@cennomi
|
Keyifli okumalar♡
Can kazaz- Fırtına
Yüzyüzeyken konuşuruz- son seslenişim
(Bölüm sonu şarkıları)
"Tamam, şunu baştan alın. Kafam çatlıyor, biriniz bana ilaç getirebilir mi?" Kafamı tutarak önümdeki bilgisayara bakarken nerden bulduklarını bilmediğim ağrı kesiciyi masaya koyup sadece suyu içtim. "Vazgeçtim, size güvenmiyorum." Ivan bilgisayarda birkaç tuşa bastıktan sonra ekranda hareketli bir konum belirdi. "Bu Bay Aleksey'in telefonundan aldığımız son sinyalin olduğu yer." İleri tuşuna bastı. "Bu da vücudundaki takip cihazının son konumu. İki konum birbirine çok ters bölgelerde, bu da bizi şaşırtmak istedikleri anlamına geliyor. Vücudundaki takip cihazını fark etmeleri imkansızdı," parmaklarını kütürdeterek sert bakışlarını ekrana dikti. "Adamın karın boşluğundaydı." "Başka ne var elinizde?" Başımı ovalarken gözlerimi diğerlerine diktim. "Beyler bir baksanıza ya, dolapta şeftali kalmış mı?" "Bir de Bay Aleksey'in gittiği arabayı bulduk. Herhangi bir iz yok. Adamları öldürüp kaçırmışlar. Sağ kolunu da bulamadık cesetlerin içinden, onu da almış olmalılar." Önüme dilimlenmiş bir şekilde gelen şeftali tabağını alıp bir dilimini ağzıma tıktım. O kadar önemli bir adamı elbette ki öldürmeyeceklerdi."Sen bana iki konumun görüntüsünü yan yana açsana." Dediğimi yaptığında eliyle konumdaki köprüleri işaret etti. "İki köprü çok uç noktalarda. Ülkenin iki farklı ucu da diyebiliriz, birisi batıda diğeri doğuda." Dikkatlice konumları incelemeye başladım. İki konum arasında en az yüz kilometre vardı. Bu da karşımıza iki ihtimal çıkarıyordu. "Saat aralıkları ne?" "Telefon konumu gece beş, takip cihazının konumu sabah sekiz." Düşünceli bir şekilde ekrana baktım. Uçakla ya da hızlı trenle gidilmedikçe üç saat içinde gidilecek bir mesefa değildi. O zaman ya bu yollardan gitmişlerdi ki bu onların kaybedecek zamanları olmadığı anlamına gelirdi, ya da telefonuyla kendisini iki farklı araçla ülkenin iki ucuna taşıyıp imha etmişlerdi. "Vücudunda herhangi bir cihaz var mı? Nabzını ölçen bir cihaz falan? Yaşayıp yaşamadığını bilirsek en azından ilerlemek için bir sebebimiz olur." "Şuanda nabzı yavaş," dediği sırada bir tuşa bastı ve odaya sakin kalp ritimleri doldu. "Ya uyutuyorlar ya da ölmek üzere." Her ihtimali de düşünürler, ne kadar zekiler. Ulan Allah'ın belaları, bu adam ölürse Katya'ya ben mi bakacağım!? Artık Raskol Rus abiyi bulmak zorundaydım, bu kıza ben bakamazdım. "Saçmalama ivanoviç," diye tersledim. "Ölmeyecek." Yani umarım ölmez. "Ivan," diye düzellti beni. "Sağ kolu Layoş'un da nabzı çok yüksek." Tövbe estağfirullah ama aklıma bir şeyler geldi. Şeftalimin son iki diliminden birisini alırken hafifçe kaşlarım çatıldı. "Bekle, arabayı nerede bulduk demiştin?" "Öyle bir şey söylememiştim, güney yakasındaydı. İki konumun orta noktasını alacak olursak biraz daha güneyinde kalıyor." "Arabaya dokundunuz mu?" "Elbette, cesetler temizlendi. Araba kontrol edildi." "Beni arabaya götürün, ardından da kuzeye doğru yola çıkıyoruz." Gerekirse o adamı sokak sokak ararım ama başıma bela açmasına izin vermem. Son dilimi alarak telefonumu cebime attım ve hızlıca daireden çıktım. "Kapıyı kilitleyin. Hemen geliyorum." Hızlı adımlarım beklentiyle Koralp'in ayarladığı odanın kapısında durdu. Kapıya sert bir şekilde üst üste vurdum. Açılmasını beklerken biraz da korkmuyor değildim. Raskol'ü kaçıranlar Katya'yı biliyorsa ve ondan istedikleri bir şey varsa kesinlikle ilk hedefleri Katya olacaktı. Raskol kolay kolay konuşmazdı, Savaş kartelin sadece bir adamıyken bile bu denli ketumsa Ölüm Pençesi'nin lideri bir demir gibi olmalıydı. O konuşmadıkça istediklerine ulaşamazlardı ve konuşturmak için her türlü yola başvurabilirlerdi. Tabii eğer istedikleri bir bilgiyse. Bu bir intikam meselesi olabilirdi, bu bizim işimizi çıkmaza sokardı. İntikam almanın farklı yolları vardı. Ama ne olursa olsun, bu kadar zeki ve planlı bir düşmanın ilk durağı Katya olacaktı. Kapıyı açan renkli gözler bana anlam vermeyerek baktı. "Ne oluyor?" "Katya burada mı?" Aceleyle içeri dalıp etrafta onu aramaya başladım. "Tabii ki burada, akşam bize emanet ettin ya." Sesine şüphe bulaştı. "Ne oldu? Bir şey olmuş. Bana bak tek başına bir işler karıştırmaya çalışma. Biz ne güne duruyoruz?" "İldem, Katya nerede?" Odasında yoktu. Salonda yoktu, balkonda da değildi. Hızlıca banyoyu da kontrol ettim. Hayır yoktu. "Ben," İldem ne diyeceğini bilemeyerek kaşlarını çattı. "Yarım saat önce mutfaktaydı. Kaçmış olmalı." Yarım saat uzun bir zamandı. En azından kaçmak için yeterli bir zamandı. Daireden çıktım. "Ivan, oteli sarın. Kuş uçmayacak, Katya yok. Kamera odasına gidelim, biriniz benimle gelsin." Telefonumu çıkarıp İldem'i aradım tekrar. Kendimi çok sorumsuz hissetmeye başlıyordum. Konrtol elimden kaymıştı, ipleri artık zihnim tutmuyordu. "İldem, acilen bilgisayarını al. Otelin kamera odasına sızıp bilgisayların şifresini kırman lazım." "Benimle dalga mı geçiyorsun?" Dedi hayretle. "Benim de gelmem lazım. Uzaktan bunu yapamam." "Hayır," diyerek reddettim ve önüne geldiğim asansörün düğmesine üst üste basmaya başladım. Hadi, hadi. "Yapabileceğini biliyorum. Neler yapabildiğini gördüm, sakın odadan çıkma. Eğer Katya'yı bulamazsak kaçırıldığından emin oluruz ve sizin de güvenliğinizden emin olamam. Lütfen, bir de sizin için endişelenmeyeyim." "Tamam," hışırtı sesleri çıktı. "Hemen hallediyorum. Yarım saatimi alır." Durdum. Derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. Bir anda gelişen şeyler kalbimin ritmini şaşırtmış ve resmen bu sıcakta soğuk terler dökmeme neden olmuştu. "Teşekkürler." "Problem değil," dedi anlayışla ve telefonu kapattı. Yanımda dikilen deve baktım. "İvanoviç, şeftalili parfümün yoktur değil mi?" Başını iki yana sallayarak açılan asansörü işaret etti. Oflayarak içeri girdim. "Ben de öyle düşünmüştüm." Olsaydı gerginliğimi biraz alırdı. "Siz telefondayken otelin etrafını sardırdım. Eğer çıkmak isterse mutlaka yakalarız, merak etmeyin." "Sağol ama iyi ki psikolog falan olmamışsın, aşırı iyi motivasyon veriyorsun." Gerginlikle bacağımı sallamaya başladım. "Katya yoksa bittik demektir. Raskol kendisi kurtulursa bizi öldürür, kurtulamazsa da düşmanları bizi öldürür. Kusura bakma ama sıçayım böyle işe, aksiyon istiyorum derken bundan bahsetmemiştim!" "Geldik," diyerek asansörden çıktı. Arkasından ilerledim. "Kamera odası koridorun sonunda. İçeride üç kişi, kapıda iki kişi var. Kameralarla içerisi ve dışarısı izleniyor." "Silahlarımı almadım," elimi ona uzattım. "Bana sakinleştirici ver, gerçek silahlarla aram yok. Kendimi bile vurabilirim." Koridorun sağa dönen kısmında durdum ve sırtımı duvara yasladım. Adamlar özel eğitlimiş korumalara benziyorlardı. Şuan abimin bana üst düzey korumalı bir otel bulmasına küfretmek üzereydim. İvan belinden çıkardığı sakinleştirici silahı bana uzattı. Onların kartelinin üç tür silah taşıdığını biliyordum. Mermili, sakinleştiricili ve zehirli. Çünkü bendeki sette de vardı. Ayrıca kendi imzaları olan üç pençe izinin bulunduğu hançerleri yanlarından ayırmazlardı. Bundan sonra ben de böyle gezecektim galiba. "Sabunun yapısı ne biliyorusun Ivan? Apolar kısmı kiri seviyor, âşık valla. Bir yumuşatıyor ki kiri görme yani. Suyla düşman ama. Su fobisi var, hidrofob kendisi. Polar kısmı da suya âşık. Kirle düşman. Apoların yumuşattığı kiri yok ediyor." "Ne anlatıyorsunuz Alin hanım?" Dedi şaşkınlıkla Ivan. "Lan ben YKS öğrencisiyim, uğraştığım şeylere bak. Bilgilerimi konrtol ediyorum. Şurada kalmış dört ay. Kazanamazsam bana maaş bağlamak zorundasın, aksini kabul etmiyorum." "Ne?" Dedi tekrar. "Ay tamam, işine bak. Allah'ım nelerle uğraşıyorum ben böyle? İnsan salak olur ama bu kadar mı olur?" "Ben sizi duyabiliyorum?" "Ay duy, arkandan söyleyeceğime yüzüne söyledim işte. En azından dürüstüm." Kafamı uzatıp adamlara baktım. "soldaki benim, sağdaki senin. Aynı anda çıkıyoruz. Yakın temas yok, elimizdekileri gördükleri anda silahlarına dokunacakları için direkt indiriyoruz." Kararlılıkla başını salladığında, "üçe kadar sayacağım," dedim. "Bir, üç!" Duvarın ardından çıkıp boynuna nişan aldım. "Hop, al sana bombe." "Alin hanım!" Sinirle söylenen Ivan kurşunu adamın koluna sıktığında hemen onun da boynuna sıktım. "Ne yapıyorsunuz?" "Öldürmek yok, adamlar sadece işini yapıyor. Bayıltıp işimizi yapacağız." Adamlar ağır sakinleştirici yüzünden dakikalar içinde kendinden geçince kapının önünde durdum. "Şimdi açıyorum, ikimiz dalıyoruz. Gelişine kim gelirse." Bana başını salladı. Pozisyon aldık, bir elinde silah varken diğer eliyle kulpu tuttu. Başını kapıya yaslayıp içeriyi dinliyordu. Hafifçe arkasına geçtim. Kapıyı dikkatle arladığında gerileyip sırtından ittirdim ve aceleyle kapıyı kapattım. Şimdi saçım başım dağılırdı, hiç uğraşamazdım. Ivan hallederdi içeride. Gelen seslere sırıtarak duvara yaslandım. Tırnağımda göz gezdirirken çalan telefonla ekrana baktım. Benimki arıyordu. "Şeftali'm, uyandın mı?" "Yok Asil, uyanmadım. Hâlâ uyuyorum kapat sonra konuşuruz." Ciddiyetle onaylayıp telefonu kapattığında ekrana kaşlarımı çatarak bakakaldım. Ardından bir çağrı daha düştü. "Niye kapattın?" "Asıl sen nasıl benimle konuşurken uyuyorsun? Uyanmışsın işte. Boşluğuma geldi, kapat diyince kapattım." Kıkırdayarak başımı duvara yasladım. "Asil ben yine mafya hatun oldum." "Ne?" "Raskol abiyi kaçırmışlar, Katya yok. Onları arıyorum. Az önce Raskol yok diye zırlayan korumasını üç adamı dövsün diye kamera odasına tıktım." "Tatilde bari rahat dursaydın," diyen isyankar sesine görebilecekmiş omuz silktim. "Hemen geliyorum, kendi başına iş yapma sakın." "Gelmiyorsun," sakince konuşabildiğim için kendimle gurur duydum. "Seni buna karıştırmayacağım. Bana hiçbir şey olmaycak, güven bana. Gelirsen seni atlatmanın bir yolunu bulurum." "Benden endişelenmememi bekleyemezsin!" İkna edemeyeceğimi anladığımda burnumun kemerini sıktım. "Geleceğim, sen de beni bekleyeceksin. Ne yapacaksak beraber yapacağız. İşten gelmeni bekler gibi onlarca mafyanın arasından sağ salim gelecek misin endişesiyle bekleyemem." "Sakin ol, eğer gerçekten rahat olmamı istiyorsan Katya'ya bakabilirsin. Güvende olmasını istiyorum. Onun on altı yaşındaki bir ergen olduğunu ve çok şey yaşadığını unutma ama. Biraz anlayışa ihtiyacı olabilir." "Bana ne bundan? Sana söyledim, bin kere daha da söylerim. Benim sınırım sensin ve şuan o sınırı geçmek için çabalıyorsun." Sıkıntılı bir nefes aldığında onu yormaktan nefret ettim. "Her şeyi yaparım, daha önce yapmamam ya da etik değerler, hatta vicdanım bile umrumda olmaz. Ama yanımda olmana ihtiyacım var, yanımda olduğun sürece her şeyi yapabilirim. Sorun değil, yemin ederim hiçbir şey sorun değil. Sadece yanında olmama izin ver." Sessiz kalarak gözümü yerdeki karolarda gezdirdim. Yanımda olmasını, onunla yaptığım delilikleri, kokusunun beni rahatlatmasını ya da varlığının bile beni güvende hissettirmesini ben de istiyordum ama korkuyordum. Çok korkuyordum. Ya benim yüzümden ona bir şey olursa? Benim suçum değildi, benim seçimim değildi ama tüm bunlar benim başıma geldi. Ya onun da hiçbir suçu yokken benim yüzümden bir şey olursa? Zaten yeteri kadar yaralıydık ve birbirimizi sararken bile sancısını hissediyorduk. Onda kalıcı bir iz bırakmaktan ölesiye korkuyordum. Sınırları umrumda değildi, ona gelecek en ufak zararın düşüncesi bile ruhumu kemiriyordu. "Korkuyorum." Dedim dürüstçe. "Ya sana bir şey olursa?" "Sorun da bu!" Dedi hayretle. "Ya sana bir şey olursa? Yanında olursam en azından birlikte olacağız, böyle yaptığında senin yaşadığın korkuyu yaşamadığımı mı sanıyorsun? Güzelim, ben de korkuyorum. Ya ben yanında yokken bir şey olursa? Hadi kötü düşünmeyelim, ya gülümsersen ve ben bunu kaçırırsam?" "Ben... Sadece..." "Korktuğunu biliyorum, endişeni hissedebiliyorum. Tedirginliklerin olduğunu, sorumluluklarının ve yapman gerekenlerin ağır geldiğini, anneni özlediğini, stres altında olduğunu da görebiliyorum. Sadece gözlerine baktığımda hepsini hissedebiliyorum ve o zaman kendi sorunlarım önemsiz bir toz zerresi halini alıyor. İzin ver, en azından gözlerine bakayım. Senin için orada olmama izin ver." Benim için burada olmana ihtiyacım var. "Söz veriyorum, seni asla engellemeyeceğim. Varlığımı fark etmezsin bile, hayalet gibi olurum." Öyle olacağını hiç zannetmiyordum. "Hayır demek ne mümkün?" "Sakın bensiz ayrılma, hemen geliyorum." Telefonu kapattığımda kapı sertçe açıldı. Nefes nefese alnına dağılan terli saçlarıyla Ivan kapıya elini yaslayarak ağzından değil götünden nefes aldığına yemin edeceğim bir soluk çekti. "İçeride üç değil on kişi varmış." "Ne?" Derken kahkahamı koyuverdim. "Ben de diyorum bu beceriksiz üç adamı haklayamadı mı?" "Sizi Raskol beye söyleyeceğim," kapının önünden çekilerek başını duvara yasladı. Solukları düzensizdi. "Resmen güvenilmemesi gereken birisisiniz." "Tatlım sen güvenilmeyecek insan görmemişsin, ben bir numarayım." Yerdeki adamlara ve kırılan iki sandalyeye dudak büzerek baktıktan sonra sağlam kalan son koltuğa oturup bilgisayarların önüne çektim. "Fazla kargaşa. Ben olsaydım etraf temiz olurdu. Boş yere masraf olacak şimdi." "O zaman beni içeriye fırlatmak yerine siz girseydiniz!" "Ojemi dün sürdüm daha, uğraştırma beni ivanoviç." Tam telefonu çıkarıp İldem'i arayacakken duvardaki ondan fazla ekrana kamera görüntüleri yansıdı. Heyecanla ve gururla dişimi dudağıma geçirdim. Elim klavyeye giderken, "aferin," diye fısıldadım. "Başarabileceğini biliyordum." Dikkatle ekranlardaki görüntülere baktım. Ivan da yanımda eğilmiş kontrol ediyordu. Koridorlarda, merdivenlerde, çıkışa giden kapılarda ya da spor salonunda değildi. Ekranlardaki görüntüleri değiştirdim, eğer özel alanlarda da yoksa önceki görüntülere bakıp ne zaman çıktığını bulacaktım. Gördüklerimle sağ gözüm seğirmeye başladı. "Bu kız şaka falan mı!?" "Aslında mutlu olmalıyız." "Burada kafayı yedim bu deliyi bulacağım diye, ama hanımefendi havuzda kokteyl keyfi yapıyor diye sevineyim mi yani!?" "Şey, dışarı mı çıksak?" "Defol git!"
