@cennomi
|
Medya sorununu hallettim, geriye dönüp karakterlere bakabilirsiniz. Keyifli okumalar♡ "Durular kolejinde önemli dedikoduları öğrenmek için bedel ödemen gerekir." Dedi pembe saçlarını omzundan geriye atarak. Bordo oje sürdüğü tırnaklarını birbirine vurup takırdatarak avucunu açtı. "Dedikodu mahzenine girmek için bize ne verebilirsin?" Para olmazdı, tiplerinden de belli olduğu üzere burslu değillerdi ve parayla ilgilenir gibi bir halleri yoktu. Kaos istiyorlardı. "Parayı ve bedenini aklından geçirme," dedi kulaklarının hemen altında biten neredeyse lacivert saçlı kız. İsmi, İlaydı. Altındaki okul eteğini bu soğukta Allah katına kadar çekmişti. Yargılamak değildi amacım ama ben donuyordum ya. "İllegal işlere girmeyiz, bize sır vermek zorundasın." "Alelade kişilerle ilgilenmiyoruz." Dedi üçlü gruptaki tek orjinal saçlı olan, sarışın. İsmi, İpekti. "Bize ilgi çekici bir şey söyle, ilgi çekici bir sır." Şimdi dertleri belli olmuştu. Etkileyici ve insanda merak bırakan bir gülümseme takındım. "Kızlar," ardımdaki duvara yaslanarak ayağımın birisini duvara yasladım. "Benim elimdeki sır, sizin vereceğiniz o minicik dedikoduları aşar." Büyük bir yem yakalamış olma ihtimalleri onları heyecanlandırmıştı. Gözlerinden belliydi. "Ne istiyorsun?" Diye sordu İpek. "Vereceğin bilginin büyük olduğundan emin misin?" "Eminim." Diyerek gözlerimi yağmur bulutlarına diktim. Kapalı hava ayrı bir huzur veriyordu. "Beni mahzene sokacaksınız, ben de size Mirza Durular'ın büyük sırrını vereceğim." Mirza Durular ismini duyan kızlar göz göze geldiler. Pembe saçlı Alisya, başını sallayarak koluma girdi. "Mahzene hoş geldin o zaman, Alin Durular. Burası dedikodunun dibine vurulduğu yerdir. Okuldakiler hakkında istemediğin kadar dedikodu yazılı ve kanıtlı bir halde saklanır." Müdür bey amca, bunlar senin okulda örgüt kurmuşlar. Bil diye söylüyorum, yarın bir gün tüm hayatını mavi dosyayla eline verir bunlar. Sen uyumaya devam et. Kolumdaki elini nazikçe çekerek kolumdan ayırdım. Tanımadığım insanların lakayt tavırlarından hiç hoşlanmazdım. Yani ilk defa gördün, hemen koluna girmek nedir ya? Tamam, ben de yeni tanıştıklarıma bile samimi davranırdım da bu fazlaydı. Ben yine ne halt mı ediyorum? Anlatayım. Sabah sabah deli dürtmüş gibi kalkıp saf dedikodu dedikleri şeyi bulmak amacıyla bu acayip üçlüyü bulmuştum. Hayır okuldu yani burası, tamam watty kitabındayız da pembe saç nedir? Bir de cırtlak pembe. Asıl amaç farklıydı ama. Belli ki Mirza benim kolay kolay peşine takılıp yer altına inmeme izin vermeyecekti. Amaç, dedikodu mahzeninden kendime giriş bileti bulabilmekti. Şeftaliyi tersten gösterme vakti gelmişti de geçiyordu. Alisya, bozuntuya vermeden önden yürümeye başladı. Henüz öğle arasının bitmesine yarım saatten fazla vardı. Bu da demekti ki, mahzene gidiyorduk. Adımlarımı hızlandırarak Alisya'nın yanında yürümeye başladım. Arkasında yürüyeceğim iki kişi vardı, Berkay ve İldem. "Ee, söyle bakalım sırrını?" Dedi kulağımın dibinden bir yerden hortlayan İpek. "Acelen mi var?" Ona yan bir bakış attım. "Mahzende konuşuruz." "Bizi kandırmadığını nereden bileceğiz?" İlay, dikkatle önüne bakıyordu. "Belki de mahzene inip dedikoduları öğrendiğinde bir sırrın olmadığını söyleyeceksin." "Benim varlığım dedikodu sebebi, İlay." Yanağından bir makas alarak önüme döndüm. "Endişelenme, buna değecek." Onları kandırmadığımı söylemedim. Kolejin bodrumuna inerken çoğu gözü üzerimizde hissediyordum. Belki, güzelliğime bakıyorlardı. Yani ne alakası vardı, ilk günden okulu birbirine katan kişi olmamla? Hiç yani. Bodruma indiğimizde kimse ışıkları yakmadı. Yukarıda şeker kız candy olan kızlar, sanki aşağıya inince wednesday olmuşlardı. Tüyler ürperticiydi ama aşırı hoşuma gidiyordu. Karanlıkta kendilerinden emin bir şekilde ilerleyen kızlar birden durdular. Bu koridorda karşılıklı dizilen on kadar kapı vardı. Alisya, rugan ayakkabısının topuklarını yere üç kez vurarak bekledi. İlay, ahenkli bir ritimle tekdüze bir ıslık çaldı. Hemen ardından İpek el çırptığında koridorda tok bir ses yankılandı. Şaka maka bunlar okulun altına falan mı kurmuşlardı dedikodu edecek yeri? Dedikodu yapmak için harcadıkları bu üstün zekayı başka bir şey de harcasalar zengin olma ihtimalleri vardı. Pardon, onlar zaten zengindi. "Takip et," diyerek ilerledi Alisya, koridorun solundaki üçüncü kapıyı açarak içeriye girdi ve ardından açık bıraktı. Arkasından gittiğimde kullanılmayan bir sürü tozlu sıra olduğunu gördüm. Dolapların yığıldığı köşede karartı gördüğümde cebimden telefonumu çıkardım. Bu kadar korku filmi jeneriği yeter benim bünyeme, baydım. Feneri yakarak Alisya'nın arkasından ilerledim. Yerde bir kapak vardı ve aşağıya inen uzun bir merdivene sahipti. Merdivenleri dikkatle indim. ayaklarım zemine değdiğinde burnuma pis bir koku geldi. "Iyk," kusar gibi bir ses çıkardım. "Ne lan bu koku? Arada getirip adam mı kesiyorsunuz siz burada?" "Yok," hemen arkamdan inen İlay. "Lağım kokusu." "Ne?" Yüzümü buruşturdum. "Kanalizasyonda mıyız yani?" "Hayır, okulun tuvaletine bağlı borulardan birisi patlamış sabah, bizden birileri ilgileniyor ama bu kokuyu biraz daha çekeceğiz." "Neden sadece işinde uzman birisini çağırmıyorsunuz ki," diye homurdandım. Karanlık koridorda ne bir ışıklandırma ne de insanların buraya sürekli indiğini belli edecek bir şey vardı. Ne kadar renk kataloğu gibi olsalar da zeki kızlardı. Sola dönerek yürümeye devam ettik. "Sırları bilenler arttıkça, güvende kalması zorlaşır." Issız bir âlemde hapismişim hissi veren koridorlar ayakkabı tıkırtılarımız dışında nispeten sessizdi. Bildiğim tek bir şey varsa, o da sessizliğin gürültüden ürkütücü olduğuydu. Karanlık olan ama fenerimle biraz olsun aydınlanan koridorun tozlu temininde büyüklü küçüklü ayakkabı izleri vardı. Bu, beni doğru yere götürdükleri anlamına geliyor olmalıydı. Titreyerek rahatsız bir hisle etrafa baktım. İzleniyormuşum gibi hissediyordum, izleniyormuşuz gibi. Kızların ayakkabı seslerine odaklandım, farklı bir yürüyüş ritmi duymayı bekledim. Olmadı. Bodrumu hayaletlerin basmış olma ihtimali yüzde kaç olabilirdi? Düşünsenize, şeftali şeklinde bir hayalet. Alisya olduğu yerde durarak bana döndü. Yukarıda rol yaptığını tam şuan anlamıştım. Orada aptal, dedikoduyu seven, zengin ve şımarık bir kızı oynuyordu.Buradaysa tamamen kontrolün onda olduğu zeki ve güçlü kızdı. Düşmanım bile olsa güçlü bir kadın olması hoşuma gitmişti. Ama, bu gücü bana karşı kullanırsa olacaklardan da sorumlu olmazdım. Bir şeyler planlıyordu. Böyle rol yapan birisini küçümsememeliydiniz, kendimden biliyordum. "Bu kapıdan girdiğin an, dilin lal olacak." Ardındaki kapıyı işaret ederek tehlikeli bir gülümseme sundu. "Bizim sırlarımızı bile anlatabilirsin ama, bu kapı zihninden silinecek." Kaşlarımı kaldırarak ciddi mi diye kontrol ettim. "Vereceğiniz dedikodu yeterince büyükse elbette unutmayı düşünürüm." Belimde İpek'in ve İlay'ın kolunu aynı anda hissettim. Göz dağı vermeye mi çalışıyorlardı? Kollarını kırıp ellerine verebilirdim ama iki sebep beni durdurdu. Birincisi, hemcinslerim olmaları. İkincisi, ne yapacaklarını merak etmemdi. Belimdeki eller tarafından Alisya'ya doğu itildim. Zorlamadan iki adım ileri gittim. Alisya gülümsemesini bozmadan yüzüme doğru eğildi. "Düşünmek yok, Alin Durular. Unutacaksın, burası bizim ve bizim sözümüz geçer." "Düşünürüm." "Biraz Arya gibi olsana!" Diye patladı birden. Geriye çekilerek elini ensesine attı. "Söz dinle!" Gözlerimi kısarak yapbozun yeni eklenen parçalarını yerleştirmeye çalıştım. Sözler, kelimeler ve itiraflar gözlerimin önünde uçuşarak yerleşti. Arya, ailesini bu kızların iki çift sözüne değişmiş olamazdı değil mi? Sırf söylediler diye ailesine zarar vermiş olamazdı? Hay şeftalisini! "Kraliçeyi soytarılarla karıştırıyorsunuz." Ağzımdan kısık bir kahkaha döküldü. "Kraliçeler emir almaz, verir." "Buranın kraliçesi benim." Alisya, her kelimeyi vurgularken her kelimede üzerime bir adım attı. "Benim sarayımda itaatsizlik edersen, kellenden olursun." "Taht oyunlarını severim." Gülümseyerek belimdeki iki eli ittim. Alisya'yı geçerek ardındaki kapıya ilerledim. "Kelle savaşları başlasın o zaman." "Başlasın bakalım, Alin Durular." Kapıdan girdiğimizde oldukça geniş bir odaya adım attık. Duvarlarda fotoğraflar ve yazılar