@cennomi
|
Medya: Berkay Eralp Şey yapalım mı? Ben sınır dolmadan atmaya başlayayım siz de ben düzenlerken bekleyin. Çünkü ben sadece 4 bölümcük düzenleyebildim. Düzenlediğim an bölüm sizdedir, söz! Keyifli okumalar♡ 10 yıl önce...
Karanlık sokakta yürürken ağlamamı durduramıyordum. Ellerimi pamuklu pijamamın üzerinden kollarıma sarmış, titreyen vücudumu ısıtmaya çalışıyordum. Saat kaçtı bilmiyordum. Ama güneş çıkmamıştı bir türlü. Çıkmak bilmiyordu, uzun zamandır yürüyordum. Karanlıkta annemin bağırışlarına uyanmıştım. Korkuyordum, annem bağırmazdı. Annem kızmazdı, gülmezdi, ağlamazdı. Annem sadece bakardı. Dokunma, diyordu hiddetli sesi. İstemiyorum çocuk. Gözlerimi kırptığımda bulanık olan etraf biraz düzeldi. Bir kaç yaş yanaklarımı üşüterek kendine yol çizdi. Sırtımdaki çantayı düzelterek burnumu avucumdaki peçeteye sildim. Babam çok kızardı koluma sildiğim için. İğrençsin Alin, derdi. Oyuncaklarım vardı çantamda. Bakkalcı Hasan abiye verip çikolata alacaktım. Korkmuştum annemin odasına gitmeye, kumbaram oradaydı ama alamamıştım. Annemin çığlıkları arasında çantamı hazırlamıştım. Garip sesler geliyordu kulaklarıma. Canı yanıyor gibi inliyordu annem. Korkuyordum. Korktuğumda ya elma yerdim ya da çikolata. Manavdaki Nusret amca çok sinirliydi, ona diyemezdim oyuncaklarımla elmaları takas edelim mi, diye. Ama Hasan amca bazen bana öylesine sakız verirdi. Onun da bakkalı kapalıydı ama. Açınca kızacaktım, onun yüzünden başka bakkal aramak için uzaklara yürüyordum. Kapıdan çıktığımda babamla karşılaşmıştım. Üzerinde bir şey yoktu, elinde bir havlu vardı. Nereye diye sormadı. Sadece beni izleyerek gideceğimi anladığında sessizce bir cümle fısıldadı. Belki sen gittiğinde, Meryem bir bebek ister. Onun sevgisinin bir takıntı olduğunu, bir çocuğun sokağa gecenin dördünde çıkmasına izin vermesinin normal olmadığını, henüz bilmiyordum. Bu gece ev, canavarlarla dolu bir masal kitabı kadar korkutucuydu. Burnumu çekerek önüme gelen saçlarımı ittim. Dün, alt komşumuz Leyla teyze örmüştü ama geceleri rahat edemediğim için çözmüştüm. Yokuşu inerken soğuk rüzgar bedenimi titreterek saçlarımı savurdu. Karanlık yolda kimse geçmiyordu. Bazen bir kaç araba geçiyordu, kulaklarımı ağrıtan müzikler çalıyordu. Bazen birkaç adam geçiyordu, yalpalayan adımlarla elinde şişelerle. Çok pis kokuyorlardı. Yokuşu indiğimde soğuk rüzgarın uğultusuna acılı bir inleme karıştı. Minik adımlarım korkakça duraksadı. Yardım etmeli miydim? Ya canı çok acıyorsa ve benden başka kimse yoldan geçmezse? Ya kimse ona yara bandı vermezse? Merhametim korkuma üstün geldiğinde çikolatayı unutarak yan sokağa saptım. Biraz ilerledikten sonra önüme bir duvar çıkmıştı. Çıkmaz sokaktı. Yanılmıştım, galiba annemin iniltileri hala kulaklarımdaydı. "Canı acıyan birisi mi var?" Diye seslendim. Ocak ayının sonundaydık ama kar yağışı durduğu