@cennomi
|
Keyifli okumalar♡
Zihin ya da bilinç altı, bir insanın en büyük düşmanıydı. En iyi arkadaşı, en yakın sırdaşıydı bazen. Bir insanı en çok kendisi incitirdi. Vicdan öyle bir yük olurdu ki kimsenin yapamadığını yapardı. Şimdi benim vicdanım ve zihnim birleşerek büyük bir oyun oynuyordu bana. Çünkü gözlerimin önündeki manzaranın başka bir açıklaması olamazdı. Bu bazen beni çok korkutuyordu; sınırımın olmaması, etik değerleri bile bazen umursamamam, canım yandığında ne yapacağını bilemeyen yaralı bir hayvana dönüşerek etrafa saldırmam beni çok korkutuyordu. Ya bir gün bunu kendime de yaparsam? Ya en sevdiklerine de zarar verirsem? O zaman ani duygularım gelip geçtiğinde ne yapacaktım? O yükle yaşayabilir miydim? Sevdiğinizin kanının ellerinizde olması sizi kahretmez miydi? Bu beni yıkmaz mıydı? Dizlerimi kanatmaz, kanatlarımı kırmaz mıydı? Yıllarımı verdiğim insanlara ne kadar kinli olsam da onlara zarar vermeye dayanabilir miydim? Ben o kadar kalpsiz miydim? Ellerimdeki kırmızı renge bakarken titreyen kirpiklerimden bir damla yaş süzüldü. Çenemden ilerleyerek kan içindeki ellerime düştü. "Lütfen," ne için yardım istiyordum veya ne için yalvarıyordum, unutmuştum. Algılama yetimi kaybetmiş bir şekilde ellerimi hızla üzerimdeki siyah elbiseye silmeye başladım. Dizlerimin üzerinde yerdeyken ağlamam ben anlamadan şiddetlenmeye başladı. Yırtmacımdan içeriye sızan ellerimden, bacaklarıma kan bulaştı. Onca hevesle giydiğim elbise kanlara bulanmıştı. "Nolur, hayır, olmaz." Kendimi kaybetmiş bir şekilde ağlayarak durmadan ellerimi elbiseye siliyordum. Hayır, gözlerim önünde bile bile bunu yapmış olamazdım. Ben kalpsiz değildim. Ben intikam alırdım, can değil. Ellerimin acıdığını, derimin tahriş olduğunu düşündüm ama umrumda olmadı. Hissedemiyordum. Bedenim tek bir duygu tarafından konrtol ediliyordu. O da yaşadığım tarifi imkansız acıydı. Ben daha annemin ölümüne alışamamışken ellerim kana mı bulanmıştı? Dudaklarım büzüldü bir çocuk gibi. "Özür dilerim, gerçekten özür dilerim." Her şey için. Doğduğum için bile. Bir el çenemi kavrayarak başımı kaldırdı. İnatla gözlerimi açmadım. Açıp kana bulanan ellerimi ve elbisemi tekrar görmek istemiyordum. Hayır, ben yapmamıştım. Ben yapmazdım. "Gözlerini aç." "Yapamam." "Bana bak," sıkıntılı bir nefes aldı ve titreyen bedenimi kucağına çektiğini hissettim. Asil'in beni rahatlatmasını istemiyordum, onun gözlerini görmek ve bu acıyı hafifletmek istemiyordum. Sonuna kadar çekmeliydim yaptığım şeyin acısını. "Ağlama daha fazla." "Özür dilerim," diye tekrarladım. "Özür dilerim, özür dilerim." Kendimi kaybetmiş bir şekilde iki kelimeyi tekrarlıyordum ki onun sesi hıçkırarak bir anlığına kendi sesimi yok etmek istememe neden olmuştu. Bana şarkı söylüyordu. Hayır, çaresizce bana ulaşmaya çalışıyordu. Benim gibi bir enkazla daha ne kadar başa çıkabilirdi ki? Ne zamana kadar beni sevebilirdi? Aslında kenimi sevilmemeye öyle bir alıştırmıştım ki, birisinin beni sevme ihtimali bana korkutucu geliyordu. "Sen ağlama," dudaklarını şakaklarımda hissettim. Kolunu iyice belime sararak beni kendisine bastırdı. Hıçkırdım. "Ağlama, göz bebeğim. Sana kıyamam." Ben kıyardım. Ben kendime çok güzel kıyar, canımı çok güzel acıtırdım. Sen çok güzel seviyorsun, ama ben senin bu güzel sevgine hazır değilim. Sevilmemeye alışmışken sevgin beni korkutuyor. Ama iyileştiriyor da. Sesi kalbimin derinliklerinde korkuyla duvara sinen küçük kıza ulaştı. Şişmiş gözleri, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş yüzü ve dağılmış saçlarıyla bomboş duvarı izleyen kıza sesleniyordu. Ağlama, kıyamam, diyordu. "Yaşıyor mu?" Dedim isyankar bir sesle. Tırnaklarımı koluna geçirerek başımı kaldırdım. Gözlerine öyle çaresizce baktım ki ne yapacağını bilemeyerek gözlerini kapattı. "Ne olur, söyle? Yaşıyor de, sen cana kıyan canavarlardan değilsin de bana." İhtiyacım var, öyle değilse bile kandır beni. Öyleyse al kollarına çünkü o zaman ne yapabileceğimi bilmiyorum. Beni tut çünkü ben yine yaralı bir hayvan gibi nereye kaçacağımı bilemeyeceğim. Alnımı omzuna yaslayarak göğsümden gelen ve bitmeyen o hıçkırıklara bir yenisini ekledim. "Asil, söylesene." Ve ben ne olduğunu bile anlayamadan bilincimi yitirirken elim kolundan kaydı. Bu kadar dayanmam bile mucizeydi. Asil'in kastatı kesildiğini hissettim ama yapabilecek hiçbir şeyim yoktu.
3 saat önce.
"Ne demek beni Vampir şerefsiz mafya Burhan kaçırdı? Ne demek onu da Savaş'ın Rus karteli kaçırdı? Ee, Savaş'ı kim kaçırdı? Karteli de mi kaçırdılar? Ne olmuş tam olarak?" Ellerim ve ayaklarım bağlı bir şekilde bir depoda ahşap bir sandalyede oturuyordum. Önümdeki koruma sıkıntıyla nefesini vererek elindeki telefonu indirdi. "Kızım amma kafa ütüledin ha, bir sus artık." "Ya siz adam gibi bilgi verseniz susacağım, bir dakika sen bana kızım mı dedin? Seni var ya, söyleyeceğim Vampir şerefsiz mafya Burhan'a. Koruman bana kızım dedi diyeceğim." "Sabır dileniyorum Rabbimden," bıkkınlıkla önüme bir sandalye getirdi ve oturdu. "Anlatırsam susacak mısın?" Masumca başımı salladım. "İyi sor o zaman." Hayır, duruma göre kaçış planı yapacağım. "Beni kim kaçırdı?" "Burhan bey." "Burhan nerede?" "Kayıp." Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Beni kaçırayım derken kaçırılmıştı. "Bir iz var mı?" "Bir işaret," diyerek telefonu çıkardı ve bana gösterdi. Kaputu parçalanmış siyah bir minibüsün üzerinde kırmızıyla çizilmiş simgeyi bana gösterdi. Bu iç içe girmiş iki çatlamış kemikten oluşuyordu. Kemiği çatlatan şey ise bir hançerdi. "Bizim dünyamızdaki herkes bu işaretin ne anlama geldiğini bilir, ünlü Rus karteli ölüm pençesinin işaretidir. Herkes onlara bulaşılmaması gerektiğini bilir. Bu gördüğün hançerin üzerinde üç adet pençe şeklinde oyuk olur. Her üyede vardır." Söyledikleriyle omuzlarım gerginlikle yükseldi. Ben böyle işin içine şeftali dilimlerim, bu hançer bende de vardı. Demek ki Savaş, kendi hançerini bana vermişti. Çünkü o üç pençe izinin üzerinde çok gözlerimi gezdirmiştim. Savaş bana kartelin hançerini vererek ya hançeri görenleri benden uzak tutmaya çalışmıştı ya da başka bir planı vardı. O