Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25_☯ Pembe Eldivenler

@cennomi

Keyifli okumalar♡

~Varal Asil Kayalar.

8 yıl önce.

 

Ellerim kotumun cebinde çatık kaşlarla önümdeki kaldırımlara bakarak yürüyordum. Burası soğuktu, burası evimiz gibi değildi. Sumru da üşürdü burada.

Ben eve gitmek istiyordum, annem biz olmadan yalnız kalırdı. Annem ben olmazsam hem yalnız hem aç kalırdı.

Babam beni ve kardeşimi de alıp İstanbul'a getirmişti. Birkaç günlük bir işi olduğunu ve bizim kafamıza göre takılmamız gerektiğini söyleyerek beni de meydana bırakmıştı.

Babamdan nefret ediyordum.

O ne annemi ne de kardeşimi hak ediyordu. Ve minik kardeşim... Annemin her geçen gün gözlerimin önünde büyüyen karnının içinde yaşayan o küçük canlı.

Onu hak etmek bir yana, onu görmesi bile yasaklanmalıydı.

Kardeşim, sana söz veriyorum. Büyüdüğümde hepinizi babamdan kurtaracağım. Ben çok güçlü bir adam olacağım ve sizi kurtaracağım.

Ben sizi mutlu edip iyileştireceğim.

Şimdi babasının sokağa bıraktığı ve hatırlanmak için bekleyen o çocuk olsam bile, büyüdüğümde söz veriyorum.

Önümdeki taşa sinirle tekme attığımda kulaklarıma acılı bir inilti ulaştı. Hemen ardından sinirli, hırçın bir kız sesi.

"Hayvan! Seni aç şeftaliler kovalasın! Gereksiz varlık!"

Bu da nesiydi?

Kafamı kaldırdığımda tekme attığım taşın ona geldiğini anladım. Beyaz çoraplı ayak bileğini tutuyor, kısa kahve saçları yüzüne geliyordu. Üzerinde kırmızı bir mont ve mavi bir etek vardı. Yüzü acıyla buruşmuş, bana onaylamaz bakışlar atıyordu.

"Ben," bir an konuşmayı unuttuğumu sandım. Garip bir içgüdüyle kendi giydiklerime baktım. Kalın bir kazak, mont ve siyah pantolonum vardı. Bu kız o etekle üşümüyor muydu? "Özür dilerim, seni görmemiştim. Çok mu acıyor?"

"Bırak tamam," yanına gelmeye çalıştığımda beni koluyla uzaklaştırdı. Eğildiği gibi kalkarak taş değen ayağına ağırlık vermemeye dikkat ederek kenardaki banka oturdu. Soğuktan kırmızılaşmış yanaklarına sıkıntılı bir nefes çekti. Başını çevirdiğinde beni hâlâ ona bakarken bulması, kaşlarının çatılmasına neden oldu. "Sen hâlâ burada mısın?"

Gitmemi mi istiyordu? Gidebilir miydim?

Bana ne oluyordu böyle?

"Yardım etmeme izin ver," hislerimin aksine düz bir surat ifadesiyle yanına ilerledim. Attığım taş orta boyutlardaydı. "Ayağın nasıl, bakabilir miyim?"

"Ayak bileğimde olduğu için ayakkabımı çıkarman gerekecek," başını kibirle dikleştirdi. "Ve ayaklarım kokuyor, hâlâ istiyor musun yardım etmeyi?"

Bunun beni tiksindirmesini ya da düşüncelerimden vazgeçirmesini bekledim, ama olmamıştı. İçimdeki hislerde hiçbir değişiklik olmamıştı.

"Olabilir," diye cevap vererek önünde bir dizimin üzerine çöktüm. Bir ayağını dizimin üzerine koyarak kırmızı rugan ayakkabıyı ayağından çıkardım. Ayakları minicikti.

Bu ilk diz çöküşüm olmayacaktı. Ben bilmiyordum, o beni hatırlamıyordu.

Ve yalan söylemişti kibirli kız. Ayakları falan kokmuyordu. Beyaz, bilek kısmında dantel işlemesi olan çorabı ayağından sıyırarak kızaran bileğine baktım. "Krem sürmemiz gerekebilir. Yanımda yok ama. Üzerine bastığında acıyor mu?"

"Bende var," dediğinde başım hızla ona döndü. Sırtındaki küçük çantayı çıkararak avucunu içine daldırdı. Birkaç saniye boyunca aradığını bulamadığında çantayı sinirle banka boşalttı. Onlarca eşya etrafa saçıldı.

Son anda yuvarlanıp gitmek üzere olan bir şeftaliyi tuttum. Bu kız bu mevsimde şeftaliyi nereden bulmuştu? Ayrıca neden çantasında şeftali taşıyordu?

"Bu," diye mırıldandım. "Şeftali değil mi?"

Aradığı şeyi unutup hızla kafasını kaldırdı. Elimdeki şeftaliye parlayan gözlerle bakarak hızla elimden aldı. "Dünden beri bunu arıyordum!"

Onu bankta diğer tarafına dikkatlice koyarken bulduğu büyük bir mama paketini de kenara koydu. Ardından bir sürü eşya arasından kremi bularak bana uzattı. Yutkunarak avuçlarındaki kremi aldım.

Eline dokunmuştum.

Eline.

Ben. 

Fazla dikkat çekmeden, oyalanarak kremi kızaran kısma sürdüm. Kapağını kapatarak ona verdiğimde çorabı çekip ayakkabısını giydirdim. Ne yapacağımı bilemeyerek ayakta kaldığımda ise gitmek için arkamı döndüm.

"Hey," diye seslendiğinde hareketlenen adımlarım durdu. Ona dönmek için birkaç saniye bekledim. "Nereye gidiyorsun?"

"Dolaşacağım."

"Kar başladı, annenler nerede?"

Ne diyecektim ki? Babam annemi hapsediyor şimdi de kendisi beni buraya bıraktı, mı? Dişlerimi sıktım. "Seni ilgilendirmez."

Başını omzuna yatırarak bir süre öylece beni izledi. Gözlerinde derin anlamlar yatıyordu ve bu benim gitmemi engelliyordu.

Gözleri beni içine çekiyordu. Ayaklarımı ondan gitmemem için yere zincirliyor, sesine muhtaç hale getiriyordu.

"Benimkiler de bazen böyle yapar," eliyle bankın boş kısmını gösterdi. Onlarca eşyayı tekrar çantaya tıkmıştı. Dişlerini gösterek gülümsedi ve gözleriyle beni yanına davet etti. "Gelsene."

Birisine ilk defa hayır demek istemememe rağmen, hayır demek istedim. Beni yanlış anlar diye hemen kabul etmek istemedim.

Ama bir daha da sormaz diye çok korktum.

Baban gelene kadar, diye kandırdım kendimi. Sadece canın sıkılmasın diye.

Gösterdiği boş kısma oturarak bakışlarımı biraz ilerimdeki Atatürk heykeline diktim. Benzer heykellerini ya da resimlerini görmüş olsam bile ilk defa görüyormuş gibi inceledim ki rahatsız olmasın.

Ya benden sıkılırsa? Ya sessizlik onu sıkarsa?

Konu mu açmalıydım? İyi de bir kızla nasıl konuşulurdu? Sumru garip bir şekilde hayvanalara ilgi duyduğu için, ona kütüphanede okuduğum birçok bilgiyi anlatmak kolaydı. Ya da masalları. Kavga bile ederdik çocukça. Ama zaman her türlü geçerdi.

"İsmin ne?" Diye sordum sessizliği bir nebze olsun dağıtmak için.

"Alin," diye cevapladı ama bana ismimi sormadı. Sormasını istedim. Sorsaydı ona annemin verdiği ismi söylerdim.

"Normalde," avucundaki şeftaliye bakarken cebinden çıkardığı sokak diliyle kelebek olarak bilinen bıçakla birlikte bana uzattı. "Şeftalilerimi paylaşmayı sevmem. Ama bence beklerken bölüşebiliriz." Göz kırptı muzip bir ifadeyle. "Kardeş payı?"

Hayır. Sadece Sumru ve annemin karnındaki yaratık benim kardeşim.

"Sadece pay işte," dedim ters bir sesle. Bana uzattığı şeftali ve bıçağı alarak şeftaliyi ikiye böldüm. Beklerken kolu yorulsun istemedim. Ardından bir parçanın daha yarısını keserek küçük parçayı elime aldım. Kalan kısmı avuçlarına bıraktığımda onu eteğinin üzerine bırakarak avucumdaki şeftali çekirdeğini aldı.

"Çöpe atmayalım, ben toprağa atarım onu sonra." Ve onu da çantasına attı. Kim bilir daha neler vardı o çantada.

"Kaç yaşındasın sen?" Kendi parçamı tek seferde ağzıma atarak yediğimde o keyfini çıkartıyordu.

"Dokuz."

"Küçükmüşsün," diye fısıldadım istemsizce. Benden iki yaş küçüktü. Bu beni onun abisi mi yapıyordu? Kaşlarım çatıldı. Nereden abisi oluyordum ben bu bücürün?

"Hiç de bile," dedi sinirle. "Ben büyüyünce iki metre olacağım, görürsün sen!"

Görmeyi çok isterdim. Ama bundan sonra seni nasıl bulabilirim bilmiyorum. Çok fazla söz verdiğimi biliyorum, ama söz veriyorum Alin. Büyüdüğümde seni bulacağım. Bulamazsam bile senin için bekleyeceğim. Söz veriyorum, senin büyümeni beklerken gözüm başka kimseye değmeyecek.

"Olursun tabii," dedim onu kırmamak için. Ama bu boyla iki metre biraz zor olurdu.

