Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm: Beyaz Küre

@cennomi

Rengarenk okumalar🤍


Hükümdarlık odasında bir hengame vardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Pembe kral ve Mor kraliçe zorlukla ayakta duruyordu. Kimse duygularını bastıramıyordu, herkesin en üst seviyede yaşadığı duygular karşısında afallamışlardı.

 

Çok geçmeden kendilerini duygulara odaklayıp istedikleri kişilerin duygularını okurlardı ama şuanda hiçbir taşıyıcı gücünü konrtol edemiyordu.

 

Şu küçük afacan her şeyi bilerek yapıyordu.

 

Sarı kraliçe ışığı kontrol edemiyordu. Dengesizleşmişti. Işık kırılmaları oynayıp durduğu için arada görünüp kayboluyordu. Bu sinir bozucuydu. Bu da yetmezmiş gibi beyaz kraliçe sayesinde doğan güneşin ışıklarını söndürüp duruyordu.

 

Gündüz beyazların, gece siyahlarındı.

 

Yeşil kral boğazına kadar sarmaşığa dolanmıştı. Öfkeliydi. Ten rengi yeşile dönmüştü. Çok garip görünüyordu. Kendisi yetmezmiş gibi etrafına uzanan ve önüne geleni yere çivileyen sarmaşıklara da engel olamıyordu.

 

Sanırım bir de herkesin midesindeki yeşillikleri hissediyordu... Kusmamalıydı.

 

Kahve yüzünden taht odası toprakla dolmuştu. Kahverengi kraliçe ağlamaklı bir yüz ifadesiyle balçığa dönüp kimseyi yutmasın diye toprağı kontrol etmeye çabalıyordu. Taht odasını yıkmamak için çok çabalıyordu. Taş duvarlar titreşiyor, özündeki toprak yüzünden kraliçenin dengesizleşen güçleriyle küçük çaplı bir sarsıntıya neden oluyordu.

Kırmızı kraliçenin durumu da çok kötüydü. Tutkusunu kontrol edemiyor, diğer renklerin de şehvetleriyle oynuyordu. Bu da yetmezmiş gibi herkesin kanını kaynatarak öldürmemek için ikisini de kontrol altında tutmak zorundaydı. Ya da kanını dondurarak öldürmemek için. Taşıyıcıların vücut ısıları yükselip düşüyordu. Kanın sıcaklığına karışmamak için ortada tutmaya çalışıyordu ama beceremiyordu. Tutku da vücutlarda dolanıyor, bir nirvanada bir hiçlikte gidip geliyordu.

 

Kimsenin şurada bir anda soyunup kendine dokunan bir taşıyıcıya ihtiyacı yoktu. Bu yüzden kırmızı kraliçe daha çok güç harcamaya başladı.

 

Siyah kralın da gücü dengesizleşmişti. Herkes ölümün soğuk nefesini ensesinde hissediyordu. Gerginlik her birini ele geçirmişti. Tüm taşıyıcıların başları kontrolsüzleşen güçleriyle beladayken bir de enselerinde soğuk soğuk terleten ölüm nefesi onları tüketiyordu. Gökyüzü karanlık ve aydınlık arasında gidip geliyordu. Aslında bu siyah kralın pek de umrunda değildi. Diğer renklere göre daha sakin bile denebilirdi.

 

Yerde kahve yüzünden balçık ve kuraklık arasında gidip gelen topraktan birkaç iskelet fışkırmıştı. Tek eli çıkan bir iskelet mavi kraliçenin bacağına yapışınca kraliçe dayanamadı. Öfke krizi geçirircesine bir çığlık atarak ele tekme atıp ezdi. O bunu yaparken dışarıda büyük bir fırtına koptu.

 

Felaket geliyordu.

 

Taşıyıcılar doğayı kontrol edemezse felaket gelirdi.

 

Buna bir son vermek zorundalardı. Daha fazla böyle devam edemezlerdi. Yorulacaklardı. Konrtol tamamen ellerinden kaydığında diyarın sonu gelirdi.

 

Güneş batar, gece çöker, ağaçlar çürür, denizler kurur, gökyüzü parçalanır, yaşam kalmaz ve ölüler yaşayanları yer altına çekerlerdi. Kanlar dökülür dengeler bozulurdu.

 

Diyar kendini korurdu. Neden hâlâ bu küçük veledin bunu yapmasına izin veriyordu?

 

Ne zaman duracaktı bu?

 

Bu durumdan en çok etkilenen beyaz kraliçeydi. En zor durumda olan oydu. O köken renkti. Diğer taşıyıcıların acılarını hissediyor, hiçbir şey yapamadığı için büyük bir karamsarlığa kapılıyordu.

