@cennomi
|
Rengarenk okumalar🤍 Beyaz Kraliçe endişeliydi. Taht odasında bir ileri bir geri gidiyor, kayıp oğlunun bulunmasını bekliyordu. Diyar endişeyi hissediyordu. Yaşam özü azalıyordu, Beyaz Kraliçe oğlunu saklayan herkesten yaşam özünü esirgemeye kararlıydı. Hava gittikçe ağırlaşıyor, alınan oksijen yetmiyor gibi geliyordu.
O yaşamdı.
Tüm renkler bir zamanlar onun soyundan hayat bulmuştu.
Ondan oğlunu almaya hakları yoktu.
"Kraliçem," beyaz bir muhafız saygıyla önünde reverans yapınca kraliçe hızla ona kalkmasını buyurdu. Bundan hoşlanmazdı. O halkının korkuyla değil sevgi ve bağlılıkla hüküm sürmesini ister ve buna göre davranırdı. "Biraz sakinleşin lütfen. Onu her yerde arıyoruz. Muhafızlar engel olanlardan yaşamı çekiyor, bunu göze alamazlar."
Beyazlar öldürmezdi. En azından Beyaz kraliçe kimseyi öldürmek istemiyordu. Ama tüm diyarın yaşamı onun elindeyken göz göre göre oğlunu kaybedemezdi. Gerekirse hayat verdiği her canlıdan bunu geri alırdı.
"Teşekkürler Frederic," dedi minnetle. "Ama hayır. Sakin falan olamam. Oğlum kayıp! Kuralları biliyorsun, bir siyahla birlikte olmam yasaktı. Buna tüm krallıklar oy vermiş, diyara yaşam sağlayan renk olmasaydım benden çoktan kurtulurlardı. Ya oğluma bir şey yaptılarsa?"
Her yüzyılda sadece bir kral ya da kraliçe ortaya çıkardı. Buna krallıklar karışamazdı. Diyar, kendisini yaşatacak renkleri kendisi seçerdi. Zamanı geldiğinde kanatlanan renk, tahta geçerdi.
Kralı ya da kraliçeyi muhafızlardan ve halktan ayıran birkaç özellikten birisi buydu. Kanatlar.
Her aile, kendi soyundan gelmesini isterdi taht sahibinin. Bu yüzden çok küçükken bir sürü çocuk eğitilmeye başlardı. Tahta geçen hükümdar zamanında doğanlar şanslıydı, tüm o baskılara katlanmak zorunda kalmıyorlardı.
İktidar, güç, hükmetme. Herkes bunu isterdi, istemeyen çocuklar umursanmazdı.
Neden bir kraliçe olmak varken bebeklerle oynasınlardı? Neden bir kral olmak varken etrafta koştursunlardı?
Onları anlamıyorlardı.
İstenmeyen her şey, insanda eğreti dururdu.
Diyar, krallığı en iyi koruyacak olanı bilirdi zaten. İhtiyacı olduğunda ortaya çıkarırdı sıradaki hükümdarı.
Tahttaki hükümdar ölene kadar yeni bir kanatlı renk ortaya çıkmazdı.
"Kraliçem," taht odasının büyük kapısı aralanıp da bir muhafız içeriye girdiğinde dışarıdaki misafir sabırsızca önündeki beyazı geriye doğru savurdu. Elini yere doğru savuran Siyah Kral, öfekli adımlarıyla saraydaki canlıları korkutuyordu. Elini savurduğu yerden çatlaklar oluştu. Çatlaklardan sızan kemik eller kapıyı ittirerek kapadı ve geldikleri yere geri döndüler.
Yer altının hükümdarı. Ölümün elçisi. Yaşamı kurutan. Cehennemin yoldaşı. Ölülerin dostu.
Ona böyle söylerlerdi.
"Oğlum nerede Engardia!?" Öfkeli sesi tüm saraya dağıldığında etraftaki naif canlıları kaçırdı. Zaten ölüm kokan bu adamı hissettikleri an uzaklaşmışlardı. "Sana soruyorum, oğlum nerede!?"
Beyaz kraliçe tek bir hareketle tüm camlara perde inmesine neden oldu. Ardından gür bir sesle konuştu. "Bir daha halkıma büyünü dokundurma Walter!"