Elini uzatıp üzerimize yağmaya başlayan karlardan birisini avucuna aldı. Dudaklarını saran bir gülümsemeyle kara bakarken, "karları seviyor musun?" Diye sordum.

O sırada havlayan ve başını ön partilerine yaslayan köpeğe başını çevirdi. Hiç korkmak bilmez miydi bu kız? Daha dokuz yaşındaydı ve dışarıda tekti.

Sumru olsaydı ben olmadan korkardı.

"Köpekleri ve karları severim," gözlerini bana çevirdi. "Karlar kırmızıysa daha çok severim. Sen hiç kırmızı kar gördün mü?"

Utanmış hissederek gözlerimi kaçırdım. "Ben ilk defa kar görüyorum."

"Nasıl yani?" Dedi şaşkınca. "Burada yaşıyorsun ama ilk defa mı kar görüyorsun? Ailen seni balık kavanozunda mı besledi?"

"Onun adı akvaryum," diye düzelttim onu. "Ve hayır, burada yaşamıyorum. Karın sadece üst kesimlere yağdığı bir yerde yaşıyorum."

"Yaa," gözlerini merakla bana diktiğini hissettiğimde mutlu oldum. Onu sıkmıyordum. "Çöl gibi mi?"

Kendime engel olamayarak güldüm. "Çöle kar hiç yağmaz ki."

"O zaman kutuplar."

"Oraya da sürekli yağar."

"Nerede yaşıyorsun sen o zaman be," yüzünü buruşturdu. "Türkiye değil, çöl değil, kutup değil. Denizden mi geldin uzaydan mı?"

"İyi de ben Türkiye'li değilim demedim ki," çok eğleniyordum. "Türkiye'deki bir şehirde yaşıyorum."

Yüzü kıpkırmızı kesildi. "Türkiye tek şehir değil mi?"

"Nasıl ya?" Dedim ben de şaşkınca. "Sen bunca zaman Türkiye'yi şehir mi sanıyordun?"

"Ne o zaman gezegen mi?"

"Sen ciddi misin?"

"Bana bak seni döverim!" Dedi hırsla. "Bilmemek değil öğrenmemek ayıp. Kimse bana türkiye şehir değil demedi ki!"

"İyi de," dedim gülmeye başlarken. "Kimse sana İstanbul'da da mı yaşadığını söylemedi?"

"Şöylediler ama ben onları sokak ismi sanıyordum!"

Kahkahamı zorlukla sakinleştirerek ona döndüm. "Şimdi sen İstanbul'da yaşıyorsun. İstanbul bir şehirdir. Türkiye de İstanbul'un bulunduğu ülke. Türkiye'de sadece İstanbul yok, toplam seksen bir tane şehir var."

Gözleri kocaman oldu. "Onları da ezberleyecek miyim?"

"Ne?"

"Şiir gibi mi? Ezberlemem mi gerekiyor?"

"Şey ezberleme ama bil yani, mesela Adana. Ben oradan geliyorum. Türkiye'nin daha sıcak kısımlarından. Sonra İzmir var. Aydın, Hatay, Ordu, Kahramanmaraş."

"Ee, ben onları biliyorum."

"Ama az önce sokak ismi zannediyordun."

"Tamam, öğrendim işte şehirmiş."

"Hmm, ayrıca ilçeler ve belediyeler falan da var ama hafızanı çok da zorlamaya gerek yok bence."

"Of," diye yakındı. "Gidiyorum ben."

"Nereye?" Kalbim telaşla attı. Bir şeyler anlatmamı istemiyorsa anlatmazdım.

"Anneme akşam olmadan gelirim dedim," montunun cebinden çıkardığı pembe eldivenleri avucuma bırakıp sırıttı. "Hadi Adanalı, sen üşürsün biz alışığız kara kışa."

Mahalle kabadayısı, diye söylendim içimden. O giderken arkasından onu izledim. Gözümden kaybolana kadar gözlerimi ayırmadım ondan. Gittiğinde bile arkasında bir iz bırakacakmış da, ben o izi izlermişim gibi oraya bakmaya devam ettim.

Gözlerim elimdeki eldivenlere kaydı. Küçültüler. Avucumun içinde sıkarak cebime sıkıştırdım. Babam görmemeliydi.

Yarım saat daha orada oturduktan sonra önümde siyah bir minüs durdu. Hava çoktan kararmıştı. Babamın beni unuttuğunu düşünmüştüm. Unutsaydı ve günlerce burada kalsam da şaşırmazdım.

Hem belki şeftali kız tekrar gelirdi buraya.

Durgun bir ifadeyle minibüsün açılan kapısından içeriye girdim. Babamın karşısına oturduğumda, Sumru başkaldırısını belli eder gibi onun yanından kalkıp benim yanıma oturdu.

Babam buna sinirlense de bir şey demeden telefonuyla birisiyle mesajlaşmaya devam etti.

Büyük ihtimal cezamı evde verecekti. Babama seslenmek, ona anneme gidip gitmeyeceğimizi sormak istedim. Ama yapamadım. Sesimi duymaya bile çoğu zaman tahammülü olmazdı.

Derin bir nefes alarak Sumru'ya göz kırptım. İçini rahatlatmak istedim. Bana gülümsedi ve başını omzuma yasladı.

Yol boyu babama nereye gittiğimizi soramadım ama Alin hep aklımdaydı.

Şimdiki Zaman. Diğer bölümden.

Dudaklarıma dudakları değen yaralarla bezenmiş kızın tüm yaralarını geçirmek ister gibi öptüm onu. Dudaklarına en merhametli öpüşleri kondurdum.

Bir zamanlar umursamazca bana bir çift pembe eldiveni bırakan küçük kız, şimdi beni seviyordu. Dudakları dudaklarıma dokunuyor, parmakları tenimde geziniyordu.

Ben o kıza dokunuyordum.

Ben o kızı seviyordum.

Ben hep o kızı beklemiştim.

Farkında bile değildi ama benim verdiğim tüm sözleri o yerine getirmişti.

Birisi hariç, tüm sözlerimi o yerine getirmişti.

Ben söz veriğim gibi hep onu beklemiştim. Sekiz yıl beklemiştim, yalan yoktu daha da beklerdim.

Ama benim güzelim, benden önce beni bulmuştu. Beni bulan o'ydu. Şimdi bizi biz yapan o'ydu.

"Asil," dedi dudaklarımız ayrıldığında. Onu öperken zamanın durmasını istiyordum. Beni öperken zamanın durmasını istemesini istiyordum. Ama önceliğim şuan o ve kırılmış kalbiydi. Yanında sadece kısacık bir zaman dilimi yoktum ama onu hemen kırmışlar mıydı? "Dudakların benim olsun mu?"

Onun bu garip sorularını hep sevmiştim. Onu sevmiştim. Ben onu hep severdim.

Gülerek yanıtladım onu. "Olsun, şeftali'm."

Ve keşke o ilk anımızı da hatırlasan. Dokuz yaş küçük bir yaş değil ama ben o zaman senin için o kadar gereksizmişim ki, beynin silmiş beni. Hatırlamaya değer bir anı değilmiş senin için.

Yine de, seviyorum seni.

🍑

 

Alin Durular.

"Adımların sertleşti," hemen arkamda benimle birlikte yürüyen ve durum bilgisi geçen Asil'e bakmadan ayağımı yere daha sert bastım. "Ve daha da."

"Ama ben vazgeçmiyorum," içimde büyüyen hırsa engel olamayarak durup Asil'e döndüm. Sanki her şey ondan çıkmış gibi işaret parmağımı onun göğsüne bastırdım. "Var mı lan? Yıkılmıyorum be, var mı bir diyeceği olan?"

Göğsündeki parmağımı avucuna alarak öptü. "Ağzını açacak olanın dilini yok ederim."

Bir anda tüm hırsımın uçtuğunu ve içimin ona nazlanma isteğiyle dolduğunu hissettim. Kalbim yumuş yumuştu.

"Ama ben seninle ağız tadıyla kavga edemeyecek miyim?" Boştaki elimi göğsüne koydum. "Sen her zaman böyle yumuşatacak mısın beni?"

"İstersen kavga ederiz," boştaki elini çeneme götürdü, baş parmağı alt dudağımı okşadı. Harelerinin koyulaşarak dakikalar önce öptüğü dudaklarıma odaklanması, kalp atışlarımı hızlandırdı. "İstersen öpüşür, istersen yok oluruz."

Ben böyle giderse ecelimle ölmeyecektim. Kalpten gidecektim.

"O zaman bana ayak uydur," gözlerim parlıyor olabilirdi. Omzumdan kanat çıkabilir beni göklere taşıyabilirdi. "Ben intikamımı alırken sen yanımda ol."

Ve benim için bir milad daha. Genelde ortalığın anasını ağlatma, bela olma, sorun çıkarma gibi minimum güzel şeyleri tek başıma yapardım. Kendime yoldaş aramaz, bir suç ortağı istemez ve tek başıma başarmak isterdim.

Ama bu sefer ağlarken yanımda o vardı. Git desem bile kalırdı.

"Ne istediğini söyle sadece," diye tekrarladı. "Yanında da olurum arkanda da, ne istediğini söyle sadece."

"Niyetlerini merak etmiyor değilim ama bu saatten sonra kimseye de sormayacağım neden yaptın diye. Listem kabarıyor. Barlas bunu neden yaptı bilmiyorum ama bu gece o ikisini kandırıp buraya getirdi. Bu öyle ya da böyle Barlas'ın onlarla aramda olan şeyleri bildiği anlamına geliyor."

"Bundan ne çıkarı olacak ki?"