vardı. İçeride beş kişi vardı. "Bu da ne demek?" Dedi, okul gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvıran bir erkek. Siyah saçları alnına dökülüyordu ve kahve gözlerinde sinirli bir ifadeyle bana bakıyordu. "Buraya yabancıların gelmeyeceği konusunda anlaşmıştık." Alisya, neredeyse kırıtarak çocuğa ilerledi. Büyük ihtimal protein tozuyla şişirdiği kaslı kollarına dokunarak hepimizin önünde dudaklarına yapıştı. "Iyk!" Diyerek tiksinir bir bakış attım. "Bunu hepimizin içinde yapmanız gerekiyor muydu? En azından benim önümde?" "Çok konuşuyor," diyerek Alisya'nın dudaklarına bulaşan rujunu yaladı. Tekrar, Iyk. Hemen ardından oturduğu masanın üzerinden eğilerek Alisya'yı belinden tuttu ve sol bacağına oturttu. "Onları kovup tek başımız konuşabiliriz." "Barış, biliyorsun dedikodu beklemez bebeğim." Alisya, Barış'ın dudaklarına küçük bir öpücük kondurarak bacağından indi. Yanıma geldi. "Sırra karşılık sır, ne öğrenmek istiyorsun?" "Yer altına nasıl inerim?" Alisya kaşlarını kaldırdı. "Yer altı derken?" "Dövüş yaptıkları, aşırı tehlikeli, Mirza'nın beni götürmemek için evden kaçtığı yer hani?" O son şeyi söylemeyecektim işte. Siz de anca bakın ekrana, tutmayın hiç beni. "Demek artık ipleri elinde tutmaya karar verdi, doğru karar." Alisya sağ duvara ilerleyerek demir masanın üzerindeki kağıtlara eğildi. Yanına giderek onunla birlikte inceledim. Mirza ile ilgili bir sürü fotoğraf vardı. "Bunlara bak, oraya girmek ve yanında birisini götürmek için yetkisi olanların resimleri. Sende kalabilirler, birisini ikna edersen seni oraya sokar." Onun verdiği resimleri elime aldım ama gözlerim masadakilerdeydi. Kanlı bir fotoğraf gördüğümde atılıp aldım. Bir kadın, neredeyse on altı. Alnında, karnında siyah birer çukur, mermi izi. Teni morluklara dolu, saçları kanlarla katılaşmış. Sarı saçları, kana bulanarak kırmızıya bürünmüştü. Gözleri açıktı. Ölüydü, teni ölümün tadıyla beyaza esir olmuştu. Fotoğrafta onun kana bulanmış bedeni ve kan gölünden başka hiç bir şey yoktu. Sadece kan. Yukarıdan çekilen bir fotoğraftı. Kızın bir eli dirseğinden kırılmış yukarıya bakıyordu. Diğeriyse... bir an nefes alamayarak durdum. Diğeri büyük ihtimal birisi tarafından kırılmıştı çünkü... ters dönmüştü ve kemiklerinden birisi dışarıya fırlamıştı. İşkenceye uğramış gibiydi. Bulanan midemi göz ardı etmeye çalışsam da ben buradayım diye haykırıyordu. Yutkunmaya çalıştım ama bir şey oraya tutunarak aşağıya inmemek için boğazımı parçaladı. Sanki... kendimi o resmin içinde hissettim. Bu da ne demekti? Fotoğraf elimden çekildiğinde donuk gözlerimi fotoğrafı alan kişiye çevirdim. Benden bir baş kadar uzun, beyaz tenli siyah saçlı bir erkekti. "Senin olmayan şeyleri karıştırma." Fotoğrafı cebine koyarak geriye çekildi. Gözlüklü, saçları beline kadar uzunan kumral bir kız kahkaha attı. "Bir dakika, bu kızın bundan haberi yok değil mi?" Dilimi kamaşan dişlerimde gezdirerek Alisya'ya döndüm. Gözlerimdeki merak'ı okuyarak gülümsedi. "Bir sırra, bir bilgi Alin. Fazlası için bedel ödemen gerekir, söyleyebileceğim tek şey o kızın Mirza ile ilgili olduğu." Sırf merak edeyim diye ipucu veriyordu! Elimdeki telefonu açarak galeriye girdim. aradığım fotoğrafı bulduğumda kirpiklerim arasından Alisya ve diğerlerine baktım. Düşünme, Alin. Düşünme. "Hazırsanız Mirza Durular'ın büyük sırrını söylüyorum?" "Umarım buna değer." İlay'a yandan bir bakış attım. Değecek, İlay. Ver müziği Dj, geliyor bomba. "Mirza'nın gay olduğunu biliyor muydunuz?" Alisya kaşlarını kaldırarak gözlerini açtı. Belindeki eli yan tarafta sallanmaya başladı. Mirza'dan intikam almanın zamanı geldi de geçiyordu. Yaptıkları benim karşılık vermeden affedebileceğim bir şey değildi. Söyledikleri, sorumsuz arkadaşlarından birisinin telefonumu hacklemesi ve son olay, beni bayıltması. Görmezden geleceğim noktayı aşıyordu. Ve ben biraz eğlenmek istiyordum. Sabah panolara astığım pandalı asil açıklaması yetmemişti. Yapacağımı söylemiştim. Pandalar bir günde yüzden fazla kez dışkılayabilirler. ~Varal Asil Kayalar. Bu beni telefonumdan arayarak başka bir erkekle konuşturduğu içindi. Bir başkası olma ihtimali kafamdan silinmişti. Ona ben yorulmam, yorulsam da geçer dediğimde bana bakışı her şeyi açıklamıştı. Ona insaflı bile davranmıştım. "Her hafta başka bir kızla yatan Mirza'dan mı bahsediyoruz?" Alisya, bana delirmişim gibi bakmayı bırakmalısın. Zaten öyleyim ama yüzüme vurmasan da our. "Ne? Gerçekten mi?" Şaşırmış gibi gözlerimi büyüttüm. Sanki bilmiyormuş gibi. Asil ve Mirza neden okulun gözdeleri olmuştu bilmiyordum ama kızların iki amacı vardı. Yani, ders çalışmak yerine böyle bir eğlence anlayışı tercih edenlerin. Herkesle birlikte olan Mirza'nın sonuncu gözdesi olmak. Ya da kimseyle birlikte olmayan Asil'in ilk ve son aşkı olabilmek. Kolejdekilerin gözü paradan kör olmuştu bence. Hayır, Mirza'yı kendime enişte alacak oluyordum bir de. Mirza'nın üzerini listeden karalıyorum ben. "Ama bir erkek pornosu izlerken yakaladım, söyledim ama inkar etti. Kim öyle olduğunu kabul eder ki? Belli ki, kızlarla bunu saklamak için birlikte." Telefonumu kaldırarak ekranı onlara gösterdim. İldem'den fotoshop yapmasını istediğim fotoğrafı. Kız bir yapıyordu gerçeğinden ayırt edemiyordunuz. Ekranda, Mirza telefonundan belgesel izlerken çektiğim bir fotoğraf vardı. Ama, ekranda belgesel yerine bir porno vardı. Erkek pornosu. Hayırlı işler, Mirza. Bu saatten sonra kızlar yanına yaklaşır mı acaba? "Buna inanmamızı mı bekliyorsun?" Diye sordu fotoğrafı elimden alan çocuk. Konuşmak dışında mimik sergilediğini görmemiştim. "Aptal mıyız biz?" Yersen. Omuz silktim. "İster inanın ister inanmayın, Barlas'a da sorabilirsiniz. Beraber gördük." Alisya, birden gülümseyerek elini omzuma koydu. "Tamam, gidelim o zaman. Bu günün manşetlerinde yine Mirza Durular olacak, tek bir farkla. Maskesinin ardındaki yüzüyle." Yok, kız yemedi ama yemiş numarası yapıyor. "Şu fotoğrafı atsana bana." İlay'a instagram'dan fotoğrafı attığımda üçü de kapıya ilerledi. İnanmadılar ama dedikodu dedikoduydu. Yalan olması ya da inanmamaları önemli değildi. Bunu yayacaklardı. Karanlık koridoru ve merdivenleri geçtik. Bodrumda geldiğimiz yöne ilerlerken Alisya birden koluma girdi. Kaşlarımı kaldırarak ona döndüm. "Yanlış taraf tatlım, sana bir şey göstereceğim, eminim buna bayılacaksın." Telefonumun kilit tuşuna basarak saate baktım. Yirmi dakika kadar zamanım vardı. Neredeyse yirmi dakikada çıkmıştık oradan. Gözlerimi kapatarak iç çektim. Bu kıza güvenmemem gerektiğini biliyordum, hislerimde yanıldığım tek nokta erkeklerdi. Onlara güvenebileceğimi hissetiğim her an yanılırdım. Yavuz'da. Babam'da. Can'da. Selim'de. Öğretmenim'de. Anrtönörüm'de. Ben aptalın tekiydim ve akıllanmak varken delirmeyi seçmiştim. Alisya'nın beni yönlendirmesine izin verdim. Bir kraliçe bile olsan, stratejik davranmalıydın. Misafir gittiğin sarayda kimin nasıl savaştığını öğrenmeliydin ki sarayı ele geçirirken sorunları tahmin edebilesin. Engeleyebilesin ve halkını koruyabilesin. Burada halk da bendim kraliçe de. Misafirliğim kısa sürecekti. Beni iki kapaklı bir kapının önüne getirdiler. Kapıyı iterek önden geçtim. Burası yüzme havuzuydu. Gözlerimi kıstığımda kirpiklerim arasından ışıkları kapalı odayı süzdüm. Bodrumda kaldığı ve ışıklandırma olmadığı için karanlıktı. Ne yapacaklarını tahmin edebiliyordum. Havuzun birkaç adım uzağında durarak onlara döndüm. Yapacakları hamleyi bekledim. Üzerime doğru minik adımlarla geldiler. Rugan ayakkabıların topukları zeminde tok sesler çıkararak yankılandı. "Bizi kandırdın!" Sakin ol, good girl. Sadece eğleniyorduk. Kaşlarımı kaldırarak dudaklarımı büzdüm. "Belki, bu neyi değiştirir? Dedikodu dedikodudur, size kesinlikle doğru bilgi vereceğimi söylemedim. O yüzden kandırmış da sayılmam." "Yanlış çöplükte ötmeye çabalıyorsun," dedi İlay. Kız sen çöplüğü falan bırak da Allah katına çektiğin o etekle donmuyor musun? "Sesini keserler." "Sessizliğim yeter," diye gülümsedim. Bu şey, hoşuma gitmiyordu. Sorun çıkaran tek kişi olmayı seviyordum. "Bize yanlış bilgi verdin." Alisya, biraz ürkütücü falan mı oldun sanki sen? Katil olma ihtimalin nedir yani? "Bedel ödeme vakti." Nasıl anladıklarını bilmiyordum, bildiğim tek şey o fotoğraftaki ölü kızla bir ilgisi olduğuydu. Alisya öne