adam bir şeyleri öylesine yapacak birisi değildi. "Başka?" "Bu kadar," diyerek telefonu cebine koydu. "Minibüs var ama Burhan bey yok, onu aramaları için bir ekip gönderdim ama geri döneceklerini sanmıyorum." O tam bunları söylerken deponun kapısından bir tık sesi geldi. Hemen ardından kapı açıldı ve Burhan sert bir yüz ifadesiyle içeriye girdi. Beni gördüğü an bir öfke harbiyle üzerime gelmeye başladı. Arkasından silahlarla gelen yirmi kişiyi şaşkınlıkla izliyordum. "Peşinde Ölüm pençesi var da niye söylemiyorsun lan sen!?" Diyerek üzerime geleceği sırada arkasındaki adam belirgin bir Rus aksanıyla araya girdi. Arkadan silahını Vampir şerefsiz mafya Burhan'ın ensesine bastırmıştı. "Burhan konuşmayı kesmek. Kadınlar ister, kibar davranılmak." Adam simsiyah saçları, mavi gözleri ve bembeyaz teniyle yakışlı bir adamdı. Yaşı otuzlarının sonlarında gibiydi. "Abi ben seni anlamıyorum ama çok sağol ya," dedim adama karşı ve Burhan'a döndüm. "Ama bak Burhancığım oluyor mu böyle? Ben mi dedim gel beni kaçır diye? Beni kaçırırken de beni kaçırmak isteyen kartele yakalan diye? Hı, ben mi dedim? Çok ayıp ediyorsun." "Seni var ya," diyeceği sırada arkasındaki adam silahı daha da bastırdı. Onunla beraber gelen adamları çoktan Burhan'ın adamlarının bedenlerini yere sermişlerdi. Gözlerim arkadaki manzaraya kaydığında yutkundum. "Abi napıyonuz ya, kokar bu burada." Yerdeki kanlara bakarken birkaç metre ötemdeki ölü bir adamın kanının ayaklarıma gelmeye başladığını gördüğümde tiksintiyle yüzümü buruşturdum. "Ya ayakkabılarım! Benim güzel topuklularım, size ne yaşatıyorlar?" Ben vallahi de billahi de düşmüştüm mafyaların eline. Adamlar ben fark etmeden tüm adamları öldürmüştü bile. "Kızı çözmek sen," diyerek Burhan'ın birden dizlerinin arkasına vurduğunda Burhan ayaklarımın önünde yere düştü. Dişlerini sıkarak öfkeyle titreyen ellerini ayaklarımdaki iplere götürdü. Onları çözdüğünde birden ayağa kalkarak sandalyeyle birlikte akan kandan bir metre uzaklaştım ve tekrar oturdum sandalyeye. Ellerim bağlı olduğu için sandalye de benimle gelmişti. "Oh be, dünya varmış," mutlulukla gülümsedikten sonra bir bacağımı diğerinin üzerine atarak ellerimi kucağımda birleştirdim. Hayır, ellerim bağlı değildi. En başından beri rol yapıyordum. Burhan'ın adamını konuştururken onun dikkatini başka bir konuya yöneltip ipleri çözmüştüm. Beni hafife alıyorlardı. Ben tüm bunları bizzat yaşayarak görmüştüm. "Rus abi ya, siz ne iş yapıyorsunuz? Kabanı çok sevdim de, pahalı bir şeye benziyor." Adamın kaşları havalandı ve ellerimden yüzüme kaydı gözleri. "Sen olmak becerikli kız, güzel." Ne kadar istemesem de kabullenmek zorundaydım. Ben Savaş'tan çok fazla şey öğrenmiştim. Önüme gelerek silahının olduğu elini beline koydu ve hafifçe reverans yaptı. Elini uzatarak elimi istediğini belli ettiğinde merakla elimi avuçlarına bıraktım. "Ben Raskol, siz de Alir olmalısınız hanımefendi." Ardından elimin üzerine bir öpücük bıraktı. He he, alırım ben. Abi be, ne diyorsun sen? Ne Alir'i? "Sağol Raskol Rus abi de, benim adım Alin." Yüzünü buruşturarak başını salladı. "Karıştırdım, bağışlayın beni, Пожалуйста."(Lütfen.) "Aman abi," diyerek ayağa kalktım. Bu adam kimdi lan? Derdi neydi? Bu nasıl bir kibarlık, nasıl bir centilmenlikti? "Sen iyisin dimi bak?" Tipin adam öldürecek mafya tipi ama kibarlik akıtıyorsun, korkuyorum bak. "Sen benzemek benim kız," diyerek elini çeneme attı ve kafamı sağa sola iyice çevirdi. Başım dönerken ne olduğunu hâlâ anlamış değildim. "Benim kız siyah ama sen olmak kahve, sen benim kıza benzememek." Gözlerimi bir yaratığı izler gibi ona diktim. Bipolar mıydı? Ya da ona benzer bir şey? Pek bilmiyordum ama bence deliydi. "Ya abi sen kimsin?" Diyerek elini çenemden çektim. Vampir şerefsiz mafya Burhan'ı bir sandalyeye bağlamışlardı. Gözleri öfkeli parıltılar saçıyordu. Valla yapacak bir şey yoktu, herkes kendi emelleri ve amaçları için çalışırdı. Yüzü de gözleri de ciddiyete büründüğünde dik bir konuma gelmişti. Boyu çok uzundu. Üzerindeki siyah kabanın altında da siyah kıyafetler görünüyordu. Ciddi bir ses tonuyla konuştu. "Ben olmak Ölüm Pençesi lideri." Ama hiç ciddiye alamıyordum ki ben bu adamı. Bence o bildiği dilden konuşsundu, biz internetten de çevirirdik söylediklerini. "Ama be abi kıyamam ben sana," Yavuz böyle bir adamın kızını kaçırarak ne halt etmeyi düşünüyordu acaba? Katya, böyle bir babanın yanında büyümektense ondan yıllarca uzak kalmıştı. Belki yüzünü bile zor hatırlıyordu. "Sen bana niye kıymak?" Elimi alnıma yaslayarak dertli bir nefes aldım. "Abi yok, ben sana kıymamamak. Kıy-ma-mak. Olumsuz bak, bir şeyin olmadığını belirtiyor." Dediğim sırada deponun kapısı birden gürültüyle açıldı ve elinde silahıyla Savaş göründü. Bizim halimize bakarken şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Olduğu yerde kâl gelmiş gibi kalakaladı. Silahını bile indirmedi, ya da gözlerini kırpmadı Anlaşılan bu gece şampiyonlar ligiydi. Tek eksiğimiz, Yavuz'du. Asil beni çok merak etmiş olmalıydı. "Hoşgeldin, hoşgeldin. Biz de şeftalili meyve suyu içecektik. Gel gel, bize katıl. Şurada güzel zincirli bir köşemiz var," başımı Raskol'e çevirdim. "Raskol Rus abi, otursun dimi zincirli sandalyeye." O ise beni duymadan Savaş'a ilerlemeye başladı. Savaş'ın o anki şaşkınlığından faydalanan iri yarı sarışın bir adam tüm gücüyle koluna bir tekme attı. Çıkan sesle yüzümü buruşturdum ama hayır, Savaş bir kez inlememişti bile. Oysaki ben kolunun kırıldığına yemin edebilirdim. Bana öğrettiği gibiydi. Canını yakmak isteyenler, acını duymak isterler. Kimseye istediğini verme. Sesini çıkarma acıya ki, duymasınlar iniltini. İntikamın daha acılı olacaktır. Bu adamlar korumak için değil, öldürmek için eğitilmişlerdi. Buradaki tüm adamların gözlerinde zerre merhamet görünmüyordu. Planlarım kafamın içinde yeniden kurulmaya başlandı. Buradan kaçış çok da kolay olmayacaktı. Sarışının yüzünde bir zafer ifadesi oluşurken onunla Türkçe konuştu. Aksanı biraz belli olsa da Türkçesinin iyi olduğu belliydi. "Seni görmeyeli uzun zaman oldu, Alex." "Yokluğumda birkaç çömezi yenebildiğini duydum," diye