 

Halkı zor durumdaydı. Diyarı zor durumdaydı. Etrafta kimsenin göremediği hayaletler dolaşıyordu çünkü o da kontrolünü kaybedip birkaç ruh hortlatmıştı.

 

"Oğlun her şeyi berbat ediyor!" Diye bağırdı mavi kraliçe. "O piçten kurtul dedim sana!"

 

Beyaz kraliçe için zaman durdu. Oğluna söylenen tek bir kötü söz içindeki iyiliğe büyük bir darbe geçirdi. Onun tek ve yegane varlığına bunu nasıl söylerlerdi?

 

"Şuna bak! Saray yıkılıyor! Hepsi senin oğlun yüzünden! Büyümesine hiç izin vermemeliydik! Kadim kitaplar bile söylüyor, siyah ve beyaz yıkım getirir!" Beyazın gözleri öfkeli renklerde gezindi. Acılarını hissediyordu ama şuan bu hiç umrunda olmadı. Normalde olsa onların acısı geçirmek için her şeyini ortaya koyardı.

 

Ama yapmadı.

 

Gözü dönmüştü bir kere.

 

Öfkeli nefeslerle göğsü inip kalkıyordu. Öfkesine yenik düştü.

 

Elini öne doğru savurduğu an Mavi kraliçenin bedeni havaya fırlayarak duvara çarptı hızla. Yere düşen cansız bedenden beyaz bir ışık yükseldi. Beyaz kraliçenin saçlarında mavi bir tel saç belirdi. Mavi bir ruhtan can çalmıştı.

 

Mavi kraliçe son nefesini verdiği an, gökyüzündeki çatırtılar son buldu. Beyaz kraliçenin gözlerinde bir sahne belirdi. Saraydan çok uzaklara uçtu ruhu. Çevresindeki görüntüler değişti, hızla uzaklaşıyordu. Beyaz krallıktan çıktı. Mavi krallığın sarayını geçerek kasabaya daldı. Küçük bir evin penceresinden sızdı ve yatağında tedirginlik içerisinde dışarıyı izleyen on altı yaşındaki kızı gördü.

 

Demek onu seçti, diye düşündü.

 

Kız da onu görmüştü.

 

Yataktan hızla kalktı. Kraliçenin ruhunun önünde bir reverans yaptı. O, zamanın hükümdarı beyaz kraliçeydi. Omuzlarına gelen saçları öne doğru döküldü. Üzerindeki tatlı mavi elbise vücut kıvrımlarını saklıyordu. Bir çocuktu, ama çoktan mavi kraliçenin yaşam özünü çekmişti. Çektiği özü ona geri verse bile kraliçelik diyar tarafından önündeki genç kıza devredilmişti.

 

"Kraliçem." Dedi saygıyla.

 

"Kaldır başını tatlı mavi," bir sürü şey yaşanıyordu ama o hükümdardı. Bu kız hayatında sadece bir kez kraliçelik müjdesi alacaktı, bunu öylece söyleyip kaybolamazdı. "İsmini söyler misin bana?"

 

"Elen," tedirginlikle doğrulup gözlerini ondan oldukça uzun kraliçeye dikti. "Affınıza sığınarak soruyorum kraliçem, dışarıda neler oluyor?"

 

Beyaz kraliçe Engardia gülümsedi. Tebessümü kızı biraz olsun rahatlattı. "Güzel Elen. Bir sorun var. Ve sen bu yolda benim yanımda olacaksın. Tüm krallıkların yanında olup halkını koruyacaksın."

 

Elen şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. "Bunu nasıl yapacağım ki?"

 

"Kanatlarını aç ve göğe yüksel." Hafifçe geriye gitti. Ruhu bedeninden uzun süre ayrı kalamazdı. Beden ruhunu geriye çekiyordu. "Taç düştü. Tacı yerden al, başına yerleştir ve halkını kurtar."

 

🤍⚪

 

İlahi bakış açısı.

 

Damion gece çöktüğünde saraydan ayrılıp mağaraya girdi. Tüm renk taşıyıcıları mağarada toplanmışlardı. Beyaz kraliçe yoktu. Bu onu tamamlayan diğer yarısının kaybolmuş olduğunu hissettiriyordu. Siyah ve beyaz ne olursa olsun birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu tamamlama bir evlilikle olmamıştı çoğu zaman ama doğada denge onların sayesinde var oluyordu.

 

Gündüzler geç oluyor, güneş erken batıyordu. Bebekler ölüyordu. Yaşam özü artık yetmiyordu. Diyarda beş yüz yıldır tek bir beyaz bile dünyaya gelmemişti. Tüm melezler katledilmişti. Beş yüzyıl önce büyük bir savaş olmuştu. Bir felaketti.