🍑🍑🍑
"Herkes ne yapacağını anladı mı?" Elimdeki silahı kontrol ederek belime yerleştirdim. Şortu çıkarıp siyah bir kotla değiştirmiştim. Üzerimde de ince bir body vardı. "Ben buradan size teknolojik desnek vereceğim," dedi İldem. "Kamera ve güvenlik sistemlerine sızacağım." İldem bizim siber güvenliğimiz olacaktı. İhtiyacımız olan her teknolojik yardımı uzaktan yapacaktı. Yakın temas isteyenler içinse Ivan bir şeyler bildiğini iddia ediyordu. İldem yaşına göre oldukça zeki birisiydi. Odak noktası olan teknoloji aynı zamanda da zayıf noktasıydı. Onun bu ilgisi hayatımın neredeyse her yerinde işime yaramıştı. Beni bazen ipten aldığı zamanlar bile olmuştu. "Ben Katya'yı koruyup otelin güvenliğinden emin olacağım. Aynı anda da kameralardan kapıları ve merdiven girişlerini izliyor olacağım." Berkay her zaman iyi bir dost olmuştu. İhtiyacım olduğunda oradaydı ve ihtiyacı olduğunda orada olurdum. "Dış cephelere adam yerleştirin, pencerlerden girmek için duvara tırmananlar olabilir. Unutmayın, küçük bir şakayla uğraşmıyoruz. Ciddi görünmüyor olabilirim ama Raskol abiyi bulamazsak ortalık karışacak. Ölüm pençesinin lideri olmazsa o zaman tüm kartel karışır. Herkes başa geçmek ister ve onların önündeki engel ben olacağım. Buna izin vermem. Büyük güç için önlerinde olan kişi ben olduğumda hedef de ben olacağım. Hedef ben olduğumda tehlike hepinizi bulacak." "Küçükken de böyleydin," dedi Ivan birden. "Seni izlerken bir şeyin beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Gereğinden fazla sorumluluk alıyordun, olması gerekenden fazla. Belki de Alex için seni özel yapan da buydu, hiç gerekmese bile hep mücadele ediyorsun." "Bana dram yapma ivanoviç. Biz de biliyoruz ne şeftali olduğumuzu," elimle onu geçiştirdim ama içten içe haklı olduğunu biliyordum. Her zaman anlıyordum. "Ben gelene kadar asla tek başınıza odadan çıkmayın. Kontrolü elden bırakmayın. Ne olursa olsun, sakın buradan ayrılmayın." "Belki helikopterle de gelirler ha," diye dalga geçti Berkay. "Kanka bir sakin ol. Sen halledersin. Biz hallederiz." Ya bazen halledemeyecek kadar zor gelirse? İçim çok rahat etmese de başımla onayladıktan sonra çantamı alarak otelden çıktım. Güneş gözlüğümü takıp dışarıda bekleyen siyah minübüse ilerlerken Ivan ile konuşuyordum. "Araba buraya uzak mı?" "Raskol Bey'in buradaki evine çektik. Birkaç saatlik yol var. Daha sakin bir yerde." Başımı sallayarak onu onayladım. "Bana konum at." Tam minübüse bineceğim sırada yüksek bir fren sesiyle siyah bir maseratti arkasına durdu. Kimin olduğunu tahmin etmek zor değildi. Arabadan inen Asil'i büyük bir beğeniyle süzdüm ve gözlüğü işaret parmağımın ucuyla aşağıya indirdim. "Yakışıklılığınızla gözlerimi aldınız beyefendi, acaba tanışabilir miyiz?" Herkesin içinde, etrafımda takım elbiseli ve tek bir emrimle adam öldürecek onlarca korumanın önünde ona yaptığım cilveyle kaşlarını kaldırdı. Onu beklediğim için gözlerinde belirgin bir rahatlama oluşmuştu. Kıyamam, bu da aşktan bedevi işte. Napsın? Sanki ben değildim. "Tanışamayız hanımefendi. Gözüm bir meyveden başkasını göremiyor," dudaklarında başımı döndüren bir gülümsemeyle bana doğru geldi. Üzerindeki siyah takım da aynı şekilde kalbime alarm sistemi kuruyordu. Tam karşıma geldiğinde elini belime koyarak eğildi ve dudaklarını alnıma bastırdı. "Kendileri beni ölürür." "Hic mi şansımız yok diyorsunuz?" Dedim cilveli bir edayla. "İyi ki, ondan başkası olmazdı. O başlı başına bir şans zaten." Bana bakan gözleri kısıldı eğlenceyle. "Sen bir etkilendin sanki?" Parlayan bakışlarımı düzeltmeye çalışarak geriye bir adım attım. Dudaklarım düz bir çizgi halini aldı ama bakan herkes dalga geçtiğimi anlardı. "Bir başkasını seven birisinden mi? Hiçbir elektrik alamıyorum." "Zaten ben de trafo değilim. Ondan başkasına elektrik vermem." Kaşlarımı kaldırdım. "Büyük mü konuşuyorsunuz biraz?" "Az bile söylüyorum, konuşurken kelime dağarcığım yeterli gelmiyor ki anlatayım onu hak ettiği gibi." "Ah," üzülmüş gibi gözlerimi süzerek ona kirpiklerimin arasından baktım. "Hanımefendi çok şanslı birisine benziyor. Keşke bu sevgiyi benimle paylaşabilseydi." "Sonunda delirdi mi rol mü yapıyor?" Diyerek İvan'a fısıldayan Bünyamin'e göz ucuyla baktım. Bakışlarımı görünce İvan'dan uzaklaşarak gözlerini yukarıya kaldırdı. Ulan Bünyamin, zaten sinirlerimi bozuyorsun. Dur durduğun yerde. Bana bakarak başını omzuna düşürdü. "Onu öldüreyim mi?" "Ne?" Alt dudağıma dişimi geçirip gülmemek için çabaladım. "Hayır, beni koruması gerekiyor." "Kolaylıkla yerine geçebileceğimden eminim." "Yalnız Bünyamin benim hiçbir şeyim olmuyor, emin misin yerine geçeceğinden?" "Halimden gayet memnunum." "Minibüsle mi geleceksin arabayla mı takip edeceksin?" "Minibüsle," önümden geçerek kapının önünde durdu. Eliyle içeriyi işaret ettiğinde bir an önce istediğimi yapıp beni güvene almak istiyormuş gibiydi. İçeride birbirine bakan karşılıklı koltuklar vardı. Düz olan orta koltuğa oturdum ve Asil gelip cam kenarına oturduğunda sırtımı göğsüne dayadım. Bana doğru dönüp bir elini karnıma sardı ve iyice kendisine çekti. Omzuna düşürdüğüm başıma gözleri kaydı, eğilerek tekrar dudaklarını alnıma bastırdı. "Planın ne?" Çantamı kucağıma çektim ve içinden tabletimi çıkardım. Berkay'ın attığı metni geçirmiştim. Metni açarak okumaya başladığımda göğsüne doğru iyice sokuldum. "Tiyatro metni ezberleyeceğim, deneme çözeceğim, Raskol Rus abiyi bulamazsam da gidip en işe yarar duaları ezberleyeceğim." "Endişelenme, yanındayım. Başaracaksın," parmakları elmacık kemiklerimi okşamaya başladı. Bunu kendisi için bir terapiymiş gibi dakikalarca sürdürdü. "Senin için yapamayacağım hiçbir şey yok." Şimdi... Hiçbir şey mi yani? Emin miyiz? Biz fazla mı yükseklerdeydik ne? "Biliyorum, dramatize etme. Alt tarafı her zaman yediğim şeftaliler." Bana gülerek elimi avucuna aldı ve parmaklarımla oynamaya başladı. Birkaç saat süren yolculuk yüzünden ben de tiyatro metnini okumaya başladım.
Güneş çiçeği
Kadın Başrol: Madeline Hurter
Erkek Başrol: Joshua Cwonder
Bu ne ya? Ben şimdi kiminle oynayacaktım bu tiyatroyu? Ayrıca türk isim kalmamış mıydı? Bu çocuk ne yazmıştı, benim başıma bela olmanın nasıl bir yolunu bulmuştu acaba? Derin bir nefes alıp tarafsız bir şekilde okumaya çalıştım.
(Seslendirici:Medaline)= Gün gelimiyordu ki insan eski benliğinden sıyrılıp onu reddetmesin. Bugün ben reddediyorum benliğimi, sıyrılıyorum dönemin tüm kurallarından ve sana geliyorum ey aşk. Bul hadi beni. (Madeline sahneye girer. Ortaya kadar yürüdükten sonra eteklerini tutarak uzaklara seslenir.) Madeline: Bulur mu beni de aşk? Beklerim düne dönmek ister gibi onu. Gelir mi kalbime şimdi? Şövalye Pisagor: ah, sevgili hanımım. Kolay olsaydı ben kavuşurdum sevdiğime. Saçmalamayınız, gidip lisan öğreniniz. Aşk bir saçmalıktır elbet, bulmaz sizi. Kraliçe Beth: Benim aptal kızım neyin peşindeymiş yine? Ne aşkı kuzum? Kim kandırdı seni, romantik ve de terk edilmiş kardeşçiğim mi?-büyük bir kahkaha atar- O dün meydanda idam edildi. -Madeline dehşetle annesine bakar.- Madeline: Aman Allahım, dayım mı? O geçen ay ölmemiş miydi? Kraliçe Beth: Ay, diğeriydi o. İşte kızım, aşk da böyledir. Boşuna seslenmeyesin uzaklara. Prensesler prenslerle evlenir. Geleceğin kraliçesine yakışmaz böyle çığırtkanlıklar. -Madeline kararlı bakışlarla seyirciye yönelir.- Madeline: Ben evlenmeyeceğim bir prensle. Bulur elbet beni kaderim. Atacağım bu çağın pis yükünü ellerimden. Göreceksiniz o zaman saçmalayan eser kimin? -perde kapanır ve açıldığında sahnede yerde uzanan yaralı bir prens vardır.- Prens Joshua: Elbet gider ellerimden yaşam nefesi. Ancak görebilir miydim kaderimdeki güzeli? Gel şimdi ey melek, göster bana sevgilimi. Şövalye Tiran: Dram yapmayın, alt tarafı kafanıza kuş sıçtı. Prens Joshua: Derhal idam edin şu salağı! Şövalye Tiran: Aman Allahım, nasıl da kanıyorsunuz öyle? Ey kanatlı insan gel de göster prense olmayan sevgilisini. Prens Joshua: Ey ölüm, al şimdi beni bu aptalın ellerinden. Veresin cesedimi o çok sevgili kucağa. Isıtsın tenimi narin elleri karanlık sokakta. Kral Fonksiyon: Yalnız çare kanayan ellerdedir. Bekleme gökten gelecek meleğiboşuna. Gidip bul gelinimi bana. Al atını aş dağları sıra sıra. Duraksayarak gözlerimi tabletten kaldırdım. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama anlamadığım iki şey vardı. Birincisi bu hikayenin oynanmasına nasıl izin vermişlerdi? İkincisi kral fonksiyon neydi? Şövalye Pisagor peki? Bu çocuk bir eliyle tiyatro yazıp diğeriyle matematik denmesi mi çözüyordu? Parmaklarım arasında dolanan parmaklara kaydı gözlerim. O an içimde dolanan tüm fırtınanın sesi kayboldu. Benim içinde bulunduğum evin içi huzurla doldu. O geldiğinde dışarıda kopan fırtına dindi. Yumuşakça ve sakince sevdi ve öylesine olamayacak kadar kontrolle bunu yaptı. İçimi büyük bir huzurla dolup taşırdı. Bunun etkisiyle derin bir nefes aldım, dudaklarımda o tatlı sakinliğin bıraktığı tebessümle başımı kaldırdım. Gözlerime bakan elaları ilgimi çektiği için mutlu bir şekilde aydınlandı. İki kolunu da bedenime sararak parmaklarımla oynamaya devam etti. Halimden memnun bir şekilde başımı göğsüne yaslayarak onu izlemeye devam ettim. Gözlerim yüzünün her bir detayında gezindi. Onu ezberime almak istercesine dikkatle izledim. En sonunda dudakları kıvrıldı ve işaret parmağıyla alnımdan iterek dikkatimi tablete yöneltmeye çalıştı. "İşini yap, ben de benimkini yapayım." "Neymiş bakalım senin işin?" "Seni izlemek." Kızarık yanaklarla tablete döndüm. "Bir daha bu kadar içmeme izin verme, kafam sanki ayrı bir gezegenmiş gibi hissediyorum. Ayrıca ben bugün sekize kadar uyumuşum! Normalde altıda kalkardım kesin." "Bir daha o halini göremeyecek miyim yani? Hmm, bekli arada sırada canım durdurmak istemeyebilir." "Arada sırada canım durmak istemeyebilir." Gözlerimi tablete çevirdim.
🍑🍑🍑
Önümdeki araca bakarak sağ ayağımı sallamaya başladım. Arabanın altını üstüne getirmeme rağmen en ufak bir iz yoktu. Güzel temizlemişlerdi. Ellerimi sabırla saçlarıma geçirdim ve odaklandım. "Mavi ışık bulun bana." Sürücü koltuğuna oturup ellerimi direksiyona yerleştirdim ve ayaklarımı pedallara uzattım. Bingo, tam boyuma göreydi. Raskol Rus abinin benden en az 30 santim uzun olduğunu tahmin ederken bu kısımda koltuğun daha geride olması gerekiyordu. "Arabayı gelirken kim kullandı?" "Raskol Bey'in arabasına binmeyiz, buraya çekiciyle getirildi." İvan'ın yanıtı tüm şüphelerimi doğruladı. Elimi direksiyona vurarak kararlı bir şekilde arabadan indim. Elimle kafamın kenarında hayali bir çizgi çektim. "Aradığımız kişi benim boylarımda birisi. Arabayı temizleyen o. Belki ona ulaşabilirseniz biraz ipucu bulabiliriz." "Yanlışım yoksa beni aydınlat, bize dünyadaki tüm 1.60 santimleri bulmamızı mı söylüyorsun?" "Tamam," avucumdaki sarı ve uzun saçı uzattım. "Aradığımız kişi orjinal sarışın bir kız. Sizin için işinizi kolaylaştırayım." Diğer avucumdaki taşlı V harfi taşıyan kolyeyi gösterdim. "Baş harfi V ile başlıyor. Ayrıca büyük ihtimalle tam da bunları düşünmemizi istediler. Yabi bunların hepsi yalan." "Bunları bulabileceğinizi bildikleri için mi bıraktılar diyorsunuz yani?" "Evet," omuz silktim ve elimdekileri yere attım. "Çok basit. Bunlardan parmak izi ya da DNA çıkmayacak. Eldivenlerle koyulduğuna ve gelen DNA'nın da rastgele birisine ait olduğuna eminim." Sıkıntılı bir nefes eşliğinde sırtımı arabaya yasladım. "Burdan bir şey çıkmayacak. Elimizdeki konumlar büyük ihtimalle tuzak oraya gidemeyiz." Gözlerim yerde gezinirken söylediklerimle dudaklarım kıvrıldı. Ben ne demiştim? "Aslında gidebiliriz." Parlayan gözlerimi kaldırdığımda Asil bana onaylamazca baktı. "Düşünme bile." "Ama şimdi aşkım öyle deme," pıtı pıtı yanına ilerleyerek kolunun altına girdim. Kirpiklerimi kırpıştırarak ona baktım. "Gidelim dimi? Canım gitmek istedi gidelim. Şimdi ben bir de mafya hatun oldum ya, kesin gidelim. Dimi?" "Sen bunun aşermek gibi normal olduğunu mu zannediyorsun bana mı öyle geliyor? Meyve falan aşermiyorsun, biliyorsun değil mi?" Dudağımı büzdüm. "Ama gitmezsem kaçarım. Kaçarsam aklın bende kalır. Aklın bende kalırsa yine arkamdan gelirsin. Arkamdan gelirsen yine beraber gitmiş oluruz." Dudağımı düzeltip tehtidkâr bir edayla gözlerimi kıstım. "Asil şurda ikna etmeye çalışıyoruz, gelmezsen kaçacağım bak." "Aynen, bir şey isterken seçenek sunarsın. Aynen." Kolunu omzuma sararak beni göğsüne çekti ve dudaklarını alnıma bastırdı. "Neyse sevdik bir kere, çekeceğiz nazını." "Asil bir tık ayıp oluyor ama haberin olsun." "Bize de biraz ayıp oluyor, her şeyinizi biliyoruz artık resmen. Biraz özeliniz mi kalsaydı? Biz her şeye şahit olmasak da olurdu Alin hanım." "Onları öldürmeliyim," usulca kulağıma fısıldadığında kahkaha attım. "Şaka yapmıyorum. Cidden, ne zaman yakınlaşsak bozmanın bir yolunu buluyorlar." "Sadece işlerini yapıyorlar." Beyaz gömleğinin yakasında parmaklarımı gezdirerek fısıldadım. "Gömlek sana çok yakışıyormuş, bir ara çıkaralım bence." "Sana her şey yakışıyor, bir ara her şeyi çıkaralım bence."
