Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20_= Akrabalar ya da Akbabalar

@cennomi

Öncelikle soy ağacı gerek olur diye buraya bırakalım.

~Süleyman• Firuze Durular

1) Ragıp Durular• Derya Durular= Süleyman, Eda Nur, Ece Nur, Efken

2) Vural Durular• Karya Durular= Koralp, Akan, Mirza, Barlas-Alin

3) İshak Durular• Leyla Durular=Kerem, Mehmet

4) Dilan Durular Kalemdar• Fevzi Kalemdar= Asya-Arda, Süleyman Can

5)Yavuz Durular

6) Sezgin Durular

7) Sezgi Durular• Alec Candela

Keyifli okumalar♡

 

"Akşam seni babana söylememem için tek bir sebep söyle bana," Sezgin'e ters bir bakış atarak oturduğum yerde dizimi sallamaya devam ettim. "Cevap vermeyecek misin?"

Başımı iki yana sallayarak inadımı devam ettirdim. Konuşmayacaktım.

Okuldan çıkamadan Sezgin tarafından alıkonulup karakola getirilmiştim. İfadeyi verdikten sonra da Sezgin'le dalaşmıştım ve konuşmama kararı almıştım.

"Eminim yengem yaptıklarını öğrendiğinde," diyerek başlayan cümlesine de omuz silktim. Bananeydi, konuşmayacaktım. Ben ifademi vermiştim, daha fazla konuşturma hakkı yoktu. Zaten şuanda da amir değil, Sezgin'di.

Sezgin hala'ydı. Akşam Akan telefonumu verirse ilk işim Sezgin'in numarasını bulup hala diye kaydetmek olacaktı.

"Konuşsana, cevap ver amcana." Ona sen amca değil hala'sın adlı yeni uydurduğum bakıştan attım. Anlamaması umrumda değildi.

"Ben baydım ama senden," ona boş bir bakış atarak oturduğum yerde kılımı kıpırdatmadan delirtme seansıma devam ettim. "Konuşmayacaksan defol odamdan."

Başımı iki yana salladım. Gitmeyecektim ama konuşmayacaktım da.

"Tamam," sabır dolu bir nefes çekti. Oh olsundu, kudursun. "Gidersen istediğin bir şeyi yapacağım."

Boş boş bakmaya devam ettim. Yaptığım tek şey tepkisiz durmamdı.

"Yetmedi mi? Bak arttırırım ama sana hiç güvenemiyorum." Ne var yani beyefendi, ben mi dedim sana getirilen kahveye tükürdüğümü söyle diye? Söyleme dedim ama Behlül'e ya!

Yemiştim öyle bir halt.

Tamam yaptığım kötü bir şeydi ama içmeden önce tükürdüğümü söyleyecektim zaten. O kadar da gaddar değilim, benim sıvımı içmek zorunda değildi sonuçta.

Telefonum çaldığında ikimizin de gözü masadaki telefona kaydı.

Berkaio arıyor..

"Seninki arıyor," dedi tek kaşını kaldırıp imalı bir bakışla. Berkay'ı karakola bile almamıştı adam. Dışarıda kalmıştı gariban arkadaşım. Hâlâ da beni bekliyordu.

Ona bayık bir bakış atarak masadaki telefonumu aldım. "Efendim?"

"Kanka buradaki polisler niyeti bozdu," diyen hararet dolu sesini duyunca gözlerim anlamak istercesine kısıldı. "İki saattir popoma bakıyorlar."

"Ne?" Aynı hararetli fısıltıyla ona karşılık verdim. "Koru namusunu geliyorum."

"Şeftalime bakıyorlar, ben gidiyorum marketteki kırmızı kazaklı kızdan yardım isteyeceğim. Çıkınca beni bul," dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında, Berkay çoktan telefonu yüzüme kapatmıştı.

Derdi yardım istemek falan değildi bu itin, kıza yürüyecekti. Pis mendebur.

Kıza da şey der artık, iki polis benim seksi kıçıma bakıyordu, yardım ederseniz koruyacağım onu.

La havle.

Sezgin'e döndüm. "Gideceğim ama bir şartla."

Bana şüpheli bir bakış attı. "O şeyi karakoluma sokmam."

"Berkay'dan bahsetmiyordum, ayrıca karakol baba malın değil. Nereden senin karakolun oldu?"

"Şuanda benim odamdasın?"

Bunun bir şey ifade etmesi mi gerekiyordu dercesine kaşlarımı kaldırdım. "Yani? Bu birkaç yıl sonra elinden o koltuğu alamayacağım anlamına gelmez. Odan, odam olabilir." Masanın üzerindeki Sezgin Durular yazan isimliği elime aldım. "Burada Sezgin değil, Alin yazabilir."

"Polis mi olmak istiyorsun?" Sözlerimden sadece tek bir noktaya takılmıştı. Mesleğini çok seviyor olmalıydı ki bu, onu cezbetmişti.

Gerçekten mi? Hiç resmi işlere karıştırmadığım o boktan geçmişle nasıl polis olacaktım ki? Hele de Burhan öldükten sonra katilini bilen tek kişi ben olacakken?

Bir ihtimal daha, geçmiş yüzünden kayıp gitmişti.

Yine de, "Neden olmasın?" Diyerek ucu açık bir yanıt verdim. "Neden oturduğun koltuğu elinden almayayım ki?"

Güldü. "İşler öyle kolay yürümüyor, yeğen." Kurtlar vadisi? "Ama denemeni görmek isterim. Sen ne istiyordun?"

Duruşumu düzelttim. "Burhan ile görüşmem lazım."

Kaşları çatıldı bir anda. Yüzündeki kıvrımlar, anlamsızca gerildi. "Neden?"

Nefesimi bırakarak dilimi dişlerimde gezdirdim. Sadece sinirli olduğumda değil, gergin olduğumda da bunu yapmaya başlamıştım. "Son kez onunla konuşmalıyım, anlamsızca bir neden arıyorum."

Sadece bir neden vermeliydi bana. Ya da bir ipucu. Onun yokluğu mu daha çok yıkardı varlığı mı? Şüphesiz yokluğu ancak, sonuza kadar yok olması nasıl bir etki bırakırdı?

"Unut bunu," arkasına yaslanarak elindeki kalemi çevirmeye devam etti. "Eve git, akşam yemekte görüşürüz."

"İzin vermezsen," diyecek oldum ki kaşlarını kaldırarak masaya eğildi. Sesi de dahil her bir zerresi tehtide bürünmüştü.

"Ne yaparsın?" Bence hiç denemeyelim, biz onu. Ben bile pek emin olamıyorum da.

Dudaklarımı masumca büzdüm. "Bilmem ki, ben sadece bebekken karıştırılmış liseli bir kızım. En fazla ne yapabilirim ki?" Gözlerimi kırpıştırdım, samimiyetsiz bir masumiyetle. "En fazla kendimi de karakolu da yakar, hapis yatarım kundakçılıktan."

Gözleri kısıldı. "Sen ne saçmalıyorsun?"

Gözlerimi heyecanlı bir edayla büyüttüm. "Sorguda ne diyeceğimi duymak ister misin? Onlara beni Sezgin Durular'ın tehtid ettiğini söyleyeceğim."

Ben şeytanla iş birliği yapsam bu kadar olur. Şu rol yeteneğine bir bakın, oyunculuk akıyor.

Ama hayır, beni zorlarsa daha fazlasını bile yapabilirdim ve bu kişiliğim bazen beni bile korkutuyordu.

Gözüm döndüğünde sınırları tanımıyordum.

"Sen manyaksın," diye homurdanarak ayağa kalktı. Odanın kapısına yöneldiğinde kocaman gülümseyerek çantamı omzuma taktım ve isimliği yerine bıraktım. Peşinden ilerlediğimde çoktan kapıyı açmıştı. "Yeliz! Küçük hanım, Burhan Kayalar ile görüşecek. On dakikayı geçerse tak kelepçeyi, at nezarete."

Hırsla arkasından beline dirseğimi geçirdim ama dışarıdan bakıldığında sırıtıyordum. "Asıl seninki küçük, kelepçe takmaya çalışırsa memurlarını nezaretten almaya gelirsin."

Dudakları aralandı ama dirseğime bunun dışında bir tepki vermedi. "Ağzına biber süreceğim," diye homurdandı ağzının içinden. "Akşam yemeğine özellikle görmediğin bir an biber dolduracağım." Yan bakışlarını benden çekti. "Yeliz, dikkat et. Kelepçelere sahip çık, fazla yaklaşma bu deliye."

"Tamamdır, komserim." Yeliz, bacım ben bu itin yaşını öğreneyim sana döneceğim. Bunun başına acayip bir bela sarmazsam rahat edemem.

Sezgin'e tip bir bakış atarak dilimi çıkardım ve Yeliz'in yanına gittim. Üniforma içerisinde yakıyordu, hatun. Yanağından bir makas alarak koluna girdim. "N'aber yenge?"

"Ne yengesi?" Dedi afallayarak. Arkadan da Sezgin'in çocuk, diye homurdanan sesini duyuyordum.

Sırıttım. "Valla bilmiyorum, sen çok afet bir şeysin yabancıya gitme." Durdum. "Sevgilin falan yok dimi, ben şimdi bol keseden atıyorum ama?"

"Ha yok," dedikten sonra eliyle bana yolu gösterdi. Merdivenleri inmeye başladık. "Ama şimdilik düşünmüyorum. Yani sağol."

Ama oldu mu şimdi ya? Neyse, herkes evlenecek diye bir kural yoktu, Yeliz de bekarlığının keyfini çıkarsındı.

"Sen bilirsin."

Merdivenleri bitirdikten sonra alt kattaki büronun bi koridoruna saptık. Demir kapıyı açtığında duvara yakın bir masada oturan polis ayağa kalktı. Kırklarında ve kendisini salmış gibiydi.

Göbeği diyor ki, ben lahmacun yemedim o beni yedi. Öyle bir şey. Neyse, insanları dış görünüşleriyle yargılamayacaktım.

"Kadir abi, on dakikalık bir görüşmemiz var. Sezgin komserin haberi var."

"Tamam kızım," diyerek kalktığı yere oturdu. Yeliz bana gülümsedi. "Dışarıdayım, unutma on dakika."

Başımı salladım. O kapının önüne gidince masada oturan adama baktım. "Kadir abi," diyerek elimi masanın önündeki sandalyeye uzattım. "Ben bunu alıyorum on dakikaya getiririm."

Bana şüpheli bir bakış attı. Niye bu karakolda kimse bana güvenmiyordu ya? Tamam, pek güvenilecek bir insan değilim ama insanın da zoruna gidiyor ya. "Onun kamu malı olduğunu unutma."

"Unutsam napacağım? Üzerine oturacağım iki dakika." Sizi şeftali dolu havuzun önünde bağlı bıraksınlar da atlayamayın içine, tamam mı Kadir abi?

"Ben orasını bilmem," diyerek önüne döndü. Bir film izliyordu galiba. Uzanarak bilgisayara baktım. Bu filmi biliyordum.

Sırıttım. "Kadir abi?"

"Hı?"

"Filmin sonunda adam başkasına gidince kız adamı bıçaklayıp öldürüyor, sonra da hapis yatıp çıkıyor ve başkasıyla birlikte oluyor. En son o adamı da ölürüyor ama ikisinin de ölmediğini öğreniyor, adamlar intikam için ortaya çıkıyorlar. Bence çok alengirliydi ama ikinci filmi izlemeye vaktim olmadı."

"Defol!" Diye bağırdı birden. İrkilerek sıçradım. Masumca gözlerimi kırptım.

"Ne var? Ne oldu ya?"

"Kaybol gözümün önünden, kaybol!" Dedi hırsla ve önündeki laptob'u kapattı. Omuz silktim. İnsanları sinir etmek de bir ayrı hoşuma gidiyordu. Saldaleyeyi kaptım.

"Kadir abi yengeye selam," dedim arkamı dönüp yürümeye başlarken. Yüzük parmağındaki alyansı görmüştüm.

"Hala konuşuyor, boğacağım şimdi bunu!" Onu herkes istiyor be Kadir abi, yapacak bir şey yok. Sıranı bekleyeceksin.

