Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28_ლ Görevimiz Katya

@cennomi

Keyifli okumalar♡

Sumru kayalar.

 

Ellerimi montumun cebine sokarak ayakkabımın ucuyla toprağı ezdim. Abim gelir gelmez Alin'in ormana gittiğini görmüş ve peşinden gitmişti.

Etraftaki kamp sandalyelerinden birisini alarak oturdum. Abim geldiğinde çadırları beraber kuracağımızı söylemişti.

Etraftaki insanları inceleyerek vakit geçirmeye çalıştım. Kimisi ofluyor, kimisi ailesiyle daha önce çadır kurduğu için kendisiyle övünüyor kimisi de sadece eğlenmeye çalışıyordu işte.

"Abin arkadaşımın peşinden ormana gitti," yanımdan gelen sesle başımı omzunun üzerine çevirdim. Alin'in arkadaşı Berkay yanımda ayakta durmuş benim yaptığım gibi etrafı izliyordu.

Omuz silktim. "Sevgililer, olabilir."

"Ama Mirza ve Barlas da bunu görüp o ikisinin peşinden sırıtarak gitti."

"Bir şey olmaz," diye omuz silktim tekrar. O kadar da konuşkan değildim. İnsanlar genelde tekdüze cevaplarımdan sıkılır ve uzaklaşırlardı. Herkes konuşabileceği birisini isterdi.

Berkay da sıkılmış olacak ki yanımdan ayrıldı. Ellerimi cebimden çıkartarak avuçlarımı birbirine yapıştırdım. Bu beklediğim bir şeydi. Sonuçta sohpet edemediğin birisinin yanında rahatsız hisseder ve uzaklaşma hissiyatı içerisinde olurdun. Onlara kızmıyordum.

Sadece bazen kırılıyordum o kadar.

Onları izlemeye dalmışken birden yanıma bir kamp sandalyesi konduğunda ise yanıldığımı anlamıştım. Berkay sadece sandalye almaya gitmişti.

Bakışlarımı sandalyeden çekerek tekrar etraftakilere yönelttim. Midemin ağrıdığını hissediyordum. Bu ağrı durup dururken nereden çıkmıştı şimdi?

"Daha daha nasılsınız, kara kraliçe?"

"Kara kraliçe mi?" Diyerek kaşlarımı çattım. "Neden öyle söyledin?"

"Karalar bağlamışsın ya, ondan. Biraz gülümsesene sen, hep böyle dudakların tek çizgi halinde."

"Biz gülümsetmesini bilene gülümsüyoruz zaten," ona direkt bakarak yönümü hafifçe çevirdim. "Görmek istiyorsan önce gülümsetmesini bilmelisin."

Yaptığımız psikolog görüşmelerinden sonra kendimi daha iyi tanıyormuş gibi hissediyordum. Kendimle ya da çevremle ilgili fark etmediğim şeyleri fark etmeme neden olmuştu bu.

İnsanlarla olan iletişimsizliğim benden kaynaklanıyordu. İstersem bunu düzeltebilir, istersem de hep yaptığım gibi kendi kabuğumda kalabilirdim. Sanırım ben böyle olmaktan mutluydum ama başımı çıkarıp biraz da dışarıyı izlemek istemiyor değildim.

"Saçlarını neden kestin?" Diyerek konuyu değiştirdiğinde rahatsız olarak başımı tekrar önüme çevirdim. Bir anlığına ona kayan ilgim tekrar etrafa dağıldı. Ona beni güldürmesini söylüyordum ama o bana saçlarımı soruyordu.

"Kısa seviyorum," diye yanıtladım. Denemiştim. Gerçekten sıradan bir sohpet yürütmeyi denemiştim ama insanlar durduk yere birden yaralarımdan söz edince ben de hiçbir şey olmamış gibi davranamıyordum işte.

"İlk ne zaman kısa sevdiğine karar verdin peki?" Dediğinde kalp atışlarım hızlandı. Kısa falan sevmiyordum çünkü. Saçlarımı ilk ne zaman kestiğimi soruyordu.

Farkında değildi ama bana kendimden ne zaman vazgeçtiğimi soruyordu.

"Küçüktüm," diye kaçamak bir yanıt verdim. Kirpiklerim kısıldı ve sadece göz bebeklerimi çevirerek ona baktım. "Hatırlamıyorum."

Abim her acı çektiğinde keserdim işte. İlk ne zaman buna başladığımı bile bilmiyordum ama bir gece banyonun zeminine dökülen saçlarımı ve minik ayaklarımın çıplak görüntüsünü zihnime kazımıştım. Aynanın karşısına geçecek kadar boyum yetmediği için getirdiğim sandalyeye çıkmış, belime kadar uzanan saçlarımı boyun hizamda kesmiştim. Titreyen ve makası tutamayan küçük ellerim ortaya rezalet bir iş çıkarmıştı.

Abimin iç çekerek saçlarımı düzelttiğini hatırlıyordum sonra. Biz hiç anneme gitmemiştik aslında. Hep ikimizdik, birbirimizin her şeyiydik. Zamanla bize Nota katılmıştı, onun her şeyi olmak istemiştik.

"Saçların orantısız," diyerek birden elini saçlarıma uzattığında kaskatı kesildim. Ona karadelik misali gözlerimi dikerek elini saçlarımdan uzaklaştırmasını bekledim. "Dışarıda kalanlar mükemmel bir kesime sahip ama alttakiler orantısız, dışarıya mükemmel ve duygusuz bir insan imajı yaratıyorsun Sumru. Ama hiçbirimiz öyle değiliz. Saçların da açıklaması. Sen de acılarını saçlarından çıkaranlardansın."

"Beni yargılama hakkına sahip değilsin," elini itirerek başımı çektim. Ruhumun görülmesi tedirgin ettikçe etti. "Nereden anladın?"

Bana küçük, dudağının kenarını kaplayan özlem dolu bir gülümseme bahşetti. "Ben iki ablayla büyüdüm," eliyle ileride çadırın önünde bilgisayarla uğraşan kızıl kızı gösterdi. İldem'di bu. "Ve iki kız kardeşle yetiştim. İster istemez sizin hakkınızda küçük şeyler öğrendim."

Ne diyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı birbirine bastırdım ama içimde bir öfke vardı. Nasıl olur da benim sakladığımı yüzüme vururdu? Saçlarımı nasıl fark etmişti ayrıca?

Ya ruhumu görmeyi başardığı gibi kırmayı da başarırsa?

Kendimi hiçbir şey yapamayan, elinden hiçbir şey gelmeyen duvara sinip abisinin gelmesini bekleyen zavallı Sumru gibi hissettim. Yıllar önceki gibiydi sanki her şey.

Babam geri gelmiş, annem hapsolmuş ve abim yine benim yüzümden ceza almıştı. Henüz işkencelere dayanacak kadar büyümüş değildi ve ben onun bitkin bedeninin bana verilmesini bekleyen zavallı kardeşiydim.

Güneşe kurban verdiği canı bekleyen caniydim.

"Bu iyi bir şey," Berkay'ın sesiyle gerçekliğe geri döndüm. Bana kocaman bir gülümsemeyle baktı. "Bize bak bir de, biz erkeklerde her canımız acıdığında saçımızı kesseydik kel olurduk. Kesemiyoruz bile."

Sizde kesecek başka bir şey var, demek istesem de dilimi ısırdım. Münasabetsiz bir şakanın yeri değildi.

"Kesersiniz bence, az kesildiği sürece fark bile etmez."

"Öyle diyorsan deneyeyim ben," diyerek göz kırptı. Kirpiklerim bu hareketle ona takılı kaldı.

Benim nefesim nereye kaçmıştı?

"Dene sen," başımı hızla önüme çevirdim ve etrafa baktım. Berkay ile konuşurken daha fazla ne kadar ona bakmamaya çalışacaktım acaba? Abim nerede kalmıştı? Ayağa kalktım. "Abim nerede ya, ben bir gideyim bakayım. Gelemediler bir türlü."

"Koklaşıyorlardır," diyerek burnunu kırıştırdı. "Alin âşık olunca pusulanın ibresini şaşırdı. İnsana böyle yapıyor demek ki bu şey. Otur bence anca gelirler."

Tırnaklarımı avucuma geçirerek yerime oturdum. Şimdi gitsem olmayacaktı. Abim eğer aşık olmuşsa gerçekten aşk insanın ibresini şaşırtıyor olmalıydı.

Telefonu çaldığında hızla açtı. Yan gözlerle onu takip ediyordum. Oturduğu yerde doğrulup kaşlarını çattı. "Sakın bana annemin yüzüğünü kaybettiğini söyleme?"

Yüz ifadesi çok komikti. Dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırdım. "Baba ne bileyim, ablama sorsana. O daha iyi bilir. Bence tüm evi talan et bul o yüzüğü, eğer bulamazsan da ablamı ara. Ne demek hangisini? En büyüğünü, o annemle daha fazla zaman geçirdi. Baba of, sen de yirmi yıllık karını kaybetmediğin kaldı bir. Ne? Tamam, yirmi beş. Yatağın altına falan baktın mı? Şey ederken belki... Ya tamam! Ne bağırıyorsun, çözüm üretiyorum!"

O söylenerek telefonu kapattığında dudaklarımda kahkahaya dönmek için bekleyen bir gülümseme vardı. Gözleri bana döndüğünde dudaklarıma kaydı, gülümsediğimi gördüğünde dudakları aralandı.

"İşte böyle, gülümsemek yakışıyormuş sana."

Dudaklarımdaki gülümseme yavaşça kayboldu. Derinlerde bir şey korkuyla bağırdı. Uzaklaş!

Kirpiklerimi kırpıştırarak etrafa bakındım. Bir kaçış yolu aradım yoksa burada kendimi kaptıracaktım Berkay'a. Gözlerim ormandan çıkan dörtlüye kaydığında ise rahat bir nefes aldım.

"Abimler geliyor." Alin çocuk gibi kollarını göğsünde birleştirmiş arkasından gelen üç erkeğe küsmüş gibi bize ilerliyordu. Arkadaki üç erkek ise bundan habersiz birbirleriyle tartışıylardı.

Alin bir sandalye alarak Berkay'ın yanına oturdu. Karadeniz'de gemileri batmış kaptan gibi yerdeki toprağa baktı. "Naber Sumru? Beni ayı kovaladı, ben çok kötüyüm."

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Ayı mı?"

"Yok daha neler, hayvanat bahçesinden mi kaçmış? Sen nasıl yaşıyorsun?" Diyerek gözlerini büyüttü Berkay.

"Yok Mirza'yla Barlas'ın elinden kaçmış. Asil yumruk attı ayıya. Demirdenmiş," aklına yeni gelmiş gibi birden kafasını kaldırdı. "Eli acımıştır dimi?"