"İnsanların ne düşündüğünü bilebilir miyiz?" Ondan yavaşça ayrılarak yürümeye başladım. Yanımda ilerledi. "Kardeşin de olsa böyle oluyor demek ki. Belki hâlâ Arya ile konuşuyorlardır, ikisinin bir planıdır bu. Sonuçta on yedi yıllık ikizi yani. Hiç mi sevmediler bu kızı? Bebekliğinden beri mi ihanet edip duruyor? Bebek ne yapacak Allah aşkına?"

Sessiz kaldığında ona döndüm. Bana bakarak omuz silkti. "Bazı insanlar bazı hatalarda her şeyi silerler."

"Sen," dedim dudağımı ıslatarak kirpiklerimin altından ona bakarken. Kazağımın kollarını çekiştirip parmaklarımı kapattım. "Bir insanı ne yapsa silersin?"

Dudağının sol kenarı kıvrıldı. "Merak ettiğin kişi sensen, hayır. Seni silemem."

"Hadi ama," diye üsteledim. "Her insanın vardır bir bam teli. Beni bile silersin bence o olursa."

"Tamam," diyerek başını salladığında duvar ardındaki küçük kızın dudakları büzüldü. Ondan vazgeçmeyekmiş gibi bakan birisi daha onu sileceğini mi söyleyecekti? "Benimki sensin o zaman."

"Ne?" Adımlarım durdu. Bozguna uğradığımı hissederken gözlerim kendi kendine üst üste kırptılar kendilerini.

Yürümeye devam ederken bana eğlendiği belli bir ifadeyle baktı. Cevap vermedi.

"Asil, dur. Bir daha söyle, duymadım."

"Duydun."

"Vallahi duymadım."

"Küçük yalancı," dedi eğelenerek.

"Asil," diye sızlandım çocuk gibi kolunu tutup. "Ya söyle işte, bak mental çöküşteyim gider ağacı severim görürsün!"

"Niye her seferinde ağacı seviyorsun ya sen?" Kaşlarını çatarak bana döndü. "Bak ağaçların hepsini sökeceğim ama o da sana nefes oluyor, onu da yapamıyorum!"

Bence aşık ya.

Yok daha neler, diye gözlerini devirdi mantıklı Alin. Gözlüğünü düzeltip kibirli bir bakış attı. Ben bu salağın mantığı olmak istemiyorum. Reddediyorum bunu ben.

"Yok biz gerçekten kavga edemeyeceğiz," kahkaha atarak yürümeye devam ettim. "Ben ne diyorum o ne diyor?"

"Tamam," sesinden bile somurttuğunu anlayabiliyordum. "Sen tercihini değiştirip ağaçları sevme, konu da kapansın."

Yoo, yine açardım ki.

"Tamam."

"Ne yapıyoruz o zaman?"

"Hiçbir şey olmamış gibi gideceğiz ve onlarla oyun oynayacağız," arka cebinden telefonumu çıkarıp Akan'ı aradım. "Bırak, hiçbir şey olmadığını sansınlar. Güçlü durmak için rol yaptığımı sansınlar. Onları umursamadığımı göstermeye çalıştığımı sansınlar. Ben onların önünde onlara mezar kazıyor olacağım."

Asil'in gözlerindeki gururu gözlerimi kaçırarak karşıladım. Ama içimdeki benliklerim öyle değillerdi.

Yedi yaşındaki Alin, resim kalemleri ellerinde bir kağıda çizip asmak yerine direkt duvara çizdiği Asil'in gözlerinin etrafına minik şeftaliler çiziyordu.

Ama ben Yavuz'a rağmen vazgeçmeyecektim şeftalilerden. Her şeyden önce o artık Yavuz'a verdiğim bir söz olmaktan çıkmıştı. O benim bir acımdı ve mutluluğum kadar hayatımda yeri vardı.

Bir de Asil'i öperken kafam öyleydi. O vardı.

"Kız nerdesin sen, bak normalde iki saatte bitireceğim ezberi yarım saatte yaladım yuttum bayağı da acıktım. Bak seni bekliyorum, beni beslemessen fena olur."

"Sana da merhaba," dedim alayla. "Tebrik ederim. Misafirler gitti mi?"

"İçeride oturuyorlardı. Kalkmak üzereydiler, neden?"

"Sakın gitmelerine izin verme, tabu ve Doğruluk Cesaret oynayacağız." İçimden cesareti seçen Savaş'ın yüzüne gerçek bir yara izi çizmek geliyordu. Böylece aynaya bakar bakar beni hatırlardı.

Ama hayır, ben psikolojilerine oynayacaktım. Alin bir an kanardı ama yıllarca kandırılan bir Alin, bir anda almazdı intikamını.

Bir kez bunu karşılıksız bırakırsam, bir kez buna izin verirsem hep bunu bekleyeceklerdi.

Eğer bir kez sizi üzmelerine izin verirseniz, sizi paramparça edene kadar durmazlardı.

Savaş beni büyütmüştü evet, ama büyüttüğü canavarın onu öldüreceğini tahmin ettiğini sanmıyordum.

"Alin," dedi Asil telefonu kapattığımda. Sesinden ve bana ettiği hitaptan ciddi bir şey söyleyeceğini anladım. "Ben o adamı bir yerden tanıyorum galiba."

"Ne?" Bugün daha kaç defa şaşırabilirdim? Dilimi dişlerimin üzerinde gezdirerek başımı salladım. "Savaş'ı mı? Nereden?"

"Soy adı Saruhan Mı?

"Baş harfi S, büyük ihtimal o. Nereden tanıyorsun?"

"Babamın çevresinden birisi."

Yok bu vampir şerefsiz mafya Burhan da her taşın altından çıkıyordu.

"Alin," derin gözlerle bana bakarken bir eli yanağıma tırmandı. "Bu senin için sorun olur mu?"

"Nasıl?" Hissettiğim tüm şaşkınlık sesime yansıdı. Neyden bahsediyordu?

"Babam ya da onun babamın çevresinden olması, senin için bir sorun mu?"

"Neden olsun?" Onun bu kadar düşünceli olması kalbimdeki tüm odacıkları sıcacık bir hisle sarmaladı. Uzanıp avucumu ensesine bastırdım. Parmak uçlarımda yükselmem gerekirken başımı boynuna saklayarak dudaklarımı şah damarına bastırdım. "Ben senin için sorun oldum mu?"

"Sen sorun falan değilsin." Keskin bir sesle beni reddetti. Kolu belime dolandı, parmaklarını tenime bastırararak yarattığı baskıyla sanki bunun mümkün olamayacağını anlatmaya çalıştı. "Sen benim hayal edebileceğim her şeysin. Benim için sorun olman düşüncesi bile var olamaz."

"Ama bak şimdi iyi düşün," ciddiyetle geri çekilip her söylediğim şeyde bir parmağımı avucuma doğru kıvırdım. "Pandaların bir günde bilmem kaç kez dışkıladığını söylediğin bir posteri tüm okula astım, sorun çıkarmak ya bela olmak benim favori aktivitem. Yarın bir gün bir olay olsa, hop içindeyim. Okul yansa ben yapmış olabilir miyim diye düşünürüm. Önüme gelenle kavga edecek potansiyele sahibim."

"Ve ben seni tüm bunlarla sevdim," yürümeye başladı. "Hepsini biliyordum, birçoğuna şahit oldum ama yine de bu fikrimi değistirmedi. Beni vazgeçirmeye çalışıyorsan başaramayacağını bil."

Sessiz kalıp eve kadar yürüdük. Annemlerin gelmesine daha vardı. Nereden baksanız üç saat vardı. Ve ben bu üç saaatte birçok şey yapabilirdim.

Canım yanmıştı ama dünyanın sonu değildi. Ben tamam sağolun diyerek boş verecek birisi değildim. Herkes bir gün ettiğini çeker taraftarı da değildim.

Ben bana yapılanın karşılığını vermeliydim ki bir daha bunu yapmayı düşünmesinler bile.

Niyetler sonuçları değiştirmezdi.

Barlas beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Benimle kardeş olmak istediğini zannediyordum.

Herkesin beni kandırmasını anlayamıyordum. Çok mu salaktım da hep beni acıtıyorlardı?

Fazla mı saftım?

İlla onlar gibi şeytanca mı düşünmeliydim?

O zaman yapardım çünkü ben artık daha fazla kırılmak istemiyordum.

Yedi yaşım da, on yedi yaşım da benim için farklı bir devrimdi. İkisinin de canı çok acımıştı ama biz bu yaşa zaten kolay gelmemiştik.

Zili çalarak beklemeye başladık. Aklımda dönen tilkilerden dolayı birden, "ben hafızamı kaybettim," diye mırıldandım.

"Ne oldun?" Şaşkınlık taşan sesi kulaklarıma ulaştığında sırıtarak ona döndüm.

"Yolda koşarken ayağım takıldı kafamı asvalta vurdum uyandığımda hafızam gidikti. Ya da hayır," sinsi düşünceler aklımın içinde dağılarak kendilerine yeni krallıklar kurdular. "Hepinizi birbirinize karıştırıyorum."

O söylediklerimi algılayamadan kapı açıldı. Koralp endişeli gözlerle bana bakarken ben bakışlarımı meraklı bir halde içeride gezdirdim. Gözlerimi Koralp'e dikip elimi Asil'in dirseğine koydum. "Ee, anne baksana babam kapıyı bile açtı senin için. Bir öpücüğü hak etti bence."

Benim insanları birbirine karıştırmam gerekiyordu. Kimse sorgulamasın beni aklıma ilk annem ve babam geldiği için Asil'i annem, Koralp'i babam zannediyormuşum gibi bir imaj çizmem gerekiyordu.

Sizin belanızı ben şeftalilemeyeceğim ama ağzınıza şeftali dilimleyecek insanların kim olduğunu çok iyi biliyorum.

Sakin olun, daha kargaşaya bile neden olmadım. Bu sadece başlangıç.