🍑🍑🍑
Zihin konrolün her zaman bizde olmadığı bir yerdi. Belki yapılan birçok seçenekte konrtol bizdeydi ama zihin işlerken böyle düşünmezdi. Bize dayatılan normlar vardı. Ve zihni kısıtlayan da bu normlardı. Bir insana sürekli akıllı olduğunu söylerseniz belli bir zaman sonra zeki olduğunu zannederdi. Bir çocuğa sürekli uslu çocuk muamelesi yaparsanız bir süre sonra uslu olmaya başlardı. Birisine sürekli kötü birisi olduğunu söylerseniz kötü şeyler yapmaya başlardı. Farkında bile olmazdık bazen, aslında ne yapıyorsak bize bunları dayatanlar yüzünden yapıyorduk. Kimse size güvenmezse siz de güvenilmesi zor birisi gibi görünürdünüz. Kendimi bildim bileli bana dayatılan şey de buydu. Güçlü olmak. Eğlenceli olmak. Öyle değildim aslında ama bir süre sonra sıkılmış ve üzerime yapışan her etiketi benimsemiştim. Bilerek yapmamıştım. Ama olmuştu işte. Sürekli güçlü olmalısın dediklerinde güçlü olmuştum. Sürekli eğlencelisin dediklerinde öyle birisi olmuştum. Herkes sen dayanırsın dediğinde dayanmıştım. Bir insanı bazen kendisi yapan zihnindeki sınırlardı. Bu sınırları bize koyanlardı. Belki hiç bir kötü niyetleri yoktu elbet ama bugünki bizi biz yapan o insanlardı. Her nasılsak bu tamamen bizim seçimimiz değildi. Değişmek, bize dayatılanları fark etmek zaman alsa bile bazen tüm bunları bir kenara bırakıp çabalayabiliyorduk. Ağlamak konusundaki, güvenmek konusundaki ve sevmek konusundaki tabularımı yıkmıştım. Ağlamış, arkadaşlarıma güvenmiş ve Asil'e aşık olmuştum. Ama hâlâ bana verilen güçlü ve sorun çözen kız etiketinden kurtulamamıştım. Bunu şuan anlıyordum. Sorun çıkarmak sorun çözen etiketini atmaya yetmemişti. Hâlâ insanlar tüm sorunlarını çözebileceğimi zannediyordu. Hâlâ tüm bunları yaparken benim bir sorunum olmadığını zannediyorlardı. "Oraya mı gireceğiz?" Kollarımı kendime sararak hissettiğim yalnızlığı gidermeye çalıştım. Her şeye sahipken bazen insan bir hiç gibi hissedebiliyordu. Bu kimseyle alakalı değildi, benim kendime verdiğim özenle alakalıydı. Mesela bu sabah kalkıp da aynaya bakmak için kendime hiç zaman ayırmış mıydım? Hiç kendimi ön plana koymuş muydum? Diğer insanların sorunlarına çözüm bulacağım diye kendimi ne kadar ihmal etmiştim? Kendimi ne kadar yok saymıştım? İvan'a başımı salladığımda Asil'in sıcak bedenini tam arkamda hissettim. Kolunu belime sararak avucunu karnıma bastırdı ve beni bedenine yasladı. Sakince buna izin verdim, sıcaklığına ve kokusuna olan ihtiyacım beni deli etti. "Nasılsın?" Sorduğu soru duraklamama neden oldu. Cevap veremedim. "Nereden çıktı şimdi bu?" Derin bir nefes aldı. "Ben de öyle düşünmüştüm. Dinle, bunu yapmak zorunda değiliz. Buradan gider ve berbaer yemek yeriz, film izleriz. Sana mısır patlatırım. Sarılırız ve sadece biz oluruz. Sadece istemen yeterli. Biliyorsun, ne istersen, nasıl istersen öyle olmasını sağlarım." Ne düşündüğümü duruşumdan bile anlaması, bana çözüm üretmesi şaşırmama neden oldu. Gülümsedim. Avucumu karnımdaki eline sararak başımı omzuna yasladım. "Teşekkür ederim, şimdi değil ama işimiz bittiğinde izleyelim mi?" İhtiyatla başını salladı. "Nasıl istersen." Ardından kulağıma doğru eğilerek dudaklarını yumuşakça yanağıma bastırdı. "Sen bugün bir ayrı hoşuma gidiyorsun yalnız. Haberin olsun diyorum mafya annesi." "Ya," dedim kıkırdamaya başlayarak. Başımı arkaya çevirip yüzüne bakmaya çalıştım. "Mafya annesi mi? Öyle oldum dimi ben? Hem de Rus mafya annesi oldum?" "Yani," abartılı bir ciddiyet sergiledi. "Tabii ki. Bir ağırlığın falan var. Bir emir verişin, bilgili tavırların falan. Sana burada rastlasam burada sana aşık olurdum." Gözlerimi büyüterek ona döndüm. "Harbi mi?" "Cıks," diyerek başını önüne çevirdi. "Yandan bile bakmazdım." "Dalga mı geçiyorsun?" "Hayır," dedi gayet rahat bir tavırla. "Ben her zaman seni bekledim ama seni böyle görsem bile tanımazdım. Bu yüzden sen olmayan birisine de yan gözle bile bakmazdım." "Tanımazdım derken?" "Bir ara anlatırım, hadi sen hızlıca bitir işini." Şakağıma bir öpücük kondurarak arkamdan ayrıldı. Kafamı karıştırıp bir de üstüne işini bitir diyordu. Deli ediyordu. "Herkes geri çekilsin, depoya ben, Asil ve Ivan gireceğiz." Ardından çıktığımız uçurumdan inmeye başladım. İlk konum akıl almayacak bir yerdeydi. Dağlık bir alanda tamamen izbe bir depoydu. Tuzak olduğu belliydi. Biz de bu tuzağın bizi Raskol abiye götürmesini umuyorduk. En azından ben öyle umuyordum. Arabanın yan koltuğuna oturarak gözlerimi kapattım. Kafamda listelerimi gözden geçirerek Asil'in yanımda olması bana güvende hissettiriyor, maddesini ekledim. Çalan telefonum zihnimdeki gezintiye son verdi. Burada telefon nasıl çekiyor dercesine baktıktan sonra Mirza'nın aramasını yanıtladım. "Efendim?" "Ne yapıyorsun?" "Hiç, geziyorum." Sorgulayan bir sesle cevaplamıştım. "Sen?" "Hiç, oturuyoruz Barlas salağıyla." Kısa bir sessizlik olduğunda Asil sürücü koltuğuna geçmişti, Ivan ise arkaya. "Şey, ne zaman gelirsin?" "Bilmem, canım ne kadar isterse o kadar gezeceğim. Belki bir iki saate belki bir iki güne gelirim." Ya da hiç gelemeyebilirim. Birçok ihtimal arasında yer alıyordu. "Ne demek bir iki gün?" Şaşkınlık içinde mırıldandı. "Saçmalama istersen." "Yorgunum, lütfen darlamaz mısın? Her an ağzına şeftali dilimleyecek psikolojiye geçiş yapabilirim. İyiliğini düşünüyorsan beni biraz rahat bırak." Ardından telefonumu kapatarak kulağıma küçük dinleyici kulaklıkları taktım. Ten rengi oldukları için görünmeleri zordu ve en iyi yanı da dedektör onları fark edemiyordu. Ellerinde böylesine bir teknoloji varken neden Raskol'ü bulamadıklarını anlayamıyordum. Asil arabayı çalıştırırken kendisi de aynılarını takıyordu. Elimdeki lens kutusunu çıkardım ama son anda duraksadım. Gözüme bir darbe alma ihtimalim vardı, bu da lensin bana sorun çıkaracağı anlamına gelirdi. Lensler görüntü sağlayacaktı normalde ama risk almak istemedim. İldem'in kulağıma gelen sesiyle gözlerimi dışarıya çevirdim. "Evet üç kulaklıktan da aktiflik algılıyorum. Konrtol sağlamalıyım, beni duyuyor musunuz?" Üçümüz de onu duyduğumuzu onayladığımızda kararlı bir sesle devam etti. "Duyuları alıp kaydediyorum. Görüntü sağlayamadım, sorun ne?" "Gözümüze gelecek bir darbe olabilir, lenslerin kırılması ya da göze batması ihtimali var. Takmayacağız," dedikten sonra hayali bir öpücük yolladım. "Kız sen büyüdün de mafya hackeri mi oldun? Ay daha dün yerlerde sürünüp konuları anlamıyoruz diye ağlıyorduk biz." Yalancı bir şekilde öksürdü. "Canım şimdi bozmasan mı bizi? Kendimi Amerikan aksiyon filminde hissediyorum, türk komedi filmine geçiş yaptık gibi oldu." "Sür kaptan gidelim," Asil dudağının kenarı kıvrıldığı anda eş zamanlı olarak arabayı tepeden aşağıya sürmeye başladı. "Bakın eğer on kişi varsa ben dördünü istiyorum. Altısını paylaşın. Beni ilgilendirmez. Takıntı yaptım şuan dört tane istiyorum." "Altısını ben alırım," Asil arabayı deponun önünce durduğunda İvan'dan bir isyan sesi geldi. "Ben armut mu toplayacağım!?" Aynı anda, "bizi ilgilendirmez," diyerek kemerimizi çözüp aşağıya indik. Arbadan indiğimizde tetikte bir şekilde deponun etrafını izlemeye başladık. Kimseyi göremedikçe huzursuz olmaya başladım. Kaşlarım çatıldı. "Burada olmalılardı." "Sanırım yanıldınız, Alin hanım. Gidelim, çoktan uzun bir zaman kaybettik zaten." İvan'a ters bir bakış attım ama yanılmış olmak zoruma gitti. Burada olmalılardı işte, bu işler böyle ilerlerdi. Böyle öğrenmiştim. Gözlerim deponun duvarlarında gezinmeye başladı. Hiçbir şey göremediğimdeyse sıkıntılı bir nefes alarak arkamı döndüm. "Gidelim. Diğerlerinden bir grup gelip kontrol etsin burayı." Asil kolunu belime sararak beni kendisine çekti. "Sorun yok." "Tamam," diye onayladım. "Sorun yok." Kulağıma gelen gaz sesi kaşlarımı çatmama neden oldu. "Bir dakika," egzoz seslerine karışan arabanın toprakta çıkardığı sesler üzerine elim hızla belime gitti. "Ivan seni bir yanıltırım aklın şaşar, duydun mu beni!? Bir daha beni sorgularsan yemin ederim atarım seni gelen itlerin önünde!" Dakikalar içinde önümüzde duran on küsür arabayla derin bir nefes alıp mırıldandım. "Ben en başından dört kişi alırım dedim." "Ben de altıya anlaştım," diye onayaldı beni Asil. Ivan söylediklerimiz üzerine sinirli bir küfür savurdu. "Onda altı ve onda dört diye anlaştık!" "Saçmalama sen armut mu toplayacaksın!?" Diye çıkmıştım. "Beni ilgilendirmez Alin hanım!" "Harika! O zaman herkes önüne geleni alıyor." Arabadan inen adamlara ve elindeki silahlara baktım. "Bir şey diyeceğim," en önde duran takım elbisesiyle baktım. "Biz silahlı değiliz. Adam gibi dövüşerek alıkonmak istiyoruz. Silahları bırakıp dövüşmeye davet ediyorum." "Reddedildi." "Şerefizler," diye mırıldandım ağzımın içinde. "Banane lan, gelmiyorum ben." "Güzelim," dedi Asil, bariz bir şeyi anlatmak ister gibi ya da bir çocukla konuşur gibiydi ses tonu. "Buraya zaten kaçırılalım diye gelmedik mi biz? Ayrıca adamların tribini pek umursayacaklarını zannetmiyorum." "Asil banane, söyle şunlara adam gibi dövüşelim." Asil çocuk gibi inat eden halime bir süre baktıktan sonra derin bir nefes aldı ve grubun başı gibi görünen adama doğru yürümeye başladı. Ona dönen silahlarla kararımı sorgularken acaba onu vururlar mı diye düşündüm. Yapma. Benimkine dokunanı yakarım bak. Şakam yok, tersimi görmediniz daha. Adam elini kaldırarak diğerlerine dur işareti verdi. Kaşlarını kaldırarak Asil'i izlemeye başladı. Tam önünde durduğunda ise, "küçük sevgilin dışında bizim için önemli değilsin, dostum. Raskol'ün sol kolunu alıp buradan gideriz. O yüzden bu cesaretini görmezden geleceğim, önümüzden çekil." Asil sakin bir şekilde gülümsedikten sonra başını hafifçe çevirip gözlerime baktı. Omuz silktim. Bunun üzerine birden yumruğunu adamın burnuna geçirerek kolundan tutup ters çevirdi. Ve bunları o kadar saliselik bir zaman diliminde yaptı ki ne ben ne de adamlar tepki verebildi. Adamın belinden çektiği silahı alnına yasladı. "Ona sadece ben küçük diyebilirim. Ve ufak bilgilendirme, o kimsenin bir şeyi değil. Şimdi," Silahı iyice şakağına yerleştirerek adamı geri geri yürüttü ve bizim yanımıza getirdi. Diğerleri ise adamın dur işareti yüzünden silahlarına dokunmuyorlardı. "Güzelimi memnun et ve silahları ona teslim edip dövüşmeye başlayın. Aksi bir durumda ona gelecek tek zarar yüzünden herkesi katlederim." Çığlık atarak yanaklarını mıncıkalyasım geliyordu, normal miydi? "Dalga geçiyor olmalısınız," adam hayretle güldü. "Deli misiniz be siz!?" "Yani ucundan azıcık," diye onayladım masum bir ifadeyle. "Tamam, tımarhaneliğiz." "Hepinizi vur emri verebilirim." "O zaman gidip tasmanı tutan ite üç kişiyi zaptedemeyerek öldürmek zorunda kaldığınızı söyle ve seni öldürsün." Asil silahı bıkkınlıkla daha da bastırdı. Yüzünden ve sesinden çıkan ölüm çağrısı asla onda kötü durmuyordu. Hatta şuan canavarlaşacağım diye ağlayan ben bile onun yaptığını yapabileceğimi fark etmiştim. Gözüme çok... Çekici geliyordu. Şimdi şurada üzerine atlayıp öpsem ne olurdu? "Alin'i kaybetmeyi göze alamazlar. Bu kadar tuzağı da ip ucunu da niye bıraktınız zannediyoruz? Bizi küçümseme alt tabaka, tasmanı tutanlardan daha zeki olmasaydık şuan burada olmazdık." Kulağına eğilip bir şeyler fısıldadığında adam yutkundu. "Hemen!" Sertçe kelimeye baskı yaptı Asil. Bense ona ne söylediğini merak ediyordum. Çünkü adam birden silah bırakma emri vermişti. Birkaç adım öne çıkarak bizim arabanın içinden bir poşet aldım. "Evet beyler, silahları görelim. Pamuk eller cebe." Adamların hepsi silahları bıraktıklarında ise poşedi bağlayarak arabanın içine attım. Anahtarı alarak arbayı kilitledim, arka cebime koyduktan sonra arkamı döndüm. Yüzüme gelen yumruğu son anda tutarak diğer elimle dirseğini tutup ters çevirdim. "Hemen mi!?" "Kuralsa kural," diyen adam olduğu yerde kafasını arkaya atıp bana vurmaya çalıştı. Bir elimle onu sabit tutmaya çalışırken diğeriyle belimdeki silahı çıkarıp ensesine vurdum. Sonuçta ateşlemedim, sadece kullandım. Kafamı kaldırdığımda Asil'i bir adamın boynunu kırarken görmem yutkunmama neden oldu. Bir dakika, biz öldürüyor muyduk? Bu biraz fazla değil miydi? "Asil biz öldürmek zorunda