"Ya yürü git başımdan," Berkay şaka yollu Alin'i ittirdiğinde Alin'in boşluğuna gelmiş olacak ki sandalyede dengesini kaybederek yere yapıştı. "Lan iyi misin?"

"Öf bıktım bu hayattan! İki günde hem kaçırıldım, hem Barlas'ı vurdum, hem hastanelik oldum, hem ayı kovaladı hem de arkadaşım canıma kasttetti. Ben öleyim diye uğraşıyorsunuz ama yok, inat değil mi? Ben biliyorum yapacağımı." Ona elini uzatan abimin elini itti. "Sen de dokunma bana, iki saattir somurtuyorum. Küstüm ben hepinize ama kimsenin umrunda değil, doğru söyle Mirza'yla Barlas'ı benden fazla mı seviyorsun sen?"

Abim gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığında benim de ondan pek bir farkım yoktu. Alin ne yapıp edip bizi gülümsetmeyi başarıyordu.

"Kızım kalksana sen, ne abuk subuk konuşuyorsun?" Mirza abimi iterek Alin'i kolundan tuttuğu gibi kaldırdı. Alin düştüğü için tozlanan pantolonunu eliyle temizlerken aynı zamanda Mirza'ya sert bakışlar atıyordu.

"Sen de Asil'i benden fazla seviyorsun, bıktım sizden. Anneme diyeceğim, sizi ne yapıyorsa yapsın. Gerekirse geçmişe gidip doğumda boğsun sizi."

"Hadi hadi, bak ateşi yakmışlar. Sana marşmelov pişirelim." Alin istemem yan cebime koy tavırlarıyla ateşe yönelmişti ki durdu. Arkasını dönerek bana ilerlemeye başladı. Karşıma geldiğinde ellerimden tutarak beni kaldırdı.

"Hadi yine iyisin Sumru, canım kalbim dedi ki, marşmelovlarından Sumru'ya da ver. Yine şükret, benim gibi bir arkadaşın var. Gel beraber yiyelim." Yürümeye başladığımda koluma girdi. "Sumru beni ayı kovaladı."

İhtiyatla başımı salladım. "Söylemiştin, evet."

"Sonra ben ağaca çıktım. Ben ağaca çıkmasını biliyorum ama inmesini bilmiyorum, Sumru. Ağaçta kaldım diye ağlarken en son indim işte. Bunlara da küstüm, fark etmediler. Çok fenayım," kafasını çevirip arkasına doğru bağırdı. "Berkay yanıma gel! Onlar gibi benden fazla onları seversen bir daha nah kurtarırım seni!"

Ateşin başındaki sandalyelere oturarak toplandık. Tüm öğrenciler ve üç öğretmen olarak bir daire oluşturmaya başlamıştık.

Daha önce hiç böyle bir etkinliğe katıldığımı hatırlamıyordum. Genelde evde annem yalnız kalmasın diye etkinlik günlerinde bile okula gitmez, evde kalırdık. Bir günden fazla olan her şey annem için ceza olarak geri gelecek diye korkardık.

Hayattan gelecek olan her şeye karşı bu gözlerle bakamayacağımı sessizce kabullendim. Annem artık kendisini koruyabilirdi. Her şey benim için düzene girecekti. Her zaman abim ve Nota yerine düşünmeyecektim. Ben de çocuktum, henüz ebeveyn olmamıştım. Birilerinin de beni düşünmesi gerekiyordu.

Ama bu kişi abim değildi. Abim de çocuk olmadan ebeveyn olmuştu, onu da birilerinin düşünmesi gerekiyordu.

Aslında hiçbirimiz doğru dürüst çocuk olamamıştık, öyle değil mi? Bir şekilde büyümeye zorlanmıştık, kendimizi büyütmek zorunda kalmıştık. Henüz küçük olduğumuzu kimseye kabul ettirememiştik.

Keşkelerle dolu geçirdiğim her gün için babamdan biraz daha nefret ediyordum. Kaybettiğim, kaybettiğimiz çocukluğumuz için ondan nefret ediyordum.

Anneme iyi davrandığı yıllardan sonra içinden birden canavar çıkmasını kabullenemiyordum.

Eğer iyi birisi olsaydı çok sevebileceğim bir babam olacağı gerçeğini aklımdan atamıyordum. Onun iyi birisi olduğu ihtimallerin beni boğmasından kaçamıyordum. Ruhumdaki sancısının devam etmesini engelleyemiyordum.

Bir baba, bir kız çocuğunun her şeyi olabilirdi. En büyük yarası da olabilirdi, en sevdiği kişi de. Kızına özgüven aşılayabilir, onu diğer erkeklere ihtiyaç duymayacak kadar sevgi verebilirdi. Her şeyi olamazdı ama yarası olmazdı işte.

Yanağımın içini dişledim. Ağzıma yayılan kan tadı babamdan daha fazla nefret etmeme neden oldu. Ne olurdu sadece insan olmayı deneseydi?

İhtimallerle kendimi zehirliyordum.

"Abiciğim?" Abimin sesiyle başımı kaldırdım. Önümde durmuş bana üzerinden duman çıkan beyaz bir kupa uzatıyordu. Aldığım kahve kokusuyla dudaklarıma bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım. Kupayı elinden alarak avuçlarımı sıcaklığına yasladım. "İyi misin sen?"

"Evet," kahveyi burnuma yaklaştırarak kokusunu içime çektim. "Daha iyiyim."

"Emin misin?" Diyerek yanıma bir sandalye çekti. Elinde iki kupa daha vardı. Eminim diğeri Alin içindi. Benim yüzümden yanına gidememişti. "Burası sana iyi gelmedi mi? Morelin bozuk gibi."

"İyiyim abi," diyerek gözlerimi devirdim. "Sadece dalmışım işte. Abartmasana. Burası çok güzel. Hava alıyoruz işte."

"Geçiştirme," diyerek yakaladı beni. Agresif tavırlarla sorudan kaçardım. "Neyin var?"

"İlk defa kampa geliyoruz," nefesimi sıkkınlıkla verdim. "Annemler bir araba mesafesindeler ama hiç rahat değilim. Bilmiyorum, diken üstünde olmaya o kadar alışmışım ki rahatlık korkutucu geliyor. Her an bir şey olacakmış gibi hissediyorum."

"Bundan sonra hep böyle olacak," kolunu uzatarak omzuma attı ve saçlarımın üzerine bir öpücük kondurdu. "Bundan sonra ne olursa olsun yanınızdayım. Hiçbir şey olmasına izin vermem, güven bana."

Ona güveniyordum. Ona hep güvenmiştim. Sadece bazen aklımda dolanan zehirli düşüncelerden kaçamıyordum. Bu da onun suçu değildi.

"Tamam," diye gülümsedim. "Kahveyi sahibine götür hadi, soğumasın."

"Sen emin misin peki iyi olduğuna?"

"Evet abi," diye gözlerimi devirdim. "Her zamanki halim. Niye bu kadar dert ettin ki?"

"Bilmem," derken omuz silkti. "Sadece biraz üzgünmüşsün gibi geldi. Huzursuz oldum."

"Sorun yok," hem onu hem kendimi telkin etmeye çalıştım. Herhangi bir kriz kendimi daha da kötü hissetmeme neden olurdu. "Alin'e götür artık şu kahveyi, seni çekebilen tek kişi o çünkü. Bu yüzden onu ayrıca tebrik etmek istiyorum."

"Yine başladı bizim mesai," kaşlarını çatarak saçlarımı karıştırmaya yeltendiğinde başımı geriye çekerek zorlukla ondan korudum kafamı.

"Abi! Biraz daha gitmezsen eğer Alin'e küçükken çizdiğin resimleri gösteririm!"

"Sen çok çirkef bir şey oldun ha," diyerek ayaklandı ama bu sefer elini saçlarıma daldırmayı başarmıştı. Elini zorulukla itip dağılan saçlarımı düzenlerken ona en kötü bakışlarımı atıyordum.

"Çok kötüsün."

"Hangimiz acaba? Eğer resimleri gösterirsen seni kardeşlikten men ederim, sus payı olarak kahve teklif ediyorum." Gözleri elimdeki kahveye düştü ve kaşları havalandı. Bir insan en çok bu kadar yapmacık şaşırabilirdi. "Görüyorum ki çok çabuk kabul etmişsin, yani uslu dur."

"Seni var ya," diyeceğim sırada Alin birden kafasını eğdi ve Berkay'ın yanından bize baktı. Buradan bakınca yarısı görünenen havadaki bir beden gibi duruyordu.

"Araya girmek istemem ama kahvem soğudu benim," derken ikimize bakıyordu. Hemen ardından ayaklandı ve yanımıza gelip kahvesini avuclarına aldı. "Sen devam et Asil," ardından kahveyi koklayarak yerine oturunca abim arkasından gözlerini kısarak baktı.

"Kahveyi aldı beni unuttu."

Dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsememi bastırmaya çalıştım. Gözlerim yerinde gözlerini kapatmış kahve kokusunu içine çeken Alin'e kaydı. Dünyadan soyutlanmış gibi huzurlu görünüyordu.

Onun gibi olmayı çok isterdim. Ne olursa olsun bunun beni etkilememesini isterdim. En azından bunu kendi içimde yaşamak isterdim.

Dışarıdan nasıl göründüğümü biliyordum. Kibirli, duygu gösteremeyen ve burnu havada bir kızdım.

Birilerini gülümsetmeyi isterdim. Bilerek ya da bilmeyerek.

Her neyse. Bir şeyler yaşamıştım, olmuştu ve bitmişti. Geçmişe hapsolup şimdimi mahvetmemeliydim. Bunu yapamazdım, kendime ihanet edemezdim. Olmadığım şeylerle kendimi sorumlu tutamazdım.

Kim beni nasıl görürse görsündü, ben sadece Sumru'ydum. Ne olduğumu biliyordum.

Psikoloğum haklıydı, kimsenin beni nasıl gördüğü önemli değildi, benim kendimi nasıl gördüğüm önemliydi. Kendi değerimi kendim belirlerdim.

Derin bir nefes aldım. Abimin Alin'in yanına gidip elinden kahveyi almasını ve kendisininkiyle birlikte Berkay'ın eline tutuşturmasını izledim. Berkay elindeki kahvelere bakarken omuz silkti ve abimin içmediği kahveyi içmeye başladı. Alin'inkini ise yere koymuştu.

"Ne yapıyorsun?" Diye kaşlarını çattı Alin.

"Kahveyi aldın beni unuttun," diyerek sandalyesini Alin'e yaklaştırdı abim. Alin'in yüz ifadesi yumuşadı ve sessizce bir şey söylediğinde ben de önüme döndüm. Özel hayatlarına yeterince müdahale ediyordum zaten.