"Siktir!" Dedi şaşkınlıkla Koralp. "Ne yaptın lan kardeşime!?"

Asil bana neredeyse sinirli bir bakış atarak sabırla nefesini bıraktı. "Arkasından çıkmıştım, kafasını asvalta vurdu. Beni annesi sanıyor, belli ki seni de babası."

"Şaka yapıyorsunuz?" Diye mırıldandı Koralp. "Dalga geçiyorsunuz değil mi?"

"Anne," Asil'in kazağının kolunu çekiştirdim. "Üşüdüm ben, içeriye girelim."

Kahkaha atmama ramak vardı. Oyunumu bozmamak için tek nedenim anne ve babamın bunlara yapacaklarıydı.

Asil derin bir nefes alarak bana döndüğünde bakışları yumuşamıştı. "Tamam," elini belime yerleştirerek beni içeriye çekti. "Şimdi ısıtırız seni."

Koralp sabır çeker bir ifadeyle kısık sesle küfretti. "Gel babacığım, anne gitsin nöbet tutsun." Asil'in kolunu ona öldürecekmiş gibi bakarak belimden çekti. İki elini de bedenime sararak beni göğsüne sakladı. "Annemler bizi öldürecek."

Evet, iyi bildin abiciğim.

 

🍑

 

"Şimdi ben doğru mu anladım?" Mirza önce beni, sonra Asil'i ve Koralp'i gösterdi. "Alin kafasını vurduğu için tanıdığı insanları birbirine karıştırıyor. Asil'i annesi, abimi de babası sanıyor?"

"Aynen öyle," diye onayladı Asil. O da benim oyunuma ortak olmuştu.

"Siktir, beni bile annesi sanabilirdi ama niye sen?" Mirza, tek derdimiz bu mu şimdi? Benim kafa gidik ya hani?

"Bari kız erkek uyumunu tuttursaydı," acıklı bir ifadeyle avucunu alnına yaslamış bana bakıyordu Akan. "Kızlardan birisini annesi sansaydı keşke. Bir erkeği annesi sanıyor, benim kardeşim bu kadar geri zekâlı olamaz ya. Ben DNA testi istiyorum tekrar."

Akan seni boğarım. Aklıma ilk anne demek geldi, ne yapsaydım?

"Ben daha fazla bu kızı size bırakmam," Berkay gerçek bir öfkeyle ayaklandığında onları hesaba katmamanın suçluluğunu hissettim. Çok endişeleneceklerdi. "Bir kıza adam gibi abi olamadınız. Siz ne biçim insanlarsınız ya? Bu kız daha ne çekecek sizin yüzünüzden?"

Yoo, Berkay asla kin tutmaz. Ne alakası var canım?

"Sana mı kaldı adamlığımızı sorgulamak?" Ortam zaten gereğinden ayaklanan Mirza'yla ne yapacağımı bilemedim. "Kimsin lan sen?"

Berkay tam ona karşılık verecekken kendimi zorlayarak ağlamaya başladım. Çünkü biliyordum, o Mirza'ya vururdu. Mirza ise zaten yer altındaki kafes dövüşcülerinden birisi olduğu için Berkay'a istemeden bile olsa zarar verirdi.

Hıçkırıklar arasında ağlarken başımı Asil'in omzuna yaslayıp alnımı omuzuna dayadım. "Anne, söyle onlara kavga tetmesinler." Parmaklarım bir çocuk misali koluna tutundu. "Daha fazla kavga etmesinler."

Biraz şimdiye engel olmanın, biraz da geçmişimin yankısı olan sözler dudaklarımdan çıktığında herkes sessiz kaldı ama ben daha gerçek bir acıyla sessizce ağlamaya devam ettim.

Asil iç çekerek elini enseme kaydırdı. "Tamam, ağlama." Saçlarıma dokunmamak için gerçek bir çaba gösterirken diğer eli de benden sıyrılıp belime kaydı. "Kesin şu şeyi, bu kız biraz daha ağlarsa hiçbiriniz umrumda olmaz. Hepinizi şuraya gömerim." Kulağıma eğildi ve fısıltıyla, "lütfen," dedi. "ağlamadan yap şunu, bu çok çaresiz hissetiriyor."

Göğsümden kopup gelen bir hıçkırıkla başımı salladım. Ona çaresiz hissetirmek isteyeceğim son şey bile değildi.

Ama şimdi de hıçkırıklarımı durduramıyordum.

Ben bayağı role girmiştim, çıkamıyordum.

"Aynı fikirdeyim," diyen Savaş'ın keskin sesi kulaklarıma ulaştı. "Biraz daha ağlarsa sinirlerime hakim olamayacağım."

"Sen sus, zaten bana hep kızıyorsun!" Diyerek birden başımı kaldırdım. Küçük bir çocuk gibi Asil'in kolunu çekiştirdim. "Anne bir daha Nusret amca'dan meyve almayalım. Başka manav buluruz."

"Nusret'ten bayağı nefret ediyor yalnız," Yavuz Savaş'a sinir bozucu bir ifadeyle güldü. Kollarını göğsünde birleştirmişti. "Ben kesin bakkalcı Hasan'ım."

Ya ne alaka, ne alaka? Yavuz'daki özgüveni biraz indirmenin zamanı gelmişti galiba.

"Amca susun artık," Koralp bıkkınlıkla ayağa kalkıp yanıma geldi. "Bırak sende şunu, Alin! Sinirlerim bozuldu."

Asil'in koluna iyice yaklaşarak ona çekingen bir bakış attım. Koralp'in kaşları çatıldı. "Lan babam bunu dövdü de ben mi bilmiyorum? Anasına sövmüşüm gibi bakıyor."

"Teknik olarak annesinden ayırmaya çalışıyorsun," dedi Akan. "Her şeyi de ben halledemem ki."

"Seni hangi babası olarak gördüğüne bağlı," dedi Savaş. Bomboş bakışları bana odaklandığına gözlerimi zerre kaçırmadan ona baktım. Beni her seferinde daha da çok acıtan adama. Ardından kafamı Asil'e yasladım. Beni her seferinde iyileştirmek isteyen adama.

Koralp, küfrederek geriye çekildi. Baş ve işaret parmağıyla burun kemerini sıktı. "Eğer ona dokundularsa-" kendi cümlesini kendi keserek sinirle ayakta turlamaya başladı.

"Annem bizi öldürecek," diye mırıldandı Akan. "Ama ben söyleyeceğim. Barlas, amcam ve amcamın arkadaşı yaptı diyeceğim."

"Seni severdim yeğenim," Yavuz, Akan'a arkasındaki yastığı fırlattı. "Ama şuna arkadaşım dedin ya, bir daha da sevmem seni."

"Lan sanki normalde seviyor da!" Başına gelen yastığı hızla geri gönderdi. "Dövmediği gün yok! Annem gelsin de görüşelim!"

Sumru'ya dönerken onun gözlerinde bile endişe pırıltıları gördüğümde ona hafifçe gülümsedim. "Sumru, saçların çok güzel olmuş bugün."

Sumru'nun dudaklarında minik bir kıvrılma oluştu. Herkesi karıştırıp onu tanımam hoşuna gitmişti.

"Nasıl yani?" Diye mırıldandı Berkay. "Sen bu kızı hatırlıyor musun? Ya bizi?"

"İldem, git Berkay'ın yanına otur." Ona dik dik bakarak İldem'i gösterdiğimde gözleri seğirdi.

Akan'dan acıklı bir inilti çıktı. "Cinsiyetini bile tutturamıyor!"

"Bana bak seni gebertirim!" Üzerime yürüyen Berkay'ı yine kendisi tutarak geriye çekildi. "Hayır kızamıyorum da, kafası gidik!"

Ben birkaç hafta böyle mi kalsaydım ya acaba? Kızamazdı kimse bana.

"Annem bizi gebertecek," Barlas elini başına yasladığında ona kaşlarımı çatarak baktım. Tüm bakışlar bana odaklanmış, onu kim zannedeceğimi kafalarında ölçüyor olmalılardı. Ama bir şey söylemeden başımı eski yerine yasladım ve halıyı izlemeye başladım.

"Barlas'ı kime benzettiyse konuşma gereği bile duymadı," diye sırıttı Pusat abi. "Beni karıştırma ihtimali yok, tanışalı bir saat falan oldu."

"Sen sus, Uraz. Zaten senin yüzünden rezil oldum ben." Herkes gülerek Pusat'a baktı. Evin maskotu olmuştum, iyi mi?

"Ben ne yaptım, Ulan sana?"

"Teknik olarak sen yapmadın ama seni Uraz zannettiği için aynı zamanda da sen yaptın," dedi Koralp. Sıkıntıyla nefesini verdi. "Ya kalıcı bir şeyse?"

"Yok, geçicidir," diye güvence verdi Akan. "Ama on güne mi on yıla mı geçer bilemem."

"Çok sağol," dedi yalancı bir ciddiyetle Mirza. "Büyük motivasyondu."

Onlar kendi aralarınca konuşurlarken kafamı iyice Asil'in omzuna yatırarak saçlarımla dudaklarımı gizledim. Konuştuklarımı duymamaları, duysalar bile anlamamamları gerekiyordu. "Şimdi bir bok yiyeyeceğim ama korkma."

"Hiç güven vermiyorsun."

"Sen yine de güven." Ayaklanarak, "susadım ben," dedim. "Mutfağa gidiyorum."

"Eminsin dimi mutfağa gittiğine?" Mirza şüpheyle gözlerini kıstı. "Yanlış yere gitme bak."

"Kes sesini Akan," ona dil çıkararak merdivenlere yürümeye başladığımda Akan'dan isyan dolu bir ses çıktı.