mıyız?" Diye seslendim önüme çıkan bir adamın göğsüne tekme atıp yere düşürürken. "Yani bayıltsak olmaz mı?" "Sen ölme diye öldürüyorum," başını çevirip bana bakarken derin bir nefes aldı. "Bayılttıkların ayılıp kaldığı yerden devam edebilir. Ama istemiyorsan," arkasından birden gelen bir adamın boğazını tutarak önüne çekti ve yumruğu çaktı. Asil'in attığı yumruk dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Daha önce hiç bu kadar güçlü bir saldırı görmemiştim. Bunu ben yapamazdım. Çünkü tek yumrukta bayıltmıştı. "Sadece bayıltırız." Birden yanağına gelen yumrukla tahammül seviyemin de vicdanımın da tüm doğrularımın da kaybolduğunu hissettim. Yüzümü buruşturarak elimi salladım. "Öldürmeye devam et." Ve içimden devam ettim. Ben bayıltmaya devam. Kulağıma cızırtılar gelmeye başladığında hem kendi etrafımı konrtol ediyor hem de göz ucuyla benimkine bakıp gözlerime şenlik yaşatıyordum. "Kanka," Berkay'ın heyacanlı sesi geldiğinde arkamdan yaklaşan bir adama dirseğimi geçirdim. "Kemik kırılma sesleri geliyor. Bugün beni götürmedin diye seni affetmeyeceğim. Yemin ederim çatlıyorum göremedikçe!" Önümdeki bir adamı yere serip ensesine silahın kabzasını geçirdiğimde arkadan bir el saçlarıma yapışıp yerden kalkmama neden oldu. Dizimi hassas noktasına geçirdiğimde acıyla inledi ve bir avuç saçımla birlikte tokamı da söküp aldı. Hasşeftali, kafa derimi yüzmüştü neredeyse. Gözümün önüne gelen saçlarımı çekerek yerdeki adama baktım. "Abi belanı arıyorsun ama bak, harbi diyorum. Saçıma dokunuyorsun neyse niye koparıyorsun?" Sabır çekerek elimi başıma atıp ağrıyan deriyi ovmaya çabaladım. Yerden kalkmaya çalışan adama sinirle ayakkabımın topuğunu geçirdim. Burnundan gelen kırılma sesiyle birlikte bayıldı. "Onu bayılttın mı?" Asil nefes nefese yanımda belirdi. Öfkeyle yerdeki adamı yakasından tutup depoya çekiştirmeye başladığında ne yaptığını anlayamıyordum. O kadar adam varken ne diye gelmiş ben bayılttığım adama göz koymuştu? Adamı havaya kaldırıp diğer eliyle saçlarına yapıştı ve birden kafasını depoya geçirdi. Adam inleyerek ayıldığında ise kafasını tekrar demire geçirdi. Benim gözüm yanlış mı görüyordu yoksa demir içeriye mi göçmüştü? "Hepinizin önünde ona zarar gelmeyecek demedim mi lan ben!?" Neden böyle yaptığını anladığımda dudaklarım aralandı. Tatlı tatlı sırıtarak arkasından yaklaşan bir adama belimdeki küçük hançeri çıkarıp fırlattım. Bacağına sapalanan bıçak yüzünden ters bir şekilde bana baktı. Dışarıdan katil Bebek Chucky gibi görünüyor olmalıydım. Ya da joker veya Harley. "İkinci geliyor bak, çekil şuradan." Diye uyardım insanlık yaparak. Asil O sırada adamın kafasını üst üste beş kez daha demire vurarak onu yere fırlattı. Bana bakan ve bacağında bıçak olan adamın kafasını birden çeviriverdiğinde biraz fazla kan ve ölüm gördüğümü düşündüm. "Asil, aşkım çok öldürdün. Biraz daha az öldür lütfen." "Kanka şeker mi istiyorsun?" Dedi hayretle Berkay. İldem huysuzca mırıldandı. "Ne şekeri, kız sanki metroda birisinden önünden çekilmesini rica ediyor." Asil adamlara huysuzca bakarak yanıma geldi. Kanlanan ellerini pantolonuna sürttükten sonra geçmediğini fark etti. Yüzünde sıkıntılı bir ifade belirdi, gözlerini bana çevirdikten sonra ellerini bedenime dokundurtmadan kollarıyla kendisine çekti. Dudaklarını alnıma bastırdı. "Ellerim kanlı, dokunamıyorum. Çok acıyor mu?" "Asil ben okulun ikinci katından atlayıp bir şey olmamış gibi yürümeye devam eden insanım. Ayrıca şuanda dövüşüyoruz," o bana dokunamasa da benim sadece yumruk attığım için elimin üstünde kızarıklıklar vardı. Ellerimi uzatarak yanaklarına yasladım avuçlarımın ardından baş parmağım yanağındaki kızarıklıkta oyalandı. Zaten morarmaya yakındı, şimdi bir darbe daha yediği için kesin moraracaktı. İç çektim. "Aşkım eğilsene, ben uzanamıyorum." Dediklerime gülerek dizlerini eğdi ve başlarımızın aynı boya gelmesini sağladı. Ben de fırsattan istifade elmacık kemiğindeki morluğun üzerine hafifçe dudaklarımı dokundurdum. "Öpeyim de geçsin dedikleri gerçekten doğruymuş biliyor musun? Kanda oxytocin çıkıyormuş ve bu da yarayı daha hızlı iyileştiriyormuş." "Hmm," dudaklarıma bakarak mırıldandı. "Bu bilgiler ışığında dudağıma da birisinin vurmasını mı beklemeliyim yoksa kendim mi halletmeliyim?" O sırada Ivan bizi de korumaya çalıştığı için, "Tanrı belanızı versin!" Diye haykırıyordu. "Ya," yanağına hafif bir şekilde vurdum. "Aptal mısın? Söylesen öperiz, ne diye canımı yakıyorsun?" "Güzelim var ya," heyecanlı bir ifadeyle dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Geriye çekildiğinde tatlı tatlı gülümsüyordu. "Seni böyle yiyesim geliyor. Kendimi zor tutuyorum böyle içime sokasım, saklayasım geliyor." "Kanka biz her şeyi duyuyoruz," dedi utançla İldem. "Bozmak gibi olmasın ama şuan bunu yapmak zorunda mısınız?" "Her şeyi duydum kanka," diye mırıldandı Berkay. Sesinde deliha filmindeki pencereden yanaktan öpülen havvayı gören Zeliha tonlaması vardı. "Sizi Bay Aleksey'e şikayet edeceğim!" Diye isyanla bağırdı Ivan. Herkese burun kıvırarak ikinci kez dudaklarımı Asil'inkilere bastırdım. Yumuşak dudaklarının bıraktığı sıcaklıkla mayışmışken hafifçe ayrıldık. "Daha çok öperim ama işimizi bir bitirelim," göz kırptığımda gülerek başını iki yana salladı. Ardından yan tarafta dayak yemesine ramak kalmış olan İvan'ın boğazına yapışan adamın ensesine vurdu. Hassas noktaya vurmuş olmalı ki adam boğazına yapıştığı Ivan'ı bırakıp yere düştü. "O zaman bir an önce yakalanmalıyız," karnına yumruk atan bir adamı engellemediğinde midem çalkalanmış gibi hissettim. Yüzüm ekşi bir şey yemişcesine buruştu. Daha da kötüsü aynı yumruk bana da gelmiş gibi karnım kasıldı. "Asil, sana vurmalarına izin verirsen ben de bana vurmalarına izin veririm! Zarar görmeden yap şunu!" Üzerime gelen adamı gördüğümde yere eğildim ve bir ayağımı uzatıp diğeri üzerinde yarım daire şeklinde döndüm. Ayağıma takılıp dengesi bozulan adam bana tekme atmaya çalıştığında ayağını yakalayıp üzerime çektim. Ardından kafa attım. Hasşeftali, bunu her yaptığımda alnım kırılmış gibi hissediyordum. Bu yüzden kafa atmak yerine hep yumruk ya da tekmeyi tercih ederdim. "Tamam, herkes dursun! Teslim oluyoruz!" "Ne oluyoruz?" Dehşetle bana döndü Ivan. "Bu kadar adamı öldürdükten sonra teslim mi olacağız? Saçmalamayın, derimi seviyorum." Göz devirdim. "Derimizi falan yüzmeyecekler, ivanoviç. Ayrıca teslim olduğumuz için zarar görmeden arabaya binmeyi talep ediyorum. Aksi takdirde ölü sayınız artar." "Size ne diye güvenelim? Neyin peşindesiniz?" "Ay siz salak mısınız? Yoruldum, bunaldım, sıkıldım ve hiç eğlenceli değilsiniz. Bu kabul edilemez," Asil'e döndüm. "Aşkım kusura bakma ama baban bile bunlardan daha eğlenceliydi." Yüzünü buruşturdu. "Baban deme şu şerefsize." "Vampir şerefsiz mafya Burhan," diye düzelttim hemen. Kulağıma İldem ve Berkay'ın gülme sesleri geldi. "Stand up yapmalısın." "Yemediğim bir halt o kaldı çünkü."
🍑🍑🍑
"Eve giderken iki ekmek alalım mı?" Derken ellerimin ve ayaklarımın bağlı olmasını da ve bu bağlı kısmından kastımın kilitli zincir olmasını da zerre şeftalime takmıyordum. Sonuç olarak yaklaşık üç ya da dört saattir yoldaydık. Kıçım uyuşmuştu oturmaktan. "Ama birisi diğerinden büyük olsun." "Alırız," Asil başını sallayarak beni onayladı. Neden birisi küçük olsun diye sormadı. Benimse amacım iki ekmek aldım eve gidiyorum diye şarkı söylemekti. "Bugün ayın kaçı? Şubatta değil miyiz?" Sıkıntıdan patlıyordum. Yanımdaki iki bey ve önümdeki üç bey aşırı konuşkanmış gibi bizi neden karşılıklı koymuşlardı ki? "Alin hanım, kafanızı bir yere mi vurdunuz? Susar mısınız artık?" Asil Ivan'ın ayağına ayağıyla vurarak sertçe kapıya itti. "Ona susmasını söylediğin için ilk fırsatta kafanı asvalta gömeceğim," ardından yumuşak bir ifadeyle bana döndü. "Konuş güzelim, ben dinliyorum seni." Gülmemeliyim, hayır gülmeyeceğim. "Sen bugün bir ayrı korumacısın sanki, bunu neye borçluyuz?" "Neden acaba?" Diye homurdandı. "Belki bir kartelin içine bir kartel liderini kurtarmaya gittiğimiz içindir." Araba sarsılarak durdu ve kapılar açıldı. Aşağıya elimiz ayağımız zincirlerle bağlı on beşinci yüzyıl köleleri gibi iniş yaptığımızda birbirine girip dağılan saçlarımı esen rüzgarla savurdum. Evet hâlâ kendimi aşırı özgüvenli hissediyordum. Başımıza bir bok gelmese iyiydi. Kafamı çevirip de gördüğüm ev ile ıslık çaldım. "Asil biz okul bitince okumayalım. Ben zaten mafya oldum. Beraber mafya olalım, baksana para bok gibi." "Yeterince illegal işlere karıştık güzelim, sen birkaç kez daha düşün bence." Dudak büzerek kafamı salladım ama sınava girmek yerine mafya olmak oldukça cazip gelmeye başlamıştı. Kapıyı bize sarışın ve bacak boyu benim tüm boyumun yarısı kadar olan bir kadın açtı. Benim bu hanım ablalarla imtihanım neydi, Allah aşkına? Ne zaman kaçırılsam bu bacak boyuna denk gelmek zorunda mıydım? Tamam, kısayız da yüzümüze vurmayın. Kadın rusça bir şeyler gevelediğinde kapıdan içeri daldım. "He abla, biz de hoşgeldik." İçeriye geçince dönüp arkama baktım. Asil neredeydi? "Gözlerin beni özlediği için mi arıyor yoksa kıskandığı için ağzıma senin deyiminle şeftali dilimlemek için mi?" Enseme vuran sıcak nefesiyle dudaklarımı birbirine bastırdım. "Her ikisi de olabilirdi, şimdi unuttum niye olduğunu." Kısık bir sesle gülerek önümüzde bize yolu göstermek için bekleyen korumayı takip etmeye başladı. Onun ardından zincirlerle birer penguen gibi yürümeye başladık. Ivan ve ben penguen gibi yürürken o gayet rahat bir şekilde ilerliyordu. Sanki alışık olduğu bir şeymiş gibi. Adam bizi sarmal bir merdivenden aşağıya indirmeye başladı. Evin altında kaç kat olduğunu bilmiyordum ama biz resmen üç kat inmiştik. Aşağıdan gelen boğuk sesler kaşlarımı çatmama neden oldu. Buraya neden geldiğimizi, Raskol abiyi neden kaçırdıklarını, ondan ne istediklerini, Raskol abinin ne durumda olduğunu ve bu işin sonunda geberip gebermeyeceğimizi çok merak ediyordum. Keşke gelmeden herkese veda mektubu falan yazsaydım. Ya da genel bir mektup yapıp mezar taşımın şeftali desenli olmasını istediğimi söyleseydim. Bir de şerefsiz Savaş ve Yavuz'u mezarıma getirmemeleri gerektiğini. Geniş bir alana geldiğimizde çok sert bir kemik kırılma sesi yankılandı. Oldukça boş olan katta yankılanan ses ve ardından gelen kan kusma sesi boku yedik gülümsemesi atmama neden oldu. "Asil birisini dövüyorlar." "Duyuyorum." "Alin hanım, bizi de mi dövecekler?" "Sen nasıl girdin lan bu kartele bu korkaklıkla?" "Bilmiyorum, şuan gerginlikten hepsini unuttum." Derin bir nefes aldıktan sonra birden bağırdı. "Raskol bey! Eğer hala yaşıyorsanız size bir şikayetim olacak! Alin hanım beni on kişinin içine atıp kapıyı kilitledi!" Tavandan gelen loş ışıklar içinde onu zorlukla seçerek dehşet içinde ona baktım. "İnanamıyorum sana." "Söyledim, sizi şikayet edeceğim dedim." Diye omuz silkti. Kim bilir belki az sonra geberip gidektik ama bunun derdi şikayet etmekti! "Raskol abi! Büyük ihtimal yaşıyorsunuz diye ümit ediyorum! Merak etmeyin demek isterdim ama şuan tam anlamıyla kaçırılmış bulunuyoruz!" Diyecek bir şey bulamayan Asil omuz silkti. "Burada Alin için bulunuyorum." "Şuanda sizi duyamayacak kadar meşgul," aksanlı bir ses karanlığın arasından bize ulaştı. Işıklar yandı ve olduğumuz kat tamamen aydınlandı. Terkedilmiş bir depo izlenimi veriyordu ve... Tam karşımızda duvardan sarkan iki kanlı beden vardı. Yanlarında dikilen sopalı iki adam emir almak için hazır bekliyorlardı. "Aman abi," dedim şaşkınlıkla. "Kurbanlık derisi yüzülen hayvanlara dönmüşsün. Bu ne hal?" Raskol abi ayrı, yanında sarkan diğer adam olan Layoş ayrı perişandı. Bolca kan kusmuş olduklarını ve oldukça hatrı sayılır bir şekilde kemiklerinin kırıldığı belli oluyordu. Adama resmen işkence etmişlerdi. "Biraz oyala onları Alin," İldem'in sesi kulaklarıma geldi. Uzun süredir sadece benim kulaklığım konuşuyordu. Diğerlerine de konuşmuşlar mıydı, bilmiyordum gerçi. "Yer tespiti yapar yapmaz Raskol'ün adamlarından bir konvoy göndereceğim. Eğer yer değişikliği yaşarsanız bana şifreli bir kelime söylemelisin." "Tabii," dedim bir şeyi