atılarak beni arkamdaki havuza ittiğinde tepki vermedim. Düşmeden önce içime derin bir nefes çektim. Onu da beraberimde çekebilirdim, reflekslerim kuvvetliydi, ne yapacağını anladığımda onları alt edebilirdim, üçünü de küçük bir arbedeyle geride bırakıp buradan çizik bile almadan çıkabilirdim. Ama yapmadım. Neler yapabileceğimi görmelerini istemedim, ne kadar ileri gidebileceklerini görmek istedim. Su tenime çarparak beni içine çektiğinde karşı koymayarak dibe vurmayı bekledim. Gözlerimi kapatarak saçlarımın suyun içindeki dansını hayal ettim. Ahenkli, huzur verici, kasvetli. Neredeyse bir dakikanın sonunda gözlerimi açarak dibe daldım. Ciğerlerimdeki tüm havayı boşalttığımda işim kolaylaşmıştı. Klorlu su, gözümü açmamı zorlaştırsa da yakmıyordu. Mavi fayanslara bakarak kendimi deniz kızı sanmama neden olacak kadar yüzdüm. Nefesim tükendiğinde kendimi yüzeye ittim. Gözlerimi kapatarak bir süre suyun üzerinde uzandım. Telefonum mahfolmuş olmalıydı. İnsanlar neden hep kötü olmak zorundaydı ki? En azından benim yaptığım gibi hemcinslerine biraz saygı gösterebilirlerdi. "Hiç bir zaman," diye fısıldadım. "Merkez değil." "Amacın dünya'nın merkezine inmekse henüz onu başaran olmadı. Hasta olacakın." "Git başımdan, Asil." "Hmm, canım istemiyor. Burada kalıp seni izlemek güzel." Ve güzel olan her şey, can yakıcıdır. Ona cevap vermeden havuzun kenarına doğru yüzdüm. Dipteyken eline aldığım telefonu fayansa koyarak kendimi kaldırdım ve oturdum. Ayaklarımı havuzda hareket ettirmeye devam ettim. "O kızlarla ne işin vardı ki? Senin arkadaş olacağın tipte insanlar değiller." Beni düşünüyormuş gibi durmayı kes. İki gün önce soğuk davranırken şimdi ilgili olmayı bırak. Dengesizliklerinle uğraşmak istemiyorum. "Benim arkadaş seçimlerimi nereden bileceksin ki sen?" Acımasız davranıyor gibi olabilirdim ama onu affetmek istemiyordum. "Ne kadar tanıyorsun beni?" "En azından bu tiplerle ve bu kişiliğe sahip insanlarla arkadaş olmazsın, Alin. Neden seni itmelerine izin verdin?" Doğru, kendime haksızlık olurdu. Böyle insanlarla arkadaş olmak kendime haksızlıktı. "Tutsaydın o zaman düştüysem." En başından beri buradaysan tutsaydın. Birisinin beni tutmasına ihtiyacım yok ama tutmak isteseydin seni geri çevirmezdim. "Seni tutma hakkına sahip gibi hissettiyorum. Ve ayrıca senin bana ihtiyacın olduğunu sanmıyorum." Yok, ama yine de tutsaydın işte. İhtiyacım olduğundan değil, yanımda olduğundan. Ama değilsin, kimse değil. Kimse gerçekten o kızın gözlerimdeki hapishanesini görmüyor. "Neden? Yine Alin diyorsun, şeftali diye hitap edebilirsin." "Onu lekeledim." Nispeten yakınıma bir kaç karış uzağımda yanıma oturarak ayaklarını havuza soktu. Benim aksime, onun ayakkabıları ayağında değildi. "Sana şeftali deme hakkını da, dokunabilme hakkını da kaybetmiş gibiyim." "Çabuk vazgeçmişsin," benden. Dişlerimi sıkarak elimi mermere dayadım ve sırt üstü uzandım. "Vazgeçmeyi sevmem, savaşmayı öğren." "Senin için savaşsam, bir şansım olur mu dersin?" Bu kadar masum olma, normalde çok komik kızım da mental çöküşteyim. Hatırlat bir ara yükselirim bu ana. "Kılıcını çekmeden, kahraman olup olamayacağını bilemezsin." Bunlar hep dün gece okuduğum kraliyet kitabı yüzündendi var ya. Resmen psikolojimi alt edip biliçaltıma yerleşmişti. "Ya çektiğim kılıç seni keserse?" Ya seni severken canını yakarsam. "O zaman pansuman yapmayı öğren çünkü kestiğin yerleri iyileştirmek zorunda kalacaksın." Güldü. Kulaklarıma ulaşan melodik tınısıyla gözlerimi kapattım. Biraz gülse ve ben uyusam ne kadar güzel olurdu. "Neden beni aradığında sen değil de başka bir erkek çıktı telefona?" Dedim doğrularak. Gözlerim havuzda dağılan fotoğraflara kaydı. "Bu adamlığa sığıyor mu?" "Özür dilerim." Gözlerimi kapatarak dişlerimi sıktım. Söylemeyin şu kelimeyi işte, söylemeyin! Kırıp döktüğünüz şeyi toparlamıyor. "Babamdı, ben... telefonu birden alınca ne yaptığını anlayamadım ama sen zaten gereken cevabı verdin. Hoparlöre vermişti." "Bir daha seni ararsam başkalarının çıkmayacağına söz verebilir misin?" Bu kendim için bir devrimden farksızdı, ilk defa süründürmeden intikam almıştım. O posterler içimi soğutmamıştı ama konuşup kendini anlatması yumuşatıyordu. "Şeftali ya da nektariler üzerine bir söz mü vermem gerekiyor?" "Elbette," diye tersledim. "Şeftali tercihimdir." "Peki," dudaklarını birbirine bastırarak muzip gülümsemesini saklamaya çabaladı. "Şeftaliler üzerine söz veriyorum ki seni aradığımda ve sen beni aradığında hattın ucunda sadece ben olacağım." Neden güvenmiyordum sözlere? Söz veriyorum, iyi olacağım. "İyi," kendimi yine fayanslara bırakarak gözlerimi kapattım. "Ben biraz yatacağım gidebilirsin." Hışıtı sesleri duydum ama Asil yerinden kalkmadı. Tek gözümü açtığımda gömleğinin düğmelerini çözerken gördüm. Birden doğrularak ayağa kalktım. "Hey hey! Savaş falan dedik de sen savaşma seviş moduna giriyorsun, hayırdır lan?" "Sadece gömleğimi sana verecektim." Ayağa kalkarak önüme geldi. Gömleğimin su akan uçlarına dokunurken gözleri oradaydı. Parmakları yukarıya doğru dokunmadan ama hissetmeme neden olacak şekilde tırmandı. "Soyunma odalarında yedeklerim var, ama sen yeni olduğun için yerleştirmeye vaktin olmamıştır diye tahmin ediyorum." Gözlerime baktığında gülümsedim. Kravatının uçlarından başlayarak yukarıya doğru parmaklarımı kaydırıp minik oyununu devam ettirdim. Kravatın boyun kısmından tutarak birden onu kendime doğru çektim. Gözlerine bakarak dudaklarına yaklaştım. "Bunun için üzerindekini almama gerek yok," Ellerinden birisi belime çok hafifçe dokunduğunda neden asla tutunmadığını merak ettim. Ama varlığının ve yokluğunun bir olduğu bu dokunuş, içimi gıdıklamaya yetmişti. Yine ne oluyordu bana? "Bu kadar yakındayken," diye fısıldadı. "Ne dediğine odaklanamıyorum." Onu bırakarak geriye çekildim. "Yolu göster, soyunma dolaplarındaki gömleklerinden alacağım. Düğmelerini kapat." Gözlerini kapatarak ağzının içinden bir şeyler fısıldadı. Neredeyse çocuk gibi tepinecek haline bakarak kafamı iki yana salladım. "Bu arada Nota'nın kusuruna bakma. O gün, darladı biraz seni." "Çocukların kusuru olmaz," onaylamazca gözlerimi kıstım. Sadece yaraları olur. "Bana Nota'nın okulunun konumunu at." "Ne?" Gözlerinin teklediğini adımlarının kesildiğini gördüm. Garip bir parıltı belirdi gözlerinde. "Gerçekten gidecek misin? Ben onu geçiştirdiğini sanmıştım." "Onu geçiştirebilmek için zalim olmam gerekiyor." "Çok sevinecek, tüm gün senin kermese geleceğini söyleyip durdu. Üç kelimesinden ikisi Alin abla." "Hayran kitlem büyüyor, ne yapayım? Bu kadar mükemmel olmak bazen çok zor." "Çek mükemmelliğini, yetişmen gereken bir dersin var."
🍑
"Evet arkadaşlar, bu sorunun da cevabı D şıkkı." Matematik öğretmeni Dilay hanım, hiç üşenmeden bulabildiği tüm kazık soruları getirip bize çözdürüyordu. Çalan kapıyla, "gel." Diye seslendi. Nöbetçi öğrenci kartının ipini eteğinin beline sıkıştıran bir alt sınıf öğrencisi elinde bir tomar kağıtla içeriye girdi. "Dersinizi böldüğüm için üzgünüm ama müdür bizzat sınıf sınıf gezerek duyuru yapmamı istedi." "Tabii," Dilay hanım masaya oturarak kalemi elinde çevirmeye başladı. "Okulumuz sömestır'dan hemen önceki gün bir festival düzenliyor, öğrencileri tatil havasına sokacak ve dönem boyu olan yorgunluklarını atacak bir program ayarlamayı planlıyoruz." Sınıftan heyecan dolu fısıltılar duyulmaya başladığında arkama yaslanarak gülümsedim. Asil'in gömleklerinden birisini giydikten sonra Sumru'yu arayıp etek istemişti. Kısa ama hararetli bir konuşmaydı. "Daha çok bir parti gibi ama okulumuz bunun bir grup ve sosyalleşme partisi olmasını istiyor bu yüzden de bazı öğrenciler seçildi ve katılım zorunlu, seçilenler festivali düzenlemek zorunda." Nöbetçi kız, sözlerini bitirir bitirmez sınıfta bir uğultu oluştu buna rağmen kız elindeki listeden isimleri okuyarak önlerine mavi dosyalar koydu. Kız işini bitirdiğinde Sumru ve benim de önümde şeffaf kapaklı birer mavi dosya vardı. Kavgaya karışan herkes bu festivalde zorunlu görev yapacaktı. Eminim çoğu öğrenci için ailelerinin bunu öğrenmesi, iki haftalık bir sürünmeden kat kat iyiydi. Ki çoğu ailenin bu kavga olayına büyük tepkiler vereceğini sanmıyordum. Önümdeki dosyayı açarak içine göz attım. Yemekler: - Görevli öğrenciler tarafından hazırlanacak bir açık büfe.