dalga geçti Savaş. "Hep yerimi almaya çalışıyordun, kıyamadım verdim. Ne yapayım, ağlayan insanlara dayanamıyorum." Raskol, yanına gittiği Savaş'ın alnına silahı dayayarak tetiği hazırladı. Rusça sert bir şekilde ona bir şeyler söylediğinde ben dağlarda gezen Heidi gibi masumca siyah elbisemle ortada dikiliyordum. Bir büyükbaba, Peter diye bağırarak koşuşturmam eksikti. Savaş gözlerindeki buzları çözmeden gözleriyle beni işaret etti ve bir şeyler söyledi. Ben niye bu yaşıma kadar dil öğrenmemiştim ki ya, çatlayacaktım meraktan. Onlar sert bir ifadeyle konuşurken Savaş'ın Raskol'e saygısı yüzünden okunuyordu. "Savaş?" Bağıran sesin sahibiyle dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırdım. Bu gece herkes belasını arıyor olmalıydı. Yavuz delinin tekiydi. "Ya sen emin misin, Alin'in burada olduğundan? O manyak durmaz ki böyle yerlerde, çok pis kok-" kapının girişine geldiğinde gördüğü manzarayla yutkundu. Tüm bakışlar ona dönmüştü. Yapmacık bir şekilde gülümsedi. "Ben sizi hiç rahatsız etmeyeyim, Savaş'ı da öldürün. Elinize sağlik, beni dertten kurtarıyorsunuz. Ben gideyim, hayırlı cumalar." Raskol gitmek üzere olan Yavuz'un ayaklarının dibine bir kurşun sıktığında Yavuz küfrederek durdu. "Raskol, biz eski dostuz! Beni vuramazsın!" "Kızım nerede!?" Diye bağırdı hiddetle. Raskol ikinci kurşunu Yavuz'un omzuna sıktığında Yavuz dişlerini sıkarak boştaki eliyle kolunu tuttu. İşte şimdi bakışları kararmıştı. "Bunun hesabını kızından soracağım," bir babayı kızıyla tehtid etmek mi? Hem de bu tür kızlarını hayatlarının merkezine koymuş babaları mı? Yavuz'un hiç bu kadar acımasız olduğunu düşünmemiştim. Ama bir şeyi de düşünmelerine izin vermemiştim. Kimseye asla tüm gücümü göstermemiştim. Kimse benim ne kadar acımasız olduğumu hiç bilmemişti. O benim bana saklı yanımdı. İkinci kurşun da diğer omzuna geldiğinde elimi dertli bir şekilde alnıma vurdum. "Salak bu, valla yemin ederim salak." Elimi Yavuz'a sallayarak üzerine yürüdüm. Karşısına geldiğimde, "ya derdin ne? Bak bakalım burada üstünlük kimde? Azıcık şu beynini bir kullan istersen. Güyya kocaman adamsın benden daha salaksın." Dedim ve dudaklarımı oynatarak ses çıkarmadan ekledim. "Güven bana." Dişlerini sıkarak yüzüme baktıktan sonra verdiğim mesajı alıp başını salladı. Üstünlük bize geçene kadar burada eli kolu bağlı olmayan ve sinirli olunmayan tek kişi bendim. Bu yüzden bu salaklara yardım edecek birisi varsa o da bendim. Burhan'ın beni kaçırıp getirdiği depodaki hakimiyet Rus kartelindeydi. Burhan yakalanarak hepimizi ele vermişti. Bazen ne kadar kötü olursanız olun, böyle bir durumdaysanız en kötüsü olmadıkça hayatta kalamazdınız. Raskol bu gece Burhan'ın aptal şeyleri yüzünden yıllarca aradığı her şeye kavuşmuştu. Tek eksiği kızı olmalıydı. Farkında olmadan tüm oyunu yıkmıştı. Ya da bu oyunu benim üzerimden oynadığı için yıkılmıştı oyun. Rusça sert ve öfkeli bir emir verdiğinde Savaş ve Yavuz'u da getirip birer sandalyeye bağlamışlardı. Raskol, korumalarının getirdiği bir saldalyeye oturduktan sonra ciddiyetle önündeki üçlüye baktı. "Burhan olmak çok salak. İşe yaramamak. Onu götürün." Korumalar Burhan'ın kollarını tutup götürmeye çalıştıklarında hızla araya girdim. "Raskol Rus abi, o kalsa olmaz mı? Benim bir intikam mevzum var onunla. Benim olsun mu o?" Şimdi bazen ne kadar güçlü olursanız olun, üstünlük size geçene kadar ne yapacağını bilmeliydiniz. Diğer bir değişle, köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyecektik. Raskol yan gözlerle beni süzdükten sonra dudaklarını kıvırdı. "Ben seni sevmek, sen katılmak benim kartel. Burhan olmak, senin." Hı? Yok ben kesin yanlış anlıyordum. "Siktir," diyerek ipleri çekiştirdi Savaş. Öfkeli gözlerle Raskol'e bakarken kırık kolu hareketlerini kısıtlıyordu. Eğitiminizi veren kişiden kaçmanız daha zor olurdu. Savaş da şuan bu andaydı, onun eğitimini kartel vermişti ve kartelden kaçması daha zor olacaktı. "этого не случится! отпусти ее!" "Ya of ben anlamıyorum ki!" Diye isyan ettim. "Türkçe konuşun." "Sen dövüşmek Venyamin. Kazanırsan olmak Ölüm pençesi üyesi, benim sol kol. Sen yaşamak. Burhan olmak senin. Kabul?" Abi ne Venyamin'i? İyi bak Bünyamin'dir o. Allah'a bin şükür ki, bunu da yaşamadık demeyeceğiz. "Kabul," derken bileğimdeki tokayla saçlarımı toplamaya başladım. Ne kadar işin ucunda güzel şeyler olsa da hile yapmayacaktım. "Ama bak net söylüyorum yüzüme dokunursa kıyameti koparırım." "Sen aptal mısın!?" Diye bağırdı Savaş. Ona yan bir bakış attım. "Gücünü ölçüyor. Seni nasıl yenip yenemeyeceğini, zayıf noktalarını öğrenmek istiyor." Neredeyse şeytani bir gülümseme döküldü dudaklarımdan. "Ben de onu istiyorum ya, varsa zayıf noktam bulsun. Ben bulamadım çünkü." "Çoktan buldu bile." Dedi başını iki yana sallayarak. "Emellerin uğruna yapamacağın bir şey yok." Bana büyük bir tehlike yaratmazdı bu. Dikkatli olduğum sürece ayağıma bile dolaşamazdı. Birkaç saat beklemem gerekiyordu. Asil, Katya'yı ve Barlas'ı buraya getirdiğinde benim herkesi ele geçirmiş olmam gerekiyordu. Zaman kaybetmemeliydim. Aceleci olmamalı ama seri olmalıydım. Dikkatlice pozisyon aldım. Bacağımdaki kemerin ve içindekilerin hâlâ orada olduğunu hissedebiliyordum. Burhan emir verirken sadece kaçırılma emri vermiş olmalıydı. Daha önce hiç bu kadar işime yaramamıştı. Karşıma kumral saçlı mavi gözlü bir adam geldi. Boş gözlerle bana bakarken, "kadınlara nazik davranmam," dedi. Gülümsedim. "Ne tesadüf, ben de kimseye nazik davranmam." Bünyamin diye ekledim içimden. "Başlayın," diye emir verdi Raskol. İlk hamlenin ondan gelmesini bekledim. Kibre kapılmadan ve dediği gibi nazik davranmadan birden tam yüzümün ortasına bir yumruk savurdu. İçe doğru büktüğüm dirseğimle yumruğunu karşıladım. Çıkan çınlama sesi yüzünden kaşları çatıldı. "Asla ama asla, kendine fazla güvenme." Dedim. Bileklerimde çelik kaplamalar vardı. İldem'lere fark ettirmeden elbiseyi giyerken takmış olmaktan şimdi gurur duyuyordum. O gün Savaş'ın anlattıkları beni tetikte olma konusunda harekete geçirmişti. Karnıma gelecek olan yumruğunu zorlukla avucumla durdum ve dişlerimi göstererek