"Bu kızın aklı başına geldiğinde boğazlayacağım! Tıp okuyorum ben, beni nasıl karıştırırsın!?"

Merdivenleri inmeden hangi basamakta tamamen görünmeyeceğimi hesapladım. Ardından yine Alinliğimi konuşturdum.

Görünmeyeceğime emin olduğum bir basamakta birden paldur küldür sesler çıkartarak inmeye başladım. Aynı anda da küçük bir çığlık koparmıştım. Hızla merdivenlerin bitişinde kendimi sırt üstü yere uzatarak kıvranmaya başladım.

Merdivenden düşmüş rolü yaparken elim kafamdaydı. Bir an rol yapayım derken, o acıyı gerçekten hissetmiştim. Psikolojikti sanırım.

"Lan!" Merdivelerin başından koşarak gelen ilk kişi Asil'di ama bağıran o değil, Akan'dı. "Lan düştün mü, salak?"

Eyvallah, güzel motivasyondu.

"Ahh, kafam!" Derken iyice role bürünerek yüzümü buruşturdum. "Kafam kırıldı galiba." Lan bunlar kafama bakacak olsa küçük bir çizik bile yoktu. O zaman ne halt edecektim? Her şeyi düşünüp bunu unutmuştum, kafamı da bir yere vurmalıydım bir ara.

"Bakayım," Akan defol git ulan, az önce bana salak dedin sen. Sen git Koralp baksın.

"Ahh," diye rol kestim elini uzattığında. "Ya Koralp abi, Allahını seversen sen bak. Bu bakınca daha çok acıyası geliyor."

"Tam olarak hangimiz Koralp?" Diye sordu Pusat. "Hani emin olsak gelip bakacağız ama hangimizin Koralp olduğunu da bilmiyoruz."

"Ben annesiyim," diyerek ellerini kaldırdı Asil. "Siz derdinize yanın."

"Koralp abim olan Koralp!" Diye bağırdım sinirle. "Az önce konuşan mal Pusat, bana dokunmaya gelen de tıpla kafasını bozan Akan! Annem olan da Asil! Oldu mu?"

"Ya rabbim şükür," dedi Berkay. "Artık kafası geldiğine göre gönül rahatlıyla dövebilirim!"

"O biraz sıkar," diye homurdandım. Oturur pozisyona geldiğimde elimi de alnımdan çekmiştim. Etrafımdaki salaklar ordusuna bakarken içine kankalarımı ve Asil'i katmamıştım. "Dövüşmeyi benden öğrenmedin mi be sen?"

"Döverken hatırlarım kanka," diye diklendi. "Görürsün saç başa kavga edersek."

 

🍑

 

"Sen ciddi misin?" Diye sordu Yavuz. "Önce kafanı asvalta vurup hepimizi birbirimize karıştırdın, sonra merdivenlerden düşüp kafanı yerine getirdin, ardından da tabu mu oynayacaksın?"

"Çok konuşma da takımını seç," dedim umursamazca. Zorla üst kata çıkarmıştım. Birinci takımın kaptanlığını Yavuz geçince, Savaş onu rakibim olarak görmüyorum triplerine girmişti. Mecbur diğer kaptan ben olmuştum. "Beladan korksaydık, gecenin dördünde sokaklarda gezmezdik."

Onunla tanıştığım geceye ima yaptığımda gerilerek başını salladı. "Bunu sen istedin, İldem'i alıyorum."

"Asil," kaşlarımı kaldırdım. Aklı sıra en yakın arkadaşlarımı seçerek beni tanımayan insanlarla tek bırakacaktı. Asil ile yakın olduğumu bilmediği için şaşırarak gözlerini onun kardeşine çevirdi. Berkay yerine Asil'i seçmem onlarla yakın olduğumu düşündürtmüştü.

"Sumru." İşte, benim istediğim de buydu. Hadi takımına tanımadığın ne kadar insan varsa al.

"Berkay."

"Barlas." İkizimle yakın olduğumu düşünerek onu almıştı. O beni tek bırakmaya odaklıyken, ben kazanmaya odaklıydım.

Bu bir oyun değildi sadece, artık bir savaştı.

"Akan," Koralp'i de seviyordum ama Akan'la daha çok zaman geçirmiştim. Daha çok anı ve daha çok bilgi anlamına gelirdi bu.

"Koralp."

"Mirza."

"Mirza'nın yanındaki."

"Adım Batuhan," diye terslendi tabiri caizse Mirza'nın yanındaki.

"Baştan anlaşalım," dedim keskin bir dille. "Savaş'ı almam."

"Sen almazsan ben hiç almam!"

"Alırsın."

"Almam."

"Almayacak mısın?"

"Almayacağım."

"Marsu'yu alırım." Diye teklif sundum. Şu anda öyle bir raddedeydim ki, Yavuz'u Savaş'a tercih edebilirdim.

"Savaş benim!"

Savaş'ın bakışları ilimiz arasında mekik dokurken, duyduklarıyla küfretti. "Ben oynamıyorum ulan."

"Oynamazsa Marsu'yu almam," hadi bakalım ne yaparsan yap der gibi ellerimi kaldırdım Yavuz'a. "İkna et."

"Hisselerin yarısını vereyim, gel oyna şu mereti ulan!"

"Seninle bir de ortak mı olacağım?" Yüzünü buruşturdu, iğrendiği birisine bakıyormuş gibi nefretle dolu kıvrımları. "Seni öldürmememin tek nedeni, şu kızın zırlamasına dayanamıyor olmam."

"Kim bu adam?" Koralp, tip tip Savaş'a bakarken, bu sorunun Yavuz'a geldiği belliydi.

"Düşmanlarımdan sadece birisi," yeğenine göz kırptı. "Unutma, zirvedeysen altında çok fazla insan olur."

"Bence sen unutma," diyerek alayla gözlerimi kıstım. "Zirvedeysen, sebebi üzerine çıkmana izin veren insanlardır. Birisi vazgeçerse, hepsi yıkılır ve sen artık o çok sevdiğin zirvede olamazsın."

"Lafım sana değildi," diyerek beni meclis dışına itmeye çalıştı.

"Niye? Cümlenden gelen bir anlam çıkarılıyor. Ben insan değil miyim?"

"Yorma, Alin." Dediğinde kaşlarım çatıldı. Sessizce ona baktım ama bu bakışta okuyabilene çok şey anlattım.

Bunca zaman aklımda bir yer kaplamasının tek nedeni diğer insanlar gibi bana susmamı söylememesiydi. Beni terslemeyip yedi yaşımı mutlu etmesiydi.

Şimdi ise gözümde diğer insanlardan bir farkı kalmamıştı. Onu yormamamı istiyorsa yormazdım.

"Karşıma savaş geçsin," Yavuz artık sadece beni kandıran o adam değildi, aynı zamanda bana diğer insanlar gibi davranan o adamdı. "Marsu'yu da almıyorum. Oynamazsan oynama."

Gözlerim kalp kırıklarım arasında ihtiyaçla Asil'e tutundu. Ne yapabilirdi de iyileştirebilirdi bilmiyordum ama ona baktığımda bana dudaklarını kıvırıp göz kırptı. Ve bu benim üzerimden büyük bir yükü kaldırmış gibi rahatlamama neden oldu.

Gözlerimle anlattım ona hislerimi. O beni gözlerime bakarak anlamayı severdi.

Canım çok acıyordu, hep kandırılıyordum. Ben insanlar tarafından hep kandırılmıştım. Asil beni kandırsın istemiyordum, ona güvenmiştim ve beni kandırırsa bir yarayla daha ne yapabileceğimi bilmiyordum.

Ben yıkılmaz değilim. Öyle görünüyorum diye yıkmak için çabalamayın, her darbe bir duvarımı parçalıyor. Uzaktan baktığınızda ayaktayım ama yıkılmama bir duvar kadar mesafe kaldı.

"Ne oldu şimdi?" Yavuz'un gözleri kısıldığında Savaş gayet eğleniyordu.

"Yavuz küfredeceğim ama ailem yanımda, defol be."

"Kovuyorsun yani?"

"Amca," Koralp oturduğu yerde dizini sürekli sallarken ona baktı. "Benimle bir terasa gelsene sen."

"Niye ya? Oyun oynayacağım ben."

"Amca gel işte!"

Koralp, aptal bir adam değildi. Onlar karşı olan tutumu eminim çoğu anlamıştı ama sormaya bir tek Koralp karar vermişti. Yavuz'u çekiştirip kendi odasına çektiğinde Savaş'a karşımı işaret ettim.

İşimiz bittiğinde yedişerli iki gruba ayrılmıştık ve Mirza'nın bir arkadaşı hakemliği üstlenmişti. Barlas oldukça kabarık bir tabu kartı yığını hazırlamıştı.

Hayır, bu gece kimseden intikam almayacaktım. Ben bu gece sadece biraz mutlu olmak için oyun oynayacaktım. Kendime nefes almak için zaman tanıyacaktım.

Biraz nefes almaya hakkım vardı.

Şuan buna karar vermiştim.

"Siz başlayın," diyerek onlara öncelik verdiğimde Savaş başını sallayarak önündeki karta baktı. Anlatan kişi tekli koltuğa oturacaktı. Adının Furkan olduğunu öğrendiğim çocuk Savaş'ın arkasında yasaklı kelimleri söylememesi için bekliyordu.

"Bir dakikada anlatıyoruz. Süreyi başlattım."

Savaş, önündeki karta bakarak başını kaldırdı. "Sayısal bölümünden olunan bir meslek."

"Doktorluk?"

"Eczacılık?"

"Hemşirelik?"

"Mühendislik?"

"Tamam," dedi Savaş. "O cepte say alt bölümlerini."

"Uzay ve havacılık mühendisliği?"

"Harita mühendisliği?"