Etkinlikler: - Sosyalleşme odaklı oyunlar. - Kitap okumak veya ders çalışmak isteyenler için ses yalıtımlı ve rahat bir oda. - Teknolojik yeni ve orjinal içerikler. - Müzik, dans ve sanatsal içerikler. - Çeşitli eğlence seçenekleri. Dosyayı kapatarak geri kalanını okumak yerine sınıftakilerin yüz ifadelerine odaklandım. Alt tarafı festivali düzenlemek zorundaydık. Her şeyi yardım almadan kendimiz yapacaktık ve bütün bunlar için sadece iki haftamız vardı, ne var yani? Üçüncü madde için babamın şirketini sponsor alacaktık. Müdür bey amca ile sabah bol verimli bir hasbihal yapmıştık. Kameradan kaçan öğrencileri de tespit ederek listeye katmış, az çakal değildi bu. "Bu kabul edilemez," diye bağırdı bir çocuk. "Babam bunu duyacak, biz köle miyiz!?" Chloe ve Draco'lar ölmez, esmere döner. "Eminim baban senin kavgalardaki performansınız duymak yerine faydalı bir şeyler yaptığın için sevinecektir, Hakan." Diyerek gülümsedi Dilay hoca. Konuşun hocam, ağzınıza sağlık. Tam bu sırada son dersin çıkış zili çalınca toparlanarak sınıftan çıktık. Kapıdan çıkarken Sumru'nun koluna girdim. "Naber kız, bu aralar bir suskunsun sanki?" "Normalde konuşuyor muyum ben Alin?" Bana ters bir bakış atarak kolunu çekmeye çalışınca ondan üç santimcik uzun olmanın Keyfiyle kolumu omzuna attım. "Ne istiyorsun sen?" Boyum da şey, 162. Türkiyede olabilecek maksimum boyum işte. Ne olsun? "Hiç canım, arkadaşlık görevimi yaparak seninle uğraşıyorum." Bana kirpiklerini arasından yan bir bakış attı. "Biz arkadaş değiliz." "Öyle mi?" Kalbim kırılmış gibi elimi kalbime bastırarak bayılıyor gibi başımı geriye attım. "Kalbimi kırıyorsun ve birazdan senin yüzünden bayılacağım!" "Kim bayılıyormuş hanımlar?" Diyerek omzumun yanından bir baş çıkageldi. Biraz dikkatli bakınca bunun geçenki kavgada tentürdiyot kutusunu verdiğim çocuk olduğunu gördüm. "Hiç Doğukan abi, Alin yine sultana giden yolda Hürrem olma derdinde." O ne demekti, o nasıl bir Alin tanımıydı Sumru? Ha bir de iki grup arasındaki grupsuz takılan istisna Doğukan buydu demek. "Abin seni arıyordu," Doğukan başımın üzerinden kolunu uzatarak sumru'nun saçlarına elini daldırdığında rahatsızlıkla aralarından çıktım. Sumru, Doğukan'ın elini iterek gözlerini bana çevirdiğinde, "ben gidiyorum, görüşürüz." Dedim ve hızlı adımlarla bahçeye çıktım. Soğuk kış rüzgarı hala nemli olan topuzumdan içeriye sızarak tenimi sızlattı. Adımlarımı tekrar hızlandırarak kapıdan çıktım. Yanda siyah bir minibüs kapısı açık bir şekilde bekliyordu. Kas abidesi takım elbiseli birisi de kapının önünde duruyordu. Gözlerini bana diktiğini görünce durdum. O bana baktı, ben ona baktım. Bakıştık. Ona yandan yandan bakarak bir kaç adım attığımda benimle birlikte adımlarımı tekrarladı. Durdum. Durdu. Ne oluyordu lan? Minibüse bir daha bakarak filmlerdeki mafya arabalarından olup olmadığını kontrol ettim. Valla da onlardandı. "Ne var, ne bahıyon?" Diye çemkirdim. "Açıkta bir yerimizi mi gördün?" Adam yakışıklıydı falan da parmağında yüzük vardı be. Yakışmazdı bize. Racona ters. "Alin hanım?" "Yok, ben değilim o." Sonuna kadar inkar, hayat felsefemsin şuandan itibaren. Adam bana tip bir bakış atarak kafasını minibüsten içeriye soktu. Üç saniyelik bir konuşma gerçekleştiğinde kafasını çıkararak yine bana döndü. "Şeftali hanım?" Aha şeftali dedi, kurtuluş yok buradan. "Lütfen arabaya binin." Ama şimdi çok ısrar ettin, binmezsem ayıp olur. Hızlıca minibüse atlayarak telefonumu karşımdaki adama uzattım. "Zaten suya düşmüştü, hazır kaçırmışken yenileyiverin bir zahmet." Çantamı çıkararak iyice yayıldım. "Çantamı eve bırakırken geri verirseniz sevinirim." Hafif kır düşmüş saçları yakışıklı yüzünde tamamiyle ona ait gibi duruyordu. Takım elbisesi içerisinde bir mafya vibe'ı vermiyor değildi. Kapıdaki kas bey adama eliyle bir işaret verdi. "Hanımefendinin telefonunu ve çantasını alın, bir telefon ayarlayın yarım saate elimde olsun." Adam denileni yaptığında kapı kapandı ve araba hareket etmeye başladı. Araba bir yere gidiyordu ama inşAllah ormana falan gitmiyordu. Ben arabaya da şak diye bindim ama inşAllah beni kaçırıp, bıçaklayıp, kesip, biçip, öldürüp bir çalıya atmazlardı. Gerçi, onu yapamazlardı ben izin vermezsem. "Açık konuşalım mafya bey," diyerek dirseklerimi dizime yaslayrak öne eğildim. "Benim için fazla büyüksünüz, ama istersen sana bizim matematik öğretmenini ayarlayabilirim. Ayrıca, araba orman yoluna falan gitmiyor değil mi?" En azından evlenince balayına falan giderdi de öğrenciler azıcık rahatlardı belki. O sorular neydi öyle, bir soru getirmiş feleğim şaştı. "Cömert teklifin için teşekkür ederim ama hayır, evlenmeyi düşünmüyorum." Benim gibi öne eğildi. Gözlerinde ben tehlikeyim diyen parıltılar uçuşuyordu. Bu adamda iyi olmayan bir şeyler vardı. "Açık konuşalım dedin diye söylüyorum, ben Burhan, Sumru ve Nota'nın babasıyım." Görüyor musunuz a dostlar? Bine bine kimlerin arabasına bindim?Bine bine nasıl bir mafyanın arabasına bindim? Bir de adama telefonda saydırdık bir dolu. Asil'i çocukların içinde söylememesi dikkatimi çekse de daha sonra yapboza eklemek adına kenara ayırdım. "İyi," arkama yaslandım. "Yine de telefonu istiyorum. Ayrıca ne var yani Alsanız Dilay hanımı? Kurtarın öğrencileri, bir iki sevap kazanın lazım olur gittiğiniz yerde." "Dilinden de hiç bir şey eksilmemiş Maşallah." Diyerek arkasına yaslandı. "Ailen ve arkadaşların sana nasıl dayanıyor?" Yanlış yaraya tuz basıyorsun, Mafya Burhan. Eline aldığın namlunun ucu sana döndüğünde fark edersin acıyı. "Karın sana nasıl dayanıyordu?" Diye karşılık verdim. Kaşlarım yükselmiş, dudaklarımda kışkırtıcı bir gülümseme hayat bulmuştu. "Eminim, geceleriniz çok güzel geçiyordu." "Tabii ki güzel geçiyordu." Benim gibi gülümseyerek elindeki telefonu çevirmeye başladı. "Kan ve vahşeti seversen seni evimize davet edebilirim." Tamam... bu ne demek oluyordu? "Kalsın," yüzümü buruşturdum. "Akşam için başka bir yere davetliyim. Bir boks maçına gideceğim." "Yer altındakine mi?" Gözlerinde anlamlandıramadığım parıltılar dolaştı. Bir şey, onu heyecanlandırmış gibiydi. "İstersen seni zahmet etmene gerek kalmadan içeriye sokabilirim." "Mirza'yı bayıltıp onun yerine maça çıkmayı planlıyorum." Ona güvenmesem de, en ufak bir yardım beni zahmetten kurtarırdı ve ben çok üşengeç bir insandım. "Adamlarından birisi yardım etse iyi olur." "Eminim barın önünde gösterdiğin performansı gösterirsen kazanırsın." Dediğinde tek kaşımı kaldırdım. Adam bir de kameralardan neredeyse oğlunu öpeceğimi görmüştü, iyi mi? Neden bu cümlenin altında başka bir anlam yatıyormuş gibi hissediyordum? "Seni gece yarısında alırım." Diye devam etti. "Numaranı kaydet, mesaj atarım." İçimde anlam veremediğim kötü bir his dolanıyordu.