Yürürken ritmik bir ıslık çalmaya başladım. Adımlarımı ıslığa uydururken neşeli görünüyor olmalıydım. Tıpkı Burhan'ın bana yaptığı gibi diş kamaştıran bir gıcırtıyla sandalyenin ayağını sürüyordum.

En sonunda demir parmaklıkların ardında Vampir şerefsiz mafya Burhan'ı gördüğümde sırıttım ve ıslığımı kestim. "N'aber, Burhan?"

Beni görünce dudaklarından histerik bir gülüş çıktı. Oturaklarda uzanmış, başını duvara yaslamıştı. Beraberimde getirdiğim sandalyeyi yere koyarak oturdum. Altımda etek olmasaydı dizlerimi yukarıya çeker ve sandalyede kıvrılırdım ancak bunun yerine öylece oturmayı seçtim.

Gerçi öyle otursaydım da yere falan kapaklanır, ağzımla yüzümün yer değişmesine neden olurdum.

"Sanırım harika, sen?" Diye cevapladı ama alaycıydı. Ben onun aksine ciddiyetle cevap verdim.

"Her zaman prüzler vardır, halledilemeyecek şeyler değiller. Ben de mükemmelim, her zamanki gibi."

Bana bomboş baktı. "Niye geldin?"

"Konuşalım diye."

"Bizim konuşacak bir şeyimiz yok."

"Haklısın," alt dudağımı ıslatarak başımı salladım. "Biz diye bir şey yok çünkü," artık sen de olmayacaksın, diye ekledim içimden. Herhangi bir şekilde açık veremezdim. Kameralar vardı ve Burhan öldüğünde suçlu bulunmak istemezdim. "Ama merak ediyorum, hiç düşündün mü?"

"Neyi?"

"Bir kedi olmayı?"

"Ne?" Hakikaten, ne?

Başımı iki yana salladım. "Pardon, yanlış soru. Ne kadar iğrenç bir adam olduğun ortada, ne var?" Dedim. "Niye kaşlarını çatıyorsun, yalan mı? Sonuçta, hiç sevilmemek seni üzmedi mi?"

"Sevilmeyi umursadığımı kim söyledi?" Duygusuz, soğuk ve donuktu cümleleri. Buz devri, geri gel bunu almayı unutmuşsun.

"Herkes hayatının bir anında sevilmeyi umursar," diye mırıldandım. Güldü, başını iki yana salladı.

"Bizim gibilerin derdi sevilmek değildir, herkesi kendin gibi zannetme. Siz yaralı çocuklar sevilmeyi beklersiniz ancak, bizim gibilerin derdiyse hükmetmektir. Sana bu hayatta kimsenin söylemeyeyeceği bir şey söyleyeyim mi?" Başını bana doğu ciddiyetle kaldırdı.

Kafamı salladım.

"Hayatına giren herkes, senden bir şeyler isteyecek. Anneler ve babalar koşulsuz sever dedikleri tamamen bir masaldan ibaret, senden uslu olmanı isterler. Akıllı ol, ders çalış, başarılı ol, ayakkabılarını bağlamayı öğren. Hayatına giren herkes, hükmetmeyi ister. Kimse gelip de bunu sana söylemez, hatta çoğu hissettirmez bile. Sana verdikleri o minik teselliler bile ne yapman gerektiğinle alakalıdır. Bizler, bunu dışarıya vuruyoruz diye suçluyuz."

Yutkundum. "Hastasın sen." Kendisini mi aklıyordu yoksa bana bir şeylerin fragmanını mı vermeye çalışıyordu?

Benim gibi o da bir şeyler planlıyor olabilir miydi?

"Ha, bunu unuttum, değil mi? Bir de hastayız." Güldü.

"Yanılıyorsun," ayağa kalktım. "İnsanlar hep konuşur, önemli olan bizim dinleyip dinlemediğimizdir. Onların ne söylediği değil. Sen bir suçlusun çünkü bu söylediğin şey hükmetmeyi dışa vurmak değil. Bu hapsetmek, işkence etmek, özgürlüğünü elinden almak. Yaptıklarının affedilir tek bir yanı yok, nedenlerin alelade."

"Bu yaşayan kişiye göre değişir."

"Belki pişmansındır diye gelmiştim," sandalyeyi elime aldım. "Ama görüyorum ki değilsin, biliyor musun? Sen hiç baba olmamalıydın."

O üç çocuğun hayatını hiç karartmamalıydın.

"Ben de babama bunu söylerdim," dudaklarında yarım bir tebessüm var olmuştu. Başını yaslayarak gözlerini kapattı. "İnsan, hayatı boyunca iki şeye dönüşür Alin. Ya olmaktan korktuğu kişiye ya da olmayı umut ettiği kişiye. Ben, korkulara yenik düşen taraf oldum. Babamda neyi yargıladıysam iki katını sahiplendim. Daha öncede söyledim, çocuklar, ailelerine benzerler."

"Yine Asil de bana benzeyecek dalgalarına gireceksen..." diyecekken lafımı kesti.

"Hayır, Varal bana benzemez. Biliyorum. Ama bana benzememesi onu daha da mahvedecek. Etrafta herkesin onu babası gibi gördüğünü düşünecek. Önceliği sana veriyorum, ne dersin? Seni senin için mi bırakacak yoksa sen bundan da önce sorunlardan sıkılıp kaçacak mısın?"

Sorunlardan sıkılıp kaçmak mı? Ben mi? Bence Asil benim sorunlarımdan sıkılıp kaçacaktır. Sınırlarım onu zorlayacak o sınırları aşmak isteyecektir.

"Neden sana sürekli Asil'i seçecekmişim gibi geliyor bilmiyorum, umrumda da değil." Durdum. Gözlerimi üzerinde gezdirdim durgunca. "Aylin abla'ya neden bunu yaptığını anlayamıyorum. Bence sen sevmiyorsun, seven sevdiğine kıyamaz çünkü."

"Bunun için yaşın küçük, hayat seni büyüttüğünde gelip bu soruyu bana tekrar sor. Neden, de bana." Mezarına mı geleyim, vampir şerefsiz mafya Burhan?

"Bu arada ben sana deniz manzaralı mezar falan alamam," diye homurdandım. "Hem ne işine yarayacak deniz manzaralı olması? Boşver, bol oksijenli bir orman mezarı alayım ben."

"Manyaksın sen, biliyor musun?" Derken bana ters bir bakış attı. Bana tahammül seviyesi dolmuş olmalıydı. "Kafadan kontaksın."

Sırıttım. "Psikoloğum da aynısını söylemişti." Gerçi kadın bana sürekli kafamda anahtar olduğunu söylüyordu. Anahtarı bul, diyen sesi hala kulaklarımdaydı. Okulu pandemide falan tamamlamıştı galiba. Uzaktan eğitimle psikolog olunca, Nare'nin haller.

Sınav stresi, geçmişimle birleştiğinde kendimi büyük bir çıkmazda bulmuştum. Bazen yemek yemeyi unutuyor, uyuduktan sonra yıllar geçmiş gibi hissediyordum.

Nare gittiğim ilk ve de son psikolog'tu. İnsanlara geçmişimi anlatmaktan hoşlanmıyordum. Bunu dinlemek mesleği olsa bile anlatamamıştım, Nare'ye. Katettiğimiz yol kısaydı çünkü ben bazı kapılardan içeriye girmemize izin vermiyordum.

Ama bu kısacık zaman bile benim yolumu bulmamı sağlamıştı. Belki hala içimde biriktirip duruyordum, belki hala o yolun başında ürkekçe bekliyordum, belki hala içimdeki küçük kızı azad edememiştim ama iyiydim.

Ya da öyle olduğuma kendimi ikna etmeye çalışıyordum.

Başımı iki yana hafifçe sallayarak kendime gelmeye çalıştım. "Neyse. Senden şikayetçi olacağım bu arada. Boğdu beni diyeceğim."

"İyi halt edersin."

"Sonra silah da çekti diyeceğim." Zaten şikayetçi olmuştum ama neye yaracaktı emin değildim. Adam ölecekti zaten.

"Yemin ederim iki dakikada şuraya geldin kafamın anasını belledin," bezgin bir edayla ayaklandı. "Defol, bıktım senden."

"Alındım," diyerek dudaklarımı büzdüm. Onu burada tehtid edebilmek oldukça zevkli olurdu ama ölümünden şüpheli tutulmamalıydım. "Oldu mu ama şimdi? Ben de Burhan sıkılmıştır diye geldim buralara."

Gözleri kısıldı. "Ne istiyorsun?"

"Hiç."

"Neyi öğrenemeye geldin? Bence ikimiz de aptal değiliz, reşit olmayan bir kızı öyle kolay sokmazlar her yere. Reşit olsan bile zor, avukat olmadan olmaz. Ne için uğraştın bu kadar?"

Başımı salladım. Tahminleri doğruydu, ailemin bunlardan haberleri olmasını istemeyeceğimi ve birisinden yardım aldığımı anlıyordu. "Sen tamamen yok olsan," göz ucuyla tepkisini kontrol ettim. Gözleri kısılmıştı. "Aylin abla ve çocukları nasıl bir tepki verir?"

"Ne bekliyorsun?" Soğuk bir sesle parmaklıklara tutundu. İyice yaklaştı. "Bir tümörün yokluğuna üzülmelerini mi?"

"Belki de."

Alayla başını iki yana salladı. "Saf olma. Kimse kendisini öldüren bir timörü sevmez. Sen de daha fazla burada durma yoksa sana da bulaşırım."

"Eksik ol, Timörlü vampir şerefsiz mafya Burhan. Gidiyorum ben, bak bakalım bir daha kimse sohpet etmeye gelecek mi yanına? Bilemedin kıymetimi, bilemedin. Sessiz sessiz delir şimdi, duvarlarla konuş."

 

🍑

 

"Bıraksana peşimi lan! Bak hala koşuyor," nefes nefese ardımdaki Ardıç'tan kaçarken aynı zamanda çevre marketlerde de Berkay'ı arıyordum. "Ya bir git, geleceğim diyorum!"

Adam resmen takım elbiseyle ulti açmıştı. Flash gibi peşimdeydi karakoldan çıktığımdan beri.

"Bırakamam, Alin hanım. Mirza bey, sakın ayrılma yanından dedi. Yavaşlar mısınız biraz?"

"Gerekçesi neymiş beyefendinin?" Yanından geçtiğimiz markete göz ucuyla bakarken kırmızı kazaklı bir kız görünce bir anda durdum. Ardımdan gelen Ardıç hızını alamayarak üzerime uçunca yere yapıştık. "Oha, uç bir de Ardıç! Gitti kaburgam, öde lan parasını!"

"İyi misiniz?" Üzerimden aceleyle doğruldu ve telaşla bana elini uzattı. Ters bir bakışla elini tutmadan ayağa kalktım.

"İyiyim, alt tarafı parkeyi öptüm." Üzerimdeki tozu ellerimle temizlemeye çalışırken yerde su birikintisi olmadığı için kendimi şanslı saydım. "Takip et beni."

"Az önce farklı bir şey söylüyordunuz sanki?"

"O az önceydi," ona yandan bakarak ilerlemeye başladım. "Az önce de çoktan geçti, zaman seni beklemez Ardıç. Hızlı ol, bak ben şimdiden iki adım attım."

Markete ilerlerken yamulan çantamı düzelttim. Acilen Aylin abla'lara uğrayıp eve gitmem gerekiyordu. Markete girerek etrafa bakındım. Kasadaki kırmızı kazaklı kız dışında birkaç kişi daha vardı. Market, reyonlara bölünmüş geniş bir yerdi. Tek tek dolaşıp bizimkini aramaya üşenmiştim.

Kasaya ilerledim. "Pardon," kırmızı kazaklı kızın dikkatini çektiğimde hafifçe tebessüm ettim. Benim yaşlarımda kumral bir kızdı. "Ben arkadaşımı arıyorum da, acaba gördünüz mü diye soracaktım. Kumral saçları var, 178 boylarında, üzerinde beyaz bir gömlek olması gerekiyor."

Kaşlarını kaldırarak, "yavşak mıydı?" Diye sordu. Gözlerimi kırptım. Berkay? Ne dedin lan kıza it!?