"İnşaat mühendisi?"

"Endüstri mühendisi?"Savaş baygın bir bakışla başını salladı.

"Bu salaklıkla nasıl olacak bilmiyorum." Bildikleri kartı dizinin üzerine koyup sıradaki kartı alta koydu. "Bu salaklıkla siz bok bilirsiniz hıyaneti vataniyeyi." Diğer kartı da alta attı. "Az biraz tarih bilgileri olduğuna güvensem, Sevr anlaşmasını anlatacağım ama güvenemiyorum. Tamam, bunu bilirsiniz. Vücudumuzun dörtte üçünü oluşturan şeyin hazır şişelerde satılan markalarını sayın."

"Beynimi bırakmak istiyorum," diye homurdandı Batuhan. "Abi o nasıl cümleydi öyle?"

"Damla?" Diyerek kaşlarını kaldırdı İldem.

"Bir benzeri."

"Dalga," dedi Sumru. Başını salladı ve diğer soruya geçecekken süre doldu.

"Sıra bizde," diye atılarak savaşın elindeki kartları aldım. "İki tane bildiniz." Bizimkilere dönerken koltuğa oturdum. "Ben anlatayım mı?"

Kimse olumsuz cevap vermediğinde kartlara döndüm. Süre başlamıştı.

Boks

Ring

Spor

Dövüş

Eldiven

 

Sırıttım. Bu oyun bizimdi. "Ben yer altına indiğimde siz ne yapacaktınız?" Bu sorumu Mirza ve Asil'e bakarak sorduğumda Akan'ın da kaşları havalandı.

"Ne yapıyorlardı?"

"Boks." Diye cevapladı Asil soğuk kanlılıkla. Gözleri Mirza'ya kaydı. "Mekanın ismi yer altı. Arada spor için gidiyoruz."

Mirza ona bakarak başını salladığında, bunun altında başka bir şey olduğunu anlamıştım. Sormam gereken sorular, öğrenemem gereken gerçekler artıyordu.

Perde pilavı

Pirinç

Kapamak

Siirt

Hamur

Kesmek

 

"Berkay," dedim heyecanla. "Biz senin on sekizinci yaşını kutlarken pastayı bırakıp bir şey yemiştik neydi o?"

Sırıttı. "Perde pilavı."

Anılar bazen acı verselerde tebessümle hatırlanmaya değer çok an yaşamıştım.

Trumpet


Müzik

Bando

Nefesli

Üflemek

Saksafon

 

"Berkay," dedim tekrar. "Hani İldem ilkokulda bir etkinliğe katılmış ya. Orada ne çalmak için ısrar etmişti?"

"Trumpet," diyerek ağzıyla efekt verdi. "Ve ısrar etmemiş, kendini yere atıp ağlamış."

"Sizi geberteceğim," dedi İldem ciddiyetle.

Avize


Lamba

Kristal

Tavan

Işık

Aydınlık

 

"Asil," ben kendimi kaptırmış heyecanla anlatırken, o dikkatle bana baktı. "Ben Aylin abla'ya bana ne fırlatmamasını söylemiştim?"

"Avize," diye duraksamadan cevapladı. O bir saniye bile duraksamamıştı ama benim kalbim atmayı unutmuştu.

Kendimi zorlukla toparladığımda kartlara döndüm. Bir tane daha bilirdik en az.

Tuval
Resim

Şövale

Fırça

Çizim

 

"Akan sen bana ne aldın?"

"Telefon?"

"Yok böyle dikdörtgen bir şey."

"Kızım telefon yuvarlak mı?"

"Ya telefon değil işte, aptal mısın?"

"Sensin aptal, ben tıp-"

"Süre gidiyor!"

"Fırça, tuval, şövale? Ne?"

"Tamam bildi ya."

"Süre doldu." Diye seslendi İldem. "Üç tur sonra kazanan belli olsun."

 

🍑

 

Üç tur sonra da kazanan değişmemiş, biz almıştık oyunu. Çünkü ben mükemmel bir anlatıcıydım ve kazanmaya odaklı takım seçmiştim.

Şimdi hep beraber oturmuş gazoz içiyorduk. Daha doğrusu onlar içiyor ben şeftalili meyve suyu stoğumu sömürüyordum.

En küçüğümüz olarak Barlas'ı markete göndermiştik. Koralp bana kolisiyle birlikte şeftalili meyve suyu sipariş etmişti.

Ben seviyordum be Koralp'i.

"Koralp," telefonuna bakan Uraz, ayağa kalktı. "Benim hanım rahatsızlanmış ya. Ben gideyim artık, annesi yanında ama biliyorsun hassas biraz."

"Git tabii, selam söyle yengemle yeğenime," Koralp de ayağa kalktı ve tokalaştılar. "Yengemi de yorma, hamile kadın. Özellikle bu aylarda oturup kalkarken yorulur. Annemden biliyorum."

Demek Pusat'a laf edip telefonunu kaçıran Uraz'ın hamile bir eşi vardı.

"Abi ben de gideyim be, eyvallah güzel geceydi falan, lise yıllarımıza döndüm ama bugün yorgunum. " Pusat da ayaklandı.

"Ben sizi geçireyim o zaman," Koralp onları geçirmek için alt kata indiğinde ben de ayaklandım.

"Ben bu sefer gerçekten su içeceğim," Mirza bana alaylı gözlerle baktı ama umursamadan mutfağa gittim. Suyumu içerken artık oynama isteğimin de kaçtığını fark ettim.

Bardağa bakarak dalgınca tezgaha yaslandım. Bugün kendime zaman tanımıştım, bugün kimseden intikam almayacaktım. İyi bir intikam iyi düşünülmeliydi.

Zihnimin içinde bazı çarklar vardı sanki. Dişlilerin arasına sıkışan şeyler acılarımdı, ve onu parçalayan şeyin adı bendim. Dişliler dönüyor, bir mekanizmayı hareket ettirebilmek için çabalıyordu ama tek yapabildikleri öylece dönmekti.

Bu gecenin benim için zor geçeceğini biliyordum ama ne denli zor geçeceğini tahmin edemiyordum. Kandırılmışlık hissi her yanımdaydı.

Bana yalan söyleyebilirdi ama yaptığı bu değildi, her insan yalan söylerdi ama o beni kandırmıştı. Yaralarından utandığı için gözlerimi bağladığını zannediyorken beni kandırmıştı. Kim bilir gözlerimi neden bağlıyordu?

Bir daha asla kimse için gözlerimi bağlamayacaktım.

Ben acıyı merkeze koyuyordum hep, acı çektiğim bir çok anın simgesi hayatımın ortasındaydı. Zihnime işleyen o simgeler en sevdiğim şeyler haline geliyorlardı.

Hem kandırılmış hem tükenmiş hem de umutsuzlukla sarmalanmış hissediyordum ama güçlü durmak benim doğamda vardı.

Yalnız kaldığımda ağlayabilirdim ama hayır, kimseye zayıf yönlerimi göstermeyecektim.

Asil hariç. Onun yanındayken zaten yalnız kaldığımda olduğu kadar güvenli hissediyordum, ona ağlayabilirdim.

Bir yanım hâlâ korkuyordu. Ya bizi kırarsa? Ya göründüğü gibi birisi değilse? Ya sevmekten vazgeçerse? Biz hep vazgeçilen değil miydik, ya bizi bırakırsa?

Biz hep geride kalan ama öndeymiş gibi davranan o kız değil miydik? Biz o kızdık. Yıkıldık ama toparlamak için çabalamayı bırakmadık.

"Ne düşünüyorsun o kadar dalgın?" Batuhan'ın sesiyle başımı kaldırdım. Tam yanımda durmuş benim gibi su içiyordu. "Seslendim duymadın bile."

"Bardağı," dedim mesafeli bir sesle. Ona ne yapacağıma da henüz karar vermemiştim. Herkes için doğru zamanı bekliyordum.

"Bak," derken bana döndü. "Tavrından beni yanlış anladığını anlayabiliyorum. Her şeyden önce Varal benim arkadaşım, onun sevdiği kıza yan gözle bakmam ben. Adamlığa sığmaz."

"Ne o zaman?" Ona değil bardağa bakıyordum. Bu kadar zeki olmasını beklemiyordum. Ama zaten bana o gözle baktığını hiç düşünmemiştim. Başka bir şey vardı ve onu öğrenmeliydim. Neden benim peşimdeydi? Ya da doğru tabirle neden beni dinlemişti?

"Beni yanlış anlamanı istemiyorum," bardağı ada tezgahına koyarak elini arka cebine attı. Çıkardığı cüzdanı kafamı karıştırdı. Cüzdanın içinden ikiye katlanmış bir resim çıkarıp bana uzattığında ise asıl şaşkınlığı yaşadım.

"Ama," kekelemeye yakın bir sesle elime aldım resmi. Bu da neyin nesiydi? "Bu kız?"

"Kardeşim," sesindeki hüzün dalgası beynime ulaşmadı. Bana dolu gözlerle baktı. "Onu beş yaşındayken kanserden kaybettik. Kan kanseriydi, her gün ipek gibi saçlarının kemoterapi yüzünden dökülmesini izledim. Henüz on yaşındaydım gittiğinde. Bana her sabah uyanıp tek bir soru sorardı. Abi, saçlarım bugün uzamaya başlar mı? Ona bir cevap bile veremiyordum çünkü ben de tam olarak bilmiyordum. Ben," derin bir nefes almaya çalışarak arkasındaki tezgaha yaslandı. Bense elim titreyerek o resmi avucumda tutuyordum.