 

Damion gözlerini taşıyıcıların ortasındaki sarkıt ve sütun arasında yer alan beyaz kürede gezdirdi. Ruhuna daha iyi geldiğini hissetti bunun. Yatışmıştı. Emindi ki bunu diğer renkler de hissediyordu. Beyaz güven veriyordu onlara.

 

"Kraliçenin bıraktığı küre soluyor. Işığı zayıflıyor," Pembe imparatoriçe duygusuz gözlerle önündeki küreye bakıyordu. Bitmek bilmez öfkesini yanındaki Mor kraliçe hissediyordu. Irene elini yavaşça koluna dokunarak birazcık yatışmasını sağladı. "Owen ışığı güçlendirmeye çalıştı. Küre az kalsın sarıya dönecekti. İstediğimiz bir öz, minyatür bir güneş değil!"

 

"Bu benim suçum değildi," diye homurdandı sarı kral Owen.

 

Damion ise onları bayık gözlerle izliyordu. "Neyin kavgasını yaşıyorsunuz? Beyazlar geldi ya işte. Birisi çıkar taşıyıcı olarak. "

 

Mavi kral onun kayıtsızlığı karşısında sinirli bir nefes aldı. Buradaki hiçbir taşıyıcı onu sevmezdi. Ona bulaşmadıkları sürece rahat durduğu için karışmıyorlardı o kadar. "Nasıl bu kadar kayıtsız olabilirsin!? Aynı diyarda yaşıyoruz! Sen de hissediyorsun ne olduğunu. Bu o kadar kolay değil."

 

Evet hissediyordu. Hava gittikçe ağırlaşıyordu. Yeni doğan bebeklere yaşam özü ulaşmadığı için nüfus azalıyordu. Beyaz taşıyıcı sadece yaşam ve gündüz değildi, o hayattı. Bir annenin karnında dokuz ay boyunca yetişen bebek ondan öz almadıkça yaşayamıyordu.

 

Hiçbir bebeğin yaşamayı seçme hakkı yoktu. Ne bu diyarda, ne de başka bir diyarda. Küçük bedenlerin alabilecekleri tek bir nefes bile çaresizce bir başkasının elindeydi. Hiçbir şeyi seçemiyorlardı. Kader de zaten burada devreye giriyordu.

 

Böyle giderse küredeki tüm enerji sönecek ve yok olacaklardı.

 

Bu yüzden beyazları buraya getirmişlerdi. Küre bir süre onların varlığını hissederek idare ederdi. Ama bir süre sonra tamamen sönecekti. Durduğu iki taş arasındaki boşluktan karanlığa bürünüp düşecekti.

 

O zaman diyarın gerçekten de sonu gelirdi.

 

Bir an önce beyaz taşıyıcıyı bulmalılardı.

 

"Biliyorsunuz," dedi Yeşil kraliçe Nora. Başında hâlâ çiçeklerle ve yeşil zümrütlerle bezenmiş tacı duruyordu. Hiçbiri tacını çıkarmamıştı. Üzerlerinde hâlâ kraliyet elbiseleri duruyordu. "Burayı benimsemeyen çok fazla beyaz olacak. Bu da taşıyıcıyı bulmayı zorlaştırır. Burayı benimsemezse ne kanatları çıkar ne de büyüsüne kavuşabilir. O zaman onu normal bir muhafızdan ayırt edemeyiz."

 

O zaman umarım kabullenmez, diye düşündü Damion. Yıllar öncesinden gelen bir kehanet sayesinde sıradaki taşıyıcının kadın olduğunu biliyordu. Bunu kimseye söylememişti. Neden avantajı diğerlerine versindi ki?

 

Sanırım onların zorlanmalarından zevk aldığı bir gerçekti. Önündeki soylardan nefret ediyordu.

 

"Herkes bir an önce çalışmalara başlasın. Onları buraya alıştırın, içlerinden birisinin taşıyıcı olduğunu daima hatırlatın. Gerekirse aralarında bir rekabet oluşsun. Masanızda otursunlar, yarın akşam da ben krallığımda bir hoşgeldin balosu düzenleyeceğimi duyurun. Güzelce hazırlansınlar. Onların koruyucuları olduğunuzu unutmasınlar, üzerlerinde sizlerden bir renk taşısınlar mutlaka." Damion, Silvia'nın söyledikleriyle kusmak istedi.

 

Onlara kendi rengini vermek mi? Hem de beş beyaza birden? Unut gitsin.