Öfkeliydi zaten. Onunla uğraşamazdı. Halkına bir zarar gelmesi demek onun sonsuz bir hüzne kapılması demekti.
"Sana bir soru sordum Engardia!" Diye kükredi Siyah Kral. Bir kayıp korkusuyla sarsılıyor, korkusunu öfke olarak yansıtıyordu. Yüzü bu öfkenin etkisinde seyiriyordu.
"Öyle mi?" Dedi sakince Beyaz kraliçe. Ellerini nahifçe önünde birleştirmişti. "Neden gidip yer altına bakmıyorsun?"
Walter kaskatı kesildi.
Bu da ne demekti?
Yer altına sadece siyah hükümdar inebilirdi. Ve Walter da hâlâ ölmediğine göre kimse oraya inemezdi. O zaman oğlu nasıl yer altında olabilirdi ki?
"Ne demek istiyorsun sen!?" Öfkeyle üzerine atıldığında Beyaz kraliçe de öne atıldı. Ama onları durduran şey, bir çift kanat sesi oldu.
Durdurmasaydı Beyaz kraliçe Walter'ın yaşam özünü çekecek, Siyah kraliçe de Engardia'ya ölümü verecekti. Dokundukları anda birbirlerini yok edecek kadar gözleri dönmüştü.
"Diyar yemini bozdu," dedi tok bir ses. "Krallığın düştü baba. Tacı teslim et."
🤍⚪
Pembeler içerisindeki deli kadına şaşkınlıkla bakıyordum. Bu sadece ben değildim. Etraftaki herkes bir şeyleri anlayabilmek için onu izliyordu. Çocuklar, bebekler ve hatta hamileler bile vardı.
"Biliyorum, her şey sizin için çok karışık. Ama öncelikle herkes buraya gelirken içinde kaldığı rengin muhafızlarına yaklaşsın." Ne? O Rina gibi olan muhafızlara yaklaşmayacağım! "Ve size yakışanı yaparak doğru renge gidin. Yalan sizi kirletir."
Geniş alanda bir kargaşa oldu. Ben de o sırada minik çantamdan telefonumu çıkarıp şebeke bulmak amacıyla havaya kaldırdım. Hayır, niye çekmiyorsun kardeşim? Varsa bir sorunun söyle de bilelim.
"Üff," diye söylendim. "Ne kameramanım var, ne kameram." Elimdeki telefonla bakıştım. "Siz şimdi naneyi yediniz." Kamerayı açarak videoya almaya başladım her şeyi. Öncelikle muhafızları, sonra ortadaki kargasayı ve en son da platformdaki delileri.
"Evet, bugün çok garip bir olay yaşıyorum. Bunu sizinle de paylaşmak istedim. Az önce resmen bir delikten düşüp buraya gelmiş bulunmaktayım. Şu gördüğünüz renkli kılıçlı muhafız denen topluluklardan siyah bir hanım ablamız bana kılıç çekti. Sonra beni şu yeşil tahttaki tatlış kadın kurtardı. Şuraya bakın, tüm albinoları toplamışlar. Bunlar ya bir çete ve bizi deli yerine koyuyorlar ya da kendileri deliler. BeyazdanAlHaberi sizinle son gelişmeleri paylaşacaktır, şidmilik hoşçakalın." Video kaydını durdurarak şarjıma baktım. 89'du. Evden çıkmadan önce şarja taktığım için kendimi öpmwk istiyordum.
Belli ki bir süre daha bu delilerle uğraşacaktım. Buradan güzel haber çıkardı.
Bir çığlık sesiyle kafamı kaldırdım. Bir kızın saçları beyazdan maviye dönüyordu. Ve bu oldukça kız çığlık atıyordu.
"Size buraya geldiğiniz renklere gitmenizi söylemiştim, büyü budur. Onu inkar edemezsin." Pembe kraliçe Silvia sakince mavi Tahttaki adama döndü. "Vilgelm, rica etsem oyunbaz beyazımıza yardımcı olur musun?"