sırıttım. "Ve özel bölgeni sakla. Malum ayıp da biraz." Ardından dizimi oraya geçirdim. Adam ayı gibi güçlüydü. Normal bir adamın neredeyse üç katı güçlüydü hem de. Asla strateji kullanmadan yenemezdim. Zayıf noktalarına oynamalıydım. Bu yaptığım onu sinirlendi. Benim istediğim de buydu. Hareketleri sinirli ve seri bir hal aldı. Mesafeyi koruyarak onu yormaya çalıştım. Her gelen darbeyi ya geriye çekilerek ya da kollarımla engelledim. Yine de belime ve omuz bölgeme yediğim birkaç yumruktan sıyrılamamıştım. Ellerimi yumruk haline getirerek tekrar pozisyon aldığım an birden yaklaştı ben daha geriye çıkamadan saçlarıma yapıştığında ise dudaklarımdan histerik bir kıkırtı çıktı. "Sen bittin." Saçlarıma sıkıca yapışmasına rağmen bacaklarımı gererek sırtına atladım. Açılan saçlarım avuçlarında kayarken bacaklarımı boğazına doladım. Beni aşağıya itmeye çalıştı ve koparırcasına saçlarıma asıldı. Dişlerimi sıkarak bir elimi bacağım attım ve uyuştucu iğneyi boğazına sapladım. Daha fazla orada tutunmaya izin vermeden kükrer gibi bir sesle beni omzundan attı. Kalçamın üzerine yere düşmüştüm. "Bizi çok küçükken eğitirler," dedikten sonra başını iki yana salladı Savaş. "Birçok uyuşturucuya ve zehre tepki vermeyiz." "Bu şimdi mi söylenir mutant! Yemin ederim mutant ordusu gibisiniz!" Derken kalkıp kaçmaya başladım. "Hile yapmak var dimi!?" "Kural yok," diyerek oturduğu yerle eğlenen gözlerle bizi işaret etti Raskol. "Kural yoksa hile var." Bunu duyar duymaz bacağımdaki minik silahı çıkardım. Nişan alma yetimin iyi olduğunu biliyordum. Birçok kez av hayvanlarına koşarken uyuşturucu silahla ateş etmiştim. Daha sonra panzehir verip uyanana kadar beklemişliğim vardı. Savaş'ın da daha önce söylediği gibi, kimse bir kurşundan daha hızlı olamazdı. Hızlıca bir hesaplamayla birden art arda iki kez göğsüne nişan aldım. Silahlarımın içindekiler daha ağır uyuşturuculardı. Yıllar önce Savaş'ın bıraktığı bir kutudaydı. Aslında beni bırakırken o kadar da savunmasız bırakmamıştı. Bıraktığı kutunun içinde bir hançer, ağır uyuşturucu ilaçlar, zehirler ve panzehirler vardı. Ve eğer bana verdiği o uyuşturucular tahmin ettiğim gibi onun kartelindeki dayanıklı adamlara bile etki eden bir ilaçsa, o zaman kazanmıştım. Adam bu yaptığımla daha da sinirlendi. Hırlayarak üzerime gelmeye başladığında gözlerim seğirdi. Ayağımı yere vurup sinir krizi eşiğinde çığlık attım. "Mutantlar!" Ardından koşmaya başladım. Yiyeceğim bir yumruğa daha tahammülüm yoktu. "Raskol abi gülme!" Diye bağırırken onun üzerinde koşuyordum. Yanına geldiğimde ellerimi yere koyarak takla attım ve diğer tarafına geçtim. Eteğim yer çekimiyle açılmadan yere atlamış ve koşmaya devam etmiştim. Ama arkamdaki de benim kadar tecrübeli olduğu için yorulmuş gibi değildi. "Sizi izlemek komik olmak." "Ya hadi bu gülüyor," sinir harbiyle Yavuz'un üzerine koşmaya başladım. "Sen niye gülüyorsun lan?" Yaralı omzunu sıkarak koşmaya devam ettim. "Gülmüyorum ulan!" "Öyle mi? Ah pardon, gülüyorsun sanmıştım!" "Seni elime bir geçirirsem!" "Ellerin bağlı ki!" Koşarken hafifçe arkama döndüğümde Bünyamin'in yavaşladığını gördüm. Avuç içimdeki silahı kaldırarak bir anlığına durdum ve bu seferkini boğazına nişan aldım. Birkaç saniye bekledikten sonra boğazındaki minik mermiyi çıkardı. Tene girmiyordu. Ucundaki küçük iğne tene dokunduğu an içe sızıp damarlara yapışıyor ve ilaçı enjekte ettiği an kancalarını kapatıyordu. Çatık kaşlarla mermiyi inceledi, kafasını kaldırıp bana baktıktan sonra bakışları savaşa döndü. "Seni hain." "Dostum, o benim kızım sayılır. Kartelde ne denir bilirsin, kimsenin çocuğuna zarar vermezsiniz." "İhanet etmediği sürece. Ve sen artık kartelden bile değilsin." Dizleri üzerine düşen dev cüsseli adama baktım. Ona doğru ilerlemeye başladım. Başı tam yere düşeceğinde elimle tutup hafifçe yere yatırdım. Ardından karnına yumruğumu geçirdim. "Karnım çok acıdı! Hak ettin!" "Evet, Burhan senin." Diye seslendi Raskol. Dediğim gibi kimseye tam olarak tüm gücümü göstermemiştim. İstersem bu dövüşü bilek gücümle de kazanırdım. Zekayla birleşen bir fiziksel güç oldukça etkiliydi. Ama gerçekten de gücümü test ettiği için hepsini gösteremezdim. Ona doğru ilerlemeye başladım. "Kızını istiyor musun?" Birden ayağa kalkarak silahı alnıma doğrulttu. "Katya nerede?" Ama biz az önce ne güzel anlaşıyorduk, oldu mu hiç böyle? "Bulacağım," diyerek elimi ona uzattım. "Yavuz ile boş yere vakit kaybetme. İşkence bile etsen konuşmayacaktır. Ama ben sana garanti ediyorum, saatler içerisinde sana kızını getireceğim." Gözleri kısıldı. "Karşılığında ne istiyorsun?" "Adamlarını da al ve bu üçünü bana bırak. Çünkü el birliğiyle her şeyi berbat ettiler. İntikam istiyorum." "Yemeğinin soğumasını bekledin mi?" "Kısa bir süre ama evet. Yenecek kıvamda." "Toplanın!" Diye bağırdı birden etrafındakilere. "Kızımı sabah olmadan bana getir, ben zaten on bir yıldır bekliyorum. Bir saat daha fazla beklersem neler yapacağımı tahmin edemezsin." "Sevgi adasının yakınlarında bekle, sana getireceğim." Bu konuda Asil'e güvenmekten başka çarem yoktu. Bunu ondan isteyecektim. "Ya bir de şey, şimdi ben senin sağ kolun oldum mu?" Aslında türkçeyi çok iyi konuştuğunu ama rol yaptığını anlamıştım. Sadece dalga geçiyordu. "Evet." "Yani senin adamların benim de adamlarım sayılır dimi?" "Kısmen." "O zaman beş tanesi benimle kalsın, olur mu?" "Olur," dedikten sonra arkasına bir işaret verdi. Beş kişi öne çıktı. "Siz burada kalıyorsunuz, ben yokken emir komuta Alin'in. Hanımefendiyi üzerseniz, ben de sizi üzerim." Ben bu işi çok sevmiştim ya. Bedava koruma. Diğerleriyle birlikte dışarıya çıkarken son anda bana döndü. "Kızımı getirmezsen, nerede olursan ol bulurum seni. Canın kızımınkinden daha değerli olamaz." Abi ne tehtid ediyorsun ya? Anladık işte. Başımı salladıktan sonra onların gitmesini bekledim. Elimi yeni korumalarıma uzattım. "Birisi bana gerçek bir silah versin. Kendimi oyun oynuyor gibi hissediyorum." Avucuma bir silah verdiler. Ardından bir koruma da elime üç tane telefon uzattı. "Onların telefonları," avucuma alarak önümdeki üçlüye döndüm. "Lan siz bunları iple mi