🍑
Karanlık. Hızlı, ciğerlerimi yakan nefesler alıyordum. Hiçliğin ortasında tenime çarpan gece ayazında göremediğim bir canavara karşı savaşıyordum sanki. Temkinliydim, her an gelecek bir acıyı bekliyor gibiydim. Neredeydim? Karnıma gelen sert bir darbeyle iki büklüm oldum. Öne doğru eğilerek kolumun birisini karnıma dayadım. Kesilen nefesimin yerini doldurmak için dolu dolu bir nefes aldım. Muhtmelen bir tekmeydi. Ben toparlanamadan bacağımın arkasına vurulan acımasız bir darbeyle dizlerimin üzerine düştüm. Birbirine kenetlediğim dudaklarımın arasından kalbimi parçalayan bir inilti kaçtı. On bir yaşındaydım. Hatırlıyordum bu anı, hatırlıyordu kendisini acı. O an fark ettim ki, karanlık değildi. Tamamen karanlık değildi ortalık. Gözlerim bağlıydı. Her zaman bağlıydı ama ben, hiçbir zaman çözmeye çalışmamıştım. Onun yüzünü görebilmek için hiç çabalamamıştım. "Zayıfsın!" Diye bağırdı. Sinirliydi yine, zayıf olmam delirtiyordu onu. "Böyle mi koruyacaksın sen kendini?" "Karanlık," diye fısıldadım acıyla dolu bir nefeste. "Önümü göremiyorum, nasıl dövüşeyim?" "Kimse senin gözlerini açmanı beklemez, küçük kız." Küçük kız, güzel kız, aptal kız derdi ama çok nadir Alin derdi. O genelde acının olmadığını söylemeyi tercih ederdi. "Lütfen," diye fısıldadım elimde olmadan. Dudaklarım büzüldü ama ağlamak suç gibiydi onunlayken. "Bugünlük yetsin, canım acıyor." "Kaç kere söyleyeceğim?" Beni omuzlarımdan tutrarak acımasızca ayağa kaldırdı. "Yalvarmak yok! Yalvarırsan ölürsün, kendini sadece kendin kurtarabilirsin, bir başkası değil!" "Ama canım acıyor," diye fısıldadım. Benim hüzünlü, buğulu ve acı dolu sesim onda hiçbir işe yaramıyordu. "Acımasızsın, canım acıyor diyorum." Gece ayazına karışan serin hava tenime çarptı. Ormandan gelen taze kokular rüzgara karışıyordu. Herkes sabahın bu saatinde uyumayı tercih ederken biz dövüşüyorduk. "Öyle olmam gerekiyordu." "Hayır, gerekmiyordu." "Acı yok, Alin." Sesi, az öncesine göre yumuşak çıksa bile hala katıydı. Büyük ellerini dizlerimde hissettim. Yavaş harekelerle nazikçe çıplak dizlerime yapışan taşları temizledi. "Acımıyor dizlerin, güzel kız." Karanlık, gözlerimdeyken somut bir hal alarak bedenimi kendisine çekti. Girdapta savrulurken yüreğimi hoplatan bir düşme hissiyle kafamı masadan kaldırdım. Rüya. Kabus. İyisin, Alin. Bir şey yok, iyisin. Hayatımdaki insanların dengesizliği bir tokat misali çarptığında yüzümü buruşturdum. Rüyalarımda bile idman yapıyordu adam. Kuruyan boğazım yüzünden zorla yutkunarak masadaki telefonumu aldım. Kilit tuşuna basarak ekranı aydınlattım. 23:12. Ders çalışırken uyumuş olmalıydım. Masadan aldığım bir peçeteyle salyamı silerek ayağa kalktım. Tutulan omuzlarımı geriye atarak gerdim. Telefonumu götürmeyecektim, mafya Burhan paraya kıyıp almıştı yarım elmayı. Burhan'a evin arkasındaki ormanın çıkışının konumunu atarak yarım saate orada olacağıma dair bir mesaj attım. Yatağımın içine ne olur ne olmaz, kontrole gelen olur diye bir kaç yastığı insana benzer şekilde dizdim. Kafa kısmına eve gelince banyodan aşırdığım kıvırcık saça benzeyen paspas kafasını yerleştirdim. Yani bir zahmet kontrol ederken dibime kadar da girmesinlerdi. Girerlerse de Mirza beni kaçırdı derdim artık. Dolaptan yine siyah bir eşofman takımı giyerek fermuarı boğazıma kadar çektim. Özel, kabzalı bıçağımı belime taktım. Saçlarımı alelacele bir topuz yaparak ayakkabılarımı elime aldım. Kapıyı yavaşça aralayarak ara koridora göz attım. Kimse görünmüyordu. Sessiz ama hızlı adımlarla Akan'ın odasına ilerledim. Umarım uyumuşsundur Akan yoksa seni bayıltmak zorunda kalacağım. Sabah ne bahane uydururum bilmiyorum, bayılmış numarası yapacağım galiba hürrem gibi. Beni süleyman gibi tutan da olmazdı bu şansla, düşer kafamı yarardım ben. Kapıyı aralayarak karanlık odaya göz attım. Alt kattan sesler geliyordu, annemler yatmamış olabilirdi hala. Anlaşılan Akan, bu gece ders çalışmak yerine uyumayı tercih etmişti. İyi yapmıştı. Sessizce yatağın ayak ucuna gelerek eğildim. Akan'ın sarkan ayağına dikkat ederek çarşafı kaldırdım. Allah'ım nedir bu çektiğim benim? Nedir bu koku? Bu çorabı kaç gündür giyiyordu bu? Tüm abiler mi böyleydi? Kusmamak için üstün bir çaba harcayarak yatağın altına girdim. Sürünerek kare deliğe ulaştığımda ayaklarımı sarkıtarak merdivenleri inmeye başladım. Ajan fareli şeftali görevde, ikinci sezon filmiyle şimdi netflix'te. Ajan fareli şeftali hissettiği aksiyonik adrenalinle birlikte hızla merdivenleri indi. Onu gören sensörlü tavan lambaları yanarak koridor geçidi aydınlattı. Etrafta kulakları sağır eden sessizlik dışında onun çıplak adımlarının yarattığı yankılar dolanıyordu. Tünelin sonuna geldiğinde fareliği bırakarak bir maymun şeftali olarak tırmandı merdivenleri. Kapaktan dışarıya çıktığımda gecenin soğuk kış ayazı bedenimi titretti. Daha fazla hareketsiz kalırsam soğuk havayla kardeş olacaktım. Çocukluğum gibi kokuyordu. Koşmaya başladım. Rüzgarın yüzüme çarparak tenimi yalaması, ruhumu iyileştiriyordu. Huzuru bulabildiğim bir kaç şeyden birisiydi. Ormanın ferah yeşillik kokusu her nefeste ciğerlerime doluyor, gözlerimi kapatma isteği uyandırıyordu. Tıpkı, ormana her gelişimde yapmak zorunda olduğum gibi. Daha sonraysa acımadan devam etmem gibi. Ondan sonra, kendime acımasız davranmkta çekinmemiştim. Beni güçsüz olduğum için bıraktığını zannediyordum. Ondan sonra beni bırakan herkesin güçsüz olduğum için bıraktığını zannetmiştim. Küçükken, henüz ölümün nefesini ensemde tatmamışken, Marsu ile ağlamadan sarıldığım her an kendimi güçlü hissederdim. Çünkü, genelde sürekli ağlardım ve her seferinde yanımda marsu olurdu. Artık, o da yoktu gerçi. Yavuz'layken, güçlü olmanın ayakta kalmak olduğunu zannederdim. Onunlayken, güçlü olmanın savaşabilmek olduğunu düşünürdüm. Kendimi saldırılara karşı savunabilmek. Şimdi ise güçlü olmanın ne demek olduğunu tam anlamıyla biliyordum. Yaşadığım ve yaşayabileceğim, ruhumu ortadan ikiye bölecek kadar acı olan şeylerde bile düştüğümde ayağa kalkmaktı. Ağlasam da, yara alsam da, güçsüz düşsem de, kendi ruhumu kendim ayağa kaldırabilmekti. Kendi kendimin her şeyi olabilmekti. Yine de her acıya ağladığımın on katı gülmekti. Alin olarak kalmaktı. Kimsenin bir şeyi değil, hiçbir sıfat değil, sadece Alin olabilmekti. Pes ettiğinde bile yola devam edebilmekti. Ormanın sonuna geldiğimde alışık olmama rağmen nefeslerimi düzenleyemediğimi fark ederek öksürdüm. Ciğerlerime dolarak beni adeta boğan oksijene rağmen doğrularak yolun kenarına durmuş beni bekleyen araca baktım. Burhan, dizilerdeki mafya arabaları gibi siyah bir passat ile gelmişti ve arabaya yaslanmış beni bekliyordu. Beni nefes nefese gördüğünde gülerek kafasını iki yana salladı. Arka kapıyı açarak geçmem için bekledi. İkimiz de bindiğimizde araba hareket etmeye başladı. Ben yine bir haltlar yiyip binmiştim ne idüğü belirsiz arabalara da inşAllah, kesip, biçip, öldürüp, 394839 yerimden bıçaklayıp gömmezlerdi bir yere. "Bu kadar yolu koştuğuna inanamıyorum," diye söylendi. "Delisin sen." "Öyleyim," başımı koltuğa yaslayarak gözlerimi kapattım. "Ben bile kendime güvenmiyorum, sen pek güvenme bana. Her haltı yiyebilirim." "Zaten güvenmiyorum ama neyse," sesinde agresif ama beklentili bir ton vardı. Beklenti baskılanmış saklanmaya çabalanmıştı. "O zaman planı özet geçiyorum. Akşam beklenen büyük bir maç var ve taraflardan birisi Mirza. Maça çağırdıkları an gelemeyecek çünkü sen, Ahmet ile birlikte Mirza'nın odasına girecek ve onu bayıltacaksın. Mirza çağırıldığı anda kimseye yakalanmadan kafese girip kapıyı kapat ki arbede çıkmasın. İşin bittiğinde sağ kalırsan Mirza'nın odasında seni bekliyor olacağız." Sağ kalırsam ha? Karşımdaki kişi ayakta kalırsa merhametli davranmış olurum. Kafamı salladım. "Maça çıkacak diğer kişi kim? Tanıyor muyum?" "Ben tanımıyorum." Kafasını iki yana sallasa da ben nedense yalan söylediği izlenmine kapılmıştım. "Azap lakaplı birisi." Yalan. Söylediği şeylere güvenmiyordum ama hedefe giden yolda yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Örnek 1, isim öğrenmek için gittiğim barda neredeyse Asil'i öpecek olmam. İç çekerek kafamı cama çevirdim ve geçip giden yolu izlemeye başladım. Geçip giden ağaçlar, özenle saatler harcanmış bir sulu boya tablosunu andırıyordu. Güzeldi. Huzurluydu ve en önemlisi çocukluğum gibiydi. Kafamın içindeki yapboza odaklanarak gözlerimin önünde canlandırdım. Her bir cümleyi yerleştirdim. Eksikler vardı, yanlışlar vardı. Yerine oturmayan çok şey vardı. Araba durduğunda cama öylece dalmış gözlerimi iç geçirerek çektim. Yorgun hissediyordum, kötü bir sey olacağını biliyordum ve bu kaçma isteği uyandırıyordu. Ama böyle büyümemiştim. Ben