"Maviye ihanet biraz saçlarında kalacaktır," umarsızca elini kıza doğru savurduğunda onun çığlığı kesilmişti. "Onu istemiyorum Silvia. Kendine alabilirsin."
"Birisi bize tam olarak ne olduğunu anlatacak mı artık?" Diye bağırdım sesimi duyurmak için. Pembe kraliçenin yüzü bana döndü bu dediklerimle.
"Tabii ki." Eliyle platformdaki tüm renkleri gösterdi. "Bizler koruyucularız. Renkleri kontrol ederiz. Diyarın bize verdiği güçler sayesinde halkımızı korur, diyara yaşam sağlarız."
"O zaman beyaz taht neden boş!?" Diye bağırdı bir adam.
"Çünkü henüz kimin tahta geçeceğini bilmiyoruz," ben daha yeni fark etmiştim beyaz tahtın boş olduğunu. Bir uçta beyaz diger uçca siyah taht vardı. Siyah kral sanki bıraksalar benim burada ne işim var, diye bağıracak gibiydi. En fazla yirmilerinin sonlarında diyebilirdim. "Sizler yüzyıllar önce bir savaşta krallığınızı kaybettiniz. Kraliçeniz halkını ve varisini korumak için sizleri evrenin farklı bölgelerine gönderdi. Bizim içinse bir kristale yaşam özü depoladı. Diyar artık o özle yetinemiyordu. Sizi istedi. Biz de geriye kalan krallıklar toplandık ve yıllar önce yıkılan sarayınızı yeniden inşa ettik. Evrenin farklı bölgelerindeki beyazları tespit ederek portallarla sizleri buraya getirdik. Sizler buraya aitsiniz. Ahjska diyarının nefesleri, yaşam bulmaya ve yaşamaya geldiniz."
"Ne anlatıyor la bu pamuk şeker?" Kulağıma birisi üflediğinde irkilerek öne çıktım. "Korkma kız benim."
"Ekin? Nereye geldik ya biz?"
"En ufak bir fikrim yok, sadece daha ne kadar saçmalayabileceklerini öğrenmek için dinliyorum." Başımı sallayarak onu onayladım. Ve yine konuşmaya başlayan pembeye döndüm.
"Burası sizin eviniz, güçlerinizi bulana kadar ve krallığınız yaşanacak hale gelene kadar bizim saraylarımızda misafir olacaksınız. Kraliçeniz ortaya çıkınca krallığınızı tamamen düzeltebilir. Onu bulduğumuzda bize ihtiyacınız olmayacak."
"Kraliçeyi kim seçecek peki!?" Dedi bir kız alayla. "Siz mi? Buna nasıl karar vereceksiniz?"
Pembe bu alay karşısında sakince kaşlarını kaldırdı. Birden sırtında beliren pespembe kanatlar dumura uğrattı beni. Bu. Da. Neyin. Nesiydi?
Koyu pembe kanatlar neredeyse parlıyordu. Çıkıntılı kemiklerinde yumuşacık görünen tüyler de vardı.
"İlk kanatlanan tacı alır."
Galiba bayılacağım. Tansiyonum düşüyordu.
"Herkesin az çok beyazlara özel güçleri ortaya çıkacak. Ama bu zamanla olacak. Duyularınız diyardan uzaktayken köreldi, bir süre hiçbiriniz güç kullanamayacak. Ama biz bir işaret sayesinde hangilerinizin soylu olduğunu bulabileceğiz."
"Soylu derken?"
"Muhafız, saray görevlileri ya da yönetici. Üçünde de aynı işareti görürüz. Yönetici kanat çıkardıktan sonra bu işaret parlayarak onun simgesi halini alır, diğerlerinden farklılaşır."
"O işareti taşımayanları öldürecek misiniz!?" Diye bağırdım gazeteci ruhuyla. Gittikçe platforma yaklaşıyordum. "Burada kalmak istemeyenlere ne olacak? Zorla mı tutulacaklar? Herkes sizden bir cevap bekliyor Silvia hanım."
Magazin beyaz olacaktım en son.