bağladınız? Gidin zincir falan bulun şu üçüne." Diyerek elimdeki silahı salladığımda birkaç koruma çatık kaşlarla benden uzaklaştı. "Lan korkmayın, patlamaz. Dikat ediyorum ben." Ardından onlar zincirleri getirdiklerinde önümdeki beş kişiye bakarak sırıttım. "Ne yapalım biliyor musunuz? Ders çalışalım. Hem YKS yaklaşıyor bana da tekrar olur dimi? Matematikten başlayalım mı?" Başımı omzuma eğerek sahte bir masumlukla gülümsedim. "Sadeleştirme yapalım, sonra da paydaları eşitlemek için böleriz." Silahı korumalara salladım. "Arkadaşları soyalım, sadeleşsinler." "Siktir, delirdi,"dedi Yavuz. "Ben hallederim derken hepimizi soyacağından bahsetmemişti." "Gururlandım ama soyunma fikri sinirlerimi bozuyor," diyerek sert ifadesinden ödün vermedi Savaş. İkisinin de canı çok acıyor olmalıydı. Yavuz çok kan kaybetmişti ve Savaş'ın gül gibi bir kırık kemiği vardı. "Sana da ne diyelim biliyor musun? Çok iyi bir akım biliyorum. Dün bütün gece uyumadım Savaş, Savaş mı demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini söylemek istersin Alex?" "Ayıp oluyor." "Ya bir tane mi akıllı yok lan burada!?" Diyerek sinir krizine yakın bir sesle araya girdi Vampir şerefsiz mafya Burhan. "Kimse farkında değil mi? Kız bizi ders çalışma bahanesiyle parçalayacak, yok etme metodunu da kullanıp artık yakar mı atar mı bilmem!" "Ya sen de mi ders çalıştın?" Derken merakla ona döndüm. "Gerçi senden adam olmaz da neyse." Dediğim sırada elimdeki telefonlardan birisi çalmaya başladı. Çalan telefon Burhan'ındı. Varal arıyor... "Burhan, oğluşun arıyor," dedim ve hevesle telefonu açıp kulağıma tuttuğumda Asil benim konuşmama fırsat vermeden bağırarak konuşmaya başladı. Sesi ne kadar hoşuma gitse de kulak zarımı patlatma gibi bir niyetim yoktu. Yüzümü hafifçe buruşturarak telefonu biraz uzaklaştırdım. "Ecdadını siktiğim! Sen yaptın dimi! Nerede lan, nerede!" İşaret parmağımla telefonu Burhan'a gösterdim. "Galiba sinirli. Azıcık ama bak." "Asil, kulağımın zarı patladı. Hani az daha bağırsan, buradan Alaska'ya gidecek sesin. Ne diye bağırıyorsun?" Karşı tarafta bir saniyeliğine sessizlik oluştu. Derin bir nefes aldığını duydum. "İyi misin, güzelim?" "Ay çok iyiyim, ders çalışıyoruz. Sadeleştirme, payda eşitleyip bölme ve yok etme metodu çalışacağız." "Ne?" Dediğinde hiçbir şey anlamamıştı. "En son dans ediyordun. Sadece bir an gözlerimden kaybettim seni. Kamera kayıtlarında seni birileri kaçırıyordu. Neredesin sen? Söyle gelip alayım?" "Ama matematik," diyerek dudaklarımı büzerek masumca mırıldandım. "Hem bak kimlerle ders çalışıyorum. Raskol Rus abi vardı az önce, Savaş var, Yavuz var, Burhan var. Bir tek Katya ve Barlas yok. Onları alıp gelir misin? Konum atıyorum sana." "Tamam," diyerek ne istediğimi anladığını belirtti. "Bulurum. Geliyorum. Dikkatli ol, telefonu kapatma desem?" "Asil," dedim harfleri uzatarak. "Ders çalışıyorum." "He kesin ders çalışıyor, bağladı hepimizi buraya, soyacak kesecek hepimizi. Burada cilve yapıyor." Diye homurdandı Yavuz. "Ay sana ve, istersem cilve yaparım istersem çocuk. Sana mı sordum?" Cıklayarak önüme döneneceğimde, "cocuk mu? Nerda?" Diyerek ayıktı Bünyamin. "Yok bir şey Bünayamin, uyu sen. Hadi, bak yıldızları görüyor musun? Bak bak onlar, beyaz beyaz bak." "Olmak örücek ağı, olmamak yıldız." "Abi yok ne örümcek ağı, yıldız onlar yıldız." Diyerek telefonu tekrar kulağıma getirdim. "Bu adamı da kandıramıyoruz hiç. Hayır yıldız diyorsam yıldızdır, niye yalan söyleyeyim?" Duraksadıktan sonra farkındalık dolu bir sesle devam ettim. "Aslında değil, örümcek ağıydı ama neyse. Tamam." "Alin ne oluyor?" Dedi endişeyle. Her endişelendiğinde bana Alin diyordu galiba. "Bana bir açıklama yap, hadi güzelim." "Asil şimdi çok uzun bu iş, anlatacağım sana. Ama senin bana Katya'yı bulman gerekiyor. Sabah olmadan bulmalısın. Barlas'ı da buraya getirip Katya'yı bulmalısın. Çok önemli, tamam mı? Sonra ne istiyorsan anlatacağım." "Senden de mi?" "Benim kadar önemli. Çünkü birazcık canım üzerine anlaşma yapmış olabilirim." Tam o sırada sert bir ses geldi. Sanırım bir şeylere vurmuştu. "Canın acıyacak." "Bana canın için anlaşma yaptığını söylüyorsun ama şuan önemli olan elimin acıması mı!?" Sinirli nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı. "Yavuz'u sıkıştır. Bir şeyler öğrenirsen hemen ara beni. Ben halledeceğim." "Tamam, dikkatli ol." Arkamı dönerek birazcık onlardan uzaklaştım. "Asil?" "Efendim, güzelim? Başka ne yaptın bakayım? Daha kötü ne olabilir acaba?" "Seni seviyorum sadece." Dedim hiç alınmadan. Şimdi benim için endişelenmekle meşgulken doğru düşünemiyor olması normaldi. "Söylemek istedim." Kısa bir süre sessiz kaldı ve sakin nefes sesi kulağıma geldi. "Sanırım duymaya ihtiyacım varmış. Ben de seni seviyorum." Ellerim kapatma tuşuna gittiğinde nemlenen gözlerimi kırpıştırdım. Onun ihtiyacı olduğu her an bunu tekrarlayabilirdim.
🍑
Pantolonlarıyla önümde oturan üçlüye baktım. Gülmemek için kendimi tuttum. "Ya siz şeye benziyorsunuz, pantolon reklamı yapan yabancı modellere. Bir de şey oluyorlar, bazı kitap kapaklarında da oluyorlar. Ben cilt takıp saklıyorum onları." "Cins şey," diye homurdandı Burhan. Ayağımdaki topukluyla uzanıp dizini dürttüm. "Ee yok mu bugüne özel bir bilgin? Hapishanede veriyordun?" "Deliler delidir, herkes hastaneye yatmaz. Bazıları da senin gibi dışarıda gezerler." Yüzümü buruşturdum. "Beğenmedim." Savaş'a döndüm. "Baksana senin araya araya bulamadığını tek gecede buldum." "Kaçarak aradığım adamı," diye düzellti beni. "Hem saklanıp hem de bunu bulmak zordu." "Ee," diyerek Yavuz'a döndüm. "Düşündün mü?" "Neyi?" "Katya'nın yerini? Hadi söyle de kurtulalım." "Hayatta olmaz." Diyerek karşı çıktığında ayağa kalkıp Savaş'a ilerledim. "Sen mi öldürürsün ben mi?" "Çözsene ben öldüreyim." "Hıı, oldu. Çözeyim de kaç. Yemezler." Eteklerimi havalandıracak şekilde birden döndüm ve üçünün önünde yürümeye başladım. "Şimdi bir düzenleme yapalım. Vampir şerefsiz mafya Burhan zaten ölecek, onun başka şansı yok. Yavuz, Kastya'nın yerini söylemezse zaten hiçbirimiz sağ çıkamayız. Oldu da söylerse ben de sakat bırakırım, ki zaten iki