Başımı salladım kararsızca. Eliyle bir tarafı gösterdi. "Oraya gitti, buz arıyor olmalı."

"Niye ki?"

"Kafasına hesap makinesini vurdum."

"Anons eden cihazlardan var mı?" Diye sordum. Berkay, en yakın arkadaşım da olsa şuna da bir ders vermek lazımdı. Sonu böyle giderse pek hayırlı olmayacaktı. Ne malumdu bir dahaki sefere kafasına odun geçirilmeyeceği?

"Var."

"Kullanabilir miyim?" Başını salladığında kasanın diğer tarafına geçtim. Arkamdan gelen Ardıç sessizce bekliyordu.

Kızın elime verdiği cihaza baktım. "Şuradaki düğmeye bas, sesin gider."

Düğmeye bastım. "Şeftali bir, iki. Evet, ben arkadaşımı kaybettim de. Gören olursa çocuğu buraya getirebilir mi? Şuanda kıyısında köşesinde buz olmalı, kumral uzun boylu. Kafası kocaman şiştiyse benimkidir. Sövüyorsa da benimki olabilir, o yediği haltı biliyor."

 

🍑

 

"Daha ne kadar surat asacaksın?" Derken umursamazca önümdeki TYT matematik sorusuna göz attım.

"Yarına kadar. Ya bana bir söyle," dedi hararetle bana eğilirken. Bir eliyle de buzu alnına tutuyordu. Gerizekalı, hala bu devirde kadınlara ansızın yaklaşılmaması gerektiğini anlayamamıştı. Arkasından bir anda hortlarsa yerdi tabii, hesap makinesini. "Derdin neydi de anons ettiriyorsun beni? Çocuğunu optimumda kaybeden anne gibi!"

"Aramaya üşendim." Soruyu işaretleyerek testi kapattım ve çantama attım. "Ne kadar kaldı, Ardıç?"

"Gelmek üzereyiz, Alin hanım."

"Aramaya mı üşendin!?" Dedi hayretle. "Ulan iki saat boyunca aralıksız koşmaya üşenmezsin ama!"

"Berkay..."

"Tamam, bak benim alnım acıyor şişti." Başını omzuma yasladığında iç çekerek başımı başına yasladım.

"Büyüyünce geçer."

Tedirgindim. İlk defa akrabalarımla tanışacaktım. Benim için önemli olmamalıydı bu, ama içimdeki bir şeyler hala kıpırdanıyordu utanmadan.

Gözlerimi cama çevirdim. Acaba Mirza gibi benden nefret mi edeceklerdi? Etsinlerdi. Çok koymazdı ama aklıma takılmadan da durmazdı.

"Sarılınca geçer," Berkay, kollarından birisini karnımın üzerinden bedenime sardığında güldüm. İç çekişimden bile akşam için tedirgin olduğumu anlamıştı.

"Geçer." İki kolumu da etrafına sardım ve yolu izlemeye devam ettim. Geldiğimiz sokak daha insan içinde bir yerdi. Burhan'la yaşadıkları evin aksine.

Kalbimi dağlayıp duran bir buhran vardı içimde. Dibe vurmuş muydum, bilmiyordum ama öyle hissetmeme engel olamıyordum. Berkay'ın gelişi bile etki etmemişti.

Yaptıklarım ve ideallerim çakışıyordu. Bu da yanlış yaptığım şeyler yüzünden vicdan azabı çekmeme neden oluyordu.

Bazen dipteymiş gibi hissetsem bile her zaman çıkmanın bir yolunu bulmuştum. Öyle olmadığımı biliyordum. Yaşayacağım daha kötü şeyler olabilirdi, kendime geçmişimde takılı kalarak eziyet etmeyi bırakmalıydım.

Geçmişim kötüyse kötüydü... kimi kandırıyordum? Daha kötüsünü yaşamadım diye mutlu mu olmalıydım? Niye? Yaşadıklarım normal miydi de mutlu olacaktım?

Nefesimi vererek gözlerimi kapattım. Göz kapaklarımın ağırlığı altında eziliyordum.

Mutlu olmalıydım, gülümsemeli ve öyle değilsem bile rol yapmalıydım. Kendimle çelişiyordum, düşüncelerim bile birbirini desteklemiyordu.

"Geldik."

"Birisini arayıp da haber verirsen, ne yapacağımı tahmin etmek istemiyorum." Ruhsuzca gülümsedim kapalı göz kapaklarımın ardından. "Boş yere kargaşa yaşamaya gerek yok, ben kütüphanedeyim."

"Anlaşıldı, Alin hanım."

"Kırılma, sadece boş yere sorgulanmakla uğraşmak istemiyorum." Berkay'ı iterek omzumdan kaldırdım. Bana kısık gözlerle bakarak arabadan çıktı.

"Ne haddime, estağfirullah."

"Niye?" Kaşlarımı kaldırdım. "İnsan değil misin sen? Robotsan söyle bilelim."

"Benim işim bu, Alin hanım." Kurgulanmış, ezberlenmiş ve tekdüze kalıplar.

"Bana hanım demeyi keser misin?" Kapıyı açarak ona son kez baktım. "Rahatsız oluyorum, benim değil babamın çalışanısın. Senin patronun falan değilim." Kapıdan çıktım. "Bir saat bekleyebilir misin? Çok sürmez."

"Elbette," derken bocalamıştı. Ona gülümsedim. Kapıyı kapatarak Berkay'ın yanına gittim. Avucumdaki kağıda bakarak evin numarasına baktım. Yandaki evdi.

"Bu dün yediğin haltla alakalı değil, değil mi?" Yürümeye başladığımızda ona kaşlarımı kaldırdım.

"Asla."

"Olay yerine gidiyoruz desen de olurdu."

"Olay yeri çok uzak be kanka, ormanın ortasında gölden çıkmış tarzan gibi gezdim."

"Ne?"

"Bak," kolundan çekerek onu bahçeye soktum. "Geldik." İki katlı, dubleks bir villa'ydı.

Kapının önünden geçerken iki esmer birden önümüze geçti. Kaşlarım havalandı. Refleksle bir yerlerine çakmamak için kendimi tuttum.

"Kimsiniz?" İnsan ama sen bize şirine ve güçlü diyebilirsin. Çocukken ne shiplerdim ama ya.

"Mustafa, bırakın gelsinler," Sumru'nun sesini duyduğumda adamlar başlarını hafif bir açıyla eğerek geldikleri gibi kayboldular. Sumru bir eli çelik kapıda öylece bize bakıyordu. Onu ilk defa pijamayla görüyordum. Dümdüz siyah bir takımdı. Gözlerindeki boş ifadeyle uyum içindeydi.

Berkay'a uyaran bir bakış atarak ilerlemeye başladım. O mesajı almıştı, aileden bahsetme.

Sumru, biz gelene kadar bekledikten sonra kapıyı açık bırakıp içeriye girdi. Arkasından içeriye girdik.

"Terlik alın ve sessiz olun, Nota uyuyor." Bizi kapıda bırakarak içeriye geçtiğinde Berkay ile göz göze geldik. Dudaklarımı ıslatarak, "biraz alttan al," dedim. Birazcık anlayışa ihtiyacı vardı.

Henüz saatler önce hayatı tepetaklak olmuştu ve hemen atlatmasını bekleyemezdik. Hem, tepetaklak olmasa da hayatlarının nereye gideceği mechüldü.

Kendimi avutuyordum, onlara iyilik yapmıştım. Suçluluk hissedemezdim.

Berkay, durumu bilmese de yediğim halt yüzünden olan bir şey olduğunu anlamış ve saygı göstermeyi seçmişti. Başını salladı ve terlikleri giydi. Ardından ben de giydim ve kapıyı kapatıp içeriye geçtim.

Sumru, ada tezgahının önündeki sandalyede oturmuştu. Kapı salona açılıyordu ve mutfak salonla birleşikti.

"Aylin abla nerede?" Diye sordum ne yapacağımı bilemeyerek. Sonuçta buraya onunla konuşmak için gelmemiş miydim? Konuşmalıydım o zaman.

Tamam, psikolojiyi falan şeftali götürüyordu da üç tane çocuğu vardı onun. Kendini toparlamalıydı, anneydi o.

Bana yapılamayanı, Asil'e ya da Sumru'ya yapılamayanı yaparak Nota'ya iyi bir anne olabilmeliydi.

O da bir bireydi, tutsundu kaybolan ruhunun yasını ama çocuklarına bıçak çekmek neydi, Allah aşkına? Tamam, ağlasın, sızlasın, yarası kanasın ama gözlerini silerek yarasını kapatıp çocuklarına dönsün.

Dünyada zaten milyonlarca çocuğun ruhu henüz doğarken öldürülüyordu, kaderlerinde benliklerini kaybetmek yazılıydı belki ama en azından Nota onlardan birisi olmasındı.

Bizim yerimize birisi sevgiyle büyüyebilmeliydi ki biz de izleyebilmeliydik. Bizim sayemizde büyüyebilmeliydi birisi ki, kalbimizdeki yarayı başka kalplerle iyileştirebilmeliydik.

"Niye?" Dedi sumru, gözlerinde tek bir duygu olmaksızın. "Yarattığın yıkımı mı görmeye geldin yoksa, iyileştirir gibi yaparak parçalayacak mısın? İyileşmesini mi bekliyorsun parçalamak için?"

Yutkundum. Sumru gerçekten kimseye güvenemeyecekti.

Gerçi... haklıydı da bir bakıma. Niye güvensindi ki bana?

"Kes şunu," dedi Berkay, benim yerime cevap vererek. Alttan alma sözü, çamur benim üzerime gelene kadardı. "Yardım etmeye çalışıyor, görmüyor musun? Onu terslemek zorunda değilsin."

Aslında zorunda. Çünkü onun tek savunma mekanizması bu, agresifliğinin arkasına sığınıyor ve yaraları görünmüyormuş gibi davranıyor.

Yalnızca aynı yerden yaralı olanlar anlardı acıyı.

Onu anlamak için annemi sevmem gerekiyordu ya da annemin beni sevmesi. Oysaki Meryem Akyürek, beni sevmek bir yana benden bazen bakışlarını bile sakınmıştı.

Bazı yaralar, iyileşmezdi. Zihnine kazık çakar ve bir gün tekrar açığa çıkmak adına pusu kurardı.

"Görüyorum," dedi Sumru. Gözlerine oldukça yavaş bir şekilde kırptı. Sadece gerekiyormuş ama bu bile onu yormuş gibi bir göz kapanmasıydı bu. "Ama bunun benim için bir şey ifade etmesi gerektiğini sanmıyorum. Neden yardım ediyor? Adana'ya geleli henüz ne kadar oldu ki? İki hafta mı? Niye yardım etsin ki bize?"

"Salak bu çünkü," diye homurdandı ve koluma girdi. "Senin gibi bir insana yardım ettiği için salak bu."

Bazı insanlar o kadar çok yara alır ki, bir zaman sonra en güzel iyilikte bile kötülük ararlardı. Çünkü onlara hayat bunu öğretmişti. Sumru da onlardan birisiydi.

Berkay beni gitmek için kapıya döndüreceği sırada Sumru'nun yutkunduğunu gördüm. Berkay'a direnerek elimi koluna koydum.

Gülümsedim güven verircesine. "Yarım saat bekler misin? Daha fazla sürmez."

Bir süre gözlerime bakarak bekledi. Kırılacağımı düşünerek beni burdan kurtarmak istiyordu. Ama ondan kibarca istediğim bir şeyi de geri çevirmezdi. "Sadece yarım saat."

"Sadece yarım saat." Diye tekrar ettim. Sumru'ya döndüm. "Odanda konuşalım mı?"

Bana karadeliği andıran bakışlarıyla bir süre baktıktan sonra ayağa kalktı ve merdivenlere yöneldi.

Yukarıya çıkan ve aşağıya inen aynı hizada merdivenler vardı. İnce sütunlarla desteklenmişlerdi.

Berkay'a gülümsedikten sonra Sumru'nun peşine takıldım. Üst kata çıkarak koridorun sol tarafına yöneldik. Sumru bir kapıyı açtığında yan odadan gelen sesler kaşlarımın çatılmasına neden oldu.

Kırılma sesinin ardından bir şeylerin devrilme sesi geldi. "İstemiyorum, istemiyorum!" Aylin abla'nın sesini duyduğumda iç çektim.