"Tabii ki hayır tatlım," bana o kadar yapmacık bir tatlılıkla bakarak gülümsedi ki kusacağım sandım. "Rahatla biraz. Bizler cani değiliz. Aksine yıllar önceki savaşta kuruyan beyaz soyunu canlandırmaya çalışıyoruz." Bunların ardından bedenimde belirgin bir rahatlama hissettim. Bunu o mu yapıyordu?
"İstersen ben devam edeyim," Kırmızılı deli ayağa kalkarak Pembeli deliden izin istedi. "Sevgili halkım, Ben Kırmızı Kral Lowell. Hükümdar Silvia biraz heyecanlı olsa gerek, size söylemesi gereken en güzel şeyi atladı. Her rengin kendine özel güçleri var. Diyara ne kadar çabuk adapte olur ve benliğinizi ne kadar çabuk kabul ederseniz, o kadar hızlı kavuşursunuz güçlerinize. Mesela ben," yürüyerek yavaşça platformdan indi. Gözüne kestirdiği güzel bir beyaz kızın yanına gitmiş, ondan bir metre ötede duruyordu. Kız çok güzledi.
Pembemsi dudakları, siyah gözleri ve kıvrımlı bir vücudu vardı. "Sana hiç dokunmadan ve seninle hiç konuşmadan beni arzulamanı sağlayabilirim tatlım."
Ben dedim burda bizim ırzımıza göz dikiyorlar diye. Dinlemedi kimse beni.
Beyaz kız başını kibirle dikleştirdi. "Öyle mi? Başındaki taca mı güveniyorsun? Ne yapacaksın? Önümde soyunacak mısın? Senin gibi birisini asla arzulamam."
Aslında adam yakışıklıydı. Garip bir aurası vardı. Koyu kızıl saçlarının bir kısmı alnına dökülüyor kan kırmızısı dudakları da önündeki kızı baştan çıkarmak için dişleri arasında yer alıyordu. "Ben şehvetin ve kanın tanrısı sayılırım güzelim. Beni arzulaman için hiçbir şey yapmama gerek yok."
Gözlerini önündeki kıza dikmişti. Saniyeler sonra kız gözlerimizin önünde terlemeye başlamıştı. Kaşları çatıldığında hızla elini Lowell'in göğsüne vurup kendinden daha da uzaklaştırmaya çalıştı. "Bana ne yapıyorsun!?"
Lowell üzgünmüş gibi dudaklarını büzdü. "Sadece kan akışını arttırdım," başını omzuna eğdi. "Üzgünüm seksi beyaz. Korkuttum mu seni?"
"Ahlaksız!"
Lowell bu hoşuna gitmiş gibi büyük bir kahkaha attı. "Ah, bunu duymak çok güzeldi." Ardından kız birden rahat bir nefes aldı. Onun konrtölünü bırakmıştı galiba. Arkasını dönerek platformun ucuna oturdu. Bacak bacak üstüne atıp elini havaya kaldırdığında avucunda kırmızı bir elma belirdi. "Kırmızı olan her şeyi kontrol edebilirim, kanlı ayı bile. Siz beyazlar da yaşamın kaynağısınız. Yaşam verebilir, aynı zamanda bunu geri de alabilirsiniz. Kaynak ya da köken renk de diyebiliriz size. Üf, ne kadar sıkıcı öyle değil mi? Ders veriyoruz sanki."
Ayağa kalkarak birden kendi etrafında döndü. "O zaman herkese kan yağmuru!"
Kendj etrafındaki dönüşünü tamamlandığı an birden üzerimize kırmızı damlalar dönülmeye başladı. İğreti dolu bir nefes verip gözlerimi kapattım. "Ben bunun belasını-"
"Şşt," diye seslendi Ekin. "Başımızdan aşağıya kan yağıyor. Sıradaki kan bize ait olsun istemiyorum!"
Etrafta çığlık sesleri duyuluyordu. Kulaklarımda toprağa düşen damlaların sesi vardı. Bir şey kaşlarımı çatarak daha dikkatli dinleme neden oldu. Bir fısıltı vardı. Hayır, bu sakin bir melodiydi.
Kaşlarım gevşedi.
Melodiye odaklandım.
Uzaklardan geliyordu.
Nahif, güzel ve şeker gibi bir sesti. Bulutların arasından geliyordu sanki. Belli bir ritmi vardı. Sakin ve huzurlu bir ritim.