 

"Hepsini kendi çıkarlarınız için eğiteceksiniz değil mi?" İmparatoriçe Silvia ondan gelen buram buram yargıyı ve tiksintiyi algılıyordu. "Beyinlerini yıkayacaksınız, fazla başına buyrukları da tatlılıkla etki altına almaya çalışacaksınız. Taşıyıcıyı konrtol altında tutmak istiyorsunuz."

 

"Herkes beyaz taşıyıcın kendi tarafında olmasını ister," diyerek omuz silkti kahve kral Cyrus. "Bunda ne var ki?"

 

Çarpıtıyordu. Onu konrtol etmek istiyorlardı. Hem de her anlamda. Tamamen.

 

"Ben istemem," diye karşılık verdi siyah kral Damion.

 

"Tabii ki istemezsin," Kırmızı Kral alaylı bir sesle araya girdi. Genelde böyle takıldı. Bu da Damion'un sinirlerini yıpratıyordu. Kim etrafında pişkin pişkin sırıtan bir kırmızı kafa görmekten memnun olurdu ki? "Sen genel olarak herkesten nefret ediyorsun. Aklıma gelmişken," sırıtışı büyüdü. "Ne zaman evlenmeyi düşünüyorsun? İstersen sana benim tatlı kırmızı halkımdan birisini bulabilirim. Böyle giderse çocuğun da olmayacak."

 

Damion'u sinirlendiren nadir konular vardı. Bunlardan birisi de evlilikti. Çünkü kimsenin bilmediği bir şey vardı. Bu bir şeyi de zamanı gelene kadar kimse öğrenmemeliydi. Yüzyıllardır beklediği bir şey vardı.

 

Hayır, şey değil. Birisi.

 

Lowell de bu konudaki hassasiyetini biliyor, üstüne gitmekte sakınca görmüyordu. O insanlarla uğraşmaktan zevk alırdı. Yeryüzü şeytanı olarak bilinmekten de onur duyardı.

 

Damion gülümsedi. Bu sefer bu oyuna kanmayacaktı. İçinde yükselen kıskançlık ve koruma içgüdüsü yüzünden biraz düşüncelerinin yolunu kaçırmış olabilirdi. "Sen kendi kraliçeni ne zaman aldatmayı bırakırsan o zaman."

 

Biraz da hiç olmayacağını ima etmiş olabilirdi.

 

"Ah, yapma." Diye sızlandı Lowell. "Birbirimizi sevmiyoruz bile. Beni mutlu ettiği sürece gün içinde kimi mutlu ettiğiyle ilgilenmiyorum, o da öyle. Hamile kalmadığı sürece ne istiyorsa yapabilir. Bu bir özgürlük anlaşması. "

 

Damion'un midesi bulandı. Bu adamdan gerçekten tiksiniyordu. Sevmemesi kraliçesini aldatmasına ve kraliçenin onu aldatmasına izin vermesine bahane değildi.

 

O kraliçesine asla ihanet etmeyecekti. Bundan emindi. Çünkü ne olursa olsun beklediği kişiyi sevecekti. Sevmese beklemezdi. Tek bir kişi.

 

Onun dışında yaşayan herkesten nefret ediyordu. Taş kalbi büyük bir hasretle yanıyordu. Kimsenin dedikleri dokunamıyordu da hiç olmayışının boşluğu onu bu diyarda nefessiz bırakıyordu.

 

"Bu yüzden senin de çocuğun olmayacak, benim olmayan çocuğumu düşünmene gerek yok. Küçük aklını bunlarla doldurma. Boşver." Arkasını dönüp gideceği sırada Silvia ona seslendi.

 

"Kim olduğunu biliyorsun değil mi?"

 

"Taşıyıcının mı?" Başını çevirerek gölgeler arasından bir kedi gibi gülümsedi. "Büyü kullandığı ilk an anlayacağım. Benimkilerden birisiyse onu sizden koruyacağım. Birine yakın davransam sizi kandırdığıma dair şüpheye düşeceksiniz, hiç yaklaşmasam yine şüpheleneceksiniz. Kim olduğunu anlayamayacaksınız. Sizinkilerden birisiyse o zaman onu manipüle etmenize izin vermeyeceğim."

 

"Bunu yapamazsın!" Diyerek çıldırdı mor kraliçe Irene. "Beyazlar kontrol altında olmalı! Güçleri başa bela! Anlamıyor musun diyarın sonu geliyordu!"

 

"Beyazların değil," dedi sakince. Gitmeden önce onlara sadece bir kez bakmıştı. "Siyah ve beyaz melez yüzünden diyar yıkıma yaklaştı."

 

Geceyi kokladı. Beyazlar uykuya dalmıştı. Bu gece büyüsüne kavuşan kimse yoktu.

 

🤍⚪

 

Lina.