için etrafı görebiliyordum. Kısık bir gülüş duyduğumda gözlerimi kırpıştırarak etrafa bakındım. Yanılmıyordum, birisi vardı. İleride iki duvarın köşesinden az ileride bir çöp konteynırı ve önünde yığılı siyah çöpler vardı. "Galiba var." İrkilerek iki adım geriye attım. Çöp mü konuşuyordu? Çöp konuşur muydu ki? En son okuduğum kitapta kürek ve kova konuşuyordu ama çöp konuşur muydu? "Sen çöp müsün? Ama kötü kokuyordur, kötü şeyleri hep sana atıyorlar." Dedim masumca. Anlayamıyordum ama çöp konuşuyorsa da acıyan bir yeri olmalıydı. Yara bandım yoktu çantamda, gece unutmuştum korkuyla. Oyuncak versem, sevinir miydi? "Hayır," diyen bir kahkaha duyduğumda bunu öksürükler takip etti. Bu soğukta bir de hasta olmuştu işte. Atkımı sarsam ona, benimki küçücüktü sarmazdı ki onu. "Değilim." "Seni çöpe mi attılar?" Dedim şaşkınca. Gözlerim pörtleyerek çöpe doğru koştum. "Niye çıkmıyorsun? Yoksa organlarını mı aldılar? Bacaksız mısın artık? Ama ben seni taşıyamam ki." "Bacaklar organ mı sence?" Dedi gülerek çöpteki. Yazıktı, ne diye çöpe atıyorlardı onu? Annem eskiyen oyuncaklarımı atardı, insan eskir miydi ki? Eskirdi, bunu bilmiyordum. Eskirdi ama çöpe atmaya bile zahmet etmezlerdi. "Niye gülüyorsun?" Dedim çöpün önüne geldiğimde. Uzanarak iki tane poşedin üzerine çıktım. "Beni çöpe atsalar ben gülmezdim." "Komisin çünkü. Ben çöpte değilim ki." Dediğinde kafa karışıklığıyla etrafa baktım. Bir adam iki büklüm çöple duvar arasında uzanıyordu. Sırtını duvara yaslamıştı ve alnı kırışmıştı. "İsmin ne senin?" "Öğretmenim tanımadıklarınıza isminizi söylemeyin, dedi." Diyerek aşağıya atladım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. Kibirli bir edayla önüne geldim. "Neden sana adımı söyleyecekmişim ki?" Güldü. Ama gülerken canı acımış gibi yüzünü buruşturdu. "Çünkü ben sana ismimi söyleyeceğim ve tanışacağız. İsmim Yavuz. Seninki ne?" Dudaklarımı büzerek düşündüm. Öğretmenim tanımadıklarınıza söylemeyin demişti, ben tanıyordum artık. Yavuz'du. "İsmim Alin." "Merhaba, Alin." Dediğinde öksürerek doğrulmaya çalıştı. Üzerindeki siyah kabanının önünü sıkı sıkı tuyordu. Yanına gidip yardım etmek istedim ama öğretmenim tanımadıklarınızın yanına gitmeyin demişti. "Kaç yaşındasın?" "Öğretmeni..." "Tamam, Alin. Senin öğretmenin de ne kadar pinpirikliymiş, ne bulduysa söylemiş. Ben otuz iki yaşındayım. Sen kaç yaşındasın?" "Yedi." Dedikten sonra gözlerimle onu taradım. Galiba arkası biraz uf olmuştu, otururken yüzü buruşuyordu. Arkamdan gelen rüzgar saçlarımı gözlerime ve ağzıma doldurduğunda tükükler saçarak düzeltemeye çalıştım. "Saçlarımı örsene." Minik adımlarla yanına gittiğimde güldü. Yaşıtlarıma göre hep küçük kalmıştım, bebekken annemin sütünü içmezmişim. "Aslında böyle güzeller, sana yakışıyorlar Alin. Annen nerede, neden bu saatte dışarıdasın?" Elini bana uzattığında ona doğru ilerleyerek