korkuları ve acıları hayatımın merkezine koyardım. Ben onlarla savaşarak büyümüştüm. Arabadan çıkarak geldiğimiz yere baktım. Soluk ve neredeyse kasvetli bir ormanın ortasında duran üç katlı bir ev vardı karşımda. Eski, kasvetli, ürperti veren bir yerdi. Vallahi bu sefer kesip, biçip, atacaklar bir çalıya. "Beni kandırıp gömmeyeceksiniz değil mi?" Diye sordum şüpheyle. Mafya falandı da, benim mafyam değildi ki bu adam. Mafya, herkesi keser esas kızı sever. Ben de esas kız olmadığıma göre alın size güvenmemem için bir sebep daha. "Vallahi hiç güvenmiyorum ben size. Yaparsınız yani." "Belki başka bir zaman ama şuan değil," diyerek gülümsedi ve insana hayaletliymiş gibi gelen evin arkasına ilerledi. "Hadi gidelim." Onu takip ederek evin arkasına geldiğimde tahta bir bahçe kulübesine ilerliyorduk. Zincirlerle bağlanmış kapısında bir asma kilit vardı. Hayret, nasıl çalmamışlar? Cebinden bir kilit çıkardığında evli, kaslı, yakışıklı muhtemelen adı Ahmet olan takım elbiseli de bize yetişti. "Pişt," Ahmet'e yanaşarak fısıldadım. "Çocuk var mı senin?" Kafasını salladı, önüne bakarken. "Bir kız, ismi Berna." "O zaman ölmemeye bak." Dedim önüme dönerken. Burhan'ın açtığı kapıdan geçtiğimde onun yerdeki bir kapağı kaldırdığını gördüm. Yine, yine ve yine yer altında fare olma ödülüne layık görülüyordum. Oflayarak Burhan'ın arkasından merdivenleri inmeye başladım. Burası, Akan'ın tüneli gibi demir bir koridora sahip değildi. Çökmemesi için birkaç destek atmışlardı ama toprak kokusu her yerdeydi. Etraftaki örümcek ağlarına ve böceklere acıklı bir ifadeyle bakarak daha hızlı indim merdivenleri. Ayağım yere değdiğinde karanlıkta hiçbir şey göremiyordum. En ufak ışık sızan bir yer yoktu. Ay ışığı, metrelerce aşağıdaki bu mezar gibi yere misafir olarak bile gelmiyordu. Bir gıcırtı sesi geldiğinde karanlığı bıçak gibi kesen ışık yüzünden gözlerimi rahatsızlıkla kıstım. Burhan, demir bir kapıyı açmıştı. Ona doğru ilerleyerek ışığa çıktım. Bir kaç sokak lambasıyla aydınlanan bir yer altı sokağındaydık. Belki de şehrindeydik. Ürkütücü bir güzelliği vardı. Yıkık dökük siyah tahta evler bir yangında yanmış izlenimi verselerde dikkatle baktığınızda sadece boya olduğunu anlıyordunuz. "Yer altı şehri, Noir'e hoş geldin." Burhan'ın sesiyle gözlerimi sokaktan çekerek ona çevirdim. Burayı kuran kişi oldukça esprili olmalıydı. Noir. Siyahın şehri. Tamamiyle adını yasıtıyordu. "Espri yeteneğinizin bu kadar kötü olduğunu bilseydim yardım ederdim." Mimiklerimi tünelin yukarısında bırakış gibi bir yüzle ilerledim. Yolu biliyormuş gibi önümdeki patikayı takip ediyordum. Duygularımı maç sonrasına kadar kapatmaya ihtiyacım vardı. Maç bittiğinde buradan çıkmak, arkandan gelen ölüme el sallamak gibi olacaktı. Burhan ve Ahmet bana yetişerek iki yanımda yürümeye başladılar. Ben de onların adımlarının yönlerine uydum. Patika sokaklarda karmakarışık bir yol izledik. Nedense geri dönerken kendi başıma yolu bulmamı istemedikleri izlenimine varmıştım. En sonunda tıpa tıp aynı olan bir evin önünden üçüncü kes geçtiğimizi fark ettiğimde durdum. Ben durunca onlar da bana döndü. "Ne oldu, Alin Durular? Yorudun mu yoksa şimdiden? Yetişmemiz gereken bir maç var." Burhan, mafyasın falan ama bana hiç güven vermiyorsun. "Neden aynı evin önünden üçüncü kez geçiyoruz mafya Burhan?" Hesap ver ula. "Onu da nereden çıkardın?" Neredeyse şaşkın bir ifadeyle gözlerini kırptı. "Kafes kulübüne gidiyoruz işte." Aynı evin önünden geçtiğimizden ilk süphelendiğim an, belimdeki bıçağı bileğime saklamıştım. Bileğimde tenimle ısınan bıçağı hissederken kaşlarımı kaldırdım. "Emin misin? Son kez soruyorum da." "Tamam," ellerini havaya kaldırdı. "Sadece zekanı test ediyordum." Güldüm. "Geçebildim mi bari?" "Kesinlikle." Hasşeftali, diyorum başka da bir şey demiyorum ben sana yemin ederim. "Tamam, bak şurada aradığımız kulüp." Gösterdiği yere bakarak neon tabelaya baktım. Biz, tenha bir ara sokaktayken o cadde tıklım tıklım insan kaynıyordu. Ahmet'e bir gel işareti yolayarak hızlı adımlarla caddeye çıktım ve kapıya ulaştım. Kapıda bekleyen kas yığını önce bana sonra da yanımdaki Ahmet'e bakarak kafasını salladı. Bu izin anlamına geliyor olmalıydı. Neon ışıklar yanıp sönen koridora girdiğimizde duygularımı kapatmak istememe rağmen gerginliğimi atmak amacıyla Ahmet'e takıldım. "Buraların müdavimi gibisin," omzumu koluna çarparak ona sataştım. Omzuna omzumu çarpabilmek için en az bir yirmi santime ihtiyacım vardı. Nereden baksan, 190 vardı. "Hemen içeriye aldılar. Hızlı zamanların mıydı yoksa?" "Öyleydi," az eğil be adam, duyamıyorum ben seni bu kalabalıkta. "Hanımla da burada tanıştık." "Bir ara dinlemek isterim hikayenizi," koluma dokunarak beni soldaki bir koridora çektiğinde düz ilerledik. "Ben değil hanım sever anlatmayı. Nasip olursa ondan dinlersin." Aman, konuşma sakın, tamam mı? "Bak işte bu kapı. Hallet gel, burada bekliyorum." Keşke, yalan söylemek yerine dürüstçe geri döndüğümde orada olmayacağınızı söyleseniz. Bu her zaman daha az acıtır. İçli bir nefesle kafamı salladım ve kapıyı çaldım. Daha uysal olabilmesi için. İçeriden gel sesi geldiğinde kapıyı açtım ve içeriye girdim. Mirza, bana arkası dönük bir şekilde eline beyaz bir kumaş sarıyordu. Üstü çıplaktı, altındaki eşofman ise her an özgürlüğe kavuşmak üzereymiş gibi duruyordu. "Bir an önce eve gitmek istiyorum, Kıraç." Dedi hala bana arkası dönükken. Kıraç kim bilmiyorum ama beni o zannediyordu. "Alin geceleri geç uyuyor ve sürekli üzerini açıyor." Hazırlıksız yakalandığım bu itirafi cümle, bir an için nefesimin ciğerlerime ulaşmadan başka yerlere kaçmasına neden oldu. Bu çocuk ne zamandır bana karşı bu kadar düşünceliydi? Bir an için küçük bir suçluluk duydum. O beni düşünürken ben burada onun kuyusunu kazıyorum diye, minicik bir suçluluk duydum. Ama yaptıklarını düşününce o da geçti. İnsanlar hata yapabilirdi, doğru. Bu hataları sürekli yüzlerine vurmak doğru değildi. Ama benim amacım zaten bu değildi, bir daha bu hatayı yaparken iki kere düşünmesini sağlamaktı. Çünkü sadece iki kelimeyle uyarıp affettiğinde, aynı hatayı yeniden yaparlar. Çünkü sen tepkini ortaya koymadığında, buna hakkı olduğunu düşünür. Kim olursa olsun. Tepkini ortaya koymalıydın ki, bir daha aynı şeyi yaptıklarında başlarına gelecek şeyi bilsinler. "Biliyorum," diyerek öne eğildi ve sandalyeden beyaz kumaşı aldı. Diğer elini sararken hala arkası dönüktü bana. "Bana karşı davranışları pek iç açıcı olmayabilir ama ben de az şerefsiz değilim." İnsanın kendisini bilmesi de güzeldi. "Kalbini kazanabilir miyim bilmiyorum ama beni affetmesini istiyorum, kızacaksın yine bağlanıyorum diye ama elimde değil." Gözlerimin dolması normal miydi? Dudaklarımı birbirine bastırarak onu dinlemeye devam ettim. Oysa, hemen bayıltıp çıkmalıydım. "Asinin teki," diyerek güldü. "Hep burnunun dikine gidiyor. Bugün Alisya ve tayfasıyla mahzene inerken gördüm. Yargılamak istemiyorum ama Arya gibi onlara kapılmasından korkuyorum." Şu kızın size ne yaptığını anlatın artık. Anlatın ki yanlışlıkla bile olsa yaralarınıza dokunmayayım. Demek oradayken izleniyormuş gibi hissetmemin sebebi o'ydu. "Eve gittiğimde uyumuş ve üzerini açmış olacak büyük ihtimal." Başını yana yatırarak kumaşların sağlamlığını kontrol etti ve üzerlerine geçirmek için parmakları kesik beyaz kumaş eldivenleri aldı. "Üzerini örtüp saçlarıyla oynamak için sabırsızlanıyorum." Ne? Hayır. Saçlarıma mı dokunmuştu bu aptal!? Hayır, hayır, hayır! Bileğimdeki bıçağı çıkararak hızla ensesine sertçe geçirdim. Daha ne olduğunu anlayamadan yere yığıldıgında ellerimi alnıma yasladım. Aptal, aptal, aptal. Neden dokunuyordu ki saçlarıma, neden? Ya ölürse? Kesik nefeslerle sırtımı duvara yasladım. Mantıklı düşün, Alin. Gerçekte lanet diye bir şey yoktur, illa saçlarına dokunan herkes ölecek değil ya? Bak Yavuz yaşıyor mesela? Off, Geçmiyordu işte titremelerim! Kafamı duvara yaslayarak gözlerimi kapattım ve nefeslerimi düzenlemeye çabaladım. Güçlü ol, Alin. Ölmeyecek, izin vermeyeceksin. Yapabilirsin, o maçı kazan ve gelip Mirza'yla birlikte sağ salim çık buradan. Yapabilirsin, Alin. Derin bir nefes al. Sen, çok güçlüsün. Acı yok, Alin. Acımıyor dizlerin, güzel kız. Kesilmiyor nefesin, iyisin. Halisünasyon tüm bunlar, kan değil ellerindeki. Göz yaşı. Gözlerimi açarak duvardan ayrıldım. Gözlerim bir çözüm bulmak için hızla odayı taradı. Demir dolabı gördüğümde kapaklarını açarak Mirza'nın yanına koştum. "Aptal," diye söylenirken kollarından çekerek dolaba taşıyordum. MaşAllah, kaç kiloydu lan bu? At ölüsü gibi de ağırdı. "Saçlarıma dokunmak zorunda mıydın? Aptal!" En sonunda onu dolabın içine tıkarak kapıyı kapattım. Saçlarımı açıp tekrar bir topuz