"Özür dilerim. Seni gördüğümde o zannettim. Biliyorum delice, olanaksız ama seni gördüğümde sanki minik kardeşim büyümüş ve şimdi karşıma gelmiş gibi hissettim. Ona o kadar çok benziyorsun ki," birden hıçkırdığında ne yapacağımı bilemedim. Çünkü o resimdeki mutlulukla gülümseyen kız, bana benim kadar benziyordu. Küçüklük resimlerim onunla neredeyse benzerdi. İlk gördüğümde onu ben zannetmiştim. "özür dilerim, seni rahatsız ettim galiba."

Ne yapacağımı bilemedim. Ona doğru ilerleyerek onun gibi kalçamı tezgaha yasladım. "sana abi dememi ister misin?"

"Hayır," diye fısıldadı. "Bu Hazal'a haksızlık olur. O konuşup tek kelime söyleyemiyorken bir başkasından bana abi demesini isteyemem."

"Sorun değil," diye fısıldadım. "Yapabileceğin bir şey olsaydı eminim yapardın. Kardeşin senin gibi bir abisi olduğu için çok şanslı olmalı." Ne kadar sadece beş yıl görebilse de.

"Anlamıyorsun," burnunu çekti. "Bebekliğini bildiğin, onunla uyuduğun; kokusunu, sesini, gözlerini ezbere bildiğin birisinin kaybolması yıkım gibi bir şey. Kardeşimdi o benim ya, ben onunla büyüdüm. Bu anneni kaybetmek gibi bir şey."

Kalbimin acıdığını hissettim. Onu anlamadığımı sanıyordu ama anlıyordum işte. Derin bir nefes alarak gözlerimi yere diktim. "Ben... Yakınlarda annemi kaybettim zaten. Ne kadar acıdığını tahmin edebiliyorum."

"Özür dilerim," diye tekrarladı. Çok sık özür diliyordu. "Mirza bana bahsetmedi."

"Kimseye bahsetmedik," en azından ben öyle biliyordum. Aile arasında kaldığını.

"Seni o sandığıma inanamıyorum," kendi kendine güldü. "Bu aptalca. Hazal'ın öldüğünü biliyorum. Biliyorum ama bir an herkes benden bunu saklamış olsun ama yaşıyor olsun istedim. Bilmiyorum, ben onu bu yaşımda bile çok özlüyorum."

Bu onun için zor bir itiraftı. Bu herkes için zor bir itiraf olurdu. Birisine kendinizi açmak çok zordu.

Kardeşi yerine geçemezdim, yapabileceğim tek şey üzülmek olurdu. Oysaki ben zaten kendim için yeterince üzgündüm.

 

🍑

 

Koşuyordum. Nefes nefese bir ormanın içinde koşuyordum. Nefesim bu asla bu kadar düzensizleşmezdi. Korkuyordum ardımdaki her neyse ondan kaçıyordum.

Arkamı dönmek için başımı çevirdiğim an bir şey çarpıp yere düşüyordum. Önümdeki şeye başımı kaldırdığımda önümde Yavuz'u buluyordum.

"Hadi gözlerini kapatalım, Marsu bizi bekliyor." Ben ona engel olamadan mavi bir kumaşla gözlerimi bğlıyordu. Ağzımı açıp tek kelime edemiyordum. Sesim çıkmıyor, boğazımda takılı kalıyordu.

Kalbim hızlanıyor, nefeslerim kesiliyordu ama sanki gerçeklik dışı bir güç tarafından sesim çalınmıştı ve ben tek kelime edemiyordum.

Gitmek istemiyordum, Marsu'yu görmek istemiyordum, mavi kumaşla gözlerimin bağlanmasını istemiyordum.

Bana bunu neden yapıyordu?

Gözlerimdeki kumaş sıyrıldı ve karşımda bu sefer Savaş belirdi. Bana gülümsedi ve yüzünde anlayışlı bir ifadeyle önüme dökülen saçlarımı itti. "Merhaba küçük kız. Ne o ağlıyor musun? Biz ne demiştik ama? Ağlarsan yakmaz mıydık bu ormanı?"

Ağlıyor muydum?

Göz yaşları içinde dilsiz gibi bir çaresizlikle dizlerimin üzerine düştüm. Bu da neyin nesiydi? Savaş gözlerimi kapatıp açmamla ortadan kayboldu ve içinde bulunduğum orman birden alev aldı.

Korku dolu bir nefes aldım ama bir an için yanmak istedim. Ellerimi kara bir büyü gibi yanmaya başlayan toprağa yaslayarak iç çektim. Göz yaşlarım toprağa döküldü. Bulanık gözlerle emin olamadım ama sanki her damlanın dokunduğu yerde toprak biraz beyazlaşıyordu.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun?" Diyen bir ses duyduğumda kafamı kaldırmak istedim. "Bir faninin rüyasında ne arıyorsun?"

"Eğlenceden anlamıyorsun," bir kız sesi daha duydum kibirle konuşan. Ama ikisinin de sesini daha önce duymadığıma emindim.

Bir an sonra ne oldu bilmiyorum o sesler kayboldu ve yalnızlık içinde o alevlerin içerisinde kaldım. Hıçkırdım. Etrafımda ne varsa alev almıştı.

Yalnızdım alevlerin arasında.

Dizlerim üzerinde güçsüzce ağlıyordum.

Sesim bile çıkmıyordu.

Canım çok acıyor, demek istiyordum birisine ama kime hitap edeceğimi de bilmiyordum.

Umutsuzluk içinde hıçkırırken görüş açıma bir çift siyah bot girdi. Ardından bir el omuzumda dokundu.

"Güzelim."

Onun sesini duymak daha çok ağlamak istememe neden oldu. Tırnaklarımı toprağa geçirdim. "Neden bırakmıyorsun beni?"

"İstemiyorum," önümde eğildi ve ela gözlerine tutundum. Avuçları toprağa sapladığım tırnaklarımın üzerine kapandı. "Yanında olmak istiyorum."

"Asil," diye hıçkırdım. "Yanıyoruz. İkimiz de yanacağız."

"Her zaman üşüyecek değiliz," diye dalga geçti ama ben hâlâ ağlıyordum. Ona dolu gözlerle baktım. "Bırak yanalım."

"Bırak beni," hıçkırdım tekrar. Avucumun altındaki toprak yumuşaklaştı sanki. Ellerim içine gömüldü. "Sana zarar vereceğim."

"Beni iyileştiriyorsun."

Ne olduğunu anlamadan birden toprak beni içerisine çekti. Ona tutunmak istedim acıyla, ama toprak beni bir bataklık gibi içine çekti. Sert bir yere düştüm.

Birisinin ayaklarının önüne düşmüştüm.

"Kimseye ismini söylememeni söylemiştim, tanımadıkların sana zarar verirler." Paranoyak sınıf öğretmenim başımda dikilerek bana onaylanmayan gözlerle baktı.

Arkasında annem belirdi. Meryem annem.

"Beni bırakmamalıydın..." kısa bir sessizlikten sonra kucağındaki minik bebeği gördüm. Bebeğe bakarak başını yana eğdi. "Belki de sen beni bırakmadan ben seni bırakmalıyım." Avucunda bir hançer belirdi ve onu masumca izleyen yeşil gözlü bebeğin göğsüne ansızın saplayıverdi.

Hem bebekten hem de benden acı dolu bir inilti yükseldi. "Hayır, anne, özür dilerim. Hayır, ben..." o bebek bendim. Göğsümden sıcacık kan oluk oluk akarken o hançeri çekip tekrar sapladı.

Nefes nefese gözlerimi açtığımda olduğum yerde sıçramıştım. Avucumdan düşen distopik kitabı komidine koyarak nefeslerimi düzenlemeye çalıştım.

Bu nasıl bir rüyaydı böyle?

Zihnimde her ne oluyorsa bir rüyayla bana geri dönüş yapmıştı.

Çok korkuyordum. Bir şeyler yüzünden hiç olmadığım kadar korkuyordum.

Sırtımı yatak başlığına yaslayarak dizlerimi kendime çektim. Kan ter içinde kalmıştım. Kollarımı dizlerime sararak başımı yasladım ve ağlamaya başladım.

Gerçekten ağlar gibi, çocukken ağlayamadığım kadar içli ağlıyorken karanlığın etrafimı sarması kendimi gizlenmiş hissetmeme neden oluyordu.

Geriye dönüp özür dilemek istiyordum annemden, ama biliyordum ki bunu yapamayacaktım. Yedi yaşımdaki kız, duvarın ardında hırsla oyuncaklarını dağıtıyordu. Resimlere dokunmuyordu ama odasında doğru olan tek bir şey kalmamıştı. Her yer darmadumandı.

Birden kapı ve ışık açıldığında ne yapacağımı bilemeyerek büzülmek istedim. Kimdi şimdi bu gelen?

"Alin?" Diye seslendi Mirza. "Güzelim sen ağlıyor musun?"

Beni ağlarken yakaladığın için sana çok kızgınım, Mirza. Belli ki yer altında söylediği gibi geceleri beni konrtol ediyordu. Üzerimi açıp açmadığıma bakmaya gelmişti belki.

Sesimi toparlamaya çalışarak, "Hayır," dedim ama nafileydi. Sesim boğuk çıkmıştı. Ona zayıf görünmek istemiyordum. Kimseye zayıf ve korunmaya muhtaç birisiymiş gibi görünmek istemiyordum.

Adım sesleri bana yaklaştı ve derin bir nefes aldığını duydum. Ardından bir kolu belime sarıldı, yatak ağırlığıyla çöktüğünde ise beni göğsüne yasladı. Hıçkırdım.

Tutamadım kendimi. "Mirza, bir insanı neden hep kandırırlar?"

"Bir insanın canını neden elinden alırlar?" Diye sordu benim gibi acı dolu bir sesle. Onun da benim kadar yaralı olduğunu görebiliyordum şimdi.