sağ bacağına oturdum. Ona arkamı döndüm. "Alin hanım, sizin de ne kıymetli kıçınız var!" "Kıymetli kıç ne demek ki?" "Boşver. Annen nerede?" Ellerini saçlarımda hissettiğimde gülümsedim. Annem saçlarımı örmezdi. Genelde Leyla teyzem örerdi ama onun da her zaman çok işi vardı. "Çok mu güzeller?" Dedim hevesli hevesli ona dönerken. "Dün örgülüydü, o zaman daha güzel oluyor. Leyla teyzem ördü, o çok güzel örüyor." "Çok güzeller, Alin." Kıkır kıkır gülerek önüme döndüm. Saçlarımı savurarak kendimce oyun oynadım. "Yerinde dur, öremiyorum." Saçlarım yüzümü serbest bırakacak şekilde arkada birleştiğinde yandan elini uzattı. "Toka?" "Çantamda," diyerek öne doğru gittim. "Alsana oradan." Örgümün ucunu bana uzattığında avucuma alarak inceledim. Çok güzel örmüştü, Leyla teyzem duymasındı ama ondan güzeldi. Keşke, Yavuz'u çantama katıp eve götürebilseydim. Ben ona yiyeceklerimden getirirdim o da saçlarımı örerdi. "Neden çantan oyuncaklarla dolu?" Yandan uzattığı marsupilami'yi alarak dudaklarımı büzdüm. Marsu'yu çok seviyordum ama gece canım çok çikolata istemişti. "Hasan'a verip çikolata alacağım, kumbaram annemin adasında kaldı." Saçlarımın ucuna tokayı geçirdiğinde hevesle ona döndüm. "Sen biliyor musun, açık bakkal? Ben bulamadım. Kızacağım Hasan'a da zaten, kayboldum onun yüzünden." "Saat çok erken, Alin." Diyerek kesik bir nefesle gülümsedi. Eli uzanarak önüme bir tutam saç çıkardı. Alttan alttan ona baktım. "Annen nasıl izin verdi bu saatte bu soğukta dışarıya çıkmana?" "Haberi yok ki." Dedim dudaklarımı büzerek. Yine hatırlamıştım işte iniltileri. "Canı acıyordu onun. Görmedi beni, babam gördü ama bir şey demedi." Bacağının üzerinde otururken beni kollarımdan çekerek göğsüne yasladı. Kolunun birisi omzumu sardı. Diğer eli hala kabanının önünü tutuyordu. "Sen çok güçlü bir kızsın, Alin. Biliyor musun?" "Güçlü olmak ne demek?" Başımı yukarıya çevirerek ona bakmaya çalıştım. Kısıkça gülerek başını eğdi, şimdi kirpiklerimin arasından ona bakıyordum. "Böyle büyük olmak mı? Ben kısayım ama. Kaslarım da yok. Ben tabakları zor kaldırıyorum, nasıl güçlüyüm ki?" "Öyle değil." Dedi kahkaha atarak. Kabanı tutan eli uzanarak kalbimin üzerinde dokunmadan bir daire çizdi. Yabancıların size dokunmasına izin vermeyin, öğretmenim hep bir şeyler derdi ama Yavuz bir şey yapmıyordu. Ben gelip oturmuştum. Hem dokunmadan daire çizmişti. İyi birisi miydi o zaman? "Burası, çok güçlü. Güçlü olmak, kaslarının olmasıyla ya da birisini dövebilmenle olmaz. Kalbindeki acıyla nasıl baş ettiğin önemli değil, ayakta olman seni güçlü yapar." "Ama ben hep yürüyorum," dedim anlamayarak gözlerimi kırpıştırıp. "O zaman hep mi güçlüyüm?" "Büyüdüğünde beni anlayacaksın, Alin." Bir süre sonra sıkılarak kucağımdaki marsu'yu kendime çektim. Uykum geliyordu. Garip bir koku geliyordu ama galiba çöptü. "Bana masal anlatsana, Yavuz. İçinde