"Annem yine terör estiyor abime," dedi Sumru. Dudaklarının kıvrımında yakıcı bir alay saklandı. "Hâlâ annemim odasına sırayla girdiğimize inanamıyorum. Onlara aldırma," döndü ve odaya girdi. Ben ise tam karşıdaki odadan gözlerimi zorlukla ayırdım ve yutkundum.

Parlatıcım neredeydi benim? Birazdan ölmek üzereyim, zebaniler bu ne çirkin şeymiş demesinler.

Ben harbi Sumru'nun tepkisinden tırsıyordum ama.

Ayrıca, hâlâ sırayla giriyoruz da ne demekti? Aylin abla'nın odasına girmek için sıra mı bekliyorlardı?

İşte, hayat size bazen şeftalisini dönerek muhtemel olan tüm ihtimallerin şeftalisine anlatılmasını ama umrunda olmayacağını çok güzel anlatıyordu.

Aylin abla'nın sesi kriz geçirmek üzereymiş gibi geliyordu. Ama Sumru sanki bu çok normal bir şeymiş gibi umursamadan odasına girmişti.

Olayları küçük görmeye mi başlamıştı yoksa duyguları mı kayboluyordu?

Arkasından odasına girdim. Siyah örtülü bir yatak ve beyaz, aynalı bir gardrop dışında pek bir şey yoktu. Asil bu taşınmanın bu kadar erken olacağını hesaba katmadığı için tüm eşyaları almamış olmalıydı.

"Neyin peşindesin?" Gözlerim Sumru'ya kaydı. Şimdi onun donuk gözlerine yerleşen saf acı, bir zamanlar neden diye sorgulayan çocuk yanımın gözlerindeydi.

Kimse onu görmemişti. Ben neden şimdi insanların en karanlık yönlerini görmeye çalışıyordum ki? Neden kimse benim gözlerimde haykıran çocuğu görmezken, ben herkesin gözlerinde o haykırışları görmek için çabalıyordum?

Yutkundum.

Belki de, bu kadar çabaladığım için hep kaybediyordum.

"Ben o durumda olsaydım, kimsenin bana düşmez demesini istemezdim. Peşinde olduğum bir şey yok."

Gözleri kısıldı. "Polise haber verebilirdin ama bizzat giderek işkence çekmeyi göze aldın. Neden?"

Gözlerine delici bir gerçeği yansıtarak baktım. "Baban ölse ne hissedersin?"

Gözlerindeki acı, bir anda kendisini geriye çekti. "Ne saçmalıyorsun?"

"Kime bu tepkin?" Üzerine doğru iki adım attım. "Neye bu kadar sinirlisin? Baban olacak Vampir şerefsiz mafya Burhan hapse girecek diye mi? Yoksa yıllar önce kimsenin yapmadığını yaparak sizi bu esaretten kurtardım diye bana mı?"

Dişlerini sıktı. "Neden yaptığını..."

"Kandırma kendini, Sumru." Başımı iki yana sallayarak dilimi dişlerimde gezdirdim. Sinirli miydim yoksa gergin mi, bilmiyordum. "Biz, hayatın karanlıktaki gölgeleriyiz. Biz gölgeler, aydınlıktaki herkese zaten sinirliyiz. Çünkü kimse çekip kurtarmaz bizi. Ve birisi de gelip yardım eli uzattığında yavrusunu koruyan anne gibi, ruhumuzu korumak için pençelerimizi çıkarırız." İşaret parmağımı kalbinin üzerine dokundurdum. "Niye, niye, niye!? Neden yardım ettim? Ne planlıyorum? Sizi yıkacak ne yapacağım? Nota'nın kermesine neden gittim?" Elimi çektim. "Sorularının cevaplarını bilseydim insan olmazdım, Sumru. Ama çok istiyorsan, uzak durabilirim. Senden ve kardeşlerinden. Sadece son kez annene bir şey söylemeliyim."

Ben hiçbir zaman insanlar için savaşan tarafta olmamıştım. Her zaman bırakma eğilimdeydim. Hayatımdaki en ufak şey, en ufak ilgim bile insanlara zarar verecekmiş gibi hisseder ve çoğu zaman terk eden tarafta olurdum.

Ya da... birilerinin benim için savaşmasına alışık değildim. Kimse benim için savaşmayınca ben de sadece kendim için katılmıştım savaşa.

Sağ gözü seğirdiğinde üzerime yürüyerek ellerini kaldırdı ve beni omuzlarımdan itti. "İyi," dedi hararetle. "Git, tamam mı? Zaten bizi bırakmak için kurtardın! Biz her zaman birbirimize yetmenin bir yolunu buluruz, sen de git! İnsan değilmiş, değilsin zaten!"

Ne yaparsam yapayım, kendimi gözlerinde haykıran o çocuğu görmekten alıkoyamıyordum. Başımı salladım. Tekrar omuzlarımdan ittiğinde sırtım kapıya dayandı.

Ona engel olmadım. Asil, onun geldiğinden beri tepki vermeden oturduğunu söylemişti. Bazı şeyleri haykırması gerekiyordu.

"Sizi kullandım," dedim onu onaylayarak. "İçimdeki çocuğu mutlu etmek için sizi kullandım. Ne yapabilirsin ki?"

"Sen kötüsün!" Dediğinde dilimi ısırdım. Gözleri sinirden dolmak üzereydi. Gözlerimi kapattım, ağladığını görmemi istemezdi belki. "Defol evden! Abimden de annemden de kardeşimden de uzak dur! Kötüsün sen! Babam gibisin, onun gibisin! Gülümsemelerinle kandırıyorsun!"

İmkanım olsa, çocuk gibi ağlardım. Kaybolan geçmişime ve ölen çocuklara bir çocuk gibi ağlardım.

Gerçi bu zamanda çocukların da sesi çıkmıyor. Bir elleri her zaman dudaklarını kapatıyor ağlarken.

"Gözlerime bak!" Diye bağırdı birden. "Baksana, bak! Neden kapattın gözlerini!? Ağır mı geliyor?"

"Ağlıyorsun," dedim kuru hıçkırığını duyduğumda. "Görmemi istemezsin diye."

Kısa bir sessizlik olduğunda gözlerimi araladım. Gözlerini silmiş ve o duygusuz maskesini tekrar geçirmişti yüzüne. "Git."

Belki de hiç ağlamamıştı.

Belki de hiç ağlayamıyordu.

Kendisini duygusuz olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Ona öyle olmadığını söylemek ve inanmış gibi yapmak arasında kaldım, hangisinin daha iyi bir şeçenek olduğunu bilmiyordum ama inanmış gibi yapmayı seçtim.

Çünkü onun gibileri sadece onun gibiler görebilirdi. Diğerlerinden saklanabiliyordu ama benden saklanamadığını bilmesini istemedim.

Göz yaşları silinmeyenler, ya ağlayanlara tepkisiz kalırdı ya da mendil uzatmakla yetinirlerdi.

 

🍑

 

"Aylin abla? Bak giriyorum sakın kafama avizeyi fırlatma, tamam mı?" Elim kapının kulpuna gittiğine temkinli bir ifadeyle kapıyı araladım. Delikten içeriyi gözetledim. Şimdilik sakindi ancak az önceki harp sebebiyle baya savaş alanı olmuştu. "Duydun mu? Bak abla falan demem, kafamı kırarsan şeftalileri değişiriz."

"Bunun pek etkileyici bir tehtid olduğunu söyleyemem," diyen Asil'e Sumru bakışı attım. Bir sus be adam, bir sus. "Ama kafanı kırma konusunda söz de veremem, seninle gelmemi ister misin?"

Odanın kapısının kenarında durmuş duvara yaslanarak kollarını göğsünde bağlamışken pek de ciddi durmuyorsun yalnız. Halime gülüp durmasana, can derdindeyim şurada!

"Ben hallederim," duraksadım. "Ama sen yine de çığlık atarsam kapının ucundan bak."

Gözleri kısıldı. "Çığlık atarsan içeriye girerim."

"Yok girme," dedim ve kapıya döndüm. "Çığlık atmışsam muhtemelen kafam yarılmıştır, direkt ambulansı ara."

Kapıyı açtım ve içeriye girip ardımdan kapattım. "Aylin abla? Bak valla şef-" derken duvar dibine sinmiş bedeni görünce durdum. "Aylin abla ama of ya! Ben de altı yaşındayken böyle saklanıyordum, bu ne demek biliyor musun?"

Onun yanına ilerlerken hali yutkunmama sebep oldu. Hali ne kadar canımı yaksa da belki neşeli tavırlarım ona da bulaşırdı diye böyle bir tutum sergiliyordum.

Hem, sonuçta nereye dönersek dönelim popomuz arkamızdaydı. Gerçekleri değiştiremezdik, popomuzun orada olduğunu kabul etmeliydik.

Onu ilk gördüğüm andaki gibi duvarın dibine çökmüş, dizlerini kendisine çekmiş ve dizlerine sardığı kollarına başını yaslamış duruyordu. Tepkisiz, ruhsuz ve de ölü gibiydi.

Ama en çok da kimsesi kalmayan, ne yapacağını bilemeyen küçük bir çocuk gibiydi.

İç çektim.

"Korkular, yaşla sınırlandırılmaz. Bazılarımız hiç büyümez, Alin." Başını kaldırmadan ve tek bir duygu belirtmeksizin söylediği kelimelerle sesini duymuş oldum.

Çatlamış, kuru ve halsizdi sesi.

"Aylin abla, bak sana ne anlatacağım?" Diyerek heyecanla ona oğru yürüdüm. Yaşama dönmek zorundasın be, çocukların için. Onların senden başka kimsesi yok. "Geçen gün okuldayız, tarihçi ders işliyordu."

Benim de kimsem yoktu, tutunacak kimsesi kalmayanlar önündeki ilk insana inanıyorlardı. Bazen, düşmanın olsalar bile.

Yanına oturarak omzumla omzunu dürttüm. "Kız bu ne hal? Ölü gibisin ha, canlan biraz bak ne anlatacağım sana."

"Alin..."

"Kadın ders işlerken içeriye bir şey girdi. Üzerinde acayip bir Hürrem'in Sülüman'ı kıyafeti var. Şebnem hoca, 'kimsin sen evladım?' Diyor, çocuk da anca bize ömer hayyam'dan dize okuyor. Sonra içeriye iki tane asker girdi bunu kolundan tutup götürdüler, meğerse ikinci dönemin başında öğrencilerin yapacağı bir tiyatro gösterisi varmış. Senarist, oyuncu ve kostüm için sorumlu arıyorlarmış."

Her şey, son ders olmuştu. Benim salak arkadaşım da ismini senaristliğe yazdırmıştı. Ne halt edecekse.

Bana da diyor, başrolüm ol. Ben zaten yeterince şeftaliye batmışım Berkay, sen bir sal beni.

"Ne güzel," dedi ruhsuzca. Konuşuyor olması bile benim için bir gelişmeydi.

En azından hala kafamda avize kırmamıştı.

"Aylin abla, ama gerçekten of, bir kaldır kafanı. Şöyle bir derin nefes al, popom arkamdaysa yapacak bir şey yok de. Devam et yoluna."

"Ne diyorsun sen?" Derken kafasını kaldırarak bana baygın bir bakış attı. "Ne poposu ne yolu?"

"Psikolojik sorunlarım var," dedim dudaklarımı büzerek. "Ama senin de var yani kalk bakalım."

"Elleşme Alin," diyerek tuttuğum kolunu kurtarmaya çalıştı ama zaten cılız ve güçsüzdü. Yemek yemiyor olmalıydı.

Asil dışarıya çıktığında kapının önünde karşılaşmıştık. Elindeki tepside kırık tabak parçaları ve uzun makarna'nın bir kısmı duruyordu.

Diğer kısmını hiç sormayın, Asil halıyı da diğer elinde tutuyordu.

"Abla Allah adı verdim, yeter valla. Bu kadar depresyon çok fazla ya!" Elini tutarak ayağa kaldırdığımda ondan beklemediğim bir güçle kolunu benden kurtardı.