onaylar gibi. "Olur mu?" "Oldu bile. Hallediyorum." "Raskol bey ve sağ kolu ile dünden beri sohbet ediyoruz. Pek verimli geçtiğini söyleyemem. Bizi biraz zorluyorlar," aydınlanan oda sayesinde onu daha iyi görme fırsatım oldu. Takım elbise içerisindeydi, cekedini çıkarıp manşetlerini kıvırmıştı. Sarışın bir adamdı. "Biz de düşündük ki, belki siz bize yardım edersiniz." Öksürerek kendine gelen Raskol abi tekrar kan kusmaya başladı. İki elini de bileğinden tavana zincirlemişlerdi. Yüzünün birçok yeri yaralarla doluydu. Patlayan kaşından sızan kan göz kapağında birikmişti. Kan biriken gözüyse mosmor olmuştu. Dudağı birçok yerden patlamış, neredeyse kıyılmış bir et gibi görünüyordu. Kusma nolur, rezil olmayalım şimdi diye içimden kendime seslendim. Gözlerim onlardayken dudaklarımı araladım. "Neyi öğrenmek istiyorsunuz?" "Sana güvendim," öksürerek kan kusarken tek gözünü açtı. Komiklik olsun diye kullandığı aksan dudaklarından dökülmediğinde eksik hissettim. Sayıklar gibi devam etti. "Sana güvendim ben. Yapma." Ne istiyorlardı bu kadar önemli? "Katherina nerede?" Beynimde dönen intimaller infilak etti. Her ihtimali düşünmüştüm ama Raskol abiyi Katya için kaçıracakları zerre aklıma gelmezdi. Gelmemişti de. Hasşeftali, bu kız ne yapmıştı da onu bulmak için babasını kaçırıp bu hale getirmişlerdi? Yavuz neredeydi peki o bu denli bir pisliğe batarken? Allah aşkına, evcilik oynamak yerine neden kızı babasına vermemişti en başta? "Onu neden arıyorsunuz?" Diye sordum sakince. "Size ne yaptı?" "Sizin için mantıksız bir sebep olabilir," etrafımızda bir daire şeklinde dönmeye başladı. "Belli ki siz yerini biliyorsunuz ve söylemeye ikna olma konusunda da anlaşmaya varsınız. Bu yüzden size söyleyeceğim. Buraya gel Jack," diye seslendiğinde adamın bir jünier hâli kapıdan içeriye girdi. "Bu benim oğlum Jack." Abi ikizini yapmışsın hanım ablayla, söylemesen de anlardım yani. "Katherina onun saf gençlik duygularıyla oynayarak bizden önemli bir şey aldı." Jack babasını onayladı. "Kalbimizi." "Ne?" Kendime hakim olamayarak kahakaha atmaya başladım. "Ne-" gülmekten nefes alamayarak karnıma elimi bastırdım. "Neyinizi!?" "Manevi olarak bahsetmiyoruz bayan Durular," kınayıcı bir sesle bana onaylamazca baktı. Ama gülmemi zorlukla durdurabilmiştim, hâlâ da içimden gülmek geliyordu. "Bir mücevher, aile mirası. Bizim için çok önemli." Tabii efendim, kesin bir tane elmas için bu kadar zahmete girdiniz. Kesin. Adam bana bir fotoğraf uzattı. "Mücevher bu, görmüş olabilirsin." "Ne?" Gerçekten anatomik bir kalp şeklindeydi. Kırmızı, mavi ve yeşil taşlardan oluşuyordu. Elmas mı zümrüt mü ya da daha değerli taşlardan mı oluşuyordu bilmiyordum ama öylesine göz alıcı görünüyordu ki dibim düşmüştü. "Ben bunu görsem size geri vermem ki. Alır saklarım." "En azından dürüst," omuz silkti ve elini uzattı. "Ben javier kollosier. Ben adaletsiz bir adam değilim bayan Durular. Size iki seçenek sunacağım. Ya bize Katya'nın yerini söylersiniz ya da sizi de kartelinizin diğer üyeleri gibi ağırlarız." Ağırlamaktan kastının ne olduğu çok açıktı. İldem adamları gönderene kadar mecburen oyalayacaktım. "Tabii, oturup konuşalım." Dedim başımı sallayarak. Ardından gözlerimi saliselik olarak Asil'e çevirip Raskol abiye yürümeye başladım. "Ama ona bir bakmalıyım." Javier şahin gözlerini bana dikmiş her hareketimi incelerken başını salladı. Raskol abi ise kan toplanmış gözlerinin birisini zorlukla açtı. Gözlerinden de anlayabiliyordum, canından değerli kızını bana emanet etmişken benim ona ihanet edeceğimi düşünüyordu. Ayrıca bu adam bana niye güvenmişti ki? Kızını ne diye bana emanet ediyordu? Belki benim sayemde bulunmuştu ama bu bana güvenmesi gerektiği anlamına mı gelirdi? "Kızım," dudaklarından çıkan ve canını yakan kelime buydu. Kızı için ölesiye endişeleniyor ama bir şey yapamıyordu. "Ona bir şey olursa," öksürerek susmak zorunda kaldı. Tüm kemiklerini kırmış olmalılardı. Kanlanmış ve ürkütücü gözleriyle bana baktı. Bir ölüyle konuşuyormuşum gibi ürperdim. "İhanetin bizde affı olmaz, anladın mı?" Başımı salladım. "Biliyorum. Ama cezamı verecek kadar yaşayamazsın." Hafifçe omzuna doğru eğildim. "Senin çatlak ergeninle bir ömür geçireremem, sakın öleyim deme." Kaşından akan kana baş parmağımı bastırdım. Dişlerini sıktı, ne yaptığımı anlayamadı. Bazen saygı için korku vermeliydiniz. Kanlı parmağımı dudağıma götürüp emerken arkamı döndüm. Beni bekleyen şaşkın gruba ilerlerken dudaklarımda şevk dolu bir gülümseme oluştu. "Raskol abi, eğer kan grubu bilmiyorsan söyleyeyim. AB Rh negatifsin." "Nasıl?" Şaşkınlık dolu sesi ardımdan geldi. "İmkansız." "Her geçen gün deliriyormuşum gibi hissediyorum," Asil kafasını kendini toparlamak için iki yana sallayarak nereye gittiğini bilmeyen benim arkamdan gelemeye başladı. "Bayılacağım," Ivan yanındaki adama birden kendini bıraktı. Adam şaşkınlıkla onu tutarken ne yaşadığını sorguluyordu. "Ya da hayır kusacağım!"
🍑🍑🍑 Önümdeki şeftali tabağını yavaş yavaş tüketirken keyifle ardıma yaslandım. Çalışma odasındaki herkes büyük bir bıkkınlıkla benim tabağı bitirmemi beklerken Asil ise karşımdaki koltuğa oturmuş zevkle beni izliyordu. İki tabak şeftali yemeden tek kelime etmem demekten aldığım minimum keyif. Tabağın sonuna gelirken sıcakladığımı hissederek body'nin kollarını dirseğime kadar katladım. Saçlarımı da topuz yaparak masadaki kalemle tutturdum. Asil'in bakışları onları yemek zorunda mıydın der gibi bakıyordu ama herkesin içinde benimle tartışmak da istemiyordu. Ben sana alırdım demek istiyordu. "Yeter artık, konuşacak mısın?" Diye patladı Javier. O sinirle bana bakarken yankılanmaya başlayan silah sesleri odağını değiştirdi. Tabağımı bırakıp ayağa kalktığımda masadan tutmak zorunda kaldım. Kulaklarım büyük bir baskı varmış gibi uğuldamaya başladı. Gözlerimin önü buğulanırken kendime engel olamayarak küfrettim. "Beni şeftaliyle mi zehirlediniz!?" Kelimelerim kulaklarıma suyun altındaymışım gibi gelirken gözlerimi kaldırdım. Olduğum yer dönüyordu. Asil görüş alanıma girdi. Endişeli gözlerle bir şeyler söylüyor, bana ulaşmaya çalışıyordu ama ben onu duyamıyordum. Ellerini bedenimde hissederken kulaklarımda uğuldayan nefes seslerim son buldu. Gözlerim kapandı. Çınlamayla karışan büyük bir karanlığa itildim. Kusmalıydım. Eğer Raskol abi kanında zehir taşımıyorsa kesinlikle şeftaliden zehirlenmiştim. Sevdiğim şeyleri berbat etmekten ne zaman vazgeçeceklerdi?
🍑🍑🍑
Bir gün sonra. Evet, meşhur hastane odası uyanma sahnesini gerçekleştiriyordum. Bir süre bulanan aklım sayesinde olayları geç algılayıp durumu çözmüş, sandalyede uyuyakalmış sevdiceğimi dikizliyordum. Boğazımdaki iğrenç tattan da anlaşılacağı üzere midemi bir güzel temizlemişlerdi. Kendimi yatakta doğrultarak ağrıyan sırtımı yastığa yasladım. Pencereden baktığımda havanın karardığını ve içeriye dolunayın ışığının sızdığını gördüm. Gözlerim bir süre yerdeki yansımada oyalandı. Ardından Asil'e baktım. Bir elinde telefonu varken diğeri yatağın kenarında duruyordu. Tek kişilik koltuğu yatağa yaklaştırmıştı. Başı geriye düşmüş koltukta gergin bir şekilde uyuyordu. Huzursuzdu. Onu korkutmuştum. Çok korkmuş olmalıydı. Alnına dağılan saçlarına, husursuzca çatılmış kaşlarına, aralık kalmış dudaklarına baktım yarım saat boyunca. Onu zihnime kazımazsam unutmaktan korkarcasına. Sanki o gökyüzünden benim için inmiş, parıltısını bana tercih etmiş bir yıldızdı. Kolumdaki bitmiş serum iğnesini çekerek işaret parmağımı iğnenin yerine bastırdım. Gözlerimi ondan zorlukla alarak ayaklarımı yataktan sarkıttım. Açık kalan banyoya girdiğimde ışığı yaktım. Aynadaki aksime bakakalmıştım. Onu korkutmamış, korkudan öldürmüş olmalıydım. Parmak uçlarım boğazımdaki morumsu çizgilerde gezindi. Sanki zehir gezdiği damarlarımı çürütmüştü de her yerde çizgiler vardı. Damar damar boynumda çürükler vardı. Dişlerimi alt dudağıma geçirerek lavaboya yaslandım. Çok... Kötü görünüyordum. Ben bile bana bakamıyordum. Dudaklarım bir ölününki gibi morarmıştı. Yüzüm bembeyazdı. Göz altlarım çökmüştü. Ve boynum... Bakılamayacak kadar kötüydü. Gözlerimi acıyla kapattım. Buydu işte. Herkesi kurtarmak istersem başıma bu gelirdi işte. Neden bir kez olsun tamamen kendimi önemsemiyordum? Sırtım duvarla buluştu, ayakta duramadım. Duvar boyunca kayarak zemine düştüm. Gözlerim dolu dolu karşıya baktım. Bunu kendime neden yapmıştım? Bana verdikleri nasıl bir zehirdi bilmiyordum ama bu izler kolay kolay geçmeyecekti. "Lanet kullanmış bir cadıya benziyorum," diyerek güldüm. Sesim fısıltıdan öte gitmiyordu, Asil uyansın istemiyordum. "Harbi şeftaliyi yedim yani." Çatlamış dudaklarımı dilimle ıslatarak akmaya hazır gözyaşlarımı sildim. Parmaklarımı göz altlarıma sürterek bakışımı tavana odakladım. "Sorun yok," hıçkırığımı hapsettim. "Gerçekten, sorun yok. Aşabiliriz." Duvara elimi bastırarak zorlukla ayağa kalktım. Bedenim çok ağrıyordu. Banyodan ve sonra da sessizce odadan çıktım. Kapının yanındaki demir sandalyelerde oturan İvan'ı görmek şaşkınlıkla solumama neden oldu. "Ne yapıyorsun burada?" Hızla ayaklandı. Gözleri beni çekingence taradı. "Ben, şey, nöbet tutuyorum." Aynı kısık sesle devam etti. "Nasılsınız?" Gülümsedim. Beklediğim soru. Saçlarımı omzumun üzerinden savurarak kibirli bir bakış attım. "Mükemmel hissetmemek için bir neden göremiyorum. Raskol abi nerede? Ne oldu? Her şeyi anlat, tüm aksiyonu kaçırdığıma inanamıyorum." "Sizi ona götüreyim," diyerek yürümeye başladığında yavaş adımlarla onu takip ettim. "Ağır bir zehirle baş ediyorsunuz. İzler iki haftaya kadar geçmez. Bu zehir bizim de çok kullandığımız bir tür ama bilirsiniz, daha çok kendimizde kullanıyoruz. Bünyeye damla damla zamanla alındığında vücut bağışıklık geliştirir. Dürüst olacağım, daha önce bu zehirden hiç aldınız mı?" Kafaya karışıklığıyla durdum. "Hayır." "O zaman Savaş size bunu haberiniz olmadan vermiş. Vücudunuz bu zehri tanıyor. Aksi halde maruz kaldığınız miktar hiç hafife alınacak türden değil. Ama zehir tedavisi yarıda kalmış olmalı ki bu haldesiniz, uzun zaman olmuş zehir almayalı." "Yani," kabullenmek istemeyerek güldüm. "Şuan Savaş sayesinde mi yaşıyorum?" "Bir nevi," diye onayladı. "Siz bayıldıktan sonra kargaşa çıktı. Sevgilinizi tutamadık," bana imalı bir bakış attı. "Katliam için ona sonra teşekkür edersiniz. Hastaneye onun öfkesi de olmasa zamanında yetişmeyebilirdik. Hem sizin için hem de Bay Aleksey için." Yani öldürmese iyiydi ya neyse. "İşte, bu oda Bay Aleksey'in odası. Çok fazla kırığı var. Bir süre kemikleri kaynayana kadar yatmak zorunda. Bu süreçte sağ kolu da kırıklar yüzünden yatacağı için tüm iş size kalıyor." Sinirle ayağımı yere vurdum. "İstifa edeceğim ulan! Yeter artık!" İçeriye girdiğimde yatakta uzanıyordu. Uyanmıştı. Bakışları ruhsuzca tavanda oyalanıyordu. Kapının sesini duyduğunda gözleri beni buldu. "Hoş gelmek sen." "Abi nolur sen türkçeyi hep böyle konuş, ben geriliyorum sonra." Yavaş adımlarla yürüyerek tekli koltuğu yatağın yanına çektim ve oturdum. "Ee nasılsın? Kırıklar falan?" Her yeri sargılı, bantlı ve bandajlıydı. Tamam adam acıya alışıktı falan da tüm kemiklerin kırılması bambaşkaydı. Yani ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi. Yüzünü buruşturdu. Dudağında kabuk bağlayan yaralar vardı. Adam mutasyon geçirmişe benziyordu. "Gelsene," kendisini hafifçe yatakta yukarıya itmeye çalıştı. İnleyerek durdu. "Bana yardım etmek sen." "Tamam, ben etmek yardım sen," diye onaylayarak iki kör iki topal misali onun doğrulup sırtını yaslamasına yardım ettim. "Abi bizim haşadımız çıkmış, hâlâ burda ne derdindeyiz ya?" Derin nefesler eşliğinde yutkundu ve kafasını yasladı. Dudağı kıvrıldı ama bu bile acıyla durmasına neden oldu. "İki üç güne kalmaz bir şeyimiz, sen etmemek merak." "Tabii," diye onayladım yapay bir ifadeyle. "Kesin kırıkların kaynar o zamana kadar. Kalkar koşarsın bile. Nesin, Battal Gazi mi? Gerçi onu da çamur gibi bir şeyle kaplıyorlardı." Bir süre gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra boğazını temizledi. Ciddi bir ifade takındığında elimi abartılı bir ifadeyle salladım. "Abi yok, ben hastayım. Umrumda