meyveler olsun ama." Diyerek göğsüne sokuldum. Babam ona dokunmama izin vermezdi, annem de istemezdi ona dokunmamı. "Şeftali sever misin?" Diye sorduğunda gözlerimi araladım. "Hayır, kıllı kıllılar dudaklarımı kaşındırıyorlar." Dedikten sonra biraz daha düşündüm. "Şeftallili meyve sularını sevmiyorum. Nektarili seviyorum." "Şeftalileri yıkamadan mı yiyorsun sen?" Dedi sorgulayan bir sesle. "Öyle yersen tabii ki kaşındırırlar." "Ama boyum musluğa yetmiyor ki." Dedim dudaklarımı büzerek. "Anneme de söyleyemiyorum, hiç gülümsemiyor zaten. Kızsın istemiyorum." "Uzun zaman önce yaşlı bir kadın varmış." Dediğinde uykulu gözlerimi açtım. "Hayır, Yavuz. Öyle başlamaz masallar. Evvel zaman içinde diye başlayacaksın." Güldü. "Bizim masalımız farklı başlasın o zaman, Alin. Bir ağaç kovuğunda minik sincap uyuduğunda yaşlı bir kadın şeftali yıkıyormuş. Yıkadığı şeftaliyi eşine götürerek iki parçaya bölmüş. İkiye bölünen şeftalinin çekirdeğinden minicik bir bebek çıkmış." "Ne?" Diyerek göğsünden doğrulup hayretle ona baktım. Heyecanla zıpladım. "Şeftalinin çekirdeğinden mi çıkmış? Ama ben onları hep atıyorum, bebekler çöpe mi gitti şimdi?" "Hayır, hayır." Gözlerimin dolduğunu görünce telaşla omzunu duvardan ayırdı. Ama bu canını acıtınca yüzü buruştu. "Sadece kesersen çıkıyormuş, yoksa tohumlarmış onlar." "Sen yalan mı söylüyorsun?" Dedim kaşlarımı çatarak. "Tohum nasıl bebek olsun? Orada büyür işte, nasıl kesince çıkacak?" "Sen de bebek çıktığına inanıyorsun, tohum olduğuna inanmıyorsun!" "A-a!" Dedim heyecanla. "Nastertin hoca bu! Biliyorum ben onu! Kazanı var onun!" "Bravo sana, Alin. Evet, Nastertin hoca." "Senin canın mı acıyor?" Dedim tekrar alnının kırıştığını görünce. "Ben oturuyorum diye mi acıyor yoksa?" "Biraz acıyor ama seninle ilgisi yok. Kuş kadarsın zaten, oturabilirsin." "Marsu'yu versem geçer mi?" Dedim ona Marsu'yu uzatarak. "Teyzem bana Marsu'yu verince benimki geçiyor, yumuşacık Marsu." "Seninki geçiyor derken?" Dedi birden korkutucu bir şekilde kaşlarını çatarak. "Niye acıyor ki canın? Birisi bir şey mi yapıyor?" "Çocuklarla oynarken çok düşüyorum ben." Dedikten sonra Marsu'yu onun kucağına bırakarak kalın pijamamın paçasını yukarıya çektim. Dizindeki yara bantlarını ve izi kalan yaraları gösterdim. Soğuk hava titretince aceleyle kapattım. "Bir sürü yara oluyor bende, böyle senin boyun kadar." "Korkmanı istemiyorum, Alin." Dedi ve kabanını tutan elini cebine atıp kağıt paralardan çıkardı. Mor renkli olanı bana uzattı. "Bunu al ve istediğin kadar çikolata al, şeftalileri yıkayarak ye ve çok güçlü ol tamam mı? Şimdi geldiğin yoldan dönerek eve git. Sakın oyalanma." "Öğretmenim dedi ki kimseden bir şey almayın." Elindeki parayı ittim. "Senin öğretmenin... neyse. Parayı alıp, Hasan'a vereceksin, sen yemeyeceksin ki. Sen bakkaldan çikolata yiyeceksin, hiç zehirlendin mi