir noktada bir platform bulunuyordu.
Tahtlarda oturan tek renk giyinen insanlardı bunlar. Her birinin kafasında bir taç, mükemmel kıyafetler ve asil bir duruş vardı. Gözleriyle önlerindeki manzarayı izliyorlardı.
Etraf az önce beni yere atan siyahlı kız gibi insanlarla korunmaya alınmış gibiydi. Kadınlı erkekli bu guruplar deliklerin etrafında ve önlerinde bekleyip ürkek ve sinirli beyazlar içindeki bedenleri yönlendiriyorlardı. Bir farkla.
Siyah kapılarda siyah muhafızlar, sarı kapılarda sarı muhafızlar, mavi kapılarda mavi muhafızlar bekliyordu. Her kapıda kendi rengine ait kılıçlı koruyuclar vardı.
Kafayı yiyecektim.
Neler oluyordu?
Platformun tam ortasında diğerlerine nispeten daha büyük bir taht her alıyordu. Bu taht boştu. Çünkü tahtın sahibi Pembe kadın platformun ucuna kadar yürümüş ellerini havaya kaldırmıştı.
Delikler yavaşça kayboluyordu.
"Sevgili Ashenks diyarı halkı!" Diyerek konuştuğunda ince kadın sesi tüm alana yayıldı. Alan çok büyüktü, bunu nasıl yapmıştı? Güçlü ve kendinden emin ama aynı zamanda da nahif bir sesti. "Diyarımıza yeni gelen Beyaz halk için hepiniz adına onları tebrik ediyorum, evinize hoşgeldiniz!"
Benimle dalga mı geçiyorlardı?
Ne diyarı? Ne halkı? Ne evi?
"Ben Ashenks diyarının mutlak hükümdarı Pembe Kraliçe Silvia, diyara nefes olmanızı ve burada mutlu olmanızi diliyorum öncelikle."
Aynen, akciğer bak kardeşim işine.
Bakmazsan o iş bana kalacak gibi duruyor da.
Nasıl buldunuz? Allah'a emanet💅🏻
|
0% |