"Evet, toplanın!" Diye bağıran Edebiyat öğretmenimiz Tuna hoca ile bakışlarım kamp ateşinin olduğu tarafa yöneldi. "Herkes elindeki elektronik aletleri bıraksın yoksa tek tek toplarım ve iki gün boyunca vermem, biraz kamp yapmayı öğrenin. Bu işin tadı kamp hikayeleriyle çıkar."

Birkaç homurdanma duyuldu ama hevesli öğrencilerin de sandalyelerini ateşin etrafına çektiklerini görebiliyordum. Bir süre kararsızca toplanan kalabalığa baktım. Gidip gitmemek arasında kaldığımda ise bir el uzandı önüme. Başımı kaldırdığımda gözlerim Berkay ile kesişti.

"Hadi Kara kraliçe, biraz eğlenmek herkesin hakkı."

"Bana öyle seslenme," diyerek elini ittim ve sandalyeyi bir elimle tutup ateşe yaklaştırdım. Abimler ve diğerleri de aynı şeyi yapmıştı.

"Sen ne istersin?" Diye soran Berkay'ın sesi kulaklarıma ulaştığında sandalyesini yine yanıma koyduğunu anladım. Sesi çok yakınımdan geldiği için ona dönmeden kendisini hikaye için hazırlayan Tarih öğretmenimizi izledim.

"Sadece Sumru işte, bir ismim var."

"İnanmazsın ama isim hafızam berbattır, hem de S harfi ile olanlarda daha da vasattır. Ben sana Kara kraliçe diyeceğim."

Anlamıyordu. Bir arkadaş istemiyordum, ya da daha farklı bir şey. Herhangi birisinin göstermelik ilgisine ihtiyacım yoktu. Bana verdiklerinin bin mislini aylar sonra benden alacak birisine ise hiç ihtiyacım yoktu. Ben böyle iyiydim.

"Herkes şimdi sessiz olsun," diye seslendi Gaye hanım. Ondan gelecek hikayenin herkesin merakını cezbedeceğini düşünüyordum. Hikaye anlatmaya bayılırdı. "Size bizim oraların bir hikayesini anlatacağım."

"Hocam sakın evlerden çocuk çalan beş yaş canavarlarından bahsetmeyin, o yaşı geçtik." Diye söylendi bir çocuk.

"Hakan sus, o yaşı asıl ben geçtim." Ona şakayla karışık sinirli bir bakış atan Gaye hoca anlatmaya başladı. "Dağların yamacında, herkesten çok uzakta neredeyse dünyada bir tek onlar varmış gibi yalnız yaşayan bir köy varmış. Bu köye giden yollar çok uzak, çok engebeliymiş. Arabaların yolu buraya o kadar nadir düşermiş ki köye gelen bir yabancı haberi çok çabuk yayılırmış."

"Hocam internet de mi yokmuş?" Diye sordu bir kız. "Nasıl konuşuyorlarmış? Telefon yok muymuş?"

"Hayır, Sena." Diye gülümsedi hoca. "Köy zaten küçük bir yermiş. Herkesin herkesten haberi olurmuş. Büyüklerinizin size anlattığı geceleri herkesin toplandığı ve beraber sohpet ettiği o zamanlardaki gibiymiş her şey. Ve önceden belirteyim, bu hikayeyi birisinden Gaye hoca anlattı diye duyarsam inkar ederim."

"İşler ilginçleşti," diyerek öne eğildi birisi. "Gaye hoca hikayelerini reddetmez."

"Doğru bildin Tarık," gözleri dikkatle üzerinizde gezindi. "Gece altına işeyen olursa ailenizi aramam ya da bu utancınız için size tazminat ödemem. Dinlemek istemeyen şimdiden burayı terk etsin."

"Hocam nereye gidecekler?" Diye araya girdi Tuna hoca. "Ormandayız."

"Zaten o yüzden söylüyorum, şimdi giderlerse sonra ormandan korkmazlar." Etrafta bir sessizlik olduğunda ben kahkaha atmak istiyordum çünkü Gaye hocanın bunu bilerek yaptığını anlamıştım. Korkmayan ya da ciddiye almayanların dikkatini kendisine çekmişti. Kimse gururunu bir kenara bırakıp korkuyorum diye gitmeyecekti.

"Çok saçma,"diyerek ayaklanan Barış'a Alisya gözlerini dikti. Sanki sessizce onu rezil etmeden oturmasını emreder gibiydi gözleri. O kızdan hoşlanmıyordum. Barış sessizce yerine geçti.

"Kimse gitmiyor mu?" Diyerek kibir denebilecek bir ifadeyle dudaklarını büzdü Gaye hanım. Role fazla girmişti sanki. Omuz silkti. "Peki o zaman, başlıyoruz. Bu köyün etrafı sık ağaçlarla kaplıymış. Geceleri dolunay olmadığında etraf zifiri bir karanlığa bürünür, göz gözü görmez olurmuş. Hiçbir gaz lambası ya da şehirlerden gelen fenerler etrafı aydınlatamazmış. Herkes köyün geceleri lanetli bir büyü tarafından istila edildiğini, dışarıya çıkanların öleceğini düşünürlermiş."

"Aynen tek boynuzlu atlar da gerçek zaten," diye gözlerini deviren çocuğa herkes gözlerini dikerek susması gerektiğini hatırlattı.

"Hikaye bu ya, ormanın kıyısında tek başına yaşayan genç bir adam varmış. Köyün avcısıymış, köydeki genç kızların pek çoğu onu beğenirmiş de adamın sanki bir beklediği var gibi kimseyle konuşmazmış."

"Hocam siz buradan beş sezonluk dizi çıkartırsınız, ben hissediyorum." İlay bile dikkat kesilmiş onu dinliyordu.

"Çocuğum beni bir kesmezseniz size on sezon da çıkarırım. Bir bekleyin. Neyse, zaman gelmiş bir gün köye bir kamyonet gelmiş. Arkasından ufak tefek ev eşyaları, içinde ise bir çekirdek aile varmış. Onları gören köylüler merakla dışarıya çıkmışlar. Kamyonetten inen iri yapılı bir adam benzinlerinin bittiğini ve yakınlarda gidecek bir yer bulamadıklarını söylemiş. Ancak tahmin edersiniz ki köyde petrol falan yokmuş. Onlara burada kalmalarını söylemişler ve boş bir ev ayarlamışlar. Adam mecburen bir çare bulana kadar kabul etmek zorunda kalmış."

"Hocam nereye gidiyoruz?"

"Çocuğum bir sus ama!" Diye yükseldi Gaye hoca. "Vallahi tüm auram kaçıyor. Yeter susun!"

"Tamam, hocam." Dediler hep bir ağızdan.

Gaye hoca memnuniyetle gülümsedi. "Arabadan orta yaşlarda bir kadın ve dünya güzeli bir kız inmiş. Adam büyük olanı eşi, küçük olanı da kızı olarak tanıtmış köylülere. Kızın ateş kırmızısı saçlarına vuran güneş ışıkları saçlarını parlatıyor, kırmızıya benzer kahve gözleri ise garip bir ışıltıyla parlıyormuş."

"Tövbe bismillah, cin geldi." Diye yükselen Hakan ile kalabalıktan gülüşme sesleri yükseldi. "Ne var lan, içine çin kaçmış hissediyorum ben."

"Çocuğum cin ne ya? Ben hiç öyle şeyler anlatır mıyım?"

"Doğru," diyerek kafasını salladı Hakan. "Siz realisttiniz. Anlatmazsınız." Gaye hoca dudaklarının kenarında olan gülümsemeyle tekrar kalabalığa döndü.

"Umursamazca olayları bir kenardan izleyen avcı, kızı gördüğü gibi kaşlarını çatmış. Ömrünü bu köyde geçirmesine ve doğru düzgün insan yüzü görmemesine rağmen karşısındaki kız ona öylesine tanıdık gelmiş ki ürpermiş. Kız öfkeyle indiği arabadan babasının çıkmasını bekledikten sonra onu takip etmeye başlamış. Avcı kızı öyle dikkatle inceliyormuş ki bir an için saçlarında bir elektrik çıktığını gördüğünü zannetmiş."

"Hocam hani fantastik anlatmıyordunuz!?"

"Hakan sus artık!"

"Avcı gidişlerini izlemiş ve hemen kendisini ormana atmış. O kızı düşünürken ormanın içindeki bir nehir kenarına oturuvermiş. Dudakları kendi kendine sürekli kimsin sen, diye sorsa bile bir türlü yanıt bulamıyormuş. Arkasından gelen bir çatırtı sesiyle irkilip arkasını dönmüş."

Bir dal kırılma sesi geldiğinde herkes kaşlarını çatarak gözlerini etrafta gezdirdi. Gözlerim Alin'e kaydığında onun keyifle sırıttığını gördüm. Ona baktığımı fark edince gülümsemesini büyültüp göz kırptı.

Bu kız ya bir şeyler karıştırıyordu ya da delirmişti.

"Hocam," dedi Hakan. Korktukça konuşuyor, konuştukça korkuyordu. "Siz insansınız dimi?"

Herkesten ne alaka bakışı yemişti ama Gaye hocanın anlattıklarının ardından gelen çıtırtı sesi herkesin aklını karıştırmıştı.

"Kirpi falandır," dedim bomboş bir sesle. "Bırakın anlatsın kadın da uyuyalım."

"Sağol Sumru," diye dalga geçen öğretmenimize dudaklarımın kenarını kıvırarak sessiz bir karşılık verdim. "İlk önce arkasını dönmüş ve gözleriyle etrafı taramış ama bilirsiniz, avcılar öyle kolay insanlar değillerdir. En azından o köyün avcıları her zaman tetikte olmayı bilirlermiş. Dikkatlice ağaçların ve çalıların yapraklarıyla kapattığı ormanı izlerken bir karaltı gözlerinin önünden geçmiş."

Gözlerim psikolojik olarak etrafa kaydı. Kendime engel olamayarak ağaçların arasında gözlerimi gezdirmeye başladığımda bunu yapanın sadece ben olmadığımı biliyordum.

Ağaçların arasından geçen uzun bir kararıyla yutkundum. "Hey," diye seslendim orta yere. Normalde bu kadar konuşkan değildim. "O şeyi bir tek ben mi gördüm?"

"Hocam!" Diye bağırarak kamp sandalyesinin üzerine çıktı Hakan. Herkes ona şaşkınlıkla bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştığında ayağa kalkarak sandalyemi abimin yanına koydum. "Hocam üç harfliler ormanı bastı! Hocam vallahi geliyorlar! Hocam gördüm! Ormandalar!"

Ardından tepindiği için kumaş sandalye onu daha fazla taşımadı ve yere yapıştı. Bunu umursamayarak çenesine ve üzerine yapışan toprağı silkeledi. Ayağa kalkarak ateşin başına geldi. "Allahım, ateşi şimdi söndürüyorum. Bildiğim hepi topu bir tane dua var, onu okuyayım gitsinler."