değil, en az beş gün yatacağım ben. Vallahi umrumda değil, söyleme. Yok duymak da istemiyorum, düzelt şu yüzünü." "Benimle gel." Gözlerim büyüdü. "Nereye?" "Rusya'ya, Finlandiya'ya, Hollanda'ya, İngiletere'ye ya da Amerika'ya. Hatta Alaska'ya. Nereye olursa. İşimiz nerede olursa. Ben seni bırakmak istemiyorum. Kimsenin de seni bu saatten sonra rahat bırakacağını zannetmiyorum, iki üç haftaya kadar gideceğim. Burada tek kalmanı istemiyorum. Sol kolum olmadın mı sen benim? Okuluna orada da devam edersin. Daha güzel okullarda okursun. Katya için zaten okul bakacağım, sana da bakarım. Lütfen hemen reddetme, bir düşün. Bundan sonra asla rahat olmayacaksın. Şu izlere bir bak. Senin mevzun bile olmayan bir şey yüzünden oldular. Sana saldırmak isteyenler olacak. Çevrene, sevdiklerine, masumlara." Umutsuzca başını salladı. "Hangi birisini koruyacaksın?" "Bunlar ne demek?" "Bazen yaşatmak için ölmelisin," başımı olumsuzca iki yana salladım. "Kimseyi koruyamayacaksın. Küçükken seni sürekli izleyen Savaş neden vardı? Yavuz'u bulmak için. Sadece seni yanında bir kez gördük," kaşlarını kaldırarak bana bariz bir şeyi anlatmayı dener gibi baktı. Sanki zaten ortadaydı da ben göremiyordum. "Her şey ihtimal dahilindedir. Sevgilini ve kardeşlerini, senin kardeşlerini, arkadaşlarını, aileni, gittiğin her yeri gözetleyecekler. Hiçbir yer güvende olmayacak. Asla sakin gezemeyeceksin. Seninle görülen herkes tehlikede. Anlamıyorsun," başını iki yana sallayan o oldu. "Bu haldeyim çünkü Katya'yı istiyorlar. Katya'nın yanında beni kaç kez gördüler? Bir kez mi? Kızım için sustum, onun için katlandım, ona zarar gelmesin diye uğraştım. Belki beni asla kabullenmeyecek ama mutlu olsun diye Yavuz'un bile yaşamasına izin verdim. Bir insan, bir insan için her şeye katlanabilir. Sevgi bir insana her şeyi yaptırabilir. Tıpkı benim gibi babanın da bu halde olabilme ihtimali var. Acıya ne kadar dayanıklı? Ya da tatlı kızıl arkadaşın?" Dişlerimi birbirine bastırarak yere baktım. Tırnaklarımı avucuma geçirmiştim. Haklı olduğunu, benim yüzümden tehlikede olan birçok kişinin olduğunu biliyordum. Bugün bana verilen bu zehrin yarın kime verileceği belli olmayacaktı. Ve ben şanslı olandım. Canım yanıyordu çünkü söylediklerini biliyordum. Her şeyi biliyordum. İldem dövüşemezdi. Berkay desen silah kullanmayı bilmiyordu. Abilerimden bir tek Mirza yakın dövüşte iyiydi. Akan'ı da Koralp'i de görmemiştim. Spor yapıyor olabilirlerdi ama bu onların herhangi bir tehlikede kendilerini koruyabileceklerinin garantisi değildi. Küçük yaşlardan beri eğitilen ben bile bu hale gelebiliyorsam kimseyi koruyabileceğimi söyleyemezdim. "Bugünki adamlar baskından önce kaçmışlar. Yanındaki çocuk seninle ilgilenirken gitmişler. Ele başları yoksa baş ağrısı var demektir. Seni gördüler, Katya hakkında bilgi almak için bu sefer hedefleri sen olacaksın. Yanındaki herkes olacak. Özellikle yanında o genç adam varken gelmen çok kötü oldu. Sana ulaşmak için ilk hedefleri o olacak." Anlayışlı bir sesle devam etti. "Geldiğin için, beni kurtardığın için ve kızımı koruduğun için sana minnettarım. Senin için en azından bu kadarını yapabilmeliyim." "Tüm bu ihtimalleri biliyorum zaten!" Dedim sinirle. Gözlerim buğulanıyordu. Sadece birkaç gün mutlu olmuştum, her şey berbat olmak zorunda mıydı? "Nelere sebep olduğumu biliyorum. Nelere sebep olabileceğimi de! On yedi yaşındayım, bu kadar yük bana fazla tamam mı? Ne zaman nefes almama izin vereceksiniz!?" Bağıramıyordum. Bağırdığımda beni anlamayacaktı ki. Konuştuğumda acımı anlar mıydı? Gitmek istemediğimi? Ama onlara bir şey olacak diye ödümün koptuğunu? "Sana bir hikaye anlatayım. Katya, tıpa tıp annesinin kopyası. Onunla sekiz yaşımdayken tanıştım," canı acımasına rağmen güldü. "Evet sekiz. Her yaşında güzeldi ve gözlerimin her yaşta gördüğü tek kadındı. Mükemmel birisiydi. Değildi ama aşk işte, insana sevdiğini mükemmel gösterir. Hatalarını affedersin çünkü onun bir özürü sana affettirir her şeyi. On sekiz yaşımızdayken evlenme teklif ettim. On beşimde bulaştığım bu kirli işlerden onu korurum diye düşündüm." Gözleri pencereden sızan dolunaya kaydı. "Dolunayın ışığında, çatıda geziyorduk. Bizim gece gezmelerimiz meşhurdu aslında. Dolunayda teklif ettim. Aslında korudum da onu. On beşimden yirmi yaşıma kadar tek bir sorun çıkmadı. Katya'ya hamileyken," nefesinin durduğu bir an oldu. Sanki hiç vermek istemedi o nefesi. "Doğuma gidiyorduk." Dudakları titredi. "Ben... Kaybettim onu. Olmadı. Baskın yedik. Yetişemedik hastaneye. Ondan geriye kalan tek şey Katya'ydı. Bana bıraktığı tek canlı katya'ydı. Ona sahip çıkmamı söyledi, onu bana emanet etti." Ve Yavuz eşinin tek emanetini de ondan yıllarca saklamıştı. Ondan canını, canının canını ve yaşama sebebini almıştı. "Ben onunla dolunayda evlendim, dolunayda kaybettim. Kızımı dolunayda kazandım, dolunayda kaybettim." Gözleri bana döndü. "Ve yine bir dolunayda kavuştum emanetime." "Ne istiyorsun?" Dedim ağlayarak. Umrumda değildi, kimsenin önünde ağlamak umrumda değildi. "Sana hediyemin cezası mı bu?" "Hayır, gelmek zorunda değilsin. Zorlamıyorum. Ama sadece bilmeni istiyorum. İnsan bazen ne kadar çok istese de kimseyi koruyamıyor. Baksana bana, dünyanın korktuğu bir kartelin sahibiyim ama her şeyimi kaybediyorum. Güç bazen bu değildir, güç bazen korkulan olmak değil bazen sevdiklerin için onlardan vazgeçmektir." "O zaman vazgeç Katya'dan. Seviyorsun ya onu." "Başındaki belayla mı? Kendisini koruyamaz. Bir süre en azından benimle kalmalı. Dürüst olayım mı, biraz da sana güveniyorum. O gün bana neler yapabileceğini gösterdin. Ve ben eminim ki daha fazlasını yapabilirsin." "Çelişme kendinle," diye kızdım. "Bir çok şey yapabilirim ama sevdiklerimi koruyamam, öyle mi?" Gülümsedi. "Ne kadar çok seversen o kadar çok acır. Ne kadar çok korkarsan kaybetmen kadar çok yaklaşır." Omuz silkmeye çalıştı. "Karar bazen en zor seçimdir. İyi düşün, iki hafta sonra giderim." Sinirle ayaklandım. Dilim bağlanmış gibiydi, konuşacak kelimem yoktu. Gözlerimi silerek yüz ifademi toparlamaya çalıştım. Dışarıya çıktığımda olduğum yerde sıçradım. Baş parmağımla damağımı kaldırdım. "Ne zaman geldin?" "Sen ne zaman geldin?" Kapının kenarındaki duvara yaslanmış kollarını göğsünde birleştirmişti. Yorgun gözlerle bakıyordu. Benim arkamdan mı çıkmıştı yani? Çocuk gibi iç çekerek minik adımlarla yanına gittim ve başımı göğsüne yasladım. Kolları bu hareketimle göğsünden ayrılıp belime sarıldı. Kokusuna, sıcaklığına sığındım ve bir daha bunu yapamayacak olmak canımı bin parçaya ayırdı. "Sen ağladın mı?" Dedi agresif bir sesle. "Biraz," burnumu çektim. Parmaklarım kırışmış gömleğinin alttaki düğmesini çevirip duruyordu. "Boğazımdakileri görünce biraz ağlamam geldi. Sonra da geçti. Bir şey olmaz." İç çekerek bir kolunu bacaklarımın altından geçirip beni kucağına aldı. Hislerimin yorgunluğunu taşırken başımı omzuna yasladım. Sol elim yakasına tırmandı ve avuçları arasında tuttu. Bırakmaktan korkuyormuşcasına yaslandım. Odaya geldiğimizde uzanıp kapıyı açtım. Beni yatağa oturtarak koltuğu önüme çekti. Boylarımız aynı gibiydi şimdi. Ellerimi avuçları arasına aldı, bana öyle bir bakıyordu ki kendimi uzun süre değeri bilinmeyen bir mücevher gibi hissediyodum. Sanki içi gidiyormuş gibi bakıyordu. Birden beklemediğim bir şey yaptı. Uzanıp dudaklarını göğsüme doğru uzanan çizgilere bastırdı. "Bunlar mı seni ağlatan? Bu çizgiler mi yani kalbini kıran?" Dudakları tenimde acıtmamak için naifçe yer değiştirdi. Boynuma geldi. "Bir nefesine, bir gülüşüne, gözünden düşen bir damlaya feda ederim her şeyi. Ne kadar güzel olduğunu bir gösterebilsem sana, hayret ederdin gözümden görünen manzaraya. Hiçbir şey götürmedi senden bunlar, sendeki her bir detay seni daha güzel gösterir bana." Ne yaptığını daha yeni yeni idrak ederken korkuyla onu omuzlarından ittim. "Ne yapıyorsun? Sana da bulaşacak!" Parmaklarım dudaklarını buldu, parmaklarımla sanki zehir ona bulaşmış da temizleyebilirmişim gibi dudaklarına bastırıp sildim. Dudağındaki parmak uçlarımı öptü. "İnsanı şair edersin. Senden bulaşan tek şey kokun olur. Bir de gülüşün. Hmm, sanırım bir de geriye kalan her şeyin." "Emin misin?" Diyerek güldüm. "ölü geline benziyorum. Biraz da kara büyü kullanmış bir cadıya ya da kanı çekilen bir vampire." Parmaklarım avuçlarından sıyrıldı ve morarmış elmacık kemiğinin üzerini yumuşakça okşadı. İçim eziliyormuş gibi derin bir nefes aldım. "Acıyor mu?" "Seninkilerden daha mı fazla?" Başını iki yana salladı ve elimi tutup indirdi. "Acımıyor." O kadar duygusaldım ki onu uzun süre izlemek istedim. Dakikalarca öylece üzerinde gezindi gözlerim. Sadece bakmak istedim. İzlemek. Öylece zaman durmalıydı, onun ve benim için en güvenli an bu andı. Zaman durduğunda belki hep güvende olurduk ve ben onu kendimden korumak için bu kadar çabalamazdım. "Benimle uyur musun?" Yine bir hastane odasındaydık. Yine bana tatlı tatlı gülümseyip yanıma uzandı. Beni kollarıyla sardı. Hiçbir kötülük, hiç kimse bizi bulamaz gibi hissettirdi. Saçlarıma dokunamadığı için dudaklarını tekrar şakağıma bastırdı. Dalgın bir şekilde kafasını saçlarıma gömdüğünde nefesimi tuttum. Kaskatı kesilmiştim. Başını hızla kaldırdı. "Özür dilerim. Özür dilerim. Bir anda oldu. Gerçekten." Sessiz kaldım. "Uyuyalım." Korkularımı körüklediğinden habersiz başını yastığa koydu. Bense sabaha kadar hiç uyumadım.
🍑🍑🍑
1 hafta sonra, tatilin son günü. "Şş," bir şeyler kolumdan, kafamdan ve denk getirdiği yerlerden beni dürteklerken huysuzca kıpırdandım. "Uyansana kızım, yarış başlayacak!" "Sen başla ben geliyorum tavşan," diye mırıldandım uykulu uykulu. Ardından olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Kulağıma bir sürü ses geliyordu. "Kızım manyak mısın, ne tavşanı? Kendini kaplumbağa mı sanıyorsun? Kalk ulan, araba yarışındayız!" "Az bağır," tatlı ve kısık bir ses araya girdi. "Prenses uyuyor. Prsensi gelene kadar uyuyacak." "Abicim prens falan yok. Yalan hepsi. Kaç defa söyleyeceğim? Alin kalk sen de!" "Ya ne var!?" Diye doğruldum birden. Başım döndü, gözlerim karardı. "Ay, birden kalktım. Ne yarışı ya sabahtan beri?" O an son model bir arabanın içinde oturduğumu ve etrafta çok fazla araba olduğunu gördüm. Hiçbiri normal arabalar değildi. Fiyatları iki milyonun üzerinde olan bir sürü araba vardı. Siktir, ben niye uyuduğum yerde uyanamıyordum!? Bir insanın uykusu yataktan alınıp arabaya getirildiğini anlamayacak kadar da ağır olmazdı arkadaşım ama! "Mirza yarış yapar," kafamı çevirip konuşan kıza baktım. Altı yaşında var ya da yoktu. Ona başımı salladıktan sonra farkındalıkla gözlerimi büyüttüm. "Lan iki haftada ne ara büyüttün bunu? Kimden yaptın doğruyu söyle, kızmayacağım." Yüzünü buruşturarak kafamdan itti. "Kızım değil." "Çatlatma insanı, söylesene neyin!?" "Sevgilisinin kardeşiyim," dedi kız. Tatlı örgülerinin arasında boncuklar vardı. Saçları omuzlarını biraz geçiyordu. Çok güzel bir kıç çocuğuydu. "Ama o öldü." Bakakaldım. "O... Fotoğraftaki kızın mı? Yani ben-" "Evet," başını salladı ve beni arabanın arka koltuğundan çıkardı. "Hadi bin öne. Ben de Güneş'i bırakayım." "Bir dakika, bir dakika! Ben de mi yarışacağım!?" Diye bağırdım şokla. Tam çıkacakken Güneş'i bir adama verdi ve hızla arabaya oturdu. Kolumdan tutup uzadı ve kapıyı çekti. "Ne yapıyorsun ya? İneceğim ben!" "Konuşmamız lazım artık. Kemerini bağla." "Biz adam gibi konuşamıyor muyuz, Mirza? Niye araba yarışında konuşmak zorundayız ya?" Vallahi ağlayacağım en son. Bıktım artık. Arabayı çalıştırıp da çizgiye getirdiğinde kemerini bağladım. Tamam, sakinim. İlk defa araba yarışına katılıyordum, arbadan inecek halim yoktu ya. "Film çekiyoruz gibi hissediyorum," diye mırıldandım arabaların önünde duran kıza bakarak. Mini şortu ve cropuyla hızlı ve öfkeli oyuncusu gibiydi. Bayrağı havaya kaldırdığında boş alanda onlarca arabanın gaz sesi yankılandı. Bayrak indiğinde arabaları son raddeye kadar zorlayarak tüm gaza yüklendiler ve arabalar hızla atağa kalktı. Bedenim koltuğa yapışırken gülümsedim. "Çok iyi." Kafan karışıkken yavaş, ardındaki dertlerden kurtulmak