"Yapamam Alin, güneşe çıkamam. Karanlıkta o kadar kaldım ki aydınlık daha korkutucu geliyor." Onun kanayan ruhunu görüyordum ve mümkün olsa benimkiyle birlikte onun için de yas tutardım. Ama değildi çünkü ben hiç ruhum için yas tutmamıştım.

Ona anlayışla bakarak elimi uzattım. "Beraber deneyelim. Ben de pek güneşi seven birisi değilimdir."

Tabii, diyerek göz devirdi bir tarafım. Biz karlı havalara bayılanlardanız!

"Yeter!" Hırslıydı ve tüm dünyaya haykırmak ister gibi acı doluydu. "Bak, teşekkür ederim. Çocuklarımı o adamın elinden kurtardın. Bunun tek yolu beni kurtarmaktı ve sen bunu bilmeden de olsa yaptın. Çok teşekkür ederim," yüzündeki minnet ifadesine hazırlıksız yakalandım. "Ama yeter. Bunu nereye kadar devam ettireceksin? Bunun senin için bir sonu yok, anlamıyor musun? Sana kazandıracağı hiçbir şey yok! Yeter artık!"

"Bana bir şey kazandırması gerekmiyor."

"O halde hala neden yanımızdasın?" Karmakarışık bir halde elini saçlarına daldırdı. "Bu sadece seni tüketecek! Seni tüketmekten başka bir işe yaramayacak ki! Neden yapıyorsun bunu ya, neden!?"

"Sen, bu odaya girdiğinde ne yapıyorsan yap." Diyerek ona ilerledim. Parmağımı kalbine yaslayarak ona inatla peşinde olduğum şeyi göstermeye çalıştım. "Bak bize, Aylin abla bize bir bak ya! Sen, ben, Sumru ve Asil için her şey bitti. Bizim çocukluğumuzun kurtarılacak bir yanı kalmadı ama Nota? O hâlâ sana muhtaç! Küçücük ve masum. O senin ilgine muhtaç ya! Tamam," başımı kabullenmişlikle salladım. "Bir daha bunu yapmayacağım. Evinize gelip kimse için çabalamayacağım. Seni anlıyorum, acını çek ama lütfen biraz olsun anne olduğunu hatırla. Sana muhtaç çocukların olduğunu hatırla. Eminim sen biraz gayret edersen onlar sana bin mislini verirler."

Yaşlı gözlerle ona baktım. "Hala geç değilken mutlu olmayı dene. Onları da mutlu etmeyi. Kendine bak hiç değilse, onların da senin bu hissettiğin şeyi hissetmelerini ister misin?"

Geriye çekildim. Gerçekten de neden çabalıyordum ki? Ne içindi bu çaba?

Onlar için bir anlamı yoktu.

Ben onlar için çocukluğumu bir katil yapmaya hazırken, onlar hala neden diyordu. Neden kendini tüketiyorsun?

Duvar ardındaki miniğin bana yaşlı gözlerle baktığını hissettim. Sanki konuşmak için doğru anı bekliyor gibiydi. Marsu'yu sıkıca tutarak bedenine yasladı ve beni izlemeye devam etti.

Kapıdan çıkarken Aylin abla'nın biraz olsun beni anlamasını ümid ettim.

Merdivenleri olabildiğince hızlı inerken kapının önündeki Asil'in bakışlarının ağırlığını sırtımda hissediyordum. Telefonumu açarak rehberde ihtiyacım olan numarayı aradım. İkinci çalışta açılmıştı.

"Alo?" Diyen heyecanlı ve her zaman pozitif olan sesini duyduğumda iç çektim.

"Neredesin bilmiyorum ama Adana'ya gelebilir misin? Yarın için bir doz tarçına ihtiyacım var." Merdivenleri bitirdiğimde kulağıma gelen seslerle iç çektim.

"Kes şunu,"diyordu Berkay, hararetle. "O sadece yardım etmek istiyor! Ona böyle davranamazsın! İçinde biraz olsun insanlık var mı senin? Ama var ya boşver insanlığı falan, siz onun yaptığı hiçbir şeyi hak etmiyorsunuz!"

"Bekle biraz," diyerek sesimi kapattım ve telefonu indirerek hızla onlara ilerledim. İkisi karşı karşıya gelmişti ve anlaşılan konu yine ben olduğumda Berkay, bir abi gibi korumaya geçmişti.

Bazen sadece ona ve İldem'e sahip olsam, yetermiş gibi geliyordu.

​​​​"Berkay," diye seslendim ama benim uyarımı umursamadı.

"O zaman biraz olsun tüm evrene iyilik saçan bir melekmiş gibi davranmayı bıraksın çünkü öyle değil! Ayrıca bana bağırmayı kes yoksa ben ses tonunu ayarlamasını bilirim!" Sumru'nun bunu yapacağına kuşkum yoktu.

"O zaman sen de ona," dediği sırada Berkay'ın koluna dokunarak bana bakmasını sağladım. "Gidiyoruz buradan!" Dedi beni korumak istercesine.

Gözlerine bakarak başımı salladım. "Gidiyoruz."

Onun önünden dış kapıya kadar yürüdüm ve postallarını ona uzattım. Kendi ayakkabılarımı da giyip doğrulduğum sırada uykulu bir ses, beni gitmekten alıkoydu.

"Alin abla?" Diye seslendi Nota. Bu kadar sese uyanmamış olmasını beklemek aptallıktı. Bir eli duvara dayalı bir şekilde ürkekçe bekliyordu. Gözleri bir an Berkay'a kaydığında kaşlarını çattı ve daha fazla ona bakmadan bana döndü. "Gidiyor musun? Ne zaman geldin?"

Berkay'ın Sumru ile kavga ettiğini görmüş olmalıydı.

"Minik şeftali, buraya gel!" Onun boyuna gelebilmek için dizlerimin üzerine çöktüm. Bunu bekliyormuş gibi hızla bana geldi ve kollarım arasına girdi. Saçlarının üzerine bir öpücük kondurdum. "Yeni geldim ama evime gelen vampirleri yakalamak için gitmek zorundayım."

Kıkırdayarak hafifçe geri çekildi. "Ama Alin abla, vampir diye bir şey yok ki!"

"Bence akrabalarımdan birkaç tanesi kan emici olabilir," gizemli bir ifadeyle gözlerimi kıstım. "Umarım bazıları insandır!"

"Ya," minik bir kuşkuya düşerek gözlerini açtı. "Ama onlar gerçek değiller ki! Yani ablam öyle söylemişti. Değiller dimi?"

Dracula soyundan gelen bilmem kaç yıllık kan emici olan ve onlarca yıllık hayatında bir tek güzeller güzeli başrolüme aşık olabilen fantastik yakışıklım, sen kulaklarını tıka. Benim için hep gerçeksin.

"Tabii ki, hayır." Umarım da bir yerlerden hortlamazlar. Çocuğa yok dedik şimdi, gelecekte çıkıp gelmesinler de.

Aklına bir şey gelmiş gibi aniden kocaman gülümsedi. "Alin abla!" Gözlerinde milyonlarca yıldız barındıran bir gökyüzü oluştu ansızın. "Artık evimize gelebilirsin!"

Ya ama şimdi tam bir daha gelmem diye rest çektikten sonra istenecek şey mi bu?

Sessiz kalarak gözlerine baktığımda, bir elini yanağıma yasladı. "Korkma gerek yok ki, kimse seni zincire vuramaz artık." Beni ikna etmek için gözlerini de devreye soktu. "Kimse çay de veremez, ben sana meyve suyu getiririm. Lütfen."

"Velede bak," diye homurdandı birden Berkay. "Kankamı kandırmak için rüşvet bile veriyor. Ama güzel taktik."

Ben ne diyeceğimi bilemez bir şekilde Nota'nın masum ve umutla parlayan gözlerine bakarken birden telefonum çaldı. Arayan kişiye baktığımda onu unutttuğumu fark ettim. Kapatıp tekrar aramış olmalıydı.

Aramayı reddederek ayağa kalktım. "Ben hallederim. Gelirim yanına." Nereye geleceğimi söylemedim ki evine gelmediğimde yalan söylemiş olmayayım.

"Hadi bakalım," Nota'ya kocaman gülümseyerek elimi çantama attım ve zar zor bulduğum jelibonları Nota'ya uzattım. "Ece'ye selam söyle," gizli bilgi veren FBI edasıyla hafifçe ona eğildim. "Ve biliyor musun? Bazen biz küçük çocukların büyüklerine göz kulak olmaları gerekebilir. Bu onurlu görevde size güvenebilir miyim, ajan junior şeftali?"

Gözleri parlayarak hızla kafasını salladı. Bir elini alnına doğru yaslayarak bana asker selamı gönderdi. Asker ve ajan olmayı aynı şey zannetmesi şuan pek önemli bir detay değildi. "Elbette! Görev ne komutanım!?"

"Evde kötü bir şey olursa ve bunu kontrol altına alamayacak kadar zor bir durumdaysan, hemen karargahı arıyorsun!"

Gözlerini kırpıştırdı. "Orası neresi ki?"

"Tamam, telefon kullanmayı biliyorsun değil mi?" Diyerek çantamdan bir defter çıkarıp boş bir sayfaya numaramı yazdım. "Bugünden sonra aradığın her gün bana ulaşabilirsin, anlaştık mı?"

"Anlaşıldı komutanım!" Gaza gelip bağırdığında kendime engel olamayarak güldüm.

"Tamam, hadi bakalım. O zaman iyi bir asker ol ve gidip uyumaya devam et."

"Olmaz! Askerler nöbet tutar, ben uyursam evi kim koruyacak?"

"Sen uyurken ben korurum. Uyumadığın zamanlarda da bizi güvende tutabilirsin." Diyen Asil, bir elini asker Nota'nın omzuna koyarak ona gülümsedi. "Ama dikkatli olmak için biraz dinlenmelisin. Düşmanın gözden kaçmasını istemeyiz, değil mi?"

Nota gözlerini kısarak abisinin dediklerini değerlendirdikten sonra hızla kafasını salladı. "Ne kadar uyursam o kadar çok düşman yakalarım! Seni ararım Alin komutanım!" Diye bağırarak salona koştuğunda coşkulu bir çığlık sesiyle devam etti heyacanı. "Anne!"

Çıkmıştı... Yapabilmişti işte.

İyileşecekti.

Benim annemin aksine.

Bir ağırlığın içimden kaybolduğunu hissediyordum.

Başardık, baksana! Biz kaderimizin yazgısından birisini kurtardık!

Asil'e hafifçe gülümseyerek Berkay'la birlikte evden ayrıldım. Bahçeden çıkar çıkmaz tekrar çalan telefonum, baya ısrarcı olduğunu gösteriyordu.

"Alo?"

"Bak ne diyeceğim, bu akşama bir Adana uçağı buldum! Ve bilet aldım! Bir dakika senin Adana'da ne işin var?"

"Uzun hikaye. Bir süre Adana'da kalmak zorundayım. En azından reşit olana kadar."

"Seni uyarıyorum, bu sefer bir iki seansla kurtulamazsın. Kendini bana açmalısın."

Sıkılmış bir nefes verdim. Hiç aramasa mıydım onu? "Başıma bela olacaksın değil mi, kızıl şeytan?"

"Evet, şeftali gövdesi." Nare'ye de şeftali bulaştırdığıma göre rahat rahat şuraya bayılabilirdim.

Yüzümü buruşturdum. "Ne gövdesi ya?"

"Saçlarımızdan bahsetmiyor muyduk?" Derken keyifli bir kahkaha attı. "Neyse kapat şu telefonu, hazırlamam gereken üç bavul ve bulmam gereken bir otelim var!"

Yüzüme kapatılan telefonla bakışlarını sürekli üzerimde hissettiğim Berkay'a baktım. "Söyle hadi."

"Seni kırıyorlar."

"Hayır."

"Yalan söyleme bana," kaşlarını çatarak önüme geçti. "Neden izin veriyorsun bu şeye?"

Yutkundum. "Biliyorsun."

"Bilmiyorum, Alin. Tamam mı? Söyle bana. Nasıl izin verirsin ya kalbini kırmalarına? Tamam sen yokken ben zaten seni koruyorum ama sen kendini korumuyorken bu bana mı düşer? Sen kendi kalbine hiç mi değer vermiyorsun?"