bakkaldaki çikolatalardan?" "Doğru." Elindeki parayı alarak pijamamın cebine koydum. "Hasan zehirlemez ki beni, zehirlese Nusret zehirler. Çürük meyve verir bana o, kesin. Kötü kötü bakıyor herkese." "Alin, birazdan eğer siren sesi duyarsan geriye dönme tamam mı?" "Niye?" Dedim gözlerimi kırpıştırarak. Siren, poliste olurdu bir de doktorların arabasında olurdu. "Çünkü canımın acısını Marsu geçiremez. Doktorun ilaç vermesi gerekiyor, ben kalkamadığım için de yanıma gelecekler." Dedikten sonra beni zorlanarak kaldırdı. Dudaklarımı ısırarak ona yardımcı oldum. Ayağa kalktığımda kocaman gülümsedim. "İyileş ama tamam mı? Örgün çok güzel." "Görüşürüz, Alin. Dikkatli ol." Arkamı dönerek yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra Yavuz'un dediği siren sesleri geldi kulaklarıma. Güneş hala çıkmamıştı ama önümü görebiliyordum. Geri dönme demişti, Yavuz. Ama... MARSU YOKTU! Marsu'yu orada unutmuştum. Eğer çikolatayla değiş tokuş etmeyeceksem onu almam gerekiyordu. Ben Marsu olmadan uyuyamazdım ki. Geldiğim yolu geri dönerken koşuyordum. Doktorların arabası gelmeden Marsu'yu almalıydım. Yoksa Yavuz'a iğne vururlarken Marsu'yu da hasta zannedebilirlerdi. Ona da iğne vururlardı. Marsu'nun canı acırdı ama söyleyemezdi. Bebekler ağlıyordu ama Marsu ağlayamıyordu bile. Duvarın köşesine geldiğimde siren sesleri hala duyuluyordu ama daha gelmemişlerdi. Nefes nefese çöpe doğru konuşuyordum. "Yavuz! Marsu!" Köşeye geldiğimde koşmaktan kesilen nefeslerim korkudan tıkandı kaldı. Gözlerimin önündeki görüntü hiç silinmemek üzere beynime resmedildi. Bilemezdim, Marsu için geri döndüğümde ikisini de kaybedeceğimi. Bilemezdim, bunun tüm çocukluğumu bir duvar ardına hapsedeceğini. Bilemezdim, hiç büyüyemeyeceğimi. Yavuz'un kabanı açıktı ve beyaz gömleği kıpkırmızıydı. Marsu, elindeydi ve sarı kürkü kırmızıydı. İkisi de mi? Ölecekler miydi? "Gelme dedim, Alin!" Dedi kısık sesle ve harfleri yutarak. Boynunu tutamıyordu, kesik nefeslerim arasında sanki onun tekleyen kalbinin sesi kulaklarıma ulaşıyordu. "Yavuz," dedim sarsak adımlarla yanlarına ulaşarak. Elim uzanarak koyu kırmızı gömleğine gitti. "Kanıyorsunuz, yara bandım yok ki benim. Hani biraz acıyordu? Dizimdekilerden daha çok kanıyor bunlar!" Ellerinden birisi zorlanarak yarasındaki elimi itti. "Dokunma, Alin. Git, kirleneceksin." "Beni düşünmeyi kes!" Dedim birden ağlamaya başlayarak. "Eve gittiğimde kimse neden üstümü kirlettiğimi sormayacak! Ama sen gideceksin!" "Alin..." "Ölme!" Dedim hıçkırarak. "Ölme, Yavuz! Ölmeyin! Söz veriyorum, hep şeftali yiyeceğim Yavuz." "Şeftaliyi hep yiyemezsin ki..." "Yerim, hep şeftali yerim! Çok güçlü de olurum, hep yürürümde." Dedikten sonra başımı göğsüne yasladım. "Yavuz, kimse benim saçlarımı ilk dediğimde örmüyor. Sen örüyorsun, ölme n'olur?" Sesim çatlak ve yakarır gibiydi. Çocuk bedenim kıvranıyor, ilk defa