"Ateş ne alaka?" Diye sordu birisi.

Hakan hızla ona döndü. "Hiç siyer dersi de mi dinlemedin? Hiç sönmeyen ateşi söndüreceğim."

"Şey," diyerek araya girdi Alin. "O yaklaşık bin beş yüz yıl önce söndü zaten."

"Ne?" Dedi büyük bir şaşkınlıkla. "Ne demek söndü? Tamam, sorun yok. Ben bunu da söndüreyim. Cinler ateşe geliyordur belki."

"Evladım ne ini ne cini!?" Diye isyan etti Gaye hoca. "Sinirleniyorum bak! Yeter artık, hikayenin başından beri bir susmadın."

Abime ve Alin'e doğru eğildim. "Ormanda birileri var."

İkisinin de kaşları çatıldı ve aynı anda Mirza'ya döndüler. "Ayıyı ormana mı saldın?"

"Ne?" Diye karşı çıktı Mirza. "Biz bir şey yapmadık, gerçekten."

Alin hızlıca ayağa kalktığında gözlerinden koruma içgüsüyle hareket ettiğini anlamıştım. Ama hesaba katmadığı şey, abimdi. Onu bileğinden tutarak yerine oturttu ve ayağa kalktı. "Hastaneden yeni çıkan başkasıymış gibi davranma, buradan kalkmıyorsun. Aklından geçeni biliyorum, ben yaparım." Ardından bana dönerek Alin'i gösterdi. "Kalkmasına izin verme."

Kim? Ben mi? Ben bu kızı nasıl zaptedecektim?

Dudaklarım itiraz etmek için aralandığında abim çoktan ormana doğru ilerlemişti. Hakan'dan gelen seslerle o tarafa döndü bakışlarım.

"Allah'ım, gitti cevgaver çocuk. Hey, nereye!? Hocam tutun şu deliyi, vallahi çarpılacak. Şşt, Varal! Üç Ayetel Kürsi bir Fatiha oku kaçarlar!" Ben o duanın öyle olduğundan şüpheliydim.

"Hakan yeter!" Diyerek ayağa kalktı Gaye hoca. "Hemen yerine otur!"

"Hocam ormandan bir gölge geçti diyorum," kafasını da ormana çevirip eliyle bir yeri hararetle gösterdi. Ardından dudaklarından tiz bir çığlık çıktı. "Allahu gulhü billahi kel Kevser. Sallili barikli Sübhaneke. Rabbene fil haseneten bir hamdik hüvel aliyyül azim!"

"Lan," dedi din kültürü öğretmenimiz Kayahan hoca. "Katlettin tüm duaları!"

Katletmek bir yana, bilene de doğrusunu unutturmuştu.

"Hocam ben o duaların hepsini iki günde öğrendim, benden bir şey beklemeyin. Şuan hepsini okumuş sayıldığım için kendimi korunmuş bir hacı kabul ediyorum," hepimize döndü. "Tesbihi olan var mı, zikir çekeceğim?"

"Hocam o zikirmatikle çekilen şey değil mi?" Diyerek Kayahan hocaya döndü birkaç kişi.

"Şuan sorunumuz bu mu?" Derken ellerini beline koyarak Hakan'ı gösterdi. "Bu çocuk kafayı yedi!"

"Hocam kafayı yemedim, az önce yine geçtiler!"

Hakan'ın dediklerini onaylayabilmek adına gözlerimi ormana doğru çevirdim. Herhangi bir hareketlilik göremediğimde Alin'e döndüm.

Gördüklerimle boş boş gözlerimi kırpıştım.

Hayır göremiyordum çünkü ortada görülecek birisi yoktu. Sandalye bomboştu.

"Kaçtı," diye bilgilendirdi Berkay. "Ne bekliyordun? Durmaz ki."

"Abim delirecek," derken dertli dertli gözlerimi ormana çevirdim. Umarım ormanda karşılaşmadan önce Alin buraya geri dönerdi.

 

🍑

 

Yaklaşık yirmi dakika sonra gelen yürüyüş ve kavga sesleriyle herkesin bakışları ormana döndü. Herkes gerginlikle gelecek olanları bekliyordu çünkü dayanamayıp ben de gölgeleri gördüğümü söylemiştim.

Bunun üzerine öğretmenlerden bir grup toparlanıp etrafı kolaçan etmeye çıkmışlardı.

"Sen yapmadıysan kim yaptı!? Senin yüzünden şuan bu saçma sapan yerde bir gece geçirmek zorundayım! Iyk, bu da ne! Her yer neden hayvan dolu, bu nasıl bir kelebek?"

"Sen salak mısın?" Diye cırlayan Alin'in sesi de kulaklarıma ulaştığında rahat bir nefes aldım. Abimden önce gelmişti. "Sinek o sinek, ne kelebeği? Rabbim sabır ver bana!"

"Hah," diye küçümseyici bir ses çıkardı Alin'in yanında duran kız. Bu da nereden çıkmıştı? "Asıl bana versin sabır, bir de Türkler misafirperver olur diyordu babam. Seni daha tanımamış demek ki."

"Hâlâ baba diyor delireceğim," derken eliyle saçlarını düzeltti. "Bana bak, senin baban Raskol Rus abi. Tamam mı? Senin ismin de Katherina falan değil, Katya! Katyasın sen! Bir de ingilizce söyleyeyim mi anlamadıysan? Your name is Katya. Kusura bakma rusça bilmiyorum ben, onu da babanım diye kandıran aptal söylesin!"

"Yalan söylemeyi bırak," derken hırsla Alin'i itince Alin'in bir eli yumruk haline geldi. Dişlerini sıktığını gerilen çenesinden anlamıştım. "Benim babam Yavuz! Sen ve o Rus beni kandırıyorsunuz!"

"Kendisi de Rus olmasa neyse diyeceğim," diyen kalıplı bir adam arkalarından çıktığında olayları gizli bir hayretle izliyordum. "Sen olmak benim kız, bir daha da benim sol kola dokunmamak. O sana bakmak."

Hı? 

"Yok daha neler!" Diye bağırdı iki kız.

"Bir de bebek bakıcılığı mı yapacağım!?"

"Ben bebek miyim!?"

"Kusura bakmayın ama istifa ediyorum, ben sol kol olacağım derken daha afilli bir şey bekliyordum." Alin hararetle bize yöneldiğinde siyah kabanlı uzun adam belirgin bir aksanla konuşup önüne geçti.

"Sen vazgeçmek, seninki ölmek. Sen benim kıza bakmak, olmak baş tacı."

"Abi bak tehtid etmesen anlaşacağız ama olmuyor. Desene seni operasyona falan götüreceğim, o zaman tamamım ben. Benimkine de dokunanı yakarım haberin olsun, uzak durun ondan."

"Anlaşmak biz," diyerek başını salladı adam. Elini uzattığında el sıkıştılar. Biz kamptakiler ise şaşkınlıkla bu kalıplı siyah giyinimli adamların bizimle alakasını sorguluyorduk. Hiç biz yokmuşuz gibi devam ediyorlardı. "Ben almak yarın benim kızı. Bu gece kalmak seninle, sen ona iyi bakmak."

"Paramı istiyorum," diye homurdandı Alin. "Bu cadolaza katlanmak için para istiyorum."

"Ben sana vermek rezidans daire, sen bakmak benim kız?"

"Abi ben bakmak senin kız, senin kız olmak benim kız, biz çok okey olmak, sen gitmek biz kalmak,uyumak. Sonra ben almak rezidans daire."

Bu kız türkçeyi unutmuştu.

"Hey!" Diye somurttu bahsi geçen kız. "Ben de buradayım! Ben burada kalmak istemiyorum, bu kızı hiç istemiyorum! Ben babamı istiyorum."

"Kızım," diye sabırla kıza döndü adam. "Sen benim kız olmak, senin baba olmak ben. Sen kalmak burada çünkü benim olmak önemli iş. Alin'e güvenmek."

"Ya banane! DNA testi istiyorum! Babamı istiyorum!"

"Yok ulan sana baba! Benim diyorum hâlâ sorguluyorsun, yok sana baba falan! Ben varım kabul ediyorsan etmiyorsan da başkası olamaz!"

"Sen benim babam falan değilsin!" Kelimelerin üzerine basa basa yüzüne bağırdı kız. "Sen benim babam olsaydın bu yaşıma kadar bulurdun beni! Yalan söyleme bana!"

Alin kaşlarını çatıp bir şey söyleyecekken adam onu eliyle durdurdu. Ağır bir yutkunuşla ona gözlerini kapatıp açtı. Bırak konuşsun, der gibiydi. Bırak canı acıyacağına canımı acıtsın.

"Haklısın, bulmalıydım seni. Ama şimdi buldum ve sen bu gece kampta kalacaksın. Söz konusu şey güvenliğinse seni dinlemem." Ardından hepimizin önünde olayı anlamaya çalışan öğretmenimize döndü. "Öğretmen hanım, konuşabilir miyiz?"

Ee, bu adam normal normal konuşuyordu az önce niye öyle konuşmuştu?

"Tabii," diyerek onun yanına gitti ve ikisi bir kenarda bizim duyamayacağımız şekilde konuşmaya başladılar. Bakışlarım Alin'e döndü. Bana bakarak omuz silktikten sonra gelip Berkay'ın yanına oturdu.

"Sen yine ne halt yedin?"

"Kanka ne halt yiyeceğim ya?" Dedi hayretle Alin. Gözlerini büyüterek ikimize baktı. "Ne? Ormana bir girdim bela beni buldu. Yemin ederim bilerek yapmıyorum."

Ona kaşlarımı kaldırdım. "Abime seni söyleyeceğim. Eğer gelip seni bulamasaydı ne olacaktı?"

"Hasşeftali!" diyerek birden ayağa kalktı. "Sumru abin nerede?"

"Ne bileyim ben? Burada bana hesap veren mi var?"

"Sumru abin yok!"

"Yani?"

"Lan ormanda ayı var, Mirza sırf inadına yedirir!" Ve daha benim cevap vermemi bile beklemeden ormana koşunca yerimden fırladım. Siktir, bu kız manyaktı.

Onun peşinden ormana dalacağım sırada birisi kolumdan tuttu. Çatık kaşlarla kolumu tutan kişiye döndüm. Gözlerim Berkay ile kesişti. "Ne yapıyorsun!?"

"Bırak yalnız kalsınlar, Alin bulur abini. Kendisi bir bela mıknatısıdır."

"Sen benim abime bela mı dedin!?"

"Kızım ben öyle mi dedim şimdi?" Dedi şaşkınlıkla.

"Senin kafanı parçalarım," sakin bir tehtidle gözlerimi ona diktim. Artık bakışlarımda ne gördüyse yavaşça elini çekti. "Kızım diyen dilini keserim, uzak dur benden. Engellemeye çalışma."