"Berkay," dediğimde kendime engel olamadım ve bir damla yaş, kirpiklerim sen kopup yanaklarımla buluştu. Acıyla sarsılan küçük benliğimin yükü omuzlarımdaydı. "Ben ne olursa olsun anneme birisinin, söylemesini isterdim. Tamam annem bu hayatta her şeyini kaybetmişti ama ben vardım. O bana bir kez gülse ben ona koşardım. Ben her şeyi bırakır kendimi ona adardım."

"Sen çok güçlü birisisin," diyerek nadir ciddi anlarından birisinde daha beni kendisine çekerek ağlayışımı kendime saklamamı sağlamaya çalıştı.

"Güçlü olmak istemiyorum ki! Bazen öyle nefret ediyorum ki bu halimden! Anneme yardım edemedikten sonra benim güçlü olmamın ne anlamı kaldı? Berkay... Canım acıyor. Annemin küçükken sevmediği her gün çektiğim sızı birikip şimdi omuzlarıma binmiş gibi. Kimse benim anneme söylemedi ki. Bir kızın var, onun için güçlü ol demedi! Ben onun için kendimden vazgeçmeye hazırdım ya!"

Ama bana gülümsemedi. Belki de beni hiç görmedi gözleri.

Berkay, kolunu belime sararak kendime gelene kadar öylece durmama izin verdi.

Anne? Duyuyor musun? Seni bıraktım biliyorum ama eğer beni bir kez ararsan, hala senin için her şeyi yapmaya hazırım. Artık annem olmasan bile.

​​​​​

🍑

 

"On yedi," dedim fısıltıyla. Burada durmuş akrabalarımı sayıyor olmaktan gurur duyduğum falan yoktu.

Kaç tane el öpmüştüm ben?

"On sekiz," dedi benim gibi Berkay. "Bak bak, velede bak!"

Yani babaannem ve dedem hariç kapıdan on sekiz kişi geçmişti.

Önümüzdeki kapıdan geçmiş ve muhtemelen annesinin elinden kaçmış olan çocuk pis pis sırıttı.

Çocuk, çocuk! Sen daha 6 yaşında anca varsın, o nasıl gülüş?

"Süleyman Can!" Diye seslenen kadın, çocuğun annesi olmalıydı.

Süleyman Can, bize şeytani bir sırıtış bahşederek annesinin peşinden koştu.

Bu çocuk bizi bugün yerdi.

Berkay'ın birden beni çekiştirmesiyle kendimi mutfakta buldum. Gelen misafirleri salonun girişinden dışarıdaki terasa alıyorlardı. Camla kaplı ve bugüne özel birkaç koltuk eklemesiyle bence oldukça iyiydi.

Berkay'ın aceleyle cebinden çıkardığı gümüş yüzüklere baktım. "Ne yapıyorsun lan?"

"Tak şunu, tak," diyerek birisini yüzük parmağıma geçirdi. Diğerini de kendi parmağına takarak sırıttı. "Zengin olacağız!"

"Pardon?" Elimi belime yaslayarak diğer elimdeki yüzüğe aptal aptal baktım. "Yüzük takarak nasıl zengin olacağız?"

"Alin bak iyi düşün, bu gelenlerin hepsinin bir yerinde mutlaka altın var! Sadece nişan takılarını alsak bile yeter de artar! Bak içeridekiler sadece en yakınların, dıdının dıdısı bile gelir bu düğünlere!"

"Geri zekalı," diye homurdanarak koluna vurdum. "Saçmalama, kendine gel! Evde kalırsan seni alırım dedim, resmi evde kalma yaşını geçmedin daha."

"Kanka beni ne yapacaksın? Beni alma, almış gibi yap. Valla sen koltukta yatarsın, bak iyi düşün! Villa alırız, Lamborghini alırız... Gerçi para o zamana suyunu çekedebilir. Ama sen yine de-"

"Berkay, yeter!" Yüzüğe baktım, ardından yüzüne. "Ayrılıyorum senden, sen benim istediğim aksiyonu veremiyorsun. Bu ilişki yürümez, anlıyor musun?"

Hemen oyununu bırakıp benimkine adapte oldu. "Ama neden bir tanem? Seninle uçaktan atlardık daha? Nayır, nanlayamam. Beni bırakamazsın, seviyorum seni. Anla beni!"

İkimiz de daha fazla dayanamayarak kahkaha atmaya başladık.

"Ya," dedim nefes nefese. "Bari şu yüzüğün sarısını alsaydın da alyansa benzeseydi!"

"Çocuklar?" Diyerek içeriye gelen annem, hızla bir önlük bağlamaya başladı. "Bir sorun var mı?"

"Yok," derken aceleyle yüzüğü Berkay'ın cebine attım.

"İyi o zaman. Sadece salata kaldı, onu da siz yapar mısınız? Ben de yemekleri ısıtayım?"

Tam olarak ne dediğine bile anlamadan başımı salladım ve "Hm hm, biz hallederiz Berkay'la birlikte." Dedim.

Demez olaydım.

 

🍑

 

"Üç kilo domates," diye mırıldanarak acınacak halime şarkı yapmıştım. Benden de olur muydu bir sezen Aksu?

Buruşmuş ellerime bulanık gözlerle ağlamaklı bir bakış atarak gözümden akan yaşı tekrar sildim.

"İki kilo salatalık," diye devam ettirdi beni Berkay, acıklı bir ifadeyle. İkimiz de belamızı bulmuştuk gerçekten.

"Bir," iç çekerek gözlerimi kırpıştırdım. Ama yanması geçmedi. "Kilo soğan."

"Kafam kadar kara lahana," dedi Berkay.

"Alin?" Diye seslenen sese döndüm ama takım elbise dışında pek bir şey seçememiştim. "Bu ne? Bırak şunu bok yesinler."

Baba bey, şuan ne denli büyük bir sevap işlediğinden haberin bile yok.

Hızla yanımıza gelerek beni masadan kaldırdı. Elleriyle yanaklarımı temizledikten sonra içli bir bakışla yüzümü taradı. "Kimse bugün salata falan yemeyecek!"

"Ama daha soğanlar bitmedi," dedim elimin biriyle arkamda kalan masayı işaret ederek.

"Kafam kadar kara lahana da," diye karşılık verdi Berkay, ama çoktan kafasını masaya dayamıştı.

"Umrumda değil," diyerek yüzüme yasladığı ellerinin baş parmaklarıyla tekrar yanaklarımı sildi. Kuru olmalarına rağmen. "Kızımın göz yaşlarıyla yaptığı bir şeyi kimseye yedirmem."

"Ee," dedim yine masayı işaret ederek. "Biz bu kadar şey kestik, kim yiyecek?"

"Günde üç öğün salata yer yine de bitiririm ben. Hadi bakalım," diyerek beni salona doğru itti. "Gidip ikiniz de elinizi yüzünüzü toparlayın gelin."

Banyo'da yüzümü yıkayınca harbi kendime gelmiştim.

"Kanka?"

"Ne var, Berkay?"

"Bana bir bak."

Yan bir şekilde ona döndüm. "He baktım."

"Sence benden Baba olur mu?"

"Yaa," dedim birden yumuş yumuş bir yüz ifadesiyle ona dönerek. Ellerimi yanaklarına uzatarak sıktım. "Sen baba mı olacaksın? Benim kankam baba mı olacak? Kimden o çocuk seni geri zekalı!?"

"Ya, Alin! Saçmalama. Olur mu diye sordum. Oldum demedim." Yanaklarındaki ellerimi iterek bana uyuz olduğunu belli eden bir bakış attı.

"On yedi yaşındasın, Berkay. Şuanki sen için erken ama bir dört yıl sonra neden olamayasın? Hem her şeyden önce benim gibi bir teyzesi var."

"Kesinlikle onu senden uzak tutacağım, seninle tek kalması psikolojisi açısından hiç iyi değil."

"Ne!? Sen benimle yalnız kalabiliyorsun ama! Çocuğunu yiyecek değilim!"

"Sorun da o zaten, benim annem senin nasıl bir şeytan olduğunu bilmiyor ama ben biliyorum. O yüzden çocuğumu sadece ben varken sevebilirsin." Ona bakışlarımı görünce güldü. "Tamam, şaka yapıyorum. İldem'e ve sana güvenmeyeceğim de kime güveneceğim?"

"Berkay?" Dedim sırıtıp kapıya yaklaşırken.

"Hm?"

"Sana teyzesi olurum dedim sen de çaktırmadın. Ben teyzesi oluyorsam sen neyi oluyorsun? Annesi mi?" Kendimi kapıdan atarak hızla merdivenlere yöneldim. Arkamdan çıktığını ama ses çıkarmamak için benim gibi aşırı hareketler yapamadığını biliyordum.

Son basamağı indiğimde salonun camından misafirlere baktım. Konuşuyorlardı.

Yavuz da oradaydı. Onu yok mu sayacaktım?

Kendime gelmeliydim.

O, o gün orada ölen adam değildi. O orada ölmüştü ve ben bugün bir başkasıyla tanışacaktım.

İçeriye girdiğimizde hafifçe gülümsedim bana dönen bakışlara. "Tekrar hoş geldiniz."

"Hoş bulduk," diyen babaanne şahsım, herkesten sonra söylemiş ve elini bana tekrar uzatmıştı. Ben daha bu kadının elini bir günde kaç kere öpecektim? "Gel bakalım sen yanıma şöyle."

Hiç de gözünün altına üstüne kalem çeken doğulu konak hanımlarına benzemiyordu. Gayet de zarif ve sade bir makyaja sahipti. Mavi gözlerini üzerime dikmiş, düz bir surat ifadesiyle beni bekliyordu.

Bekletmeyelim.

Yanına giderek elini avucuna aldım ve eğildim. Öpeceğim sırada diğer elini başıma koyarak başımı itti. "Sen ne diye benim elimi başına koyup duruyorsun? Yeter, öptün ya bir kere."

"Pardon," elimdeki elini ne yapacağımı bilemeyecek bu sefer dostça sıkıp hafifçe salladım.

Şimdi kesin tüm dünyayı kurtaracak projeyi de imzalarız, dimi babaanne şahsım?

Elimi çekeceğim sırada avucundaki elimi sıkarak kaşlarını çattı. Yahu kadın, ne istiyorsun benden? Ne?

"Nereye?"

"Oturayım diyordum ama yani," diye zırvaladığım sırada birden kahkahayı koyuverdi.

"A benim saf kızım, ne söylesem de inanıyor." Yanındaki dedem beyi iterek beni aralarındaki boşluğa çekti. Mecburen şaşkın şaşkın oturdum. "Söyle bakayım, ne istersin benden?"

Valla ben değil de Azrail senden bir şey isteyecek gibi ama neyse.

"Hiç."

"Nasıl hiç?" Dedi kaşlarını çatarak. Eline yerdeki el çantasını alarak içini kurcalamaya başladı. "Ben bugüne kadar her torunuma altın taktım, Firuze cimrilik yapıp birine almadı dedirtmem."

Yani... Çok istiyorsanız bir Adana burması olur gibi.

Kadındaki derde bak be.

Birden çantadan çıkan altın kolyeye kal gelmiş gibi bakmaya başladım.

Şimdi bu çeyrek takmıyor, yarım takmıyor, tam takmıyor, bilezik takmıyor ve kolye mi takıyor?

Bir dakika.

Ne?

Firuze babaanne, ben seninle yaşayayım mı? Ha? N'olur sanki beni evlatlık alsan?

"Ay yok," dedim birden kalkmaya yeltenerek. Ama hem dedem bey, hem de babaannem hanım beni kollarımdan tutarak koltuğa sabitledi. "Vallahi çok bu, alamam."

Alırım. Hem de nasıl alırım.

"Boşuna uğraşma," dedi ön tutamlarını sarıya boyayan bekar ama nişanlı halam hanım. Sezgi oluyordu kendisi. Ve telefonla durmadan mesajlaştığı kişi de muhtemelen nişanlısıydı. "Annem onu seni bağlar ama yine de takar. Bu arada Alec herkese selam söylüyor."

"Getirdi elin gavurunu başımıza," diye homurdandı Sezgin. Yanında oturan kardeşine ters bir bakış attı. "Okumaya diye gitti, koluna itin tekini taktı geldi. Türkiye'de adam kalmadı çünkü! Alec'miş! Adem'e, Arda'ya kramp girdi!"