 

Huzursuz bir uykudaydım. Garip bir rüya görüyordum. Çok kötüydü. Bir savaş yaşanıyordu. Her yer karanlıktaydı. Bir yerlerden sarımtırak ışıklar yayılıyordu. Yer çatırdıyor gök yarılırcasına gürlüyordu.

 

Tüm bunların içerisinde bacaklarım titreyerek yumuşak bir yerde sırtımı yaslamış korkuyla bekliyordum. Ben karanlıktan korkardım. Çok korkardım. Kurtulamadığım bir travmaydı bu.

 

Karanlıkta kalamazdım.

 

Olmazdı.

 

Bir süre dayanmayı başarıyordum ama dakikalar uzadıkça her şey üstüme geliyormuş gibi hissediyordum.

 

Bir yerlerde savaş yaşanıyordu. Çığlıklar kulaklarıma geliyordu. Kılıç sesleri vardı, keskin bir ete geçiş sesi kulaklarımdaydı. Daha çok ağlamaya başladım. Dizlerimi kendime çekmiş kollarımı sarmış ve başımı ardımdaki duvara yaslamıştım. Kalbim acıyordu. Nefes almak zordu.

 

Gözlerimi acıtan beyaz bir ışık geldi.

 

Kısıkça açılan gözlerim önce bir elbisenin beyaz eteğiyle karşılaştı. Yukarıya tırmanıp eteğin sahibini gördüğümde nutkum tutuldu. Kadın çok güzeldi. Bembeyaz saçları vardı. Beyaz irisleri farklı renkleri içinde barındırıyordu.

 

"Merhaba Lina," sesinden ılık bir şeyler akıyor ve kalbimi ferahlatıyordu. Sanki korkumu biliyordu ve bunu engelliyordu. "Konuşabilir miyiz?"

 

"Rüyadayım?" Dedim sorarcasına. "Bana mı soruyorsun? Ben kontrol etmiyorum ki?"

 

"Hayır," diyerek başını iki yana salladı. Hareketleri oldukça tutarlıydı. İnsana büyük bir güven veriyordu. Ruhumu rahatlatıyordu. "Rüyadaki canlılar bunun farkında olmazlar. Bu bir rüya değil, yansıtılmış gerçeklik."

 

"Yansıtılmış gerçeklik mi?" Anlamıyordum. Tüm bunlar ne anlama geliyordu? "O ne demek? Neredeyim ben?"

 

"Teknik olarak yatağındasın. Bedenin hala orada. Çok fazla zamanımız yok. Uyku sırasında bilinçaltını konrtol edemiyorsun. Uyanmadan önce seninle konuşmalıyım, ben son beyaz kraliçe Engardia'yım. Önünde uzun bir yol var."

 

"Dur bir dakika," dedim kaşlarımı çatarak. "Ne son kraliçesi? Ne yolu?"

 

"Yıllar önce krallığımız yıkıldı. Büyük bir savaş oldu. Oğlumu ve halkımı korumak için tüm gücümü bir küreye hapsederek tüm varislerimi paralel evrenlerde bir yere yolladım. Bir çoğu dünya hayatına uyum sağlayamadı, birisi hariç. Kendisini yüzyıllar sürecek bir korumaya aldı. Bunu nasıl yaptığını bilmiyordum ama bir ihtimal vardı. Kraliçeliğim düşmüştü, diyar sıradaki taşıyıcıyı korumak istiyor olabilirdi. Benden ona geçmişti bu görev. Şimdi yıllar sonra tüm varislerimi ve halkımdan geriye kalan herkesi diyara geri getirdiler. Amaçları asla sizi özgür kılmak değil. Tek istedikleri yaşamak. Kimseye inanma. Halkımın kimseye inanmasına izin verme. Küreye en yakın beyaz sendin, seni seçtim. Görev senin. Taşıyıcıyı bul, kanatlandır ve koru. Diyarı kabul et ama sakın büyü yapma. Kanatlanmaya çalışma. Sırlar var, yalanlar ve saklananlar var. Dikkatli ol, manipüle en büyük silah. Zihnini dört aç. En yakın davranan en büyük düşmanın olabilir. Ruhumu onurlandır benim tatlı beyazım. Zekana güven ama sakın kimseninkini küçümseme. Taht oyunları diyardaki herkesi delirtir."

 

Süt beyazı parmaklarını saçlarıma uzatarak başımı okşadı. Parmak uçları nahifçe dokundu ve yukarıdan aşağıya doğru giden parmakları kayboldu. Bana gülümsedi, kıvrılan dudaklarının altında kocaman bir hüzün yatıyordu.

 

Birden nefes nefese yataktan doğruldum. Ağzımdan kaçmayı bekleyen bir çığlık vardı. Kendime gelene kadar gözlerimi kapattım.