"Ablam iki," diye homurdandı birden. Ellerini havaya kaldırarak bir adım geriye gitti. "Tamam, sakin ol."

Tam tekrar ormana gidecekken, "Sumru," diye seslendi Gaye hoca. "Canım, benim için herkesin çadırına gittiğinden emin olur musun?"

"Hikaye ne olacak hocam?" Diye sordum. Bazen Gaye hocanın gözdesi olmak fazladan görev anlamına gelirdi.

"Bu gece biraz karıştı ortalık. Yarın grupça oyun oynayacağız, daha çok eğleneceğinizden eminim. Lütfen arkadaşlarını bilgilendirir misin? Herkesin çadırlarda olması gerekiyormuş, dışarıda herhangi bir sorun yokmuş."

"Peki hocam," diyerek yenilgiyle geri döndüm. İnsanları bilgilendirip daha sonra çadırlara yerleşmelerine yardım ettiğimde çoktan yarım saati doldurmuştum.

Bu sırada Alin'in ve abimin geldiğini görmediğim için tedirginlikle gözlerimi ormana diktim. Gaye hoca'nın bir şey sakladığından adım gibi emindim. Dikkatle ormanı izlerken huzursuzdum.

Gözlerim ormandan gelen ikiliyi bulduğunda rahat bir nefes alarak kendi çadırıma yöneldim. Çadırlar iki kişilikti. Ben sınıfımdan bir kız olan Banu'yla kalıyordum.

Banu sessiz bir tipti. Genelde bir şeyler izlemeyi ya da okumayı tercih ederdi. Korumacı bir kızdı.

Fermuarı çekip içeriye geçtiğimde kulaklığını çıkartıp bana yanındaki kitabı bana uzattı. "Bu geldiğimde içerideydi. Üzerine ismin yazıyor."

"Teşekkürler," diye mırıldanarak kitabı aldım. Gerçekten de üzerinde renkli not kağıdı yapıştırılmış bir şekilde ismim yazıyordu. Kağıdı çekip kitabın ismine baktım.

Genç Werther'in Acıları.

Kapağını açtığımda içinde bir not daha olduğunu gördüm.

Kara kraliçe belki biraz kitap okumak ister, kraliçeler bazen başları ağrıdığında taçlarını çıkarabilirler. Kısa bir süre tacını çıkar ve sadece insan ol. Daha sonra kimse görmeden başını dikleştirir tacını gururla taşımaya devam edersin.

Not: Kitap Alin'in o yüzden okuyup ona geri vermelisin.

Not 2: Beni öldürecek.

Not 3: Buna değerdi.

Not 4: Umarım o kitap seni gülümsetir.

Kitaba değil ama onun yazdıklarına güldüm istemsizce. Kitabı okumadığı bariz belliydi. Kitabın kötü sonla bittiğini bilmediği için beni gülümseteceğini düşünüyordur.

Notu tekrar okurken fark etmediğim detay gözlerime çarptı. İltifat eder gibi söylemişti ama aslında bana söylemek istediği şey farklıydı. Bana korkularımı bir kenara bırakmamı, zamanı geldiğinde ise onları bile gururla taşımamı söylüyordu.

İç çekerek okuduğum kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Alin'in altını çizdiği yerlere baktım. Bir sayfada durakladım ve gözlerimi satırlarda gezdirdim.

Bazen bir anlığına beni yerimden sıçratıp kendime getiren bir cesarete kapılıyorum. O an nereye gideceğimi bilsem koşa koşa gideceğim.

Bir süre yazıya odaklandıktan sonra kulağıma ulaşan sesle kısık bir kahkaha attım.

"Berkay!"

 

🍑🍑🍑

Alin.

"Hayır hastaneden çıkan benim ama ormandaki yine benim. Allah aşkına ya giderken beni de götür ya da gitme, aklım kalıyor işte. Hani ne oldu? Ormana girdim de ne oldu? Yok, ama bulamazsam-" birden kolumdan çekilmemle kendimi Asil'in kollarında bulmuştum. Ellerimi omuzlarına bastırarak gözlerimi gözlerine diktim. "Neredesin sen?"

"Hanım valla trafik vardı." Ellerini kollarımdan aşağıya kadar sürterek indirdi. Bel oyuntuma geldiğinde avucunu oraya bastırarak beni kendisine çekti. "Görmen lazım şu kelebekler nasıl kullanıyorlar, ehliyetlerini nereden almışlar bilemeyeceğim."

"Asil," ona tutunarak uzandım ve dudaklarımı boynuna bastırdım. Nabzını dudaklarım altında hissederken derin bir nefes verdim. "Bir daha giderken beni de götürmelisin çünkü seni göremediğimde endişeleniyorum."

"Bu yüzden sana kalabalıkta kalmanı söylüyorum ama sen her zaman karanlığa geliyorsun," eğilerek dudaklarını benim gibi boynuma götürdü. Öpmedi ama. Yavaşça orada gezdirerek nefesini tenime bıraktı. "Korkuyorum, başına bir şey gelecek diye ödüm kopuyor. Sen bu kadar deli doluyken nasıl başarabilirim bilmiyorum ama seni tüm bunlardan korumak için her şeyi yapabilirim. Eğer sen isteseydin."

Kaosu sevdiğimi ve bunun bana iyi geldiğini düşündüğü için aslında izin veriyordu her şeye. Bir şey yaptığımda gidiyoruz demek yerine tam yanımda yer alması bundandı. Ne yaparsam yapayım bana iyi geldiği sürece karşı çıkmayacakmış gibi hissettiriyordu ama biliyordum ki bunun bir sınırı vardı. O sınır bendim. Kendime zarar vermeden yaptığım her şeyde yanımda olacaktı.

"Babamdan, çevrendekilerken, kendimden... Seni hangi birinden korusam bilemiyorum bile. Ben-"

Sözünü keserek kollarımı boynuna doladım. Üzerinde kendimi yükselttiğimde kollarıyla bana yardım ederek beni üzerinde sabitledi. Onun benim ağırlığımı almasına izin vererek bacaklarımı beline doladım. Parmaklarımla nazikçe ensesindeki kısa saçları okşadım. "Beni kendinden koruyamazsın, buna izin vermem. Sen sakınılması gerekensin, saklanması gereken değil. Bu ihtimal dahilinde bile değil, sen tehlike değilsin. Ayrıca," muzipçe gülümsedim. "Eğer zehir olsaydın zihnimi seni şeftali zannetmesi için kandırırdım."

Dudağının kenarı kıvrıldığında bana bakarken parlayan gözlerine daldım. "Garip iltifat ama hoşuma gitti."

Bunu konuşmak istemiyordu. Konuyu değiştiriyordu. İstemiyorsa onu zorlamazdım.

"Tabii, bir delikanlı sen misin alemde?" Kucağından inerek elimle tesbih çeker gibi bir hareket yaptım. "Tabii, sen bilmezsin şimdi. Ben bir aralar erkektim."

"Ne?" Derken donakaldı. "Önceden sen... ne?"

"Ne o? Yediremedin mi? Sinek olsam da sevsen bir şey değişmezdi. Önceden erkek olunca sevebilecek misin bakayım?"

"Değildin," dedi sakince gözlerini kısıp. "Ben gördüm değildin."

Tövbe ya rabbim. "Neyi gördün?"

"Kız olduğunu."

"Nereden biliyorsun? Açtın baktın mı?"

"Niye açıp bakayım lan?"

"Sen bana lan mı dedin?"

"Özür dilerim, güzelim."

"Bu seni önceden erkek olsan sevmezdim demek mi?" Ellerimi belime koyarak ona kaşlarımı kaldırdım.

"Şimdi şöyle."

"Nasıl?"

"Önceden erkek olmadığına göre bence bu konuyu konuşmamıza gerek bile yok."

"Ama ya öyleysem?"

"Güzelim, değildin işte."

"Ya anam babam bilmiyor, sen nereden bileceksin?"

"Anan baban nasıl bilmiyor ya? O zaman nasıl karıştın sen hastanede?"

"Asil orayı kurcalama canım."

"Sen bana canım mı dedin?"

"Bu sinek olsam beni sevmezdin demek mi?" Diye kıvırdım olayı.

"Allah'ın yarattığına ben karışmam," diyerek ellerini kaldırdı. "Seni sinek olarak değil de insan olarak yarattığına göre bir bildiği vardır. Belki benim için yaratmıştır."

"Bana bak sen çok mantıklı konuşuyorsun, kavga edemedim. Moralim bozuldu." Hızla kamp alanına yürümeye başladım. "Acilen kavga edecek konu bulmam lazım."

"Biz tahminen ne zaman savaşma seviş evresine gececeğiz?"

"Ben Allahın yazdığına karışamam," tıpkı onun gibi ellerimi göğüs hizamda havaya kaldırdım. Misilleme buna denirdi. "Bakalım, belki hiç yazmamış da olabilir kadere."

"O ne demek öyle ya?" Diye homurdandı somurtarak. Sinek olsan da seni severim demediği sürece bana rahat yoktu. "Ormanda bir şey gördün mü?" Diye değiştirdi konuyu. "Ben etrafa baktım ama bulamadım bir şey. Görünürde yoklar."

"Şey," bu adamlar beni bulup o kadar insan olarak Asil'e görünmemeyi nasıl başarmışlardı? Aklıma Asil'in ve benim farklı taraflara bakmaya gittiğimiz geldi. Anlaşılan onlar sadece ormanın doğu kısmındalardı. "Bizim mafyalarmış. Katya'yı getirmişler, Raskol ona benim bakmamı istediğini söyledi. Önemli bir işi varmış ve kızını ben bulduğum için bana emanet etmek istemiş."

"Bu adamlar senin peşini bırakmayacak mı?" Derken kaşlarını çattı. "Ne zaman bunu yaparsam kurtulursun desem, başına daha büyük bir bela geliyor."

"Aslında bundan sonra kurtulacağımı da zannetmiyorum." Bir de adamın sağ kolu olmuştuk. "Anlaşılan ben Rus mafyası oldum."

"Sen Rus değilsin."

"O zaman Türk mafyası oldum."

"Olmasan olmaz mı?"

"Ama öyle deme, ben küçükken de mafya olmak istiyordum. İzlemedin mi kurtlar vadisi falan?"

"Tamam," dedi yenilgiyle. "Nasıl istiyorsan öyle olsun."

Seni benden almaya senin de gücün yetmez, Mert Demir hislerime eşlik etti kafamın içinde. İçimdeki bir sürü fırtınaya rağmen o beni her zaman gülümsetir gibi geliyordu.

Ormandan çıktığımızda endişeyle etrafı izleyen Sumru'nun bakışları bize döndü. Rahatlayıp kendi çadırına girdiğini görerek ben de Katya'nın yanına gittim. "Ne yaptın bakayım, Kat?"