İkimizin de bir cevaba ihtiyacı vardı.

"Belki de bizim bir suçumuz yoktur, insanlar sadece kötü oldukları için bunu yapıyorlardır."

"Bilmem," diye fısıldadığında "oha," diyen Akan'ın sesini duydum. "Siz sarılıyor musunuz?"

"Evet," dedim boğuk bir sesle. "Daha doğrusu bu sarılıyor ben zırlıyorum."

Akan sessiz kaldığında bu sefer de yatağın diğer tarafı çöktü. "Ben tıp okuyorum, nasıl bensiz sarılırsınız?"

"Sen zaten hep tıp okuyorsun," Koralp de geldiğinde muhteşem bir ortam oluşmuştu. İyi ki ağlayalım demiştik. Hepsi başımıza toplanmıştı. Delirecektim.

Üçü bana sarılırken sevgi yumağı gibi bir şey olmuştuk. Hıçkırdım. Onları seviyordum, bu sefer dalga geçmiyordum. Gerçekten seviyordum. Mirza'ya kırılmam, Akan'a sinir olmam ya da Koralp'i ayda yılda bir yakalamam önemli değildi.

"Tamam şimdi neden ağladığını söyleyecek misin?" Dedi Koralp.

"Eğer boktan bir şeye ağlıyorsan seni neşterle kovalarım," diye tehtid eden Akan'a histerik bir şekilde güldüm.

"Kabus gördüm," dedim. "Bilmiyorum. Her şey çok üst üste geldi. Hiçbir şeyi sindiremedim. Uzun zamandır Nare'yle de konuşmuyorum. Sanırım kabusun etkisiyle de ağlamak için bahane buldum. Özür dilerim, korkuttum sizi de."

"Özür dileme bile belatoner," Mirza yanağımdan makas aldıgında elini ittirerek ona sinirli bir bakış attım. Tamamen nazdı yaptığım. "O zaman yarın ilk iş Nare'den randevu almalısın. Biraz olsun sana yardım edecekse bizimle de konuşabilirsin."

"Biz bir aileyiz," Akan'ın nadir ciddi anlarında olduğu gibi bakışları yumuşadı. "Her zaman yanında olacağız."

"Ne olursa olsun, bizden yardım isteyebilirsin." Koralp bana gülümsediğinde biraz rahatlamış hissediyordum. Onun sesi bile huzurlu geliyordu. "Biz ne istersen yapmaya hazırız. Abilerin niye var sanıyorsun?"

"Teşekkür ederim," diye fısıldadım. Nadir anlarda utandığımı hissederdim. Ve şimdi o nadir anlardan birisiydi. "Gerçekten. İyi ki varsınız."

Bu kelimeyi zamanında söyleyemedim diye kendime kızmak istemiyordum. Birisini severken iyi ki varsın diyememek öldüğünde hiçbir işe yaramıyordu.

Dizlerim üzerinde doğrularak üçünün de boynunu kollarıma aldım. "Hepinize en güzel kalpli insanları diliyorum."

Umarım hayat arkadaşlarınızı bulursunuz ve o insanlar sizi asla kırmazlar. Siz de onları kırmayın.

"Ben buldum ama kaybettim, benim için dilek hakkını harcama." Mirza'nın sözleriyle tekrar ağlamak istedim. Onun bunu kaybetmiş olma düşüncesi içimi burktu.

"Hadi," dedi gülerek Akan. "Bizim terasa gidelim de film izleyelim. Bu ambiyansı anca bu bozar."

Hepimiz onayladığımızda Akan bilgisayar için odasına, Mirza da atıştırmalık almak için mutfağa gitti. Onlar gittiğinde Koralp karşıma oturdu.

"Amcamı sıkıştırdım," sıkıntıyla nefesini aldı. "Bir şeyelr kaçırdı ağzından ama seni bu kadar üzen şeyi senden dinlemek istiyorum."

"Ben," ikinci kez anlatmaya hazır hissetmiyordum.

"Doğruyu söyle bana."

"Yavuz'u tanıdığımda yedi yaşımdaydım," yutkunarak gözlerimi örtüye indirdim. "Evdekiler kavga etmişti. Korktuğumda çikolata ya da meyve yemek isterdim. Bu yüzden çantama oyuncaklarımı doldurup evden çıktım. Bazen uyandığımda kış olduğu için hava karanlık olurdu. O zaman da öyle zannediyordum, saatin gecenin dördü olduğunu bilmiyordum."

"O saatte senin dışarı çıkmana izin mi verdiler?" Koralp'i ilk kez bu denli sinirli görüyordum. İlk kez kendini tutamïyor gibiydi.

"Annemin haberi yoktu. Babam görmüştü ama o da üveydi ve beni sevmezdi. Gitmem işine geliyordu. Her neyse o saate bakkal ve manavlar kapalıydı. Ben çocuk aklıyla başka market bulmak için dolaşmaya başladım. Sokak arasında bir inilti duydum. Yavuz'du. Yaralıydı ama beni kandırıp göndermişti. Bir şeyler oldu, ambulans geldiğinde ben onu kurtarmak istedim. Bir adam beni çekip bir eve girdirdi. Sessiz olmamı söyledi. Yavuz'un kalbinin durduğunu duydum. "

Ne kadar zor gelse de hikayenin kalanını ona anlattım. Zorlukla köpeği de anlattığımda nefesim içime kaćmak üzereydi."Yavuzdan sonra beni çeken o adam beni dövüşmek için eğitmeye başladı. Gözlerimi kapatıp beni güçlendirmeye çalışırdı. Savaş o adamdı abi, beni yüzünde yara olduğu için gözlerimi kapatmamı ikna eden ama beni kandıran adam oydu. Sürekli ölmemem için güçlü olmam gerektiğini söyler dururdu. Sonra da on altı yaşımda bırakıp gitti. Sebebini asla söylemedi."

Benimle birlikte sessiz kalarak beni göğsüne çekti. "Abine bırak. Ben halledeceğim."

"İyi ama nasıl? Ben bir şey istemiyorum ki."

"Kardeşimi bu kadar kıran insanlara sessiz kalacağımı mı düşünüyorsun?" Dikkatle gözlerime baktı. "Sadece geri çekilip biraz dinlen. Bence senin de buna ihtiyacın var."

Kendi intikamımı almak istiyordum ama dediği gibi biraz dinlemeye de ihtiyacım vardı. Başımı salladım.

Akşam arkadaşlarımı ve Asil'i geçirip direkt odama geçmiştim. Bir şey yapmadan önce detaylıca düşünmek istiyordum. Yapacağım şeyden pişman olmak istemiyordum. Üzerine düşünmek istemiştim. Anne ve babama uyudğumu söylemelerini istemiştim.

Elimden tutarak beni Akan ve Mirza'nın tarafındaki terasa götürdü. Akan'ın odasından girmiştik. Akan ve Mirza çoktan gelmiş bizi bekliyorlardı. Koralp beni ikisinin ortasına oturttu. "Ben bir telefon görüşmesi yapacağım, siz başlayın."

Bilgisayarı oturduğumuz koltuğun önündeki sehpaya koymuşlardı. Cips, jelibon ve birkaç tabak kek vardı. Akan'la göz göze geldik. Aynı anda uzanıp iki kek tabağını da kaparak önumüze çektik. Sanki ilk bitiren üçüncüyü de yiyecekti.

Biz hunharca yerken Mirza bize gülerek filmi başlattı.

Yemek konusunda ben bu dağ ayısıyla yarışamazdım. Ben daha tabağın yarısını yemişken kendisininkini bitirip diğer tabağı önüne çekti.

"Dağ ayısı," diye homurdandım.

Koralp telefon konuşmasını bitirdiğinde yanımıza geldi. Mirza yanımdan kalkıp yere, ayak ucuma mindere oturdu. Kucağına çektiği cipsi yerken sırtını bacaklarıma yasladı.

Üçümüz birlikte önumüzdeki komedi filmini izlerken bu geçirdiğim en güzel gecelerden birisiydi. Zaman zan kahkaha atarak, bazen filmi durdurarak hakkında konuşup tartışarak bazen şakalaşıp izlediğimiz film gecesi çok güzel geçiyordu.

Filmin sonuna doğru Akan yediği yemeğin ağırlığıyla uykuya dalmıştı. Saat baya geç olmalıydı. Gözlerim dizlerimin önündeki Mirza'ya kaydı. Parmaklarımı omuzlarına yaslayarak kafasına, saçlarının üzerine yumuşak bir öpücük kondurdum. Çenemi başının üzerine yasladığımda donup kaldığını hissedebiliyordum.

Bu gece kavga yoktu. Bu gece ikimizin de biraz sevgiye ihtiyacı vardı. Bu gece intikam isteyen Alin'in de yedi yaşındaki kızın da tüm benliklerimin de sevgiye ihtiyacı vardı.

Mirza'nın da ihtiyacı vardı.

Aslında herkesin sevgiye ihtiyacı vardı.

Bir deneyle ilgili bir şeyler okuğumu biliyordum. Yeni doğan çocukları aynı odaya kapatıp kendilerine bir dil geliştirip geliştiremeyeceği gözlemleniyordu.

Ama çocuklar dil geliştirmek bir yana hastalanıyorlardı. Çünkü bebeklerin ilk öğrendiği dil sevgi diliydi ve bir insanın en ihtiyaç duyduğu şey sevgiydi.

 

Bizim Asil öyle bir günde sevmedi be.

Yaşasın, resim güncellemesi geldi. O çıkartmalarımı buraya koyamıyorum diye üzülmüştüm jskxjaks

​​​​​Şey... Ben malum sahneyi yazsam kitappad kaldırır mı acaba kitabı???????

​​Allah'a emanet 💅🏻

 

Loading...
0%