ihtimal de de var o şık." "Ben her türlü zararlı çıkıyorum, en azından yanımda şu mankafayı da götüreyim." Sırıtarak Savaş'a döndüğünde gözlerini kapatmak zorunda kaldı. "Lan ne tükürüyorsun? Lama soyundan da mı aldın genlerine!" "Seninle öleceğime tam şu an burada ölürüm daha iyi," yüzünü onun olmadığı tarafa çevirip gözlerini deponun zeminindeki kanlara dikti. Şimdiden kötü bir koku yaymaya başlamışlardı. "Yavuz," diyerek ona yaklaştım. Gözlerimi gözlerine odaklayarak ciddiyetle ona baktım. "Katya'ya ne yaptın?" "Kötü olan hiçbir şey." "Şimdi nerede?" "Söyleyemem." "Senin için hiç önemim yok, değil mi? Gerçi bilmem gerekirdi. Kimse bir gece gördüğü bir kızı önemsemez. O oyuncağı saklasan bile şuan sen kendi seçimini yaptın. Farkında değilsiniz ama aslında ben her birinize seçim hakkı veriyorum. Yargısız infaz yapmıyorum. Sen Katya'yı seçtin, ben de şimdi seçimimi yapacağım." Elimdeki silahı Yavuz'un alnına yasladığımda sadece blöf yapıyordum. Amacım korkutmaktı ama duyduğum tiz bir çığlık sesi kaşlarımın çatılmasına neden oldu. "Baba!" "Katherina." "Ne? Kim?" Derken şaşkınca arkamı dönmüş koşarak gelen kızı izliyordum. Omzuma çarptıktan sonra Yavuz'un önünde diz çöküp ağlamaya başlayınca yüzüm allak bullak bir ifadeye büründü. "Nasıl ya?" Kızın sicim siyahı saçları vardı. Boyu benden uzundu. Güzel bir kızdı. "Al sana Katya, kız hiçbir şey hatırlamıyor ki. Sen de babasına götüreceksin," dedi Savaş. "Ama Katherina, babası, Katya-" kendi sözümü kendim keserek öfkeyle Yavuz'un üzerine doğru bir adım attım. "Kızı babasıymış gibi mi büyüttün!?" İsmini bile değiştirmişti! Kız ağlamayı keserek ayağa kalktı ve beni omuzlarımdan itti. "Babama bağırmayı bırak! Ona zarar vereceksin! Kolunu da sen mi vurdun!? Kötüsün sen!" Sırıttım. "Canım sen kötü görmemişsin." Tam o sırada belime dolanan kollar beni kendi göğsüne hapsetti. Daha ilk andan burnuma dolan kokusuyla sinirlerim yatıştı. Bu adamda bir papatya çayı etkisi vardı. Bedene karıştığı an sakinleştiriyirdu. Karnıma dolanan kolları çapraz bir şekilde beni sardı. Elleri bel oyuntuma yerleştiğinde ise başını boyun girintimde hissettim. Dudaklarını köprücük kemiğime bastırarak kokumu içine çektiğinde iki elimi de kolunun üzerine koydum. "Bana bunu bir daha yapma, canın üzerine bir daha anlaşma yapma. Ne kadar korktuğumu tahmin bile edemezsin." "Şşşt, şimdi cilveleşemem. Hatırlat sonra yavşayacağım ben sana. Sen sakin ol, iyiyim ben. Ama şimdi ciddi bir ortamdayım." "Biz burda yokuz," dedi tekrar ayıkan Bünyamin. "Siz devam edebilirsiniz, bekleriz." "Bünyamin sus," diye seslendim. Ardından Asil'in kolları arasında ona döndüm. Gözlerine bakarak gülümsedikten sonra uzanıp yanağına dudaklarımı bastırdım. "Daha da öperim ama şimdi mafya kadın oldum ben. Kartel hatunum. Bir ağırlığım var, hatırlat sonra öperim." Güldü. "Hiç de akıllanmaz. İyi yap bakalım şovunu." "Aa, sen bu kızı getirdin ama tehlike bitmedi ki. Şimdi bu kızı alıp sevgi adasının yakınlarındaki kartele götürmen lazım. Onlar seni bulur. Bir başkasına veremem," avucumu yanağına yaslayıp başımı omzuma eğdim. "Bu kızın sapasağlam babasına ulaşması lazım." "Sorun çıkaracaktır, Yavuz'u vurmuşsun. Hafızası yok. Beş yaşına kadar olan hiçbir şeyi hatırlamıyor. İsmini bile Katherina sanıyor." "Yavuz'u ben vurmadım ki," diyerek omuz silktim. "Ölüm pençesinin lideri Raskol vurdu. Ayrıca bak, ben artık kartel üyesiyim. Beş tane de özel adamım var." "Sanki oyuncak almış gibi seviniyorsun," diye mırıldandı gülerken. Hafifçe eğilip alnımı öprükten sonra ekledi. "yarım saate dönerim. Daha fazla olay çıkarma ben gelmeden, olur mu?" "Denerim," diye kıkırdadım. "Barlas'ı da buraya çağırdım. Seni bulduğumuzu ama kimseye söylememesi gerektiğini söyledim." Ona parlayan gözlerle baktım. "Teşekkür ederim." "Lafı bile olmaz." O zorlukla Katya'yı dışarıya götürürken Yavuz arkasından bakıyordu. Katya ağlıyor, babasının yaralı olduğunu söylüyordu ama nafile. Derin bir nefes alarak içinde uyuşturucu olan silahı doğrulttum ve Katya'nın bacağına nişan aldım. Katya saniyeler içerisinde kendinden geçerken diğer silahla arkamdaki korumalara işaret verdim. "Biriniz Katya'yı taşısın. Biriniz de arbayı kullansın. Bir kişi de güvenlik için gitsin." Asil kaşlarını kaldırarak bana baktığında omuz silktim. Kızın bacak boyu maşallahtı. Boy da benden uzundu. Gerçek bir kıyaslama yapamayacak olsam bile benim kadar güzeldi de. Bir anlık içgüdüyle kıskanmıştım işte. Ama söyleyecek halim yoktu. "Sen gitme, vazgeçtim." Çocuk gibi iki avucumu ona doğru uzattım. "Biz seninle ders çalışalım." "Ay yok ama artık!" Diye isyan etti Burhan. "Doktor, polis, jandarma ne varsa buraya talep ediyorum." "Talep ediyorsun," Asil ciddi bir ifadeyle başını salladı. Bana doğru yürüyüyerek havadaki ellerimi avuç içine aldı, hafifçe okşadıktan sonra benimle birlikte Burhan'a yürümeye başladı. Bir şey anlamadan onu takip ederken Burhan'ın önünde durmuştuk. Asil birden ellerimi bırakarak Burhan'ın yüzüne bir yumruk indirdi. "Talep reddedildi. Bu da teminatı." Burhan saldalyeyle birlikte yere düştüğünde gülmeye başladı. "İyi yumruktu." "Ama sen beni hiç dinlemiyorsun," derken kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Ben neler yaptığımı anlatacaktım daha." "Bir dakika güzelim, dinleyeceğim." Dinlediği falan yoktu, Burhan'ı dövüyordu. Topuklularımı tıkırdata tıkırdata yürümeye başlarken elimdeki silaha göz attım. Ucunda susturucu vardı. Parmağımı tetiğe yerleştirerek birkaç kez rastgele savurdum. Tam arkamı dönüp silahla ilgili bir şey soracakken silah birden patladı ve acılı bir inilti kulaklarımı doldurdu. "Kimi vurdum?" Hızla sesin geldiği yöne bakarken karnını tutan bir adet Barlas'la karşılaştım. Bakışlarım elimdeki silaha düştü. "Siz bana gerçekten dolu silah mı verdiniz?" "Ne bekliyordunuz?" Dedi boş gözlerle beni izleyen koruma. "Gerçek silah dediniz." Ben ama şimdi. "Barlas vallahi yanlışlıkla oldu, öldün mü lan?" Telaşla yanına koşarken birden yere düştü. Ne yapacağımı bilemeyerek ben de diz çöktüm. "Şş, kalk lan. Annemlere ne diyeceğim? Barlas? Lan ses versene, bak korkuyorum."
🍑
Şimdiki Zaman.