"Kat mi?" Diye yüzünü buruşturdu. "Sen ne cins bir delisin?"

"Asıl ismin Katya ama sen hoşlanmıyorsun ben de sana Katherina demeyeceğim. Bu yüzden Kat daha iyi." Onun baktığı yere gözlerimi diktim. Öylece ormanı izliyordu. Babasının adamları ormanda ve çevresinde öğrencilerle görünmeyecek şekillerde dağılmışlardı, bense onun yakın koruması görevini görüyordum. "Biliyor musun, ailenin değişmesi her zaman kötü bir şey değil."

Asil'in bana göz kırparak kendi çadırına gittiğini gördüğümde ona hafifçe dudaklarımı kıvırdım. Şimdi dışarıda Katya ile öylece dikiliyorduk.

"Nereden biliyorsun ki?" Diye güldü. "Mafya kılıklı bir adam gelip sana da mı babası olduğunu söyledi?"

"Bir gün okuldan eve geldim ve hastanede karıştırıldığımı söylediler. Ben burada büyümedim, Kat. Ben doğduğum şehri, arkadaşlarımı, hayatımı bırakıp buraya gelmek zorunda kaldım. Çok korkuyordum," kendimi ifade etmenin neden bu kadar zor olduğunu bilmiyordum. Zaman kazanmak için dudaklarımı ıslattım. "Zaten kötü ebeveynlere sahipken daha kötüsünün beni bulması ödümü koparıyordu. İlk defa kardeşlerim olmuşken onların beni kabullenmesi beni yıkmıştı. Sadece çok hızlı toparladım. Daha önce ben baba sevgisi nedir bilmezdim, Kat. Tüm bunları bana onlar verdi. Babam, annem, kardeşlerim oldu. Aşkı tattım. Daha fazla da bir şey istemiyorum galiba. Sadece bunlar elimden kayıp gitmesin yeter."

Bana yan gözlerle bakarak kollarını bedenine sardı. "Hayatım boyunca oradan oraya kaçtım. Yavuz bana düşmanlarının zarar vermesinden korktuğunu söylüyordu. Onu üzmek istemiyordum, her gittiğim yerde arkadaşlıklarıma yeniden başlamak eziyet gibiydi. Bu onlarca yıl çabaladığın şeyi başaramayıp tüm o yılların heba olmasıyla aynı şey." Nefsini halsizce bırakarak başını gökyüzüne kaldırdı. "Aslında beni babamdan kaçırdığını nereden bilebilirdim? Her şeyim heba olmuş ve ben kaybolmuşum. Tam da böyle hissediyorum, tüm çabalarım boşunaymış gibi."

Biz ağlamamak için gözlerimizi yukarıya çok fazla kaldırmıştık.

Gökyüzü burada açıktı. Kar sadece yerdeydi, henüz görmemiştim düşen kristalleri. Onun gibi başımı gökyüzüne kaldırdım ve orada parlayan yıldızlara gülümsedim.

"Babana şans ver. Seni bulmak için çok çabalamış. Yavuz'un seni sakladığı gibi birisi de beni ona karşı eğitmişti." Dudaklarımı ıslatıp geçmiş anıların bu sefer dudaklarımda bir tebessüme dönmesini izledim. "Beni kandırdı ama olsun," omzumu omzuna vurdum hafifçe. "Bizi öldürmeyen şey güçlendirir, Kat. Biz istediğimiz her şey olabiliriz. Eğer istersen Katherina olursun, istersen Katya olursun. İstersen Raskol'ün, istersen Yavuz'un kızı olursun. İstersen de kendi kaderini kendin çizersin." Elimi omzuna koyarak ona gülümsedim. "İnan bana hiçbiri önemli değil. Herkesin beklentisini karşılayamazsın, sen kendinden ne bekliyorsun onu yap sadece. Ne istiyorsan onu yap ve kimseyi umursama. Babanın yanında gibi durabilirim ama söz veriyorum sen neyi seçersen seç, kararında yanında olacağım."

Dudaklarını birbirine bastırarak gülümsedi. "Teşekkür ederim. Bu arada Yavuz babamı sen mi vurdun?"

"Keşke," diye iç çektim birden. "Yalan yok, bir ara gerçekten yapmayı çok istedim ama şimdi umrumda bile değil. Bana diğerleri gibi davranan birisi benim için diğerlerinden farklı olamaz." Elimle çadırı işaret ettim. "Artık uyuyabilir miyiz? Ben yeteri kadar dram dozu aldım iki gündür."

Başını sallayarak benimle birlikte çadıra geçti. İçeriye geçtiğimizde kamp çantamdaki kitabı almak için tulumun üzerine oturup onu kucağıma aldım.

"Kim benimle cips yiyerek klasiklesmiş bir film izleyecek?" Çadırdan kafasını uzatan Berkay'ı oflayarak itti İldem. İçeriye girip yanıma oturdu.

"Kurtar beni."

"Bence gayet iyi anlaşıyorsunuz," gülerek çantadaki kitabı arıyordum ama hayır yoktu. Burada olduğundan emindim. "Of, kitabım yok!"

"Hangisi kanka?" Berkay'a şüpheyle gözlerimi kıstım.

"Hayırdır sen sormazsın benim kitaplarımı?"

"Hangisini aradığını bir söylesene bana."

"Genç Werther'in Acıları."

"Kanka ben onu Sumru'ya verdim ya."

Başımı sallayarak ellerimi çantaya attım. "Ha tamam ya," cümlelerini yeni idrak ederken kafamı ağır çekimde ona çevirdim. "Dur bir dakika, ne yaptın?"

"Hiç, valla yok bir şey." Elindeki cipsi bile kenara bırakarak kafasını cadırdan geri çıkardığında derin nefeslerle kendimi sakinleşsirmeye çalıştım.

"Berkay!" Diye bağırarak çadırdan fırladım. "Buraya gel! Geberteceğim lan seni!"

"Mezarına mı götüreceksin, bin defa okudun onu!"

"Berkay, avukat olup teyzenle enişteni boşayacağım! Sanane lan kaç defa okuduğumdan!"

"Sen manyaksın tamam mı!?" Koşmaya devam ederken durup birden durup yerdeki taşı elime aldım. Berkay ayak seslerinin kesildiğini duyunca başını saniyelik olarak arkaya çevirdi. Ardından kaskatı kesilip hızla bana döndü. "Canım arkadaşım, güzelim, valla en akıllımız sensin. Bırak bakayım elindekini."

"Kıracağım kafanı," ciddiyetle ona doğru adımladım. "Kaç kez kullandın, gerek yoktur bence artık."

"Alin, tamam yenisini alacağım sana. Dur gelme bak tırsıyorum, bakma öyle."

"Yenisini isteyen kim? Kıza yenisini alıp verseydin ya? Niye benimkini veriyorsun?"

"Dağ başında kitapçı mı açan var! Nereden bulayim!"

"Lan ben ayaklı kırtasiye miyim de benim kitabımı çaldın?"

"Çalmak demeyelim ödünç aldım."

"Berkay!"

"Tamam ulan, ne istiyorsun!?"

"Kafanı kırmak!"

"Onun dışında bir şey iste!"

"Git şeftali topla gel bana."

"Çam ormanındayız!"

"Annene söyleyeceğim seni!"

"O zaman ben de orda burda koklaşıyor derim Karya ablaya!"

"Defol git uyu ulan!"

 

🍑🍑🍑

 

Tulumun içinde dönüp dururken aklıma Asil'e kirpi olsam beni sever miydin demeyi unuttuğum geldi. Darlayacak bir şeyleri bulmanın sevinciyle Katya'yı uyandırmadan çadırın fermuarını indirip dışarıya kafamı uzattım.

"Hayırdır Alin hanım?"

"Mirza?" Dedim şaşkınlıkla. "Saat gece yarısı olmuş, sizin ne işiniz var bizim çadırın önünde?"

"Nöbet tutuyoruz," dedi Barlas. Çadırın önüne bir şeyler sererek üzerine tulumlarını atmışlardı. Orada uyuyacaklardı bu havada. "Saat gece yarısı olmuş. Sen nereye gidiyordun?"

"İşemeyeyim mi?" Dedim birden telaşla. Çok güzel kıvırmıştım. "Buraya mı yapayım?"

"Biz sana gitme demedik ki, ne bağırıyorsun? Milleti başımıza toplayacaksın." Bağırıyor muyum ben Barlas? Söyle, söyle ben de bileyim.

"Git işe kızım, bize ne?" Diyerek kıçını dönüp yattı Mirza. "Ama on dakikaya gelmezsen öğretmenleri kaldırır kurt kaptı diye peşinden gönderirim."

Resmen ben Asil'in yanına gitmeyeyim diye pusu kurmuşlardı buraya. Dertleri belliydi. Oflayarak kafamı çadıra soktum.

"İşeyesim kaçtı."

"Tabii, gelmiş olsaydı belki." Dedi imayla Mirza.

Sinirle fermuarı çekip tulumun içine girdim ve telefonumu çıkardım.

Siz: Tam uyuyacakken aklıma müthiş bir fikir geldi

Siz: Dedim ki kesin gidip bunu Asil'e söylemeliyim

Siz: Dışarıya kafamı bir uzattım ki Mirza ve Barlas çadırın önünde nöbet tutuyorlar

Siz: 

Nektari soyu: Onların bu saatten sonra bizi çok da rahat bırkacaklarını zannetmiyorum

Nektari soyu: Boşver senin aklına ne gelmişti?

Siz: Asil ben kirpi olsam beni sever miydin?

 

Nektari soyu çevrimiçi...

 

Nektari soyu yazıyor...

 

Nektarı soyu çevrimiçi...

Nektari soyu: Kirpiler iyidir ya

Nektari soyu: Severdim

Siz: 'Kirpiler iyidir' ???

Siz: Tüm kirpiler?

Siz: Asil benden başka dişi kirpi de iyi yani?

Nektari soyu: Güzelim?

Siz: Asil bana cevap ver

Nektari soyu: Bak, şuan nasılsa öyle olurdu. Tüm dünyada milyonlarca insan varken ben seni bekledim. Gözüm nasıl senden başkasına insanken körse kirpiyken de kör olurdu. Ayrıca sen kirpiyken ben insan olmazdım, ben de kirpi olurdum. Böylece yine seni severdim. Başka bir hayvan ya da eşya olsaydın da değişmezdi. Başka ne olacaksın? Sıra renklere geldiyse söyleyeyim, sen hangi renk olursan ben onu severim.

Nektari soyu: Seni sevmek benim için bir seçenek değil, kesinleşmiş bir kanun. Yer çekimi nasıl her koşulda varsa, seni sevmek de her koşulda kaçınılmaz sonum olur.