isterken hızlı gitmeliydin. Kafan karışıkken yoldaki her detayı izleyebilmeli, kaçmak isterken hiçbir şeyi görmemeliydin. Kavşağa geldiğimizde Mirza gaza yüklendi. Ne yaptığını anlayamadım, yoldan çıkacaktık. Ellerimle kendimi sardım, Allah'ım bugün ölmezsem söz çocuklara şeker alacağım. El frenini çekti, direksiyonu sonuna kadar çevirdi ve araba diğerlerine saliseler kadar fark atarken freni indirdi. Döner dönmez gaza yüklendi. Toprak yolda arkamızdaki arabalar toz içinde kalırken hayatımı sorgulamakla meşguldüm. "Neredesin sen kaç gündür?" Dolmuş taşmış ve artık tahaammül edemez bir şekilde kendini duyurmak için bağırdı. "Gezeceğim dedin, iki gün sonra arayıp tura çıkıyorum dedin ve kayboldun! Nerdesin ya sen? Son gün olmasa gelmeyecek miydin? Saçma bahaneleri bırak da biraz dürüst ol." Dudaklarım titredi. "Dürüst olayım, öyle mi? Bana bak sen kendini hayatın sonunda mı sanıyorsun? Her şeyi yaşadığını falan mı sanıyorsun? Yeterince nefrete maruz kaldığını, sana nefes veren birisini kaybettiğini söyle bana. Hadi, neler yaşadığımı biliyor musun sen benim ya? Gelmiş dürüst ol diyorsun, ben konuşsam burada birinizi mutlu edebilir miyim zannediyorsun?" "Konuş lan, konuş da bilelim. Sanane kimin mutlu olduğundan, konuş ulan!" "Bittim ben!" Diye bağırdım. "Yoruldum! Senin bir kez kaybettiğinin ben her gün ölüm korkusuyla yaşıyorum! Ya bir şey olursa diye içim içimi yiyor! Şunlar var ya şunlar," sinirle avuçlarıma toplayarak savurdum saçlarımı. "Bir kez dokunmasın diye neler yapıyorum ben biliyor musun? Lanetli gibiyim, nereye dokunsam mahvediyorum! Bunları mı duymak istiyorsun? Kimsin sen? Bir iki kez duygusal anımda yanımda oldun diye, sana gülümsedim diye bu hakkı mı buldun kendinde!?" Kararımı vermiştim. Gidiyordum. Gidişime üzülmesinler, öfke duysunlar diye zemin hazırlıyordum. Aslında giderken bile onları düşünüyordum. "Sen mi mahvediyorsun lan her şeyi?" Arabayı savuracak kadar büyük bir hızla çevirdi. Gaza o kadar yüklendi ki çığlık çığlığa haykıran motor sesi birbirimizi duymamızı daha da zorlaştırdı. Avuçlarını direksiyona geçirdi. "Bak ulan, bak geride kalan kıza! Niye tek başına? Benim yüzümden! Ben sırf ablasını sevdim diye bu halde! Bize geldiğinden beri sana kızdım durdum! En azından korkacak birisine sahipsin diye otur da şükret, her gün benim yüzümden öldü diyeceğine otur da şükret var olduğu için." "Bağırma bana!" "Sen bağırıyorsun bana!" "Sen bağırıyorsun diye bağırıyorum ben!" "Ben de sen bağırıyorsun diye bağırıyorum!" "O zaman bağırmayalım!" "İyi!" Başımı sinirle çevirdim. Çatılı kaşlarımın, hırsla inip kalkan göğsümün etkisini yaşarken gördüklerimle pencereyi açtım. Yandaki Lamborghini hızla yana kırıp benim olduğum tarafa arabayı vurmuştu. Yarışta en öndeki üç kişinin içindeydik. Elimi de kafamı da pencereden uzatmışken yüzüme gözüme dolan rüzgarla daha da sinirlenip bağırdım. "Sen ne çeşit bir şerefsizsin lan!? Şeftaliyi yedin oğlum sen! Bulacağım seni! Şu arabadan bir ineyim, yakandayım!" Mirza arkadan belime yapışıp beni içeriye çekmeye çalıştı. "Girsene kızım sen içeriye, deli misin ne bağırıyorsun?" "Yoldan çıkaracak bizi!" Yerime oturduğumda işaret parmağımı tehtid eder gibi ona uzattım. "Bana bak, bir kez daha kızım dersen direksiyonu tutar bir çekerim yapışırız yandakine!" Gözleri kısıldı. "Sen bu arabanın fiyatını biliyor musun?" "Sür de işime karışma!" Bitiş çizgisine yaklaşırken bir dönemeç daha vardı. Orayı döneceği sırada yandaki bir kez daha yaklaştı. Tam o sırada sinirle kemerini çözdüm. Kapıyı açtığımda şoför bana şaşkınlıkla baktı. "Gel ulan buraya, ne diye gelip duruyorsun üstüme üstüme!?" Açtığım kapıdan Mirza engel olamadan diğer arabaya atladım. Tavanda bir o yana bir bu yana giderken pencere kenarlarından tuttum. Ben cebelleşirken bitiş çizgisine geldiğimizi fark edemedim. Araba birden fren yapınca tavan boyunca kayarak kafam kaportada ayaklarım tavanda bir şekilde içerideki iki kişiyle göz göze geldim. Bir süre öylece avıma odaklanmışken onlar başlarına aldıkları belaya bakakaldılar. Ta ki, Mirza belime sarılıp beni aşağıya indirene kadar. "Kendime not," dedi homurdanarak. "Seni yarışlara götürmek yok. Yardımcı pilot yapmak hiç yok, herhangi bir şekilde bir daha benim sürdüğüm arabaya binmiyorsun." "Bırak be beni, bir tane vuracağım. Hiç rahat edemiyorum. Canım çok istiyor, vuracağım bir tane." "Saçmalama ulan, manavdan portalal mı istiyorsun? Dur durduğun yerde." "Ne yapıyorsun sen?" Adamlara git git yapan eline baktım çırpınmayı keserek. Ardından eline bir tane yapıştırarak bir tane de omzuna vurdum. Dizine tekme atarak ondan ayrıldım. "Ben oteli bulurum, döveceğim adamları kaçırdın bir de. Defol git, sabah altıda uçak var." Gece bulduğum bir taksiyle otele gidip bahçede kitap okuyan Barlas'a da parasını kitledikten sonra rahat rahat odama çıktım, bir haftadır gelmiyordum. Her şeyi enine boyuna düşünüp kendimi dinlemiştim. Bir haftadır göğsümdeki izle bakışıp bakışıp çeşitli senaryolar üretiyordum. Arada kalmış benliğimle iki seçenek arasında dolaşıp durmuştum. Gitmeliydim. Kimseye zarar vermeden gitmeliydim. Kendime bu kadarını yapmışken kim bilir sevdiklerime ne kadarını yapardım? Raskol abiye iki gün istediğimi yazan bir mesaj attım. Giderken Berkay'ı kırmak istemedim. Tüm tiyatroyu ezberleyip çalıştım. Tiyatroyu okulun ilk günü yaptıktan sonra gidecektim. Çünkü ertesi gün doğum günümdü. Kimsenin benim doğum günümü kutlamasını istemiyordum. Ben kutlamazdım. On sekiz olduğum için beni zorla geri getiremezlerdi. Bu yüzden doğum günümde gitmeliydim. Beni bulamamalarını sağlamalıydım. 4 Şubat'ta kimsenin beni bulmasına izin vermemeliydim. Uyuyan katya'nın üzerini örttükten sonra tamamı cam olan duvarın önüne oturdum. Dizlerimi kendime çekerek başımı dizlerime yasladım. Şehrin buradan görünen ışıklarını izlemeye başladım Saniyeler geçti, dakikalar geçti, saatler doldu. Güneş doğarken hala orada oturuyordum. Düşündüğüm her şey birbirine girdi. Hava aydınlandığında gözlerim yanıyordu, başım ağrıyordu ve ben bunların ancak yeni farkına varıyordum. Ayağa kalktım. Elimi yüzümü yıkayıp üzerini açan Katya'yı tekrar örttüm ve ne var ne yoksa topladım. Geriye sadece Katya'yı uyandırmak kaldığında yatağıma oturup onu izlemeye başladım. Uçağın kalkmasına bir buçuk saat vardı. Çıkmalıydık artık. Telefonumu açarak bildirimlere baktım. Asil yazmıştı. Nektari soyu'm: Günaydın güzelim (03.04) Nektari soyu'm: Bugün tiyatron var, çok iyi bir iş çıkaracaksın Nektari soyu'm: Sen kızmadan önce söyleyeyim, bizimkileri konrtol eder etmez yatıyorum Nektari soyu'm: Geldiğinde ve okula giderken haber ver de sana göre geleyim Siz: Sen döner dönmez maça mı çıktın? Siz: Şunu yapmasan olmaz mı? Telefonu bırakarak sıkıntılı bir nefes aldım. Dün ailesiyle birlikte dönmek zorunda kalmıştı. Biz de okulda görüşecektik. Asil beni bırakmayacaktı. Ona beni bırakması için düşünmesini engelleyecek kadar büyük bir şey söylemeliydim. "Fazla düşünme," gözlerim uyanan Katya'ya döndü. "Deli olursun." "Ben zaten deliyim." "Belli," diyerek güldükten sonra ayaklarını yataktan sarkıtıp oturdu. "Raskol anlattı bir şeyler. Karar verdin mi?" Başımı salladım. "Ama? Bu baş sallamanın bir de aması var gibi geliyor." "Ama beni bırakmaları için herkesi kırmalıyım." "Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez," dedi bilmiş bilmiş. "Daha iyi olacaksa bırak kırılsınlar. Kendilerini daha iyi korurlar." "Kalk kız başıma psikolog kesildi." Katya hazırlandığında gidip Berkay ve İldem'i de aldım. Aşağıya inip Koralp abimin gönderdiği minibüse bindik. Dakikalar sonra Barlas ve Mirza da geldiğinde yola çıktık. Bazen size bir ışık verilirdi. Bir şans, bir hediye gibi görürdünüz. O ışık sizin ilham kaynağınız olurdu. Motivasyonunuz olurdu. Ne zaman yoruldum deseniz, başınızı çevirip onu görür ve sakin olurdunuz. Belki hayatınızın en kötü dönemini yaşarken söylenen iki çift söz olurdu bu, belki çabaladığınız tüm her şey boşa gidiyormuş gibi hissettiğinizde ve yere düştüğünüzde sizi kaldıran o şey hedefinizdi, belki yaşanan her şeye rağmen başarı için çabalarken olmuyor diye ağlamak istediğinizde sizi güldüren bir arkadaştı ya da kaybettiğiniz birisinin emanetiydi ayakta tutan. Ama kaybettiğinizi düşünün tüm bunları, size verilen ışığı, devam etmek için sığındığınız şeyin yok olduğunu düşünün, ne olurdu? O zaman yıkılmaz mıydı insan tam anlamıyla? Kalkmak için bir sebep kalmadığında ne yapardı mesela? Ben sahip olduğum her şeyi kaybettiğimde nasıl toparlardım elimdeki yıkımı? Nasıl dindirirdim kalbimdeki acıyı? "Alin?" "Hı, ne, efendim?" Berkay bana uzaylı görmüş gibi baktı. "Kanka iyi misin ya sen? Gece uyumadın mı?" "Ezberime baktım," diye gülümsedim. Ve benim için açık tuttuğu kapıdan çıktım. "Seni mahcup etmek istemedim." "İçimden ne geldi biliyor musun?" Etrafı kontrol ettikten sonra kulağıma eğildi. "Ay şapşik şey diyecektim." "Deseydin niye kulağıma eğiliyorsun ya? Tükürük yaptın yanağımı hep." "Aman iyi, iki dakika sevdin ya öldür hemen." Ona gülerek hava alanına yürümeye başladım. Gerekli evrakları hallettikten ve güvenlikten geçtikten sonra elimde sıra numaramla koltuk aramaya başladım. Arkamda da küçük civciv sürüm geliyordu. Korumam Ardıç'ı kaçıran Raskol abi geçen gün bana onu rüşvet verir gibi geri vermişti. Biraz dağılmış olmasını önemsemezsek gayet iyiydi. Şuan topallaya topallaya ardımda kendi kotluk numarasını arıyordu. Ben ve ardımdaki altı civcivim beraber koltuklarımıza yerleştik. Gözlerimi cam kenarındaki koltuğum sayesinde dışarıya çevirdim. Sürekli akıp giden bir şeyleri izlemek istiyordum. Uçağın kalkmasını beklerken birden ingilizce bağırmaya başlayan canım korumam sayesinde elimi alnıma vurdum. Tüm deliler beni buluyordu. "Uçakta bomba var! Öleceğiz! Bomba var uçakta!" İnsanlar çığlık çığlığa bindikleri uçaktan inerken hostesler ve yardımcı pilot şaşkınlık içerisinde insanları uçaktan sağ indirmeye ve rehavete kapılmamaları gerektiğini söylemeye çalışıyordu. Tabii, bu sırada bir o yana bir bu yana koşup deli gibi bomba var diyen korumam hiç yardımcı olmuyordu. "Lütfen sakin olun," ben gayet sakin herkesin çıkmasını ve Ardıç'ın ağzına edeceğim anın gelmesini bekliyordum. "Merdivenleri dikkatli ve sırayla inin. Bu sorunla ilgileneceğiz." Ordan oraya karışan insanlar indikten sonra hostesler bizim gruba döndü. Daha doğrusu geride kalmış eli alnını tutan Ivan ve hâlâ oturan bana, ürkmüş bir şekilde kolumu çekiştiren Katya'ya ve yanımda dikilen Ardıç'a. Diğerleri de inmiş olmalılardı. "Lütfen güvenliğiniz için uçaktan inip uzaklaşın. Polislerimiz uçağı kontrol edecekler." "Abla ne bombası, yok bomba falan. Deli bu," ayağa kalkarak Katya'nın elini tuttum. Bir elimle de Ardıç'ın kolunu sıkarak çekiştirdim. "Raporu var. Siz bindirin yolcuları, yanlış ihbar diyerek. Verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz." Arkamızdan şaşkınlıkla bakan hostesteslere daha fazla açıklama yapmadım ve Ardıç'ı önüme katıp ittire ittire yürüttüm. Üst basamaktayken boyum anca yetiyordu Allah'ın kazığına. Aşağıya inip de onu sessiz bir kenara çekene kadar sakinliğimi korudum. "Lan senin beyninde sorun mu var? Derdin ne? Niye bağırıyorsun uçakta bomba var diye!? Konuşsana!" "Alin hanım-" "Ay tamam sus, duymak istemiyorum. Allah da senin bin belanı vermiş. Koruma diye verdiler benden önce kaçırıldı. Allah'ım bana bir tane akıllı kulundan nasip et, ya rabbim!" "Alin h-" "Kes ya, uçağı kaçırdık. Eğer senin yüzünden tiyatroya geç kalırsak benden önce Berkay seni hava alanının ortasında kıtır kıtır keser, anladın mı? Tüm senaryoyu yazmak için iki gün uyumadı çocuk. İki haftadır durmadan tekrar tekrar ezber yaptırması ve oyuncuları özenle seçmesi de cabası." "Alin hanım, Raskol sizin için özel uçak hazırlamış!" "E adam gibi söyleseydin ya! Ne diye bağırdın orta yerde? Dava etseler haklılar!" Kalabalığın içinde bizimkilere doğru ilerlemeye başladım. "Güyya babamın adamısın, artık ona mı çalışıyorsun?" Onu daha fazla dinlemeyerek bizimkilerin yanına gittim. Onu bunu boşverin de, şimdi Mirza bana özel uçağı nerden buldun derse ne halt edeceğim?