Kalp bu Sezgin halacığım, boka da konar şeftaliye de bazen de işte böyle Alec'e. Yalnız ben bu Sezgi halamı tuttum, sırf Sezgin'i sinir etmeyi başarıyor diye bile sevebilirim şuan.

"Kes sesini, evde kalmış aptal polis memuru. Ben mesleğimi de elime aldım, nişanlımı da koluma taktım. Sen kendine bak, hala parmağın boş," ona alaycı bir bakış atarak annesine döndü. Yani babaanneme. "Anne, Alec sana sevdiğin çikolatalardan getirecekmiş gelirken. Başka bir şey istiyor musun diye soruyor. Ne diyeyim?"

"Kendisini getirsin, yeter kızım. Çok selam söyle oğluma." Dedi babaannem gülümseyerek. Çaktırmadan bana kolye taktığını zannediyorsa, yanılıyordu. Ona kirpiklerim altından mahcup bir bakış attım. Bana sadece elimi sıkarak tepki verdi.

"O senin oğlun falan değil!" Diye patladı, Sezgin. "Senin sadece beş oğlun var ve hepsi de şuan burada!"

"Ayıp oluyor, kayınço." Diye söylendi birisi. Hitap şeklinden diğer halamın kocası olduğu izlenimine vardım. "Biz neyiz?"

"Sen kendi ananın çocuğusun ulan," diye ona da huysuzlandı, Sezgin. "Ağzımı bozdurma anamın yanında."

"Biraz düzgün konuş," diye dirseğini Sezgin'e geçirdi, Sezgi halam. "Ana ne, dağ ayısı? Anne diyeceksin!"

"İshak!" Diye bağırdı birden bir kadın. Muhtemelen de yengelerimden birisiydi. "Mehmet sigara içiyormuş!"

"Anne!" Diye bağıran kuzenim, birden telefonundan kafasını kaldırdı ve telaşla babasını kontrol etti. "Baba? Valla bir kere içtim!"

"Siz bittiniz," diyen İshak amcam, eliyle boğazını keser gibi bir işaret yaptı. Sırıttı. Müdür bey amca, pek hayra alamet gibi bakmıyordu. Sıçtınız kuzen. "Gece evde görüşürüz oğlum."

"Abim de içiyor!" Diye savundu kendisini ama muhtemelen abisi olan çocuktan yediği şamarı bence uzun bir süre unutamayacaktı. "Ne vuruyorsun ulan? İçmiyor musun?"

"Demek ikiniz de ha?" Dedi acıklı bir ifadeyle müdür bey İshak amcam. "Senden beklemezdim, Kerem."

"Baba benim yapmam normal mi yani? Benden bekliyor muydun?" Dedi hayretle Mehmet.

"Sen zaten her haltı yiyorsun, it! Neyi beklemeyeceğim!?"

"Anne?" Diye seslendi içeriden kafasını uzatan bir kız. "Efken ve Afra huysuzlanıyor. Susturamadım, bir bakar mısın?"

"Geliyorum," diyen diğer yengem de kalkıp çıktığında, "kuzenin ve kuzeninin kızı." Dedi babaannem. "Eda'nın son çocuğa isim vermesine izin verdiler. Bir de kendi kızı olunca bakması zor oldu tabii. Hem abla hem anne oldu yakın zamanda."

"Torununuzun çocuğunu görmüşsünüz," dedim gülümseyerek. "Pek sık rastladığım bir şey değildi çevremde."

"Çok güzel bir his ama insana artık yaşlandığını haber veriyor," dedi gülümseyerek. "Bir ayağımız çukurda artık."

"Hala ilk günki kadar büyüleyicisin," diyerek babaannemin elini sıktı dedem. Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsememi dizginledim.

"Senin için aynı şeyi söyleyemem, Süleyman." Dedi babaannem. "Baksana göbeğine."

"Hey," dedi dedem somurtarak. "Hani beni göbekli ve kel olunca da sevecektin?"

"Süleyman," dedi Hürrem tonlamasıyla. "Hala seviyorum ama benim kadar büyüleyici değilsin, hayatım."

Gülme, Alin. Gülme. Tutabilirsin.

"Sağol, Firuze." Diye homurdandı dedem. Ayağa kalkarak ilk kızının yanına gitti. "Dilan? Kızım hep kocanla ilgileniyorsun, azıcık da bana baksana."

"Baba?" Dedi şaşkınca Dilan halam. "Yine mi annemle tartıştınız?"

"Ne alakası var, küçük Firuze?" Diye homurdanarak ondan da ümidi kesti. "Git anası kılıklı." Tekrar etrafa göz attı. Küçük kızının hala telefonda olduğunu fark edince göz devirerek radarını bana çevirdi. "Kalk kız, mutfağa gidelim."

Dudaklarımı birbirine bastırarak ayağa kalktım. "Gidelim bari."

Hem gözlerini bana diken Yavuz'dan da biraz olsun uzaklaşabilirdim.

Ayrıca adam baya baya karısından göbekli diyerek red yemişti ya. Yazıktı.

Mutfağa geçtik.

"Bak şimdi," diyen dedem uzanarak ada tezgahında masaya yerleştirilmek için hazır bekleyen tabklara göz attı. Bir sarmayı gözüne kestirerek bir tanesini kendi ağzına attı ve bir tane de bana uzattı. "Bu Firuze var ya, bir zamanlar afet gibi bir şeydi."

Dede? Ben senin ellili yıllardaki aşk hayatını dinlemek zorunda mıyım ya? Ya da yetmişler falan mı? Her neyse.

Elindeki sarmayı alarak ağzıma attım. "Ee?"

"Kandırdı beni bu."

"Hii, deme."

Başını salladı. "Benim var ya arkamdan koşan koşanaydı da bakmadıydım. Ama kandırdı beni bu. Bana bir baktı, ben bir baktım ki yolu bırakmış peşinden yürüyorum."

Sen... Biraz kafadan kontakmışsın sanki ama neyse.

"Yaa," dedim sırıtarak. "Nasıl baktı?"

Bana cilveli bir bakış attı. "Böyle. Ama yapamam aynısını. Tarif de edemem. Hem senin yaşın kaç?" Kaşlarını çattı, kendini sorgularcasına. "Amanın, kız çırpı bacak yürü bakayım annenin yanına. Neler dinliyor burada."

Hayretle dudaklarım aralandı. "Ya sen başladın ya anlatmaya!"

"Sus konuşma, nerede benim mavi gözlüm?" Az önce kavga etmemiş gibi mutfaktan çıktı ve babaannemin yanına gidip oturdu.

"Vay şeftalisini," diye mırıldandım.

"Dedem deli doludur," dedi arkamdan bir ses. Koralp'e döndüm. "Ne zaman nasıl davranacağını her zaman umursamaz. Çocuk olmayı da sever."

"Öyle galiba," diyerek gülümsedim. Gözleri gerdanımdaki kolyeye inince gülümsedi.

"Babaannemin radarına takılmışsın."

"Sorma, illa ben Firuze birine takmayı unuttu dedirtmem diyor." Gülerek başını iki yana salladı. Boynundaki kravatı çekiştirerek çıkarttı.

"Sen bu aralar hep geç geliyorsun," diye mırıldandım. Sadece bir an merak etmiştim.

"İşler yoğun oluyor ve baba evdeyse, abi daha çok çalışmak zorunda. Babamı anneme bırakıyorum," dedi tatlı tatlı.

Elimde olmadan Koralp'in çok iyi bir baba olabileceğini düşündüm. Ve onu İldem'le shiplemekten vazgeçmiştim.

İstatikler Koralp dese de aralarında on yaş vardı ve ben kitaplarda çok fazla yaş farkını sevmezdim.

Fantastik değilse.

İldem'e ve Koralp'e başkalarını bulacaktım artık.

"Benim bile yükümün çoğunu sen üstleniyorsun," dedim. "Hiç yorulup dinlenmek istediğin olmuyor mu?"

"Eve geliyorum," dedi gözlerini kısarak. "Evde dinleniyorum zaten. Ve kendini bir yük olarak görmeni istemiyorum. Burası senin evin, ve biz senden sorumluyuz."

"Öyle değil," dedim merakla. "İşe gidiyorsun, eve geliyorsun. Sürekli rutin bir şeyin içindesin. Hiç sıkılıp yorulup biraz olsun hayata ara vermek istemiyor musun?"

Omzu silkti. "Belki, bazen. Ama sevdiğim bir işi yapıyorum. Bu yüzden tatlı bir yorgunluk benimkisi. Eğer senin merak ettiğin de buysa, sevdiğin şeyi yaparken olan yorgunluk sana çok da koymayacaktır. Sevdiğin işi bul bence."

"Teşekkür ederim."

"Neden?"

"Bana bir tavsiye verdin," ve karşılığında bir şey beklemiyorsun. "Aklımdaki bir şeyin aydınlanmasını sağladın."

"Lafı bile olmaz, küçük kardeşim." Dedi yarı alaylı bir ifadeyle. "Her neyse, ben bizimkilere yakalanmadan üzerimi değiştireyim."

"Tamam."

O gittiğinde ellerimi ada tezgahına yasalayarak, camdan görünen aileyi izledim. Birbirine sataşan kardeşleri, mutlu gülümsemeleri, tatlı sitemleri...

Bunları hak edecek ne yapmıştım? Ya bir gün çok alışırsam? Ya onlardan ayrılmak istemezsem?

Ya varlıklarına alışırsam ve var olmamaları düşüncesi beni kahrederse?

"Telefonunu odana bıraktım, arıza." Akan'ın sesiyle iç çekerek kendime gelmeye çalıştım. Zor olmamalı, Alin. Birilerinin senin için olmaması, zor olmamalı. "Duydun mu?"

"Evet, teşekkür ederim."

"Rica ederim de," diyerek önüme geçti. "Sen iyi misin?"

"Evet?" Kaşlarımı çattım. "Kötü gibi mi görünüyorum?"

"Neden kimse senin yüzünden delirmemiş?"

Yediğim hakaretle dudaklarım aralandı. "Asıl ben sizin yüzünüzden delireceğim! Lafa bak!"

 

🍑

 

"Sakın aklından geçirme," diye mırıldandım yanımdaki Sezgin'e. Elindeki acı biber tozuna alaycı bir bakış atarak kaşlarını kaldırdı.

"Neyi?"

"İstersen herkese beni nasıl bir tehlikeye attığını anlatayım," dedim normal bir sohpet ediyormuş gibi gülümseyerek. "Eminim babalarımız bu konuyla çok ilgileneceklerdir."

"Sen var ya, Sezgi'den de betersin!" Diye homurdanarak biberi elinden bıraktı.

Birbirimizi tanımıyor gibi yapıyorduk.

Ve yemekte zaten her kafadan bir ses çıktığı için pek de göz önünde sayılmazdık. Yavuz'a bilerek bakmıyordum. Bakmayı da düşünmüyordum.

Onun o aptal özür dileyen bakışlarını görmek istemiyorum. Bu yüzden geçmişte fazla tanıdık bırakmıyorum. O yaraya saplanıp kaldığımı düşünüyor olmalıydı.

Bana acıyor muydu yoksa?

Dilimi dişlerimin üzerinde bir tür gezdirerek konuşan en büyük amcama odaklandım. Babam ikinci çocuktu.

Ragıp amcam, torununu görmüş birisi olarak yaşını çok da belli etmiyordu. Saçlarına biraz beyaz düşmüştü ama abartı değildi.

"Yani hastane baya zorluyor bu aralar. Meşgul olmasam gelirim anne, eve kendimi zor atıyorum." Anlaşılan kendisini savunuyordu.

"Hadi bu tamam," diyerek Ragıp amcamı işaret etti babaannem. "Hadi bu da tamam," diyerek babamı işaret etti. "Lan sen niye gelmiyorsun yanıma?" Dedi Müdür bey amcama sararak.

"Anne…"

"Sus, öğretmen adamsın. Bir okul çıkışı gel işte!"

"Anne bu hiç gelmiyor!" Diyerek birden Yavuz'u ortaya attı, müdür bey amcam. "Buraya taşındı bak bu it."