bana bu kadar iyi davranan birisini kaybetmemek için savaş veriyordu. Annem örmezdi saçlarımı. Babam yüzüme bakmazdı. Annem gülmezdi bana. Babam iğrenç olduğumu söylerdi. Leyla teyze, hep işi olduğunu söylerdi. Teyzem, Marsu'yu elime verip sustururdu beni. Sus, Alin. İğrençsin, Alin. Yeter, Alin. Kapat çeneni, Alin. Ağlamayı kes, Alin. Babana benzemiyorsun, Alin. O şerefsize benziyorsun, Alin. Keşke hiç olmasaydın, Alin. Sesine tahammül edemiyorum, Alin. Yavuz beni dinlemişti. Sesimin başını ağrıttığını söylememişti. Konuşmak için gereksiz birisi olduğumu söylememişti. Bana masal anlatmıştı. Kalbim acıyordu. "Şiştt," diye fısıldadı yatıştırıcı bir sesle. "İyi olacağım, gitmelisin." "Gidemem." Dedim ağlayarak. Burnumu çekerek koluma sildim, peçete falan umrumda değildi. "Gidemem, gidersem ölürsünüz. Annem hastaneye gidince babam ölmüş." "Alin..." diye fısıldadı içli içli. "Ölmeyeceğim." "Yalancı!" Dedim bağırarak. "Hep yalan söylüyorsun! Biraz acıyor dedin bana! Bu kadar kan biraz acıtmaz, Yalancı!" "Alin!" Diye bağırdı o da. Titreyek kafamı kaldırdım. "Git!" "Yavuz..." dedim ayağa kalkarak. "Doktoru bekleyeceğim. Burada diyeceğim. Bekle, kapatma gözlerini." "Eve git." Eline Marsuyu iyice yerleştirdim. Onun da kanaması vardı galiba, kırmızı olmuştu. Ama o güçlüydü, ben onu acılarımla güçlendirmiştim. Şimdi fark ediyordum, gelen koku çöp kokusu değildi. Kandı. "Marsu, bakar sana. Geleceğim hemen." Koşarak sokaktan çıktığımda soğuk hava yaşlı gözlerime vurarark beni titretti. Dizlerim üzerine düştüğümde bulanık gören gözlerim gelen doktor arabasını seçti. Ayağa kalkarak yalpalayan adımlarla yola atladım. "Dur!" Siren sesine karışan korna ve fren sesiyle kendimi geriye atarak gözlerimi kapattım. Çığlık atmadım. Atamadım. Korkmadım kendim için. Korkamadım. Marsu ve Yavuz bu haldeyken kendim için korkmak hakkım değilmiş gibi hissettim. Sanki bu dünyada olan herhangi bir şey, hakkımmış gibi. Sanki bir yerlerde gerçekten benim olacak bir şey var olmuş gibi. "Ne yapıyorsun sen!?" "Yavuz!" Diye bağırdım gözlerimi açarak. "Ölüyor, kanıyor! Bir şey yapın, n'olur!" Adama nerede olduğunu elimle göstererek tekrar koşmaya başladım. Çöpün yanına geldiğimde birden bir kol belime sarılarak beni karanlık bir yere çekti. Kapı sesi geldiğinde dolu gözlerimi karanlıkta zar zor seçebildiğim silüete diktim. Elleri ağzımı kapatmış, bedeni gerilerek herhangi bir kaçma girişimimi önlemek için hazır haldeydi. "Konuşma, bağırma, sesini çıkarma. Duydun mu beni, küçük şey?" Diyen korkutucu sesi belki bu minik kalbimi korkutmalıydı ama olmadı. Kalbim zaten ölüm korkusuyla çarpıyordu. Kamera yoktu, umrumda değildi. Arkadaki doktorlar görmemişti, umrumda değildi. Marsu ve Yavuz ölüyordu. Kafamı salladığımda elinin baskısı dudaklarımdan ayrıldı. "Lütfen ölmesinler." Oldu ilk kelimem. Kendim için tek bir şey istemedim. Kendi