yaptım. Ne olur ne olmaz diye bıçağın kılıfını takarak kapaktan içeriye attım. Ellerinden aldığım kumaşları ve eldivenleri aceleyle elime sardım. Dışarıya çıktığımda ve Ahmet'i beni bekler bir halde bulduğumda duraksadım. Bugün insanlar beni şaşırtmakta çekinmiyorlardı. "Neden bu kadar geç kaldın?" Sorusunu göz ardı ederek koluna girdim ve çekiştirdim. "Gidelim, işim bitti." Bu sefer geldiğimiz yönün tersine gidiyorduk. Önümüze bir kapı daha çıktığında durduk. Ahmet duvara yaslanınca ben de yaslandım. "Demir ismi okunduğunda kapıyı aç ve koşarak ortadaki perdenin içine dal, oradaki yol seni direkt ringin yoluna çıkaracak." Kafamı salladım. Birkaç dakika sonra koridordan adım sesleri gelmeye başladı, hemen sonra da tanıdık bir ses. "Sanmam," diyordu Asil'in sesi. "Mirza korkup da kaçmaz. Çıkar ringe, ikimiz de şanslıysak ölmeyiz." Hasşeftali! Mirza'nın rakibi Asil miydi? Ulan Burhan! Demek bu yüzden barın önündeki performansı yaparsam kazanacağımı söyledin! Öpücüklü kısmı kesinlikle görmüştü! Kapşonumu başıma çekerek kafamı Ahmet'in göğsüne sakladım. "Ben tanıyorum bunu, çaktırma. Tanırsa biteriz." "Hanım görse boğazlar beni." Diye homurdanarak kolunu boynumun üzerinden geçirdi. Asil, yanında bir adamla geçerken bu tarafa bakmaya tenezzül bile etmemişti. Yanındaki adam, iri yarı bir şeydi. "Herkes büyük ikilinin kapışmasını bekliyor. Biletler Mirza'nın üzerine birazcık daha fazla oynanmış. Şaşırt onları." Elini Asil'in omzuna koyarak iki kere vurdu. Asil ona dönerek ciddiyetle başını salladı. Gözlerinde ölümün tanıdık soğukluğunu gördüğümde ürperdim. Ama sonra, birden o soğukluk kayboldu. Sıcak ve parıltılı bakıyordu yere. "Kazanırsam kardeşi beni bu ringe gömebilir," derken yarım bir gülümseme vardı dudaklarında. Yanındaki adamın şaşkınlıkla donduğunu gördüm. "Tabii, Mirza'ya değer veriyorsa." "Bir kızdan dayak mı yiyeceksin?" "O dayak yemeyi isteyerek kabul edeceğim tek kişi, İso." İsmail bey, lütfen karşınızdaki şeyi susturun. Böyle devam ederse ben bayılırım bu çocuktan tarafa. Önce kavgada Mirza ve Barlas'ı dövmek için benden izin alması. Sonra eve gelen şeftali sepeti. Ki önemli detay, kıştayız. Kapının ardında benimle konuşurken verdiği panda detayı önemli mi bilemiyorum. Beni ağlarken, en yıkılmış halimde görmesi ama bana acımaması. Yani, bana acıyarak tavırlarını değiştirmemiş olması, güzeldi. Benden kitap istemesi vardı. Sonu güzel bitmese de. Havuzun başındaki halleri vardı. Bir de şimdi söyledikleri vardı. Bu gece herkesin de bana olan sevgisi kabarmıştı herhalde. O an, içeriden büyük bir gürültü koptu. Azap haykırışları salonudan kopup kulaklarımı inletti. Asil derin bir iç çekti. "Çık aklımdan, acımasız olmam gerekiyor." Diyerek arkasını döndü ve kapıdan girdi. Adam arkasından şaşkınlıkla bakakalmıştı. Benim gibi. Bu Asil var ya, fenaydı. "Adama bak, bir kız çocuğa çevirmiş resmen." Sitemli bir sesle dönüp koridorda kayboldu. Ahmet beni kendisinden ayırırken şaşırmış gibi değildi. "Seni nasıl tanımadı? Babasının adamı değil misin sen?" Diye sordum şüpheyle. "Ben sadece kirli işlerinde yardım ederim. Varal bey'e pek görünmem. Hatta neredeyse hiç görünmem." Beni kapıya döndürdü. "Demir diye haykırdıkları an içeriye dal." Kafamı salladığımda daha da coşkulanan Azap haykırışları azalmıştı. Hemen ardından kulağımı uğuldatan Demir haykırışlarıyla içeriye daldım. İçerideki onlarca yüzün şaşkınlıkla bana döndüğünü gördüğümde duraksamadan koşmaya başladım. Tam karşıdaki perdeyi gördüğümde koşarak içine daldım. Bir tünele gelmiştim. Karanlıktı ama sonunda ışık vardı. Koşmaya devam ettim. ışığa ulaştığımda kamaşan gözlerimi kırptım. Tam ortada geniş bir arena vardı. Yukarısında demirlerle sabitlenmiş dev bir kafes yer alıyordu. Önümdeki yüksek yol, oraya gidiyordu. Demir diyen uğultular beni gördüğünde sekteye uğradı. Kim olduğuma ve bir kadının neden ring yolunda olduğuna dair fısıltılar duydum. Umursamadım. Bu sefer koşmuyordum, hızlı ama etkileyici adımlarla ringe ilerliyordum. Haykırışların şaşkın fısıltılara döndüğünü duyan Asil, kafasını kaldırdı. Gözleri sanki benim gerçek olmadığımı düşünüyormuş gibi acelesizce üzerimde gezindi. Ama sonra, anladı. Burada olduğumu. Onunla bu ringe girececeğimi. Yutkunuşu boğazında takılı kalmış gibiydi. Benim her adımımda daha da geriliyordu. Ringe iyice yaklaştığım an, gözlerinde ne olacaksa olsun ifadesini yakaladım. Koşarak ringden atladı ve üzerime gelmeye başladı. Kalabalık her ani harekette coşuyordu. Şaşkınlardı ama kan istiyorlardı. Vahşet görmek için çırpınıyorlardı. Karşı karşıya geldiğimizde Elini elime geçirerek ringden atladı. Gözlerindeki neredeyse yakaran ifade, ona karşı koymamı engelledi. Yalvarır gibiydi gözleri. Onunla gelmem için. Neden burada olduğumu bilmiyordu ama benim zarar göreceğimi düşünüyordu. Ringe giden yoldan aşağıya kalabalığa atladığında bana dönerek ellerini uzattı. Neden bana bakışı bu kadar etkiliydi? Neden şuan ne isterse yapacak gibi hissediyordum? Kollarımı boynuna doladığımda beni kendisine çekti. Bir kolunu bacaklarımın altından geçirerek beni kucağına aldı. Diğer kolu kendini mi yoksa beni mi sakinleştirmek amacıyka bilmiyorum, sırtımda geziniyordu. Şaşkın kalabalık ne yapacağını bilemeyerek bize yol veriyordu. Kollarımdan destek alarak sesimi duyurmak için kulağına yaklaştım. "İyi yanından bak ya," ayaklarımı sallayarak kendimce eğlendim bu kaosta. Şimdilik kaos ihtiyacımı gidermiştim ve mutluydum. "En azından mini etek giymiyorum, öyle olsaydı beni kucağına alamazdın." Başını eğerek saklamak ister gibi gülümsedi. "Buradan çıkana kadar konuşma ki aklım bulanmasın, şeftali." Kafamı diğer tarafa çevirdim triple. "Sen benim konuşmama kurban ol be!" "Olurum." Kafamı çevirdiğim yerde, gölgelerin arasında bizi izleyen cüsseli bir beden gördüm. Benim onu gördüğümü fark ettiğinde elini gölgelerden çıkarıp ışıkta görünür bir yere getirdi. Baş parmağını kaldırarak diğer parmaklarını içeriye kıvırdı ve onay işareti gönderdi. Bu, beni tehlikeye karşı koruyacak demekti. Bu, endişe etmem gereken bir şeyin kalmadığını gösteriyordu. Merkez. Onu tanıdığım an, yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu. Belki çok canımı yakmıştı ama bildiğim bir şey vardı ki, ben o olmasaydı bu kadar güçlü olamazdım. Sadece hissizce ortalıkta dolanan bir ruh olurdum. Benim bedenen de ruhen de daha güçlü olmam için çok çabalamıştı. Beni daha zor bir hayata hazırlamıştı ki, hayatta kalabileyim. Ayakta durabileyim. Gözlerimi minnetle kapatıp açtım. Ağlamam onda ne kadar etki etmiyorsa, acım ne kadar umrunda değilse, gülümsemem de onda bir o kadar etkiliydi. Güçlü olduğum her an, gururlandığını hissediyordum. Zorda kaldığım her an, benim için orada olacağını biliyordum. Başa çıkamayacağımı düşünmüyordu ama bana yardım etmeyi seviyordu. Güçlü olduğum zamanlarda bana karşı cömert olurdu. Yüzünü yine göremiyordum ama gölgeler içindeki adamın o olduğunu biliyordum. Onu geçtiğimizde başımı önümüze çevirdim. Endişe edecek bir şey kalmamıştı. Kapıdan çıkarken kimse engel olmadı. Bunun Asil'i gerdiğini hissediyordum. Bir dakika. Bu çocuğun üstü çıplaktı! Bunlar üstsüz mü dövüşüyorlardı!? E oha! "Bunun bu kadar kolay olmaması gerekiyordu." Dedi Asil, rahat değildi. "En azından maça dönmemi falan söylemek için önümü kesmeleri gerekirdi." "Takma kafana," başımı geriye atarak güldüm. Sarhoş gibi hissediyordum. Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı sallıyordum. "Ben hallettim, çıkalım buradan." Durdu. Bakışlarının merakla bana döndüğünü hissedebiliyordum ama ters bir şekilde arkamızda kalan klübü izlemekle meşguldüm. "Ne demek hallettin? Sen nasıl bir tehlikenin içinde olduğunun farkında mısın?" "Hmm hmm, biliyorum. Burası tehlikeli, kirli, suç batağı bir yer." Başımı kaldırarak burunlarımız birbirine değecek kadar ona yaklaştım. O an, onun bu kadar yakınına gelip onunla oynamaktan zevk aldığımı hissettim. Eğleniyordum. "Ama unuttuğun bir şey var, nektari. Ben sorunun ta kendisiyim. Kimse sorundan daha büyük bir dert olamaz." "Ne dediğin hakkında en ufak bir fikrim yok," diye fısıldadı. Gözleri, gözlerimden dudaklarıma kaydı. İstediği bir şey var gibiydi. "Ama haklısındır." Dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemi engelemeye çalıştım ve kafamı geriye attım. Bu gerçekten yakınına gelince düşünmeyi unutuyordu. En sonunda kahkahama engel olamadım. Homurdanarak yürümeye devam etti. Kendine gelmişti demek ki. Keyifle oynattım ayaklarımı. Kollarımdan birisini boynundan çekerek havaya kaldırdım. "Anlamam, dinlemem, ben değişmem, sen değiş." Bağıra bağıra ses tonuma dikkat etmeden söylüyordum şarkıyı. Sırtımdan daha sıkı tutarak başını iki yana salladı.