Birbirine yapışmış gibi acıyan gözlerimi aralayarak karanlık odada gözlerimi gezdirdim. Kurumuş boğazım ve ağrıyan başım bana hiç yardımcı olmuyordu. Yatakta doğrulmaya çalıştığımda "kalkma," diyen bir ses duydum. Sakin, sessiz ve de yatıştırıcıydı. "Sakinleştiriciler başını döndürür. Biraz daha uzan." "Asil," kuruyan boğazım yüzünden yüzümü buruşturarak yutkunmaya çalıştım. "Barlas nasıl?" "İyi," hareklendiğini hissettiğimde gözlerimi ona çevirdim. Yanıma gelip doğrulmama yardım etti. "Biraz su iç. Bir şeyi yok, uyuyor şimdi." Uzattığı suyu avucuma alırken karanlıkta birer elmas gibi parlayan elalarına baktım. "Gerçekten mi? Kandırmıyorsun beni değil mi?" "Biraz kendine geldiğinde beraber yanına gideriz, rahatlarsın. Şu suyu bir iç," bardaktaki suyu sonuna kadar içtiğimde elimden aldı ve komidine koydu. Ardından yatağa oturdu. "Şimdi normal odaya aldılar. Mermi sıyırmış. Merak edecek bir şeyi yok, sabaha çoktan uyanmış olur. Hatta kendini zorlamamak şartıyla kampa bile gider, sen merak etme. Biraz daha uyu." "Uyumak istemiyorum, şimdi gidip göreyim." Çaresiz bir nefesle ellerime uzandı. Parmak boğumlarıma dudaklarını bastırırken ben hâlâ onun beni Barlas'ın odasına götürmesini bekliyordum. Soluduğum hastane kokusunu biliyordum, burada hangi odada olduğunu nereden bilecektim ki. "Olmaz," kaşlarım çatılırken ellerimi avuçlarından çekmeye çalıştım. "Dinle, şimdi uyuyor zaten. İstesen de konuşamazsın. Sen de biraz uyu." Zaten ağrıyan kemiklerim beni yarı yolda bıraktı. Kollarım yorgunlukla pes ederken sol gözümden bir damla süzüldü. "Benim yüzümden." "Sana dikkat etmeliydim, sen yüzünden değildi. Benim yüzümden." Yatakta benden geriye kalan boşluğa uzanarak sırtını yatağa yasladı. Beni kolunun altına alarak başımı omzuna yasladı. "Babamı bulmalıydım. İlk fırsatta hedef olarak seni seçeceğini tahmin etmeliydim." Ben kendimi suçlarken o kendisini mi suçluyordu? "Anlaşılan ikimiz de kendimizi suçluyoruz," diye güldüm. Elimi karnına sararak ona sokuldum. "O zaman birbirimizi suçlamayı bırakalım. Sonuçta kimsenin seçimi değildik. İnsanların seçimlerini yaşadık. İyi yanından bak, artık kartelin yarısı benim. İşin düşerse gel." "Her zaman gelirim," yatakta uzanır hale gelerek beni tamamen üzerine çekti. Boyun girintisine kafamı saklayarak kokusunu içime çektim. Mide ağrım var gibi hissediyordum. Kolunu belime daha sıkı sardı. Bir bacağımı kıvırarak iki bacağının arasına sokarken elimle karın kaslarına dokundum. "İnşallah evlenmeden olmaz felsefen yoktur. Ben elliyorum seni," kısık bir kahkaha atarak belimdeki elini hafifçe aşağıya kaydırdı. Belimden kayarak kalçamın yakınında durdu. "Senin var mı?" Hızla elini alıp eski yerine koydum. "Ben sabrımı şimdi sınamak istemiyorum. Rahat dur." Kafamı göğsüne yaslayıp derin bir nefes aldım. "Uyutsana beni." "Uyutalım seni," avucu sakinleştirmek ister gibi kolumda gezinmeye başladı. Göz kapaklarım ağırlaşarak kapandı. Göğsüm uykuya hasret bir şekilde sakince inip kalkmaya başladığında bilincin kapanmadan önce soluduğum son nefes Asil'in kokusuydu. Gözlerimi tekrar araladığımda Asil yatakta değildi. Gözlerimi açıp kapayarak kollarım arasındaki yastığı sıktım. Bir süre daha öylece uzandıktan sonra yataktan kalktım. Asil odada da değildi. Üzerimde mavi bir hastane önlüğü vardı. Beyaz stor perdelerden içeriye ışık sızıyordu. Yatağın kenarındaki terlikleri giyerek odadan çıktım. Gözlerim koridordaki danışmaya kaydı. Oraya ilerlediğimde masadaki kıza dudaklarımı kıvırdım. "Kolay gelsin, Barlas Durular hangi odada kalıyor acaba?" "Bir dakika bakıyorum hemen," kahve saçları ensesinde bağlanmıştı. Tatlı bir sesi vardı. "1228 numaralı oda. Geçmiş olsun." "Teşekkürler." Koridorda kapı numaralarına bakarak yürümeye başladım. Geçtiğim her kapı sonrasında daha da yoruluyordum. Aslında bedenen bir sorunum yoktu ama beni yoran şey zihnimdi. Buna rağmen dik durmaya çalıştım. İkizimi vurmuş, öldüğünü ve bir katile dönüştüğümü zannederek kriz geçirmiştim. Ardından gelen şok bayılmasından nefret etmiştim çünkü Asil'i ne denli korkuttuğumu tahmin bile edemiyordum. Aradığım kapıyı bulduğunda önce hafifçe tıklattım, bu ses ürkekliğimi yansıtır gibi güçsüz çıkmıştı. Tekrar çalarak kapıyı açtım ve içeriye girdim. "Alin?" Barlas yatakta doğrulmuş, sırtını başlığa yaslamıştı. Beni gördüğünde gülümsedi. "Nasılsın?" Ardımdan kapıyı kapatarak yanına ilerledim ve tekli koltuğa oturdum. Kirpiklerimin arasından bir bakış atıp yarım bir şekilde gülümsedim. "Yani vurulan birisi nasıl olursa işte." "İyiyim," diye güldü. "Gerçekten. Sadece sıyırmış. Ben kan görmeye dayanamam da. O yüzden bayılmışım. Kendini suçlama yani, kaza bu." Ama buna engel olamıyordum ki. İç çekti. "Benimle konuşacak mısın?" "Neyi?" "Alin, biliyorum bana çok kızgınsın ama beni bir dinle. Konuşmak zorunda değilsin söz veriyorum. Amcama gitmiştim önceki gün. Biraz kafası iyiydi, seni ve onları anlattı. Ben de yüzleşmenin sana iyi geleceğini düşündüm. Savaş abiyi tanıyordum. Yavuz amcamla birkaç kez görmüştüm. Ona ulaştım, ikisini de çağırdım. Sana sormalıydım biliyorum ama bunu biraz geç anladım sanırım. Böyle olmak istemiyorum Alin, seninle dargın olmak istemiyorum. Yanlış yaptım biliyorum ama ben sadece onların seninle yüzleşmesini istemiştim. Belki sana iyi gelir zannettim bilemiyorum. Özür dilerim." Başım sağ omzuma doğru eğildi. Gözlerimi donuk bir şekilde ona diktim. Ben onu öylece izledikçe gerildi. İliklerime kadar hissettim. İkiz bağı gibi bir şey varsa tam şuanda hissediyordum. "Bir daha sakın böyle bir şey yapma." Belki de kaybetme korkusuydu bunu görmezden gelmeme neden olan şey. Hepimiz doğru olduğuna inandığımız şeyler yüzünden bazen acı çekmemiş miydik? "Asla," dedi başını iki yana sallayarak. "Bir daha önce gelip sana soracağım. Ne olursa olsun. Söz. Ayrıca," mahcup ifadesi hafifçe dağıldı ve gözleri muzipçe parıldadı. Eliyle belini işaret etti. "Bence intikamını aldın." Sırıttım. "Diyorsun?" "Demeyeyim mi?" "De bakalım," arkama yaslandım. Hâlâ vicdan azabı çekiyordum. Ben sırf onu sıyıran bir kurşunu yanlışlıka attım diye bu kadar vicdan azabı çekerken beni kıran insanlar hiç çekmiyor muydu gerçekten? Konuşmadık. Sadece sakin kalmaya çalıştım. Kendime odaklanmaya. "Gerçekten affettin mi beni?" Diye sordu bir süre sonra. İkimizin de gözlerinde farklı sebeplerden vicdanımızın ağırlıkları vardı. İkiz olmanın aynı duyguları paylaşmak olduğunu zannetmiyordum ama zaman zaman aynı tepkileri, aynı duyguları, aynı anları paylaşıyorduk. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir yanım affetmek, vicdanımdaki duygulardan kurtulmak istiyordu. Bir yanımda affettiğimde tamamen silermişim gibi hissediyordu. "Bilmiyorum," diyerek başımı kafa karışıklığıyla iki yana salladım. "Ama sana kırgın değilim. Olayların tamamını bildiğini sanmıyorum. Her şeyi bilseydin zaten onları benim karşıma çıkarmazdın. Ne bildiğin umrumda değil, sadece ne biliyorsan eksik biliyorsun. Benden duymadığın bir şeye inanma olur mu? Yeterince yorgunuz zaten." Derin bir nefes aldım. "Sanırım kamp da iptal oldu. Bu halde gidemezsin." "Aslında giderim, annemlerin bunu öğrenmesini istemiyorum. Mirza abim bilse yeter. İki gün kampta, geriye kalan iki haftada da Yeni Zelanda'da olacağımız için dinlenir iyileşirim. Annemler anlamaz bile. "Bunu saklamak zorunda değilsin." Sesim fısıltıdan farksızdı. Benim için bunu yapacak mıydı gerçekten? Oysa söylemesi benim için bir şey ifade etmezdi. "Değilim," diyerek başını salladı. "Ama sen benim ikizimsin. Bir yarımı her zaman koruyabilmeliyim. En azından bundan sonra." Gülümsedim. İçten ve duygu dolu bir şekilde. Sevgisi gözlerimi yaşarttı. "Teşekkür ederim." "Bana bir spor çantasının içinde kazak falan hazırlayarak da edebilirsin teşekkürünü." "İnşallah kafanı aslanlar kapar orada, Barlas!" "Afrika safarisindeyiz ya, kapar tabii." Dedi kinayeyle.