Siz:

Siz: Ay tamam utandım

Siz: Şimdi senin o paragrafına karşı bunu söylemek biraz garip olacak ama seni seviyorum

Siz: Kabussuz geceler

Nektari soyu: Kabussuz geceler güzelim:)

Alt dudağımı ısırarak yanan yanaklarıma ellerimi bastırdım. Ben yine kavga edememiştim. Bu adam bu kadar güzel konuşursa da nah ederdim kavga.

 

🍑🍑🍑

 

"Hocam saat yedi mi ben mi yanlış görüyorum?" Tüm öğrenciler spor kıyafetleri içerisinde esneyerek ortada toplanmışlardı. Bazıları birbirine yaslanıp uyumaya devam ediyordu. Birkaç kız ayakta makyaj yapmaya çalışırken bazı erkekler de yüzünü yeni yıkıyorlardı.

Sanırım en rahatı bendim çünkü biyolojik saatim yüzünden saat altıda uyanmıştım.

"Erken kalkan yol alır çocuğum," İshak müdür bey amca, bu saatte kalkıp da sırf kamptaki yarışma için geldiğinizde inanamıyorum. "Hadi hadi, canlanın. Ne kadar erken bitirirseniz oyunu, o kadar erken eve döneriz. Şimdi size oyundan bahsedeyim. Herkes üçerli gruplar halinde eşleşecek. Buna siz karar vermeyeceksiniz, kura çekeceğiz. Her grubun bir amacı var, ikişerli olarak eşleşeceksiniz. Ellerinize verilen haritalardaki ipuçlarını takip ederek sizin için saklanan bayrakları alacaksınız. Kazanan takımlar sonraki aşamada diğer bir kazananla eşleşecek. Böylece geriye sadece bir kazanan kalacak. Anlaşılmayan bir şey?"

"Hocam!" Diye elini kaldırıp araya girdi Hakan. Elini kolunu sallayarak dikkatini çekmeye çalışıyordu çünkü müdür bey İshak amca ona asla bakmıyordu. "Hocam ben!"

"Yok mu? Ne kadar güzel. O zaman hemen kuraya geçiyorum."

"Ya ben ayaklanma çıkacağım artık!" Diye bağırdı Hakan. "Hocam öğle yemeğinde ne yiyeceğiz?"

"Eğer şu oyunu doğru düzgün oynarsanız herkese ne istiyorsa ondan alacağım," gözlerimin önünden sevdiğim yemekler geçti ama aklımda kalan tek yemek, Adana kebap olmuştu. "Anlaşılmayan başka bir şey yoksa, grupları belirlemeye başlıyorum."

Küçük bir kavanozun içine tüm öğrencilerin isimlerini yazmış atmışlardı. Ardından tüm öğretmenler sırasıyla birer kart çekiyor, ismi söylenenler üçerli gruplar halinde bir araya geliyordu.

Ben, İlay ve Devrim ile eşleşmiştim. Diğer herkes gibi bizde üçerli gruplar halinde birleşmiştik.

"Merhaba," diyen Devrim ile hafifçe gülümsedim. "Devrim ben."

"Alin," diyerek önüme döndüm. Gözlerim şuanda Asil'imi arıyordu. Berkay'ı tanımadığı iki erkekle eşleşmiş etrafa beni kurtarın bakışları atarken gördüğümde şeytani bir sırıtış gönderdim.

Bana kaşlarını çattı.

Tabii efendim, arkadaş olmak bunu gerektirir. Dalga geçmeyeceksek niye varız?

İldem, Sumru ve Hakan eşleşmişti. Hakan ikisinin arasında dut yemiş bülbül gibi dikiliyordu. İldem konuşmuyor, Sumru konuşmuyor ve Hakan bu sessizlikte tırsak bir şekilde nereye düştüğünü sorguluyor gibi duruyordu.

Hakan'a hayatında başarılar diliyorduk.

Mirza da tanımadığım iki erkekle eşleşmişti. İkisi de alt sınıftan gibi duruyordu. Barlas burada kamp alanında bekleyecekti. Kendini zorlamaması gerekiyordu. Katya da burada öğretmenlerin gözetimi altında daha güvenilir bir yerdeydi.

Gözlerim sonunda aradığını bulduğunda kısıldı ve avına odaklandı. Asil İki kızla eşleşmişti. Onlardan birkaç adım uzakta dururken başını yere eğmişti.

Tamam Alin, kıskanmanı gerektirecek hiçbir şey yok. Asil'lik bir durum yok, kızlar da uzak duruyor zaten.

Adım kulaklarıma ulaştığında kilitlendiğik yerden gözlerimi zorla alarak Devrim'e baktım. "Alin?"

"Efendim?"

"Herhangi bir spor geçmişin var mı?"

"Belki," diyerek ucu açık bir yanıt verdim. "Neden?"

"İlay'ın koşacağını pek zannetmiyorum," diyerek imayla İlay'a baktı. "Minicik cici kızımızın tırnağı kırılsın istemeyiz, birilerinin de oyun için çabalaması gerekecek."

"Niye İlay'ı küçümsedin şimdi?" Derken içim garip bir şekilde koruma içgüdüsüyle doldu. "Bazen en kolay görünen sorular en zorları olur. Hiç ummadığın insanlar harikalar yaratabilirler. Bazı insanlar mütavazi Devrim, güçleriyle övünmezler."

Kimsenin tercihine karışamazdık. İnsanlar bazen yürumek isterlerdi. Bazense koşmayı tercih edebilirlerdi. Herkesin doğalı farklıydı. Senin doğan, senin normalin gülümsemek diye kimseyi gülümsemeye zorlayamazdın.

Kimse senin gibi olmak zorunda değildi. Kimseyi değiştirmeye çalışamazdın, kendi doğrularını dayatamaz istemediği bir hayata zorlayamazdın.

"Teşekkürler Alin," diyerek gülümsedi İlay. "Ama kendimi savunabilirim. Birincisi ben bu tırnaklara ayda kaç para döküyorum biliyor musun sen? Tabii ki, kırılmalarına izin vermeyeceğim. İkincisi, kazandığımızda seninle görüşeceğim. Üçüncüsü, pislik herifin tekisin."

Ben düsman aşk mı seziyordum, bana mı öyle geliyordu?

Gerçi kız haklıydı. Herkesin ağzı dili vardı, bana ne oluyordu? Ne diye beni havuza atmış bir kızı savunuyordum durduk yere?

"Lütfen kızlar," dedi gülerek Devrim. "Beni haksız çıkarın."

Sana bir yumruk atarım kim haklı görürsün.

Gözlerimi tekrar Asil'e çevirdiğimde ağzımın içinde homurdandım. Maşallah dediğim üç gün yaşamayacaktı benim. Kızlar şimdi Asil'e bir şey soruyorlardı.

Asil başını kaldırıp saniyelik olarak kızlara baktıktan sonra bir şeyler söyleyerek Mirza'nın yanına gitti. Mirza yanındakilerle konuşmayı bırakıp yanına gelen Asil'in söylediklerine odaklandı. Asil konuşurken kaşları çatıldı ve gözleri kızlara kaydığında başını salladı. Elini Asil'in omzuna dosçta vurarak İshak müdür bey amca'mın yanına gitti.

Dostça?

Mirza? Asil'in koluna?

Dostça dokundu?

Acaba ben mi yanlış görmüştüm?

Ne oluyordu be burada?

Mirza bir süre mudür bey amca'yq bir şeyler anlattığında İshak amcam başını sallayarak grupları yazdığı kağıda eğildi ve kalemle bir şeyler karaladı. Mirza gülümseyip ona tahminimce teşekkür ettiğinde tekrar eski grubunun yanına geçmek yerine kızların yanına gitti. Kafasını çevirip Asil'e başını sakladığında Asil ona gözlerini minnetle kapatmakla yetindi.

Bir dakika. Şimdi anlamıştım. Asil grubunu değiştirmişti.

Dudaklarıma konan tatlı bir tebessümle Asil'e doğru yürümeye başladım. Tam önünde durduğumda tüm dikkatini bana verdi. "Günaydın."

"Günaydın, Şeftali'm. İyi uyudun mu?"

"Evet, sen?"

"Evet."

"Mirza'yla ne konuştun?"

"Ona kızların benimle konuşma çabasına girmesinden rahatsız olduğumu ve gruplarımızı değiştirip değiştiremeyeceğimizi sordum. Tabii, biraz da senin gazabınla tehtid etmiş olabilirim."

Dudaklarımı birbirine bastırarak ona muhtemelen parıldayan gözlerle baktım. "Aferin sana."

Aslında bunu söylemek ikimiz için de özeldi. Dalgayla ya da üstünlük kurmak için söylemiyorduk. Gerçekten içten bir şekilde birbirimizi desteklediğimizi ya da başarımızdan gurur duyduğumuzu gösteriyorduk bir nevi.

Bana dudağının kenarını kıvırdı ve her zamanki güzel bakışlarını yüzümden ayırmadı.

"O zaman," diyerek heyecanla ona serçe parmağımı uzattım. "İyi olan kazansın mı?"

"Bu bir meydan okumaysa," serçe parmağını benimkine dolayarak nefesini yüzüme bıraktı. "Meydan okumanız kabul edildi, Şeftali hanım. İyi olan kazansın."

 

🍑🍑🍑

 

"Tamam," dedik aynı anda üçümüz de farklı yönlere giderek. "Buradan gidiyoruz."

Bir dakika. Kuzeyden mi, güneyden mi yoksa doğudan mı?

"Saçmalamayın," dedim elimdeki haritayı göstererek. "Tabii ki doğudan gideceğiz."

"Tamam," diyerek araya girdi Devrim. Sabahtan beri İlay ve benim kavgalarımı ayırmaktan bıkmıştı. İkimiz bir türlü ortak bir paydada birleşemiyorduk. "Herkes kendi yolundan gitsin, nasıl olsa hepimizde harita var. Eğer iki saatten önce bulamazsak geri döneriz. Riske atmaya gerek yok."

Başımızı sallayarak aynı anda arkamızı dönüp yürümeye başladık. Bu son oyundu. Altı saattir ormandaydık ve saat çoktan iki olmuştu bile, karnım zil çalıyordu.

Son oyuna kadar eşleştiğimiz tüm grupları yenmiştik çünkü hem birbirimize hem de diğerlerine karşı kazanmak için güçlü bir arzu duyuyorduk.

Bunda biraz benim aldığım eğitimlerin, biraz da Devrim'in okulun spor kulübünde olması işimize yaramıştı. Keşke bedeni kadar aklı da çalışsaydı da haritayla ilgili her şeyi İlay ve ben üstlenmek zorunda kalmasaydık.

O çocuk elindeki haritayla kaybolmazsa şükredecektim.