"Başka laf bilmedin, böyle gitmez ki bu iş Belli ki sondayız, tarih olman çok yakın Tek yöne bir bilet al ve git, dönme sakın.
Sen anca hep kalp kırarsın, aşk senin neyine? Bu şarkıyı sana tuttum, aç sesi, dinle!"
Burada gülerek bana eşlik etti. Onun şarkıya girdiği yerde susarak onu dinledim. "Deli bile, deli bile, deli bile veriyor senden daha iyi kararlar Deli bile, deli bile, deli bile ara sıra laf anlar." İç çekerek gözlerimi kapattım. Son cümle resmen bendim. Ama haksızlıktı, az önce onu dinleyerek inmiştim ring yolundan. Sonraki iki dizeyi ikimizde söylemedik. Başka bir kapıya geldiğimizde beni indirdi. İçeriye girdik, merdivenleri tırmandık, bu sefer ıssızlığa bürünen bir sokaktan çıktık. Sokağın başında siyah bir lamborghini duruyordu. Asil oraya ilerleyince peşinden gittim. "Bu kadar ıssız bir yere böyle bir arabayı bırakmak pek akıl işi değil." "Buraların çocukları ekmek parası versen canı pahasına korur emanetini." Dudaklarımı birbirine bastırarak Sessiz kaldım. Arabayı açtığında, ön koltuğa kuruldum. "Beni de eve atsana ya zahmet olmazsa." "Aksini mi düşünüyordun?" Ne biliyim ya. Tam arabayı çalıştırdığında kaşları dikiz aynasına kaydı ve kaşları çatıldı. Tam ne gördüğüne bakmak için arkamı dönecektim ki kapım açıldı. "Alin hanım?" "Osman abi?" "Bu paket sizinmiş." Diyerek arka tarafa gel işareti yaptığında birisini taşıyan iki adam geldi. Birisi kollarını diğeri bacaklarını tutuyordu. Bu birisi Mirza'ydı. "Osman abi," diyerek dışarıya çıktım. "Ne paketi, Mirza bu." "Yok, Alin hanım. Paket bu değil zaten. Getirin kutuyu koçum." Siyah, işlemeli bir kutuyu getirip Osman abi'ye verdiklerinde bana uzattı. Alıp koltuğa koydum ve anlam veremeyen bakışlarla bizi izleyen Asil'e döndüm. "Muhtemelen arabanda kolanya yoktur, değil mi?" "Var aslında, torpidoda." Onu incelemek yerine torpidoya eğilip kolonyayı aldım. Sonra da hâlâ Mirza'yı tutan adamlara döndüm. "Tamam birader, bırakabilirsiniz." Onlar Mirza'yı yere bırakıp gittiğinde başına eğilerek elime biraz kolonya döktüm. Burnuna koklatarak yanaklarına bir iki tane çaktım. Ulan azıcık vurdum, hemen ölmemiş ol bari. "Bunu onlar mı yapmış Mirza'ya?" Diyen Asil'in sesini duyduğumda ancak anlamıştım yanıma geldiğini. Kafamı iki yana salladım. "Ben çaktım, aptal saçıma dokunmuş." "Saçına dokunulmasından rahatsız mı oluyorsun?" Aslında çok seviyorum. Sıcak suyla banyo etmekten bile daha çok huzur veriyor ve çocukluğum kokuyor. Ama dokunanın öleceği korkusuyla yıllardır kimsenin dokunmasına izin vermiyorum. "Dokunanların öldüğüne inanıyorum." Mirza'ya aptal olduğunu somut bir dille anlatmak istercesine bir tane daha çaktım. "Tabularını değiştirebilirim-" "Hayır!" Benim bile beklemediğim bir hızla ayağa kalktım. Karşısına dikilerek işaret parmağımı göğsüne bastırdım. "Saçlarıma dokunmaya çalıştığın an, yüzümü bile göremezsin! Ha, sen bu benim için önemli değil diyorsan da sen bilirsin. Bir Alin kolay yetişmiyor." "Tamam," diye fısıldadı yutkunurken. Gözlerinde benim sınırlarımın, onu zorladığına dair bir şeyler görsem de aldırmadım. Bir kişinin daha benim yüzümden ölmesinin vicdan azabını çekemezdim. "Dokunmam saçlarına, gitme bir yere." "Neredeyim lan ben?" Yeni ayılan Mirza'nın sesiyle toparlanıp ona döndüm. "Kabirde, rabbin kimdir fani?" "Allah." "Peygamberin kimdir?" "Hz. Muhammed." "Dinin nedir?" "Alin?" En sonunda kabirde değil de bir sokak ortasında yattığını ve benim melek olmadığımı fark ettiğinde iki dakikadır tuttuğum kahkaham kendini teslim etti. Ben kahkahalarıma engel olamazken elimi karnıma bastırıp eğildim ve biraz da öyle güldüm. Asil, yüzünde küçük bir tebessümle Mirza'ya elini uzattı. "Nasılsın canım arkadaşım? Kabir sorgusu nasıldı?" "Senin arkadaşını s-" derken inleyerek ensesini tuttu. Asil'in ona uzattığı eli görmezden gelerek oturur bir konuma geldi. "Alin, başına bir şey-" "Yok," dedim gülmekten kesilen nefeslerimi düzenlemeye çalışarak. "Ben beğenmedim senin cevaplarını, zaten son soruya cevap da veremedin. Şu köşede zebanilerimiz var, yanlarına git seni götürsünler." "Dalga geçmeyi bırak," diye homurdandı. Yüzünü buruşturarak kafasını arkasındaki arabaya yasladı. "Bu yaptığın şey çok tehlikeliydi. Bu adamlar insanı ölmekten beter eder." O fotoğraftaki kız gibi mi yoksa? Bıkkınlıkla nefesimi bırakarak arabanın koltuğundan siyah kutuyu aldım. "Daha fazla bu konu hakkında nutuk atacaksanız ben tek başıma gidiyorum." Arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Kolumdan tutulmamla birlikte arkamdan Mirza'nın sinirli sesi geldi kulaklarıma. "Varal, tut şu deliyi!" Asil'in koluma dokunan elini tutarak geriye ittim. Hırsla onlara döndüm. "Bir kez daha söylemeyeceğim. Ani hareketlerden hoşlanmam, özellikle bana karşı yapıldığında. Dokunan eli kırarsam karışmam. Ayrıca, ben geri zekâlı değilim, tamam mı? Neyi yapıp neyi yapamayacağımı bilirim. Kazanamayacağım yarışa para yatırmam. Şimdiye kadar gördüğünüz her şeyi unutun, ben sizin aciz hayatlarınızdaki umutsuzluğun bir parçası değilim. Daha fazla nutuk çekmek isteyen varsa, gidip beş yaşındaki çocuklara öğüt versin. Yaşlı ruhlarınızın öğütlerine ihtiyacım yok." "Şeftali," sinirlerim bozulmuş gibi gülerek geriye çekildim. "Ne var tam olarak?" "Arabaya binmek ister misin? Hani Mirza'nın kafasını patlatmışsın ya. Ben kendim götürürsem yolda atarım bunu bir yere." "Çok sağolun," diye homurdandı Mirza. Ona Sumru'dan kaptığım ters bakışlardan birini attım. "Siz ikiniz ölürken yanımda olması gereken en iyi ikilisiniz çünkü." Ha, ha ve ha. Çok güldük. "Bantla şunun ağzını," diyerek arabaya bindim. Suçluluk yükleniyordu yine. Listeye bir de kafasına vurup bayılttığım bir abi ekleyin. Bir gün içinde yapboza eklenen onlarca bilgi başımı ağrıtmaya başlamıştı. "Başım ağrıyor." "Aman ne güzel," derken Asil'in kendisini arabaya bindirmesine izin verdi. "Ben de seni çok seviyorum kardeşim." "Hm hm." Başımı arabanın koltuğuna yaslayarak yayıldım. Asil'in bizimle ilgili birkaç yeri atlayarak Mirza'ya anlattığını duyarken gözlerimi kapattım. Başımı çatlatan ağrının biraz olsun geçmesini dileyerek uyumaya çalıştım. Hissettiğim son şey, üzerime örtülen bir şeydi.
8 bin kelime. Alinlendiniz! Bu bölüm en sevdiğiniz sahne? Ve shiplerinizi öğrenebilir miyim? Özellikle Sumru'yu birisiyle shipliyorum ben djkskdks komik bir sahne var aklımda Bu bölümde Asil'im♡♡ Allah'a emanet💅
|
0% |