🍑
"Hocam," diyen Hakan pek sevgili İshak bey amcama sabırlı bir nefes çektirmişti. "Burada akrep falan olur mu?" İshak bey amca ağzının içinde bir şeyler geveledi ama bence inşallah vardır da seni sokar gibi bi şeyler söylemişti. "Kışın ne akrebi çocuğum?" "Hocam ben haberlerde gördüm, yılan oluyordu kışın ama." "Hakan," dikkatle ona döndü. "Sus." "Babam bunu duyacak!" Hızla arkasını dönüp çadırda birlikte kalacağı arkadaşının yanına ilerledi. Gülerek ben de Mirza ve Barlas'ın yanına ilerledim. Barlas dikkatlice bir kamp sandalyesine oturmuşken Mirza ikisinin birlikte kalacağı çadırı kuruyordu. Herkes kendi çadırını kuracak kuralından nefret etmiştim çünkü hayatımda hiç çadır kurmamıştım. Çadırların hepsi iki kişilikti. Otobüsler bizi bıraktıktan sonra geri dönmüştü, yarın akşam gelip alacaktı. Bir gece kalacaktık yani. Yerdeki çadırlardan birisini alıp açtım. Bu nasıl düzenekti yahu? Derin bir nefes aldım, en fazla ne kadar zor olabilirdi? Yarım saat sonra. "Allah da senin belanı versin," dedim acıklı acıklı oturduğum yerden karanlığa bakarken. "Ben başka bir şey demiyorum sana."
"Alin?"
"Ne var!?" Diye bağırdım ama tepemdeki çadır sesimi yutmuş da olabilirdi yani. İhtimal dahilindeydi. Ben çadırı kurayım derken içine girmiş geri de çıkamamış olabilirdim. Saçım başım birbirine girmiş nefesimi zor alırken en son pes etmiş oturmuştum. Beceriksizliğimin zirvesini yaşıyordum. Birkaç saniye sonra çadırın bir ucu açıldı ve içeriye ışık süzüldü. "Ben de diyorum bu fare nerede?" "Sensin be fare!" Diye çemkirerek çıkışı bulmanın hararetiyle onu itip kendimi dışarıya attım. "Suyunu, havasını, toprağını sevdiğim memleketim." "Bir çadırı bile kuramadı, hâlâ üste çıkıyor." "Dalga geçme be benimle, her şeyi bilmek zorunda değilim. Onu da sen bil." "Beceriksiz," dedi benimle uğraşmaktan zevk alarak. "Gidiyorum ben ya!" Dedim hiddetle. "Sizinle uğraşamam, gider ormanda odun toplarım daha iyi!" "Çadırı da bana mı kurduracaksın yemezler," diye arkamdan seslense de umursamadan yürümeye devam ettim. Kamp alanı ormanın orta yerine yakın bir açık araziydi. Patika bir yolla geliniyordu buraya. Ağaçların seyrek olduğu kısımdan ormana girip söylene söylene kuru bir ağacın dalını kırıp avucuma aldım. Yolda gördüklerimi de kucağıma toplamaya başladım. Zaten Asil de daha gelmemişti. Aylin ablaları otele yerleştirmek için arabayla gelecekti. "Hayır yani, ben her şeyi bilmek zorunda mıyım? Yoo, biraz da onlar bilsin. Sinir bozucu, annem beni onun başına bela olayım diye doğurdu galiba. Gerçi son anda hatlar karışmıştı ama." "Kim kızdırdı yine benim güzelimi?" Senin benim güzelim diyen ağzını... Şey, ehem. Ardımdaki bir ağaca yaslanarak eğlenen gözlerle beni izliyordu. İçindeki parıltılar her seferinde beni çok daha fazla etkiliyordu. Bu dünyada ilgisini çeken tek şey bendim sanki. "Ya Asil," huysuzca kucağımdaki dalları yere atıp ona doğru yürüdüm. Önünde durduğumda dudaklarımı büzerek arka tarafı işaret ettim. "Ben çadır kuramıyorum diye Mirza benimle dalga geçiyor, ben kurmak zorunda mıyım çadır ya?" Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Ardından kolunu belime sarıp kendisine çekti, parlayan gözlerle yanağıma yumuşak bir öpücük kondurdu. "Kurban olurum ben sana, bir gidelim kızarım ben ona." "Tamam," diye kabullendim. Ne dese tamamdım zaten. "Ama söyle tamam mı? Dalga geçmesin benimle. O da fakir, ben onunla dalga geçiyor muyum?" Bu sefer kahkahasını bastırmadığında ben de huysuzca elimi omzuna vurdum. "Ya ne gülüyorsun, komik mi? Burada dalga geçiyorlar benimle. Ne gülüyorsun sen? Sana da küstüm işte al." Gülüşünü zorlukla bastırıp kaçmamam için kollarını iyice bana sardı. Başını omzuma eğdiğinde öpeceğini anlayıp başımı diğer yana eğip ona yer açtım. Tabii, kolay kabullenmeyecektim. "Hiç şey etme zaten, küsüm diyorum o kadar." "Ama ben niye güldüm bir sor bakayım?" "Sormam," dudakları köprücük kemiğimde gezindi. "Niye güldün ya?" "Çok hoşuma gidiyorsunuz hanımefendi, ondan." Kıkırdadım. "Hıı, tabii tabii." "Yaa, öyle işte. Fena ediyorsunuz adamı." Gözlerim karanlık ağaçların arasında parlayan bir çift göz seçti. Bedenim gerilirken tırnaklarımı Asil'in omzuna geçirdim. "Asil?" "Hmm?" "Ayılardan korkar mısın?" Duraksadı. "Ne?" "Asil, arkanda ayı var!" Gözleri inanamayarak arkasına döndüğünde ağaçların arasından patisini atıp yerdeki dalları çatırdatan ayıya baktı. Pençesi ayağının altında ne varsa çatırdattı. Asil birden önüne dönerek beni belimden kaldırdı. Ne olduğunu daha kavrayamadan, "ağaca tırman," dedi keskin bir sesle. Ellerimin uzandığı dalı kavrayarak üzerine oturdum. Aşağıya baktığımda ise ayı artık Asil'in dibindeydi. Kalbim korkuyla çarptı. Şu küçücük hayatta bir tanecik yâr bulmuştum onu da ayılar yiyecekti. "Asil arkanda!" Diye bağırdım endişeyle. Tabii, arkasına dönüp ayıya yumruk atmasını ben de beklemiyordum. Kim beklerdi ki? Az önce... Ayıya... Yumruk attı. Ayı'dan metalik bir ses çıkıp ormanda yankılandığında ayı, ben Ve Asil olarak üçümüz de duraksadık. Metalik bir ses mi? Ne? Çalılıkların ardından gelen kahkaha sesleriyle kaşlarım çatıldı. Mirza ve Barlas'ın sesleriydi. İkisi açıklıktan çıkıp ağacın altına geldiğinde karınlarını tutarak gülüyorlardı. Allah da sizi bildiği gibi yapsın, bok böcekleri. "Nasıl ama? Koralp abimden çaldık," Mirza bir eliyle ayının teneke kafasına vurduğunda diğer elindeki kumadayı fark ettim. "Yüz ifadenizi görmeliydiniz!" "Şu berbaer yola çıktığım insanlara bak!" Ayakkabımın birini çıkarıp Mirza'nın kafasına fırlattım. Ayakkabı omzuna çarptığında bana dil çıkardı çocuk gibi. "Ben sizi kardeş bildim bağrıma bastım, hain çıktınız! Köpekler!" Yalnız köpek biraz ağır oldu. Ardından diğer ayakkabımı da çıkarıp aşağı fırlattım. "Korkudan kalbimle dalağım yer değiştirdi!" "Ee, tamam be. Birisi kafamıza kozalak atmaya başlamadan alsın şunu. İn kız aşağıya." "İnemiyorum ki!" Dedim isyanla. "Ben ağaca çıkmayı biliyorum, inmeyi değil." "Gel indireyim," dedi Mirza. Ona şüpheli bir bakış atsam da hafifçe kendimi aşağıya bırktım. Tam o sırada Asil kalçasıyla Mirza'yı ittirdi. Ben onun kucağına düştüğümde Mirza sendelemişti. "Bana bak belanı arıyorsun ha, dokunma kardeşime ikide bir." "Buldum belamı," beni yere indirdiğinde ona kısık bakışlar attım. Bela mıydık yani biz? Ayıptı. "Gel kız şuraya," Mirza kolumdan cekiştirdiğinde kısık bakışlarım ona döndü. "Yok ben damat olarak kabul etmiyorum bunu." Sana kim sordu be? Ben ayakkabımın teklerini topayıp ayağıma geçirirken hâlâ tartışıyorlardı. "Of ben gidiyorum ya," diye söylenmeye başladığımda kimse beni umursamadı. Barlas da kavgalarına girmişti. Üçü ben yürürken beni takip ediyordu ama hiç farkında değillerdi. "Marshmellow istiyorum ben!"
Bölüm sözü verdim diye atıyorum valla, tüm gün nasıl yorulmuşum. Anca gece yazabildim. Neyse telafi diye yarın daha fazla atarım. Allah'a emanet 💅🏻
|
0% |