🍑🍑🍑
Üzerimdeki elbisenin güzelliğiyle mest olmuşken tedirgindim. Tiyatronun başlamasına dakikalar vardı ve ben bittiğinde Asil'le konuşacaktım. Kendimi ne kadar hazırlasam da hazır olmayacaktım hiçbir zaman. Ondan ayrılmaya hiç hazır olmayacaktım. Dişlerimi dudaklarıma geçirdim. Bukleli saçlarımı düzelttim ve sahneye yürümeye başladım. Kapalı perdenin arkasına geçip ortada durdum. Seyircilerin sesleri geliyordu. Kalbim hem hüzün hem acıyla atıyor, her şeyi berbat etmekten delicesine korkuyordum. Berkay, elinde notlar ve kalemlerle bana sahnenin kenarından kalp yolladı. Dudaklarını oynatarak fısıldadı. "Muhteşemsin, göster kendini." Senin gözündeki altmış beş yaş teyze gözlüğü ne kurban olduğum? Az kendine gel ya. Müzik girdiğinde derin bir nefes aldım. "Gün gelmiyordu ki insan eski benliğinden sıyrılıp onu reddetmesin. Bugün ben reddediyorum benliğimi, sıyrılıyorum dönemin tüm kurallarından ve sana geliyorum ey aşk. Bul hadi beni." İlk sahnem bittiğinde ve perde kapandığında hızla Berkay'ın yanına gittim. Oyun sırası Joshua'daydı. "Joshua'yı kim oynuyor?" Berkay'ın dudakları kıvrıldı. "Birazdan görürsün." Adım seslerini ve ardından üzerinde peleriniyle dönem kıyafetleri içindeki adamı görmem ağzımın bir karış açılmasına neden oldu. Yere uzanıp perdenin açılmasını bekledi. Berkay'ın yakasını tutup sahne arkasına çektim. "Asil'i başrol mü yaptın?" "Alin saçmalama istersen. Sevgilinden başka kimi sana partner seçmemi bekliyordun?" Yakasını bırakıp verdiğim tepki yüzünden içimden küfrettim. Şimdi onunla bir aşk oyunu oynayıp hemen ardından nasıl gözlerine bakarak ayrılmak istiyorum diyecektim? Asil'in sahnesi bittiğinde perde kapandı. Sıra tanışma sahnesindeydi. İç çekerek sahneye ilerledim, dizlerim üzerinde oturarak mahzun bakışlarımı yere diktim. Önüme getirip koydukları bir fare oyuncağına kırmızı boya döktüler. Ardından perde açıldı. "Söylenirim makus kaderime, söyle güzel nedise, kim kıydı canım güzelliğine?" Allah aşkına şuan çakma ölen fare için mi üzülüyordum ben? Berkay ben senin yazdığın senaryodaki evcil hayvana tüküreyim, tamam mı? O sırada şövalyesiyle ormana kılıç talimi yapmaya gelen prens Joshua sahneye girip beni görüyordu. Nefes nefese yanıma eğiliyordu. "Nedir ağlatan sizi? Yoksa önünüzdeki hayvan leşi mi? Dökülmesin güzel gözlerden yaşlar, gökyüzü ağıt yakar." "Hayvan leşi mi? İsmidir nedise, kıymışlar güzelliğine, ağlarım tabii derdime." Bu sahnede Prens Joshua önümdeki fareye bakarken kılıcıyla onu benden uzaklaştırmalıydı. Ama fareyi öne doğdu savurduğunda fare izleyicilerden birisinin kucağına düştü. Kız çığlık atıp ayağa kalkarken ben rolden çıkmış ağzım bir karış kızı izliyordum. "Ne yaptın Asil?" "Uçtu," dedi masumca. Herkes kahkaha atıyordu. Kız üzerine bulaşan boyaya baktıktan sonra tekrar çığlık attı. "Fareyi gerçekten kesmişler!" Berkay telaşla sahneden atlayıp kızın yanına gitti. O sırada gözü bir yere takılınca şirince gülümsedi ve el salladı. Gözlerim onun izlediği yere döndüğünde Sumru'yu gördüm. Kısık gözlerle Berkay'a her zamanki Sumru bakışı atıyordu. Ama daha çok ne yapıyorsun, bakışıydı. Berkay önündeki kıza dönüp ıslak mendil uzattı. "Bacım ne haykırıyorsun, oyuncak bu oyuncak. Üstüne boya döktük." "Gerçekten mi?" "Yok şaka," oyuncağı alarak tekrar sahneye çıktı. "Fesuphanallah. Kimlerle uğraşıyoruz ya? Sahneye devam!" "Yok olur sizi üzen, güzelliğinizdir gözlerimden görünen. İsminizi bahşediniz bu bedbahtınıza." Yemin ediyorum, birisi gelip fareme ağlarken böyle dese gerilir bir tane yapıştırırım. "Olmaz benim prenslerle işim. Gidip prensesinizle evlenin." "Olur mu ömrümde bir başkası? Görür mü gözlerim bir daha sizden farklısını?" Kaşlarım havalandı. Çünkü senaryoda böyle bir şey yoktu. Bir prens değilim ki evleneyim bir prensesle, demesi gerekiyordu. "Öylesine sevginiz aldı her düşünceyi zihnimden. Ama unutmayınız, yalanlar da bir gün son bulur, düşler de." Bundan sonrası yer yer güldüren, düşündüren, bu ne yahu dedirten sahnelerle geçti. Kızın ve oğlanın evleneceği sıradaysa kız oğlanın prens olduğunu öğreniyor, bağırıyor çağırıyor ama sonra aşkı galip gelince evlenip hemen ardından küsüyordu. Ben ne ezberlemiş, ne oynamıştım, bu manyaklar ne izlemiş, okul buna nasıl izin vermişti hiç bilmiyordum. Oyun bittiğinde sahnede reverans yaparak ayrıldık. Resmen Asil'i görüp de onunla konuşmamak için kaçıyorum. Birden kolumdan çekilmemle karanlık bir odaya çekildim. Asil'in burnuma gelen kokusu olmasaydı elime sahip çıkamayabilirdim. "Asil." "Seni çok özledim," diye fısıldadı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Geri çekilmek, ona aklımdaki her şeyi söylemek saniyeler içinde kayboldu. Dayanamadım, ellerimi ensesine sararak daha fazlası için kendimi ona ittim. Alt dudağımı dudaklarının arasına aldı, dilinin dudağım üzerinde tur attığını hissettiğimde boğukça inledim. Tırnaklarım ensesine battığında belimdeki avucu daha çok kendisine çekmeye çabaladı. Ateş gibi yandığımı, artan kalp atışlarımın göğsüme vurduğunu, aldığım nefesin yetersiz kaldığını anladım. Bir uyum halinde dakikalarca birbirimizde soluklanırken kalbimdeki tüm kötü duyguları unuttum. O vardı, sadece o vardı ve ben bununla mutluydum. Ama o olmazsa ne yapardım? Dudaklarını hafifçe ayırdı benimkilerden. Soluk soluğa alnıma yaslandı. Aldığımız nefesler birbirimizin bıraktığı sıcak nefeslerdi. Konuşmak zorunda hissettim ama söyleyemedim. Ne ayrılmak zorunda olduğumu ne de onu çok özlediğimi söyleyemedim. O bu kadar mutluyken yapamadım. Ondan alamadım bunu. Öylece nefes seslerinin ve kokusunun biraz olsun bana iyi gelmesini umdum. Bencilce onu bıraktığımda bile sonsuza kadar beni sevmesini umdum.
🍑🍑🍑
Saklandığım balkonda öylece Nota'nın odasına gelmesini bekliyordum. Son çare olarak Nota'ya gelmiştim. Gizlice onların evine girmem ne kadar doğruydu tartışılırdı ama bu sayede güvenliğin istendiğinde kolayca geçilebileceğini fark edip kararımdan dönmemek için listeye bir madde daha ekledim. Kapı sesi geldikten saniyeler sonra Nota arkasını buraya dönüp kapıyı tuttu. "Abla bu sefer kendim okuyacağım hikayemi." Nota'nın sesi kulaklarıma geldiğinde dikkat kesildim. Kapıyı açmış net bir şekilde önünde dikiliyordu. İyi yapıyordu, Sumru'nun gitmesi gerekiyordu. Bu çocuk her geçen gün daha çok hoşuma gidiyordu. "İstemiyorum, lütfen git uyu. Yoruldun." "Ablacım bak yoruldum diye yapıyorsun, biliyorum. Ama okuyabilirim." "Abla eğer hemen gidip uyumazsan gece boyu uyumayıp sen gidince de camı açar üşütür hasta olurum." "Tamam, tamam, sakin." Sumru ellerini havaya kaldırarak. Kapıyı kapattığında içeriye girdim. "Naber nota?" "Alin abla, vallahi elin kolun her yerin görünüyordu." Dedikten sonra hızla boynuma atıldı. Onu kucağıma çekerek alnını optüm. "Biliyor musun, bugün Ece ile çok güzel oyunlar oynadık. Ece hep çok güzel güldü, o gülünce ben de güldüm. Ama sonra Kerimcan geldi, Ece'yi öğretmen çağırdı dedi götürdü. Ona çok kızdım ama sakin oldum. Ece'yi bekledim." Ulan Kerimcan. Ne bu çocuğun senden çektiği? "Sen boşver onu. Bence Ece en çok seni seviyor." "Gerçekten mi?" Gözleri heyecanla parladı, dudaklarında heyacanlı bir gülümseme oldu. Başımı salladım. "Bence büyüdüğünde de sevecek. Büyüklere özel bir sır vereyim ister misin sana?" Heyecanla başını salladı. "Sadece ikimize özel olacak. Sana bir görev vereceğim. Ve aramızda kalacak. Annen, abin ya da ablan bilmeyecek." "Ama niye?" "Benim bir yere gitmem gerekiyor. Uzun süre dönemeyeceğim. Belki de hiç dönemem. Bu yüzden onlar üzülsün istemiyorum. Sen ister misin?" Başını iki yana salladı. "Sana bir telefon vereceğim. Ne benim ailem ne de abin, ablan, annen ne de arkadaşlarım bilecek nerede olduğumu. Sadece seninle konuşacağım. Kimseyle konuşmayacağım. Birisine güvenmeliydim, sana güvenebilir miyim?" "Sadece benimle mi konuşacaksın?" Başımı salladım. "Evet, sadece sen. Telefonu kimseye göstermeyeceksin. Çantanı kendin hazırlayabiliyorsun değil mi? Çantanda kalsın. Kimse bilmeyecek, kimsenin üzülmesini istemiyorum. Tamam mı? Sen odanda tek kaldığında bana yazarsın. Abim bunu yaptı, ablam bunu yapıyor diye. Tamam mı? Ben kimseyle konuşmayacağım için telefonu sen bana yazdığında elime alacağım. Onları seviyorum ve ne yaptıklarını bilmek istiyorum. Mesela sen de bana Ece'yi anlatırsın. Sürekli konuşuruz seninle. Anlaştık mı? Bu görevi yerine getirebilir misin?" "Tamam." Kararlılıkla başını salladı. "Sen gitmek zorundasın. Kimse üzülmesin seni özlemesin diye konuşmayacaksın. Ama beni daha çok sevdiğin için ve güvendiğin için ben seninle konuşacağım. Annenlerin de ne yaptığını öğreneyim mi?" "Bazen." "Alin abla. Onlar seni özlemesin istiyorsun ama sen onları özlemeyecek misin?" "Çok," dedim zorlukla. "Özleyeceğim tabii. Ama bazen seçtiğin insanlar mutlu olsun diye onların yerine de özlersin." "Niye gidiyorsun peki?" "Biraz karmaşık ama zorunda olmasam gitmezdim. Biliyorsun değil mi?" Başını salladı. Gözlerim doldu. Nota benden daha cesurdu. Kollarını belime sararak başını göğsüme yasladı. Ona sıkıca sarıldım. "O zaman ben sen geri gelene kadar herkesi izlerim. Sana anlatırım. Özlemezsin, fotoğraflarını da atarım." Ona minnetle bakarak dolan gözlerimi kırpıştırdım. Giderken bir çocuğun omzuna kocaman bir yük bırakıyordum. Ama Nota sanki burada en mantıklı yerdeymiş gibi geliyordu. Parmaklarının yanaklarıma dokunduğunu hissettiğimde anladım ağladığımı. "Alin abla, ağlama. Annem bazen ağladığımda bana diyor ki, eğer ben ağlarsam melekler üzülürmüş. Sen de ağlama. Senin meleklerin de üzülür. Söz veriyorum sana ne yaparlarsa anlatacağım." Başımı salladım ve dudaklarımı alnına bastırdım. Telefonu çıkarıp eline verdim. "Tek bir numara kayıtlı, o da benim. Aynı zamanda bana yazacağın uygulama da yüklü. Kendime oradan nokta attım. Tek bir mesajlaşma var. Oraya yazarsın ya da ses atarsın." İç çektim. "Gitmem lazım." "Tamam," uzandı ve yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. "Ama yarın bizi doğum gününe çağırdılar. Sen gelmeyecek misin?" "Ne?" Dedim şaşkınlıkla. "Kutlama mı ayarlamışlar?" "Parti, annen annemi aradı." "Ben gelemem," dedim yutkunarak. "Sen onları izle tamam mı? Sakın çaktırma, kimseye söyleme beni bildiğini. Sadece rolünü oyna. Sen Alin ablan nerede bilmiyorsun. Ne yapıyor bilmiyorsun." Basını salladı. "Ece'ye selam söyle. Ne zaman ihtiyacın olursa, neye ihtiyacınız olursa haber ver bana. Bir telefon var tamam mı aramızda?" "Tamam." Dudaklarını birbirine bastırdı. "Gidiyor musun?" "Evet," ona sıkıca sarıldım. "Teşekkür ederim. Senden bir şey daha isteyebilir miyim? Abin ne zaman yalnız kalsa, ne zaman üzgün olsa yanına gidip onu güldürmeye çalışır mısın?" Başını salladı. Ve ben, korktuğum ve ardımda bıraktığım ne varsa sekiz yaşındaki bir çocuğun omuzlarına yükleyerek ayrıldım oradan.
🍑🍑🍑
Hava alanında Raskol abinin beni almasını beklerken kucağımdaki kitabın satırlarında geziniyordum. Sumru'nun gözleri çizdiğim tüm o satırlarda dolaşmış ve sonunda kitabı bana vermişti. Üzerine birçok kitap okumama rağmen beni bu kitaba dönüp dolaşıp getiren sebebi bulamıyordum. Çizdiğim satıra takılan gözlerim uzun süre orada kaldı. Biz insanlar iyi günlerin azlığından ve kötü günlerin çokluğundan sık sık yakınırız. Ben de böyle mi yapıyordum? Belki de evet. Bir gün werther gibi silahı alıp kafama sıkacağım, o olacaktı. Çalan telefona sıkıntıyla baktım. Açmadan önce yüzümü ifadesiz tutmak için derin nefesler aldım. Şimdi en zor kısmı burasıydı. Ölümcül olan ise buradan sonrasıydı. "Anne," diyerek dudaklarımı ıslattım. Ekrandan görünen balonları ve süslemeleri gördüğümde içim sıkıntıyla doldu. "Ben-" "134 numaralı Sinop uçağı için son çağrı." Annem gelen sesi duyduğunda kaskatı kesilerek yutkundu. Elindeki konfeti ekrandan çıktı. Yüz hatlarına gözle görülür bir korku bulaştı. "Kızım?" "Anne, yemin ederim seninle ilgili değil. Yemin ederim, bunun yaşımı doldurur doldurmaz gideceğimi söylememle alakası yok. Gitmem lazım." "Yapma," dedi acıyla. Ondan kızının tüm heveslerini almıştım. Şimdi nasıl ondan hakkını helal etmesini isteyebilirdim? "Geri dön, nolur bak... Alin biz ne yapalım, söyle anneciğim? Gitme nolur, yemin ederim daha çok çabalayacım. Alin söyle hangi havaalanındasın? Nereye gidiyorsun, gelip alayım seni? Kızım-" "Anne," dedim sıkıntıyla. Bunun beni vazgeçirmesine izin veremezdim. "Bitti. Geri dönmeyeceğim. Gideceğim yerde olmaya ihtiyacım var ve olacağım. Kendini suçlama." Birden ekranda Asil'in yüzü belirdiğinde kaskatı kesilerek yerimde dikleştim. Bir an anneme açıklama yapmak ona yapmaktan daha kolay göründü gözümde. "Nereye gittiğini sanıyorsun?" "Olmam gereken yere." "Kimseye haber verme gereği duymadın öyle mi? Bizim seni merak etmeyeceğimizi nereden çıkardın peki? Ya sen hiç mi düşünmedin, bu kıza ne oldu diye korkudan kafayı yeriz diye!? Aklıma neler gelirdi benim! Konuşacağız, söyle yerini." "Hayır," derken içimde yıkılan binanın sesini susturdum. Şimdi yıkılmak için çok geçti. Dün çok erkendi ve şimdi de çok geçti. Zaman bana iltimas tanımamış, kaybolmama izin vermişti. "Gideceğim." "Nereye gidiyorsun ya!?" Diye bağırdı birden. Etrafında bir kargaşa olduğunu gördüğümde yutkunmakta zorlandım. Kendisini zor tutuyor gibi yürümeye başladı. Telefon elimde titriyordu. "Neden aklına ilk gelen ihtimal hep gitmek oluyor!? Hiç mi sevmiyorsun sen beni ya!?" Çünkü bana gelmeyi öğretmediler, demek istedim. Ama o an ekrana bakakalmıştım. Onu sevmediğimi nasıl düşünürdü? Böyle bir ihtimal mi vardı? Ama ben böyle yaparken onun bunu düşünmesine kırılamazdım. "Sen beni hiç kabullenmedin ki zaten," dedi acıyla. "Her zaman ilk seçeneğin gitmek oldu. Sana neyi veremedim ben? Sevemedim mi seni? Başaramadım mı Alin? Ben babam gibi-" "Evet," dedim acımasızca. "Bir gün baban gibi olmandan korkuyorum. Kendimi bununla sınamayacağım." Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim. Keşke beni bırakabilseydin de kalbini kırmak zorunda kalmasaydım. Özür dilerim. Babası gibi olmaktan o kadar çok korkuyordu ki, kelimelerim ona bir bıçak gibi saplandığında bu sefer gözlerime bakmayı akıl edemedi. "Ne?" Gözlerinin içindeki galaksiyi yok ettiğimi gördüm. Yıkılışını gözlerimle izledim. Ben, benim için kurulmuş bir dünyayı kendi ellerimle yıktım. "Ben... Yine mi beni korumak için yapıyorsun? Doğruyu söyle bana, neler oluyor?" "Hepsi gerçek ve korumak istediğim tek kişi benim." Hislerden arınmış sesim beni yakarken onun kalbine indirdiğim darbenin sesi kulaklarıma ulaştı. İçimdeki tüm benliklerim bana karşı cephe almıştı. Birisi bile beni savunmuyordu. Sadece zarar görmesini istemiyordum. Ve bunu anlarsa eğer asla gitmeme izin vermezdi. Gidersem bile her şeyi bırakıp yanımda gelmeye çalışırdı. "Doğruyu söyle," dedi yıkılmış bir sesle. "Gerçekten neden?" "Baban gibi olursun diye korkuyorum, saçlarıma dokunma dedim ama dokundun. Bulduğun ilk fırsatta dövüşmeye gidiyorsun. Ben bunu istemiyorum. Sana güvenemiyorum. Senden korkuyorum." Nefes alamadı. Ciğerlerimin bir bıçakla canlı canlı deşildiğini hissettim. Hiçbir şey söyleyemedi. Telefon saniyeler içinde kapandı. Senden korkuyorum dediğim için bir daha sorgulayamayacaktı bile. Beni korkutmak, tedirgin etmek isteyeceği son şey bile değildi. Beni annesinin kaderine mahkum edeceğini düşünmek onu mahvetmiş olmalıydı. Avucumdaki telefonu sıkarak yaptığım her şey için ağlamaya başladım. Onu kırdığım her söz için kahroldum. Ben beni koşulsuz seven tek kişiyi de kendi ellerimle yok ettim. Ben kendim dahil her şeyi bir günde mahvettim. Artık sonsuza kadar asla mutlu olamazdım.
Buraya diğer bölüm için teorilerinizi alsam🥺 Sizce Alin kova burcu özelliklerini taşıyor mu? Allah'a emanet 💅🏻 |
0% |