Geliyor nefesin elçisi, Bilmiyor hiçbir şeyi, Şarkı devam etmeli, Yaklaş bize dedi.
Ben şarkıdaki kadın sesine uyarak bir adım atacakken Lowell'in sesi beni girdiğim transtan çıkardı. Bu kalbimi kırmış gibi hissettim. Gözlerim platformun arkasındaki geniş ormana kaydı. Sesin kaynağı oradaydı ve hâlâ beni çağırıyordu sanki.
"İlk sınavınız bitmiştir." Gözlerim açıldığında ne bana ne de Ekin'e bir damla bile kan bulaşmamıştı. Oysaki yanaklarımda ve tenimde çok net hissetmiştim. Bu nasıl olurdu? "Hâlâ beyaz kalanlar saf kökenler. Onlar eğitilecekler. Üzerlerine kırmızı bulaşanlar halk. Sizler de kendinize zamanı gelene kadar iş bulmak için yönlendirileceksiniz. Geriye kalanlar buraya geldikleri renklerin muhafızlarına gitsinler. Az önce olanlardan ders çıkarmışsınızdır umarım. Kimse hile hapmayacak."
"İlk sınav mı? Sürekli sınava mı gireceğiz yani?"
"Kraliçeyi bulana kadar evet," elmasından kütürtüler eşliğinde bir ısırık aldı. "Başka sorusu olan?"
"Bu kanlar nasıl temizlenecek?" Dedi bir kız iğretiyle.
"Ben onu unuttum," zerre pişmanlık göstermeden parmaklarını şıklattığında hepsinin üzeri temizlenmişti. Sadece saçlarındakiler kalmıştı. "Saf beyazlar gittiğinde saçlarınızı da muhafızlara temizletiverin. Çok üşendim."
Garip bir içgüdüyle sürekli ormana bakıyordum. Bir şey beni hüzne boğuyor, oraya gidersem bundan kurtulacağımı fısıldıyordu sanki.
Ormandaki gözlerim bir anlığına siyah deliyle buluştu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Sadece boş bir sakinlikle gözlerini kırpıyordu. Kemikli yüzü ve katran karası gözleri birkaç saniye ona bakakalmama neden olmuştu.
Tepki vermiyordu. Ona bakmama bir şey dememişti.
"Peki biz nerede kalacağız?" Dedi saf beyaz dedikleri birisi. Evet, biz nerede kalacağız? Eve gidemiyor muyuz? Tamam, söz boş kalınca uğrayacağım.
"Saraylarda. Kalanlarınız halkın size vereceği evlerde kalacak."
"Anlamadım," işte şimdi siyah kral sakinliğini bozmuştu. "Böyle anlaşmadık. Sarayımda bir beyaz istemiyorum."
"Kaç tane beyaz hissediyorsun?"
"Benim hanemde beş tane," kaşları öfkeyle çatılmıştı. "Bir tanesine katlanamazken beş tanesi sarayıma girip orada burada rengini bırakırsa hepsini öldürürüm!"
"Lütfen," dişlerinin arasından konuşan Silvia aceleyle ayağa kalktı. "Susar mısın? Şuan tek ihtiyacımız olmayan şey bu. Konuşabilir miyiz?"
"Uzak dur Silvia," öfkesi arttıkça artıyordu. Birden yer yerinden oynamaya başladığında alandaki tüm beyazlar yere düştü. Dizlerim üzerine düştüğümde sarsılan yerde gördüğüm çatlaklar küçük dilimi yutmama neden oldu. Bunu siyah kral mı yapıyordu? "Sarayıma girmeyecekler!"
"Annen için yap bari!"
Daha da şiddetli sarsılmaya başladık. Çığlık ve ağlama sesleri birbirine karışıyordu. Olduğum yerde duramıyordum. Ekin de manyak gibi arkadan ayak bileğimi tutmuş beni kendine çekmeye çalışıyordu.
"Lan çekme! Paşa bırak kolumu!"
"Kanka deprem oluyor!"
"Biliyorum mal!"
"Hav!"
"Paşa dur!" Diye bağırdık aynı anda.