adıma söylemedim, tek bir kelimeyi. Ölmek umrumda olmadı o an. Ölmesin, dedim yakarır gibi. "Kapat çeneni!" Kapat çeneni. Siren sesleri ve adım sesleri birbirine karıştı. Adam, beni duvara yaslı bir halde orada bekletirken dilimde tek bir kelime vardı. Sessizce onlarca defa tekrar ettim. Ölmesinler. Ölmesinler. Ölmesinler. Ölmesinler. "Kalbi durdu!" Ne? Dizlerimin bağı çözüldüğünde kendimi yerde buldum. Göz yaşlarım bile durdu o an. Dudaklarım titremeyi, kalbim atmayı, gözlerim kapanmayı unuttu. Kalbi durdu. Kimin? Ben kaç dakika orada durduğumu bilmiyordum ama o karanlıkta duyduğum son şey, hayatımın en gerçek cümlesiydi. "Acılar merkezindir, küçük kız. Burası merkez değil, hiçbir zaman olmadı. Hiçbir yer olmadı." Ve ardından çıkıp gitti. Tüm gün, orada oturdum. Su içmedim, yemek yemedim. Kıpırdamadım. En önemlisi nefes aldığımı hissedemedim. Kalbimin atışından bir haberdim. Güneş doğdu, elimdeki kan kurudu. Güneş battı, ben kurudum. Dışarıya tekrar çıktığımda gecenin bir körüydü. Kar yağıyordu. Etraf buz kesmişti. Üzerimdeyse sadece bir pijama. Çöple duvar arasındaki o yere geldiğimde donuk gözlerimin buzu çözüldü. Sırtımdaki çantayı attım. Gülümsedim. Dizlerim üzerine kendimi atarak yerdeki karları eşeledim. Parmaklarım dondu. Ellerim üşüdü. Sıcaklığımda eriyen karlar üzerimi ıslattı. "Kalbimde yanan yeri de ıslatın." Dedim fısıltıyla. Elime kızıl kar geldiğinde durdum. Yavuz'un ve Marsu'nun kanı. Marsu yoktu. Belki Yavuz'u alırken ölmesin diye onu da almışlardı. Marsu gökyüzünde korurdu, Yavuz'u. Korurdu değil mi? Karların üzerine yatarak gözlerimi kapattım. Uzun süre öylece yattım. Konuşamadım bile. Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar, dilsizdir. Donmak üzereyken bir köpek sesi doldurdu kimsesiz sokağı. Gözlerimi açmadım. Beni yiyebilirdi, yesindi. Bir süre sonra adım sesleri başımın üzerinde son buldu. Ben açlıktan beni yemesini beklerken, birden üzerime yattı. O anda gözlerim yaşlarını saldı. Hıçkırıklarım boğazıma takılı kaldı. Gün doğana kadar o köpek sayesinde hayatta kaldım. Yavuz'un verdiği paranın kuruşuna dokunmadım. Hepsiyle köpek maması ve battaniye aldım. Beni hayatta tutan köpeği o kış hayatta tuttum. Hiçbir parayı harcamadan hepsiyle ona mama aldım. Bazen yemeklerimi saklayıp ona götürdüm. Ama o gece uyurken saçlarımın üzerine koyduğu kafası, kış bittiğinde bir arabanın altında gözlerimin önünde parçalandı. Leyla teyze, kan kanseri teşhisiyle o sene vefat etti. Kanları hala ruhumda taşıyordum. Saçlarıma dokunan herkesin ölümünün yükünü omuzlarımda taşıyordum. O günden sonra, her anlamda güçlü olmak için çok çalıştım. Şeftaliyi hep çok sevmeye çalıştım. Kimse yedi yaşımı sakladım diye beni suçlayamazdı. Saklamasaydım hayatta kalamazdı. Ben ölmemiştim. Ben hayatta değildim. Ben sadece kayıptım arafta.
Kıyamisuuu. A Allah'a emanet 💅🏻
|
0% |