Gerçi yalan yoktu, okuldaki o çıtı pıtı kızın bu kadar dayanacağını ben bile beklemiyordum. Sabahtan beri ormanda oradan oraya koşturuyorduk, kar vardı ve açtık. Gerçekten iyi dayanmıştı.

Adımlarımı hızlandırdım. Asil'in takımına karşı yarışıyorduk şuanda.

Yarım saat kadar haritaya göre belirlediğim güzargahta ilerlediğimde derin bir nefes alarak etrafa baktım. Her yer birbirine benziyordu. Ne haritada ne de etrafta bayrağı bulmak için kullanabileceğim belirgin bir yer yoktu. Bir mağara ya da küçük bir kulübe olsaydı işim kolaylaşırdı.

Her yer ağaçtı. Yeşil kusacaktım.

Telefonumu çıkarıp haritalardan o ağacın konumunu bulmak istedim ama gördüklerimle telefonu cebime tıkıştırdım. Çekmiyordu.

Sinirle yerdeki bir taşa tekme attım. Ardından gelen sesle ise şaşkınlıkla kafamı kaldırdım.

"Benden intikam mı alıyorsun sen?" Asil'de benim gibi buraya geldiyse ikimiz de bayrağa çok yaklaştık demek oluyordu bu. Taş Asil'in ayağına gelmişti.

"Neyin intikamını alacağım," derken gözlerime takılan detayla Asil'i oyalamak için konuşmaya devam ettim. "Ne yaptın ki?"

Bayrak Asil'in arkasındaki ağacın üzerine çatallı bir şekilde uzanan kalın dalların tam üzerindeydi.

"Hiç."

Birden koşmaya başladım. Yıllardır koşan kişi ben olduğum için koşu konusunda üzerime tanımazdım. Bu konuda beni geçemezdi ama unuttuğum, hesaba katmadığım bir şey vardı.

Ağaca ulaştığımda boyum bayrağı almaya yetmiyordu. Somurtarak arkamda bekleyen Asil'e baktım. Bu çocuğun boyu neden bu kadar uzundu ki? Asil uzanarak bayrağı aldı ve bunu yaparken dudaklarını alnıma bastırdı.

"Küçükken daha fazla süt içmeliydin güzelim," diyerek sinir bozucu bir şekilde gülümsediğinde sinirlerim tepeme çıktı.

Zaten boyum kısaydı, çabuk ulaşıyordu zirveye. Yapmayın abi bunu bana, yapmayın.

"Asil seni yere yatırır, otuz iki yerinden bıcaklar bir çalının içine atarım!"

Söylediklerime kahkaha atarak arkasını döndü. "Ben de seni seviyorum güzelim."

"Asil," diye bağırdım arkasından. "Bayrağı bana verirsen seni öperim."

Eğer kazanmak istiyorsanız bazen illegal oynamanız gerekirdi.

Olduğu yerde kaldı. Başını çevirip bana şüpheli bir bakış attı. Gözleri benden elindeki mavi bayrağa kaydığında, "siktir etsene," diye söylenip hızla bana yöneldi. "Kazanan zaten hep sendin."

Dudaklarım kıvrılırken bana karşı yine bana yenilmesine eridiğimi hissedebiliyordum. Edepsiz Alin duvar ardında elinde bir yelpazeyle etrafı havalandırmaya çalışıyordu. Huh, biraz fazla mı sıcakladık ne? Ben eriyorum burada, Adana ateşinden olsa gerek.

Adana ateşi dediği kesinlikle benimkiydi.

Ellerini sabırsızca yanaklarıma yaslayıp nefes alır gibi dudaklarını ihtiyaçla dudaklarıma bastırdığında alt dudağına dişlerimi geçirip hoyratça ona yöneldim.

Siktir et, dedi birden eli belinde büyümüş gözlerle bizi izleyen edepsiz Alin. Yelpazeyi kendine yöneltti. Yanan bir ben değilim ama soğuyamayan tek benim!

Dudaklarını ısırmamla erkeksi bir sesle inleyerek ü ​​​​​​st dudağımı emdi. Benim aksime bunu o kadar yavaşça yaptı ki bu içimdeki isteğin arşa çıkmasına neden oldu. Daha fazlasını istiyordum, daha hızlı ama daha yoğun bir şekilde.

Cidden mi? Mantıklı Alin gözlüğünü düzeltip bize yadırgayan bir bakış attı. Alo? Ormandayız, ormanda! Ayrıca oyun ne oldu?

Oyunu şeftaliler kovalasın, dedim içten içe. Asil oyundan daha önemliydi. Onu öpmek oyundan daha eğlenceliydi. Aslında şuan, kazanmak umrumda bile değildi. Öpmek için bahane arıyordum sanırım.

Bir eli yanağımdan belime kayarak kavradı ve kendisine yaslayarak hafifçe ayaklarımı havalandırdı. Aramızdaki boy farkını azaltarak bana daha yakın olmaya çalışıyordu. Omuzlarına tutunup ona yardımcı olurken az önce ısırdığım alt duağını zarifçe öptüm. İki dudağım arasına alarak emdiğimde dili üst dudağıma sürtündü. Bu sefer inleyen taraf bendim. İçimin utançla dolduğunu hissetsem de şuan sadece Asil'i istiyordum.

Dudakları dudaklarımı serbest bırakıp yanağıma yöneldi. Başımı avucuna yatırarak dudakları için alan açtım. Dudakları tenimin üzerinde kıvrıldı. "Beni kabul etmene bayılıyorum."

Biz daha nelere bayılıyoruz bir bilsen, diye araya girdi edepsiz Alin.

Bense bu sözlerle alt dudağımı dişledim. Bunun beni daha da yaktığından haberi yoktu. Belki de vardı.

Ben dudaklarının dokunuşu altında kendimi ona bırakmışken dudaklarının birden kulağımın altındaki hassas noktaya bastırdığında kırkırtılarım içimdeki ateşi söndürdü.

Bu adam benim tikimle oynamaktan zevk alıyordu resmen!

"Asil, hayır!" Diyerek kolları arasında çırpındığımda kulağımın altındaki tenimde dudaklarının kıvrıldığını hissettim. O kısma dudaklarını sürttü.

"Hmm, evet."

"Ya," kıkırtılarım kahkahaya dönüştü ama belimdeki eli beni sıkıca bedenine sabitlemişti. Çırpınmalarım işe yaramıyordu. "Dursana!"

"Durdursana."

"Asil, dur!" Dedim katı bir sesle. Ses tonumdaki değişikliği fark ettiğinde ilk önce dudaklarını sonra başını boynumdan çekti. Ciddi ifademe bakarak ne olduğunu çözmeye çalıştı.

"Sorun ne?"

Daha fazla dayanamayarak kahkahayı bastım. "Durdurdum."

"Bir şey oldu sandım," rahatlayarak nefesini verdi. Ayaklarımı yerle buluşturduktan sonra dudaklarını alnıma bastırdı. Gözlerimi huzurla kapattım. "Bazen beni gerçekten korkutuyorsun, şeftali'm."

"Ya," diye mırıldandım. Gözlerimi masumca ona diktim. "Ne yapıyorum ki?"

"Her şeyi," diyerek ucu açık bir yanıt verdiğinde somurttum. "Aklına gelmesi yeterli aslında."

"Tamam, bir takım haltlar yemiş olabilirim-" derken kendi kendimi durdurdum. "Tamam ya yemediğim çok az halt var. Sayılılar."

"Kendini bilmen güzel," avuçlarıma bayrağı bıraktıktan sonra alnıma dudaklarını bastırdı. "Senindir. Ayrıca unutma yetişemediğin yerlere yetişmek için kullanılmaya gönüllüyüm."

Yok, şuraya düşeyim bayılayım diye yapıyordu.

Kalbim isyandaydı benim, artık ne tarafa atacağını şaşırmıştı. Küçük Alin sesten bıkarak kulaklık geçirmiş boş boş sakinleşmesini bekliyordu.

Kötü haber, o etraftayken kalbimin sesi hiç sakinleşmeyecekti. Boşuna bekliyorlardı.

 

🍑🍑🍑

 

Önümdeki Acılı Adana'nın son lokmasını alarak midemdeki doygunluk hissiyle geriye yaslandım.

Tarih öğretmeni Gaye hoca ortaya çıkarak ellerini çırptı. "Gençler! Otobüs yolda, gelene kadar küçük bir oyun oynayalım mı?"

"Hocam ne genci, geçen merdiveni çıkamadım. Sizden daha yaşlı hissediyorum kendimi." Hakan sen bir gün başına bela alacaksın ama neyse bakalım.

"Şimdi bir gönüllü lazım bana," kalabalıkta gözleri dolaşıp bende durduğunda gerildim. Yanımdaki Berkay gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. "Alin, yanıma gelir misin canım?"

Hocam ben canınız olmasam, başkası olsa?

"Geleyim hocam," hocam siz beni nereden tanıyorsunuz kurban olayım? Ayağa kalakrak Gaye hocanın yanında bittim. "Şimdi sen tarihteki bir uygarlık ya da işte önemli adamların şimdiki zamanda başarıya ulaşsalardı ne yapacaklarını söyleyeceksin. Arkadaşların de kim olduğunu bulacak."

Ne? 

"Hocam ne yapacak?" Diye sordu Berkay. "Ben anlamadım."

"Yani şimdi diyelim ki ben Fatih sultan Mehmet'im. İstanbul'u kuşattım ve fethettim. Bununla ilgili sosyal bir mecrada bilgi paylaşacağım. Hikaye atacağım yani. Geçen gün İstanbul'u fethettim, gel çay içelim komşu. Mesela yani."

"Ha," dedim aydınlanarak. "Anladım hocam ben."

"Tamam sen başla o zaman."

"Burada ne olsa benden biliyorlar. Bıktım artık." Yer değiştirerek karşıya geçtim. "Rodos'u fethetmişler, sen mi yaptın?"

"Kanuni!" Diye kahkaha sesleri yükseldiğinde kendimi tutamayarak güldüm. Ne yaşıyorduk lan biz?

"Sen mi yapacaksın dediler, vallahi ben yaptım. İlk türk denizci oldum."

"Çaka bey!"

"Kardeşimi öldüreyim dedim geçen. Sen kaç dur. En son cenazenin alayım dedim, ona da para istediler. Kiliseye bağış yaptım aldım."

"2.Bayezid."

"Tam üzüleceğim, aklıma Babamı tahttan indirip padişah olduğum geliyor."

"Yavuz sultan Selim!"

"Hocam otobüsler geldi!" Diye bağırılmasıyla kendi çantamı ve Barlas'ınkini almak için bizimkilerin yanına ilerledim. Artık eve gitme vaktiydi.

 

8600 kelime.

İki lafın arasında bölüm ayağında da tarih ekledik xnsmxmmsmx

A Allah'a emanet 💅🏻

​​​

Loading...
0%