"Tamam!" Diye bağırdı pembe kraliçe Silvia. "Tamam! Onları paylaşırız!"
Sarsıntı durdu. Siyah kral'ın dudakları kibirle iki yana kıvrıldı. "Güzel."
Bak bak bak. Havalara bak. Pabucumun kralı.
"Sanki biz sana bayılıyoruz!" Dedim ayağa kalkıp öfkeyle. "Bize bir sor bakayım, biz istiyor muyuz senin ruhsuz kara sarayına gelmeyi! Mendebur! Pabucumun kralı!"
Etrafta bir sessizlik oldu.
Uzun bir sessizlik.
Baya da rahatsız edici.
Kimse hareket etmedi.
Ama ağlarım bak. Niye kimse bir şey demiyor?
"Sen," dedi pabucumun kralı. "Sarayıma geliyorsun küçük beyaz."
He. Oldu. Aynen. Ona gülümseyip orta parmağımı kaldırdım. "Al gelirim! Manyak mıyım ben!?" Hızla ayakta endişeyle bizi izleyen yeşil kraliçeyi işaret ettim. "Ben onunla kalacağım."
"Nora," dedi sakinlikle siyah kral. Ama sesinin altında belirgin bir tehtid yatıyordu. "Sevgili doğa koruyucusu, onu sarayında istiyor musun?"
Nora bana bakarak hüzünle başını iki yana salladı. "Yeterince beyaza sahibim."
Sanki bana geçmiş olsun der gibiydi.
"O zaman Lowell'in sarayına gidiyorum!" Diyerek keyifle bizi izleyen kan ve tutku tanrısı'na yürüdüğümde birden önumdeki toprak çatırdadı. İskelet bir el yerden çıktığında dehşetle yere bakıyordum. İkinci bir iskelel çıktı ve iki elinden destek alarak iskelet tamamen kendisini yukarıya çekti.
Tam önümde dikiliyordu.
"Ya ne öyle bakıyorsun? Ben mi dirilttim seni?" Hızla suçu siyah krala attım. Gözlerinde belirgin bir keyif vardı beni izlerken. "Aha bu yaptı valla! Git onu ye!"
Hığ, yiyecekler beni burada. Hığ.
Ay iskelet çıktı yerden.
İskelet hiç yerinden kıpırdamadı. "Ay pardon, gözün yok senin. Bakamıyorsun." Dedim utançla. Elimi omzuna atarak pışpışladım. "Üzme kendini, bunlar gelip geçici şeyler."
Ardından çığlığı bastım. Elimi bir o yana bir bu yana sallayarak tam tersi yönde koşmaya başladım. "İskeleti elledim! Dokundum ona! İmdat! Artık sadece adam öldürmüyorlar, diriltiyorlar da!"
"Kızı korkutmayı kes Damion," diyen kahverengi kral'ın bir ara alnından öpecektim. Elini savurduğunda toprak ikiye yarılarak iskeleti yuttu. "Kimseyle düşman olmak istemiyoruz."
"Biz hiçbir zaman dost olmadık Cyrus," dedi Damion. Ardından arkasını dönerek platformdan indi. Giderken de askerlerine emir veriyordu. "Beş beyaz da sarayda olsun. Tek bir yerde beyaz renk bırakırlarsa onları öldürürüm."
Muhafızlar hangilerinizin siyah geçitlerle geldiğini biliyor gibi üzerimize geldiğinde tekrar koşmaya başladım. "Vallahi yakarım buraları! Deli hastanesinden kaçtım bakın ben! Gelmeyin üzerime!"
"Sizi yakalamamız saniyelerimizi alır," dediğinde duraksadım. Şaşkınlıkla burndumun dibindeki siyah muhafıza bakıyordum. "Harbi mi ya?"
"Harbi," Rina koluma yapışıp beni ilerletmeye başladı. "Krallara ya da kraliçelere bağıramazsın. Hele de ne olduğun belirsizken. Hem de siyah krala ha? Bittin kızım sen."
"Sağol ya," dedim sahte bir memnuniyetle. "Çok güzel moral verdin."
"Görevim değil. Bu yüzden bana borçlusun."
"Ya sabır!"
Allah'a emanet 💅🏻
|
0% |