 

Ben var ya has salaktım. Beni zorla getirip tıktıkları bu simsiyah odada nefes bile alamıyordum. İsyan halinde akşama kadar ne yemek yemiş ne şu içmiştim. Ama kapıyı açan olmamıştı. Ara sıra nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde masada yemek tepsisi beliriyor, komidinde su sürahisi yenileniyordu. Aklımı kaçırmak üzereyken kıçım mermer zeminde oturmaktan ağrımıştı, yatak çok yumuşak göründüğü için kendimi tutamayarak biraz uzanayım demiştim. Kendimi yatakta nefes nefese kan ter içinde bulacağımı nereden bilebilirdim ki.

 

Yataktan hızla doğrulup ikili tahta kapıyı itekleyerek açtım ve balkona çıktım. Gerçekten nefes almalıydım. Sabaha karşı olmalıydı ki havanın zifiri karanlığı biraz olsun çözülmüştü. Balkonum saray halkının evlerinin olduğu kısma bakıyordu. Saraydan en az on kilometre kadar uzakta ve muhteşem güzellikte yapılardı. Siyahın tonlarıyla bezenmiş evler biraz yanmış hissiyatı verse bile gerçekten sakindi.

 

Derin bir nefes aldım. Balkon acayip rüzgarlıydı. Elbisemin etekleri uçuşuyordu. Hâlâ kendi elbisemdeydim çünkü bana gelen herhangi bir elbiseyi giymeyi reddediyordum. Hele ki o iç karartıcı siyahlıktaki elbiseleri.

 

Tanrım.

 

Siyah olması sorun değildi. Hepsinin neredeyse rahibe kıyafetleri gibi boğucu yakaları vardı. Ve ben kışın bile boğazlı kazak giyemezdim. Kesinlikle daralıp boğulup ölecektim onlardan birini giyersem.

 

Kesin o mendebur siyah bana sinirinden boğulayım diye özellikle göndermişti bunları.

 

Daha fazla da bu ter kokan tozlu elbiseyi giyemezdim ki. Aklıma gelen fikirle içeriye daldım. Fiziksel aktiviteler dışında düşünmeyi reddediyordum. Rüyada olmadığımı söyleyen beyaz saçlı kadını da düşünmeyecektim. En azından bir süreliğine.

 

Düşünürsem delirecek gibi hissediyordum. Dün tüm gün başıma gelenleri anlamaya ve buna alışmaya çalıştım ama hayır, hiçbir işe yaramıyordu. Ekin neredeydi? Onu yutan portal kahveydi. Kahve kral Cyrus biraz daha adaletli birisi gibi görünüyordu. Umarım iyidir.

 

Kapıya ulaştığımda yumruklamaya başladım. "Birisi bana makas versin! Çok acil!"

 

"Neden bir makasa ihtiyacınız olsun ki?" Diye seslendi kapıdaki muhafız.

 

"Kıyafetlerin boğazlı kısmı ağzıma kadar geliyor! Kısa bir boğazım var! Hemen bana bir makas vermezseniz balkondan aşağıya atlarım!" Dışarıdan gülüşme sesleri geldiğinde yüzümü buruşturdum. "Ne var? Ne gülüyorsunuz siz?"

 

Kapı aralandı ve siyah bir erkek muhafız bana siyah elmaslarla bezenmiş bir makas uzattı. Gözlerinde alay vardı. "Gerçekten siyah kral izin vermeden ölebileceğini düşünmen ne acı."

 

"Ne?" Derken kalakalmıştım. Ne demekti bu? "Ne saçmalıyorsun be sen!"

 

Gülerek kapıyı kapattığında kapıya tekme atıp hırsla kıyafetlere yöneldim. Ne yani? O iskelet ölümü mü temsil ediyordu? Siyah ölüm demek miydi?

 

Buz kestim.

 

Ölümü konrtol edebiliyor muydu?

 

Ben nasıl bir yere gelmiştim böyle? Tamam, sakin olmalıydım. Her renk bir şeyleri konrtol ediyordu. Kırmızı kral Lowell zaten söylemişti. Kanı ve tutkuyu kontrol ediyordu. Sarı güneş olsa, yeşil ağaç falan mıydı? Bu ne kadar garipti böyle?

 

Bize sürekli diyarın nefesi olduğumuzu söylüyorlardı. Havayı biz mi konrtol ediyorduk? Siyah ölümü konrtol ediyorsa tam tersi beyazlar da yaşamı mı konrtol edebiliyordu?

 

Ölü bir çiçeği canlandırabilir miydim?

 

Yutkundum.

 

Bir ölüye can verebilir miydim?