"Oğlum?" Tehlike buram buram geliyorum diyordu. Firuze aslan, yavrusunu yiyecek miydi? Az sonra Alin Belgesel'de.

"Anne?" Diyen sesini duyduğumda sandalyemi iterek onlara gülümsedim.

"İzninizle, lavaboya kadar gideceğim." Berkay, kanka seni kurtlar sofrasında bırakıyorum falan ama kusuruma bakma.

Aslında haklarını yememek gerekirdi. Kimse bana kötü ya da ön yargılı davranmamıştı.

Beklediğimden iyiydi.

Ama neden kötü hissediyordum?

Lavaboya gitmek yerine odama çıkarak biraz zaman geçmesini beklemek istedim. Zaten doymuştum. Odamın kapısını açtığımda yatağımda üç tane kutu vardı.

Kaşlarımı çattım. Birisi Akan'ın bıraktığı telefon kutusuydu ama ya diğerleri?

Telefonu çalışma masasına koyarak büyük olan kutuyu elime aldım. Kare şeklinde sarı bir kutuydu. Kurdale gibi abuk subuk şeyler olmadığı için rahatça kapağı açtım.

Dudaklarımı birbirine bastırdım gördüğüm manzarayla.

Marsu... İçindeki Marsu'ydu. Aynısı mıydı, emin olamıyordum ama o'ydu.

Onu sakladığını söylemişti bana. Marsu'yu bana vererek ne yapmak istiyordu ki? Benden ne istiyordu?

Avuçlarım arasına alarak kutudan çıkardım onu. Kulaklarına, desenli kuyruğuna dokundum hasretle.

Gözlerimden bir damla yaş firar etti. "Hani gökyüzüne gitmiştin, arkadaşım?" Dedim fısıltıyla. "En son kanıyordun ama artık bir yara izin bile yok."

Marsu'yu zorlukla bırakarak gözlerimi sildim. Öylece onu kabul mü edecektim? Marsu'yu kabul etmek, Yavuz'u da kabul etmek değil miydi?

Marsu'yu da alarak odadan çıktım. Hızlı adımlarla koridora girdim ve Marsu'yu koltuğun üzerine attım. Sonra da öylece odama geri çıktım.

Seni özlemediğimi sanma, Marsu. Ama artık bana sadece kötü anıları hatırlatıyorsun. Bırak, iyileşeyim.

 

🍑

 

"Bak Süleyman Can, sakın ısırma!" Diye bağırarak merdivenleri inmeye başladım. Bu inmek değildi, uçmaktı. "Sen vampir falan değilsin, ulan!"

Bu gece hiç bitmeyecek miydi!?

"Öyleyim ve sen de kan deposu bir insansın!" Diyerek kahkaha atınca tek eksik olanın ürkütücü bir arka fon müziği olduğunu fark ettim.

Allah aşkına, bu çocuğa kim izletti vampirli filmi!?

"Anlaşabiliriz, Süleyman Can!" Diye bağırarak ada tezgahının diğer tarafından ona baktım. Şükür ki, koşmada idmanlıydım.

"Nasıl anlaşacak mışız?"

"Öncelikle sen vampir değilsin, tamam mı?"

"Öyleyim!" Diye bağırararak üzerime koşmaya başlayınca bu kadar ufak bir şeyden nasıl böyle bir hız çıktığına hayret ettim.

"Hala!" Diye haykırdım evin içerisinde.

"Tuttum vampiri!" Diyen Berkay ile korkulu gözlerle arkamı döndüm. "Sen kimsin de kankamı kovalıyorsun lan?"

"Berkay," dedim temkinle kucağındaki Süleyman Can'a bakarken. "Şimdi kucağındakini sakin bir şekilde yere bırak ve kaç!"

Berkay, neden olduğunu anlamasa da dediğimi uygulayarak hızla bana ayak uydurdu. "Dilan hala!"

"Ay n'oluyor çocuklar?" Diyerek salona girdi Dilan halam. Hemen arkasına geçtim.

Ne olacak? Oğlun biraz daha kendini vampir sansaydı hepimizi sömürecekti!

"Hala oğlun kendini vampir sanıyor ve bizi yemek üzere!"

Dilan halam kahkahayı bastı. "Ay yedi yaşındaki çocuk, ne olacak? Zaten gidiyorduk şimdi. Korkmayın."

Öyle deme ben yedi yaşında ne boklar yedim, bir bilsen.

 

🍑

 

"Ben eve kaçıyorum artık," dedi Berkay. Onu kapıya doğru uğurlarken güldüm. "Bir daha bu kadar insanı bir arada ya mağazada ya okulda görürüm."

"Kurtar kendini." Dedim sırıtarak.

Herkesi uğurlamıştık.

Yavuz giderken Marsu'yu almamıştı. Umrumda değildi, bunu annemlere o açıklamak zorunda kalacaktı çünkü onu oradan almayacaktım.

"Alin," dedi ayakkabılarını giydikten sonra.

"Efendim?"

"İnsanların seni kırmasına izin verme. Senin yaran olduğu için onlara ayrıcalık tanıma. Aynı yara sende de varsa öldürmüyor demektir, bir ayrıcalık tanınmayı hak etmiyorlar."

"Tamam," dedim gülümseyerek uzanıp ona sarıldım. "Git ve uyu artık, genç senarist. Sonuçta artık sana iyi bakmalıyız değil mi?"

"Bunu teyzemlere de söylesene ya." Dedi çıkmadan önce.

Bana el sallayarak gitti. Daha fazla kimseyle muhattap olacak kafam kalmamıştı. Odama çıktım. Yataktaki siyah kutu dikkatimi dağıttı. Tüm yorgunluğuma rağmen uzanıp onu açtım.

İçinde simsiyah boncukların içerisinde bir not vardı. Kaşlarımı çatarak onu elime aldım.

Bay S'den geliyordu.

Bir kez soracağım ve net bir cevap istiyorum. Bana Burhan'ın karakoldan kaçmasında bir parmağın olmadığını söyle, aptal kız! Hemen o telefonu aç ve bana bir neden söyle ki, bunu düzelteyim!

Burhan... Kaçmış mıydı?

Girdiğim şok, bir şey düşünmeme izin ermedi. Çantamın içinden hattımı zorlukla bularak hızla telefonu açtım.

Asil'i aramalı ve onu uyarmalıydım. Tehlikede olabilirlerdi.

Ona nasıl ulaşacaktım peki?

Tam onlardan birisine haber vereceğim sırada ekrana bir arama düştü.

Anne arıyor...

Hattımda kayıtlı olan numarası ekranda belirdiğinde ne yapacağımı bilemedim. Beni umursamayan o kadın niye beni arıyordu ki?

Kendime gelmek için bir saniye kadar bekledim ve açtım. En fazla birkaç dakikamı alırdı.

"Anne?" Diye açtım, her şeye rağmen. "Bir sorun mu var?"

"Nasılsın kızım?" Dediğinde kendime engel olamayarak yere çöktüm. Benimle konuşuyordu. Sesi içten ve meraklı geliyordu.

O iyileşmiş miydi? Onu kötü etkileyen ben miydim? Onu iyileştiren kişi Arya mıydı?

"İyiyim," diye fısıldadım acıyla. "İyiyim anne, sen nasılsın?"

"Sesini duymak istedim, Alin." Dedi, sorumu göz ardı ederek. "Seninle konuşmak istiyorum, benim için on dakikan var mı?"

Senin için bir zamanlar bir ömrüm vardı.

"Var," dedim. "Sen... Sen ve Arya nasılsınız?"

Seni iyileştiren ben değil o mu oldu anne? Günlerce gözlerine bakan ben değil de o mu?

"Bilmem," dedi kesik bir nefesle. "Boşver bizi. Kaç yaşında konuştuğunu biliyor musun?"

"Üç," dedim ama neden bu kadar garip konuştuğunu anlayamıyordum.

"Hayır, ilk kelimen baba'ydı ve bir yaşında konuştun." Dediğinde sesindeki acıyla boğulacağım sandım. Tırnaklarımı yatağa geçirdim. "Sen hatırlamazsın, biliyorum. Seni yatağa uzatır ve baba kelimesini söylemen için uğraşırdım. Biliyor musun? Ben sana tutundum. Her şeye rağmen, kimsesizliğime rağmen yaşıyordum çünkü sen vardın."

"Anne," diye fısıldadım ağlayarak. "Sen... Ne?"

"Dinle beni, kızım." Dedi boğukça. O da mı ağlıyordu yoksa? "Alin, düşünsene ben kimsesizdim ama sen vardın. Ona öyle çok benziyordun ki sen olmasaydın, hayatta kalamazdım. Yeni gelen kız ona benzemiyor, Alin."

"Anne ne demek istiyorsun?"

"Ben seni gördüm, anneciğim." Dedi ağlayarak. Göz yaşlarım hızlandı. Hıçkırdım. "Ben senin benim için savaşan o güzel kalbini gördüm. Seni hep çok sevdim."

"Bana söylemedin!" Dedim suçlarcasına. "Bana bir kez olsun seviyormuş gibi bakmadın ki, anne! Ben sensizlikte büyüdüm! Bana bir kez gülmedin ya! Her şeyimi sana adardım anne! İyileştirirdim seni ama gülmedin bana!"

"Özür dilerim, ben iyi bir anne olamadım. Ben insan olamamıştım ki o günden sonra, anne olabileyim. Özür dilerim, Alin. Bu dünyadaki tek pişmanlığım sensin. Keşke sana anne olabilseydim."

"Anne... Sen ne yaptın?" Dedim cümlelerindeki azaptan sıyrılıp düşünebildiğimde. Bu veda cümleleri de neyin nesiydi?

"Birazcık hap sadece güzelim, sonra son bulacak. Sesini duymak iyiydi. Bil istiyorum, sen gurur duyulacak bir çocuktun."

"Anne, hayır!" Dedim korkuyla. "Hayır saçmalama! Yapmadım de bana!"

Benim yüzümden! Ben gittim ve o bitti! Ben gittim diye mi yapıyor yoksa?

Yapma, N'olur. Beni gördüğün an öldüğün an olmasın, N'olur!

Telefonu kapattım. İldem'i aradım hızla.

İstanbul'a yetişemezdim. Yapamazdım. Çaresizdim.

Sen beni gerçekten hiç sevmedin. Sadece onu sevdin ve ona olan sevdin de seni öldürdü.

Benim suçum değildi. Değil mi?

Hayır. Öyleydi.

Onu orada öylece bırakıp gelmiştim.

O benim her şeyi o gurur duysun diye yaptığımı biliyordu.

Sen gurur duyulacak bir çocuktun.

Öyle olmanın bir anlamı yok ki.

"Alin-"

"İldem! Anneme bak! Çabuk ol! Bir şeyler içmiş! Ambulansı ara, bir şeyler yap, N'olur!"

"Sakin ol, evdeyim ben zaten, çıkıyorum hemen. Sen sakin ol, tamam mı? Kapat şimdi telefonu arayacağım ben seni. Ambulansı aramam lazım."

Kapattım.

Nefes nasıl alınıyordu? Kalp nasıl atıyordu? İnsan panik anında zihnini nasıl sakinleştiriyordu?

Çocukken aldığınız ilk yaralar asla geçmiyordu. O benim ilk yaramdı.

"Yapma bunu bana," dedim hıçkırarak. Göğüm acıyla kasıldı. Midem bulanıyordu ve beynime birisi acımadan bir çivi çakmıştı. "Yapma işte yapma!"

Acının içimi delip geçtiğini hissettim. Midem kasıldı. Gözlerimin önündeki her şey bir an için soyutlandı.

Gözlerimin önünde beliren küçük kararmalarla alabildiğim son acılı nefesi aldım ve birden bedenim yerle buluştu.

Şok bayılmalarından nefret ediyordum.

Anne... Hiç anne olmadın ama bu sefer yaşa benim için. Yaşarsan senin için her yolu denerim. Senin için orada olurum.

 


9813 kelimewwww

İnternet yoktu atamadım, bizimkilerle oturacağım biraz. Atarım diğer bölümü de bu gece.

Yorumlarınıza bayılıyorum bu arada kskcmsofns

Allah'a emanet💅

 

Loading...
0%