 

Tüylerim diken diken olmuştu. Tüm bunlar nasıl olabilirdi ki? Nasıl insanlar yeşil veya mor saçlı doğabiliyordu? Kanatlanmak da ne demekti? Bir insanın kanatları olmazdı ki. Doğayı kontrol edemezdi.

 

Çok fazla şey görmüştüm. Ama bu olması gerekenden bile fazlaydı. Bu hepsinden de deliceydi.

 

Şarjı yüzde yetmiş olan telefonumun video kaydını açarak kıyafetlere odakladım. "Sevgili Beyazdan Al Haberi seyircileri, tahminen nereye gittiğimi merak ediyor olmalısınız. Evet bir tür kaçırılma sayılabilir. Garip olaylar oluyor. Tiyartoda gibiyim. Ve bu kıyafetleri odama getirip giymemi söylediler." Ekranı kendime çevirdim. "Emir almayı sevmem. Bunları giymeyeceğim."

 

Kaydı durdurdum ve askılıktan bir elbise aldım. Bu göğüs kısmı dar ve destekli bir kumaştı. Bu yüzden üstünü kessem bile olduğu gibi durabilecekti. Kolları balon kol gibi bileklere kadar uzanıyordu. Eteği belimden sonra aşağıya doğru genişliyordu. Aslında güzel bir elbiseydi. Ama inat değil miydi? Kesip giyecektim.

 

Elbisenin sırtını bir V şeklinde kesip kenarlara makasın ucuyla delikler açtım. Tek sıra halindeki deliklere bakarak gülümsedim. Yaptığım tek iş habercilik değildi. Kendime bir şeyler dikmeye bayılırdım. Yatağa oturdum ve üzerimdeki dizlerime gelen Beyaz elbisenin eteğinden tek sıra dümdüz bir şerit kestim. Şeridi deliklerden geçirip bir dönem elbisesi havası kattım.

 

İpli bir elbise olmuştu.

 

Göğsünü düz bir şekilde kestim. Oraya dekolte eklemeyecektim. Sırt dekoltesi yeterliydi. Sıra etek kısmına geldiğinde vücuduma tutarak bacak boyumu belirledim. Makasla eteği dizimin bir karış üzerine kadar kestim. Aslında eteğini kesmek istemiyordum ama biraz daha kumaşa ihtiyacım olabilirdi. Etek dört katlıydı iç taraftaki üç kat yumuşak bir tül, üstteki satense daha da yumuşaktı. Bu da biraz kabarık ama zarif bir görüntü sunuyordu.

 

Kollarına dokunmayacaktım. Gayet güzellerdi. Banyoya girdim ve hızlıca üzerime siyah elbiseyi geçirdim. Avuçlarıma aldığım belimdeki ipleri iyice sıktım ve zorlukla da olsa arkada kalçama doğru tatlı bir fiyonk haline getirdim.

 

Bir süre üzerimi izledikten sonra makasla beyaz elbiseden iki şerit daha kestim. Elbisenin bilek kısımlarına bağlayarak iki fiyonk daha yaptım.

 

İşte şimdi çok güzel olmuştu.

 

Biraz çocuksu olabilirdi ama çok güzeldi.

 

Beyaz elbiseyi banyoda becerebildiğim kadar yıkayıp sıktım ve balkona götürüp kenara astım. Üzerine sandalyenin birini koydum uçmaması için.

 

Çok yorulmuştum.

 

Güneş tamamen gökyüzünde yerini almıştı.

 

Şimdiye kadar çoktan saatin sekiz dokuz olması gerekiyordu. Ve bu saatlerde güneş bu kadar az ortaya çıkmazdı. Gerçekten bu garip yerde neler oluyordu?

 

Kapı tıklatıldı. "Kral Damion tüm beyazları kahvaltıya bekliyor!" Pabucumun kralı.

 

Oflaya puflaya dışarıya çıktım. Şimdi kim bu topuklularla o kadar yol yürüyecekti ki? Kapıdan çıktığım an midemde garip bir his oldu. Sırtımdan itilmiş gibi hissederek sendeledim ve birkaç adım öne gittim.

 

Kendimi bir anda yemek odasında bulmayı beklemiyordum. Arkama baktığımda kapanan bir portal gördüm.

 

Masanın en başında yemeğini yiyen siyah kral göz ucuyla bana baktı. Ve hayır, gözünü çekemedi. Diğer üç beyaz kıza da benim gibi oldukça kapalı elbiseler verilmişti. Hatta birisi durup durup boynunu kaşıyordu.

 

Diğeri kıyafet giymeyi reddetmiş üzerinde hâlâ beyaz kot şort ve büstiyerle duruyordu.

 

Erkeklerde sorun yoktu. İkisi de siyah kıyafetleei giymişlerdi. Boğazlı siyah Kazak ve kot pantolon.

 

"Her ne yaptıysan ben de istiyorum," beyaz kız boynunu kaşıyarak öfekli gözlerini krala çevirdi. "Kuduz olmama ramak kaldı. Birilerini ısırıp kendimle birlikte götüreceğim diğer tarafa. Bu arada adım Rena."

 

"Ben de Lina," dedim gülümseyerek. Kralın üzerimdeki bakışlarına aldanmayarak onun yanına gittim ve masadaki bıçağı aldım. "Merak etme. Terzilikten biraz anlarım. Sadece boyun kısmından kurtulacağım."

 

"Şükürler olsun," dedi nefesini bırakarak. Yumuşak yüz hatları ve omuz hizasına gelen kısa saçları vardı. "Biraz daha kaşırsam kesinlikle yara yapacaktım. Elbisene bayıldım."

 

Elbisenin arkasındaki fermurı omuzlarına kadar indirip bıçağı geçirdim ve boylu boyunca köprücük kemikleri açıkta kalacak şekilde kestim. Kumaşı ince şerit haline getirip saçlarının altından geçiirp başının üzerinde bağladım. "Nasıl?"

 

"Çok daha iyi," bana minnetle gülümsediğinde bıçağı yerine bıraktım ve karşısındaki boş sandalyeye oturdum. Sağımda beyaz erkeklerden birisi varken solum boştu. Masanın başında oturan siyah kral yavaşça avucundaki bıçağı masaya bıraktı.

 

"O elbiseler kafanıza göre kesmeniz için size verilmedi."

 

İ ilbisilir kifinizi giri kisminiz icin sizi virilmidi.

 

"Kimseye ne giyebileceğini sormadığınız için istediğimizi yapabiliriz." Bakışlarım önümdeydi. Masadaki kahvaltılıklardan alarak yemeye başladım. "Sizin savaşınız yüzünden krallığımız yıkıldı diye bize istediğiniz her şeyi yaptıramazsınız."

 

Dudaklarında kibirli bir gülümseme oluştu. "Aslında yapabilirim. Ben diğer taşıyıcılara benzemem, minik beyaz. O bahsettiğin savaş ben olmasaydım son bulmazdı, şuan yer altındaki tüm ölüleri konrtol edebiliyorum. Karanlık benim emrimde. Ölüm benim muhafızım. Ayağınızı denk alın, bir bok bildiğiniz yok. Burada öylece ahkam kesemezsiniz, ne dersem o yapılacak."

 

"Bu neydi şimdi?" Dedim ekmeğe reçel sürerken kısık gözlerle onu süzdüm. "Güç gösterisi falan mı? Mecbursun o güçleri taşımaya. Başlattığınız savaşı da bitirin bir zahmet. Onu da mı biz söyleyelim?"

 

Bana kaşlarını kaldırarak baktığında etrafta derin bir sessizlik oldu. Hadi ama, yine ne yapacaktı?

 

"Bu akşam hükümdar pembe kraliçe bir balo düzenleyecek. Hepiniz beyaz giyineceksiniz, üzerinizde siyah bir şey bulunmak zorunda. Aptalca bir şey yaptığınızı duymayacağım. Benim krallığımın koruması altında olduğunuz belli olacak. Ve balodan sonra antrenmanlara başlayacaksınız. Biriniz taşıyıcı değilse bile dövüşmeyi öğrenecek. Özellikle kadınlar," bakışları masadaki üç kızda gezindi. "Diğer renkler size ne söylerse söylesin. Karar verirken kimseyi dinlemeyeceksiniz, güçlü olacaksınız. Kimsenin sizi manipüle etmesine izin vermeyin. Benden bire bir duymadığınız her bilgiyi sorgulayın. Sizin buradaki tek dostunuz benim. Anlaşıldı mı?"

 

Rüyamdaki kadının söylediklerinin benzerlerini söylüyordu. Bu doğru olabilir miydi? Yoksa o kadını da rüyama bu adam sokmuş olabilir miydi?

 

Hepimiz sakince başımızı salladığımızda birden bana döndü. "Sen baloya kadar yer altında kalacaksın."

 

Elini savurduğu an sandalyemle birlikte hızla düşüşe geçtim. Bir yere sertçe düşerken altımdan çatırtı sesleri yükseldi.

 

Zorlukla başımı kaldırıp altımdaki kemik yığınına ve etrafa baktığımda küfrettim. "Siktir, bu da ne böyle? Dua et güçlerim yok seni aptal siyah!"

 

Ben nereye gelmiştim böyle?

 

"Yemeekk." Ney?

 

Allah'a emanet💅🏻

Loading...
0%