Yeni Üyelik
33.
Bölüm

33_◍ Sevmiyorsan düşmeme izin ver

@cennomi

Keyifli okumalar♡

"Ne yaptın? Tekrar et." Kulağıma gelen sesler boğuk boğuktu. Henüz kendime gelememiştim. Bileklerimde keskin bir sızı ve ensemde de hareket ettiğimde bunun bin katı olacağına emin olduğum bir acı vardı.

Gözlerimi açmadan etrafı dinlemeye çalıştım. Reflekslerime hakim olmalıydım. Yüzümü buruşturmamalıydım.

"Kafasına vurdum."

"Nasıl?"

"Aha böyle," enseme gelen darbeyle ne olduğunu anlamadan bilincim tekrar gitti. Bunlar benimle dalga mı geçiyordu?

Aradan ne kadar geçti bilmiyorum ama bir tür kavga sesiyle inleyerek gözümü açtım. "Aranızdan bir gerizekalı ensemin anasını bekledi," bilincim karanlıktan yeni yeni sıyrılırken tehtidgar bir sesle ekledim. "Onu elime geçirmeyeyim."

"Emin misin hâlâ?"

Bir süre sessizlik oldu. Ardından kabullenmiş bir ses duyuldu. "Vur gitsin."

Ve bir darbe daha.

Ben sikerim ama böyle işi ha! İnsana zorla küfrettiriyorlardı.

"Bizi öldürecek," telaşlı bir ses kulaklarıma geldi. Henüz içine düştüğüm karanlıktan kurtulamamıştım. Ensemde acayip bir ağrı vardı. "Hemen uyandırın onu."

Birden üzerime boşaltılan suyla nefes nefese gözlerimi açtım. Bulanık gözlerim önümdeki üç karaltıda gezindi. Yavaş yavaş netleşen görüntülerle birlikte ellerimden zincirlerle tavana bağlandığımı ve havada sallandığımı fark ettim. Kollarım felaket bir şekilde ağrıyordu. Kaç saattir burada asılıydım?

"Bir kez daha," sıkılı dişlerimin arasından ve önüme gelen saçlarım yüzümden kısıtlı görüş alanımla tehlikeli bir şekilde fısıldadım. "Bunu yaparsanız hepinizi buraya gömerim."

"Papatya çayı?" Diye mırıldandı birisi.

"Sence şuan o beni sakinleştirir mi?"

Mahsun bakışlarını bana dikti. "Sakinleştirmez mi?"

Başımı salladım. "I-ıh, sakinleştirmez."

"Yapmayın."

"Yaptım bile." Kaşlarım çatıldı. "Siz kimsiniz ulan?"

"Tarık ben," dedi papatya çayı teklif eden adam. "Üzerini biraz ıslattım. Ama sorun değil dimi? Serinledin." Elindeki kovayı görmezden geleceğim Tarık.

"Kafanıza vurduğum için özür dilerim, ben de Hakan."

"Ona izin verdiğim için başım belada ama tüm suç onun." Mimik oynatmadan eliyle Hakan'ı işaret etti. "Tüm sorumluluk onun. Ben de Süleyman."

"Sizce isimlerinizi mi öğrenmek istedim?" Dedim bayık bayık onları izlerken. "Kimin adamısınız?"

"Şey," Tarık durumu nasıl açıklayacağını bilemez bir şekilde gözleri bende gezindi. "Çok karışık."

"Yani?"

"Söylememiz yasak," dedi Süleyman onu ecel terleri dökmekten kurtararak.

"Gelsenize, bir bakın benim gözüme. Göremiyorum sizi. Saçım gözüme geliyor." Üzerimden hâlâ sular damlıyordu. Kalın badim üzerime yapışmış hatlarımı belli ediyordu.

Bana garip bir şekilde kibar davranıyorlardı. Üstlerinden emir almış olmalılardı. Bu da beni avantajlı kılıyordu. Normalde kırılan kemiklerimin acısıyla uyanırdım. Aşırı dikkatsiz olduğum için bir iki kez öldürdüğüm liderlerin yandaşlarına yakalanmıştım. Biraz pahalıya patlamıştı.

Önüme gelip yüzümdeki saçları arkaya atan Hakan'a gözlerimi diktim. "Saçlarıma dokunanlara ne olduğunu hiç duymadın mı?"

Ve bacaklarımı boynuna sararak sertçe bedenimi çevirdim. Benimle birlikte dönen boynundan gelen sesler üzerine dudaklarımı ıslatarak onun yere düşmesine izin verdim. Gözlerim diğer ikisine kaydı, yüzlerindeki ifadeler yüzünden dudaklarım iki yana kıvrıldı.

Canım biraz ürkütücü görünüyorsun. Delirdi sanıyorlar sonra bizden biliyorlar, biraz dikkatli ol lütfen ya.

"Size bir soru sordum, sorun çıkarmayı seven kişi benim. Sorun çözmeyi sevmem. Bu yüzden, soruma cevap alamadığım her an için birinizden kurtulurum." Bileklerimin bağlı olduğu zincire sardım ellerimi. Ve kendimi yukarıya çektim. Ellerimde kelepçeli olan zincirler yüzünden tavandaki çengele kadar gidip oradan çıkarmam gerekiyordu.

"Kıpırdama," gözlerim bana doğrultulan silaha kaydı. Zarar vermeme emrini belki de yanlış yorumlamış olabilirdim, öyle bir şey olmayabilirdi de. "Kurtulmaya çalışırsan ateşlerim."

Dinlemedim.

Hızlı bir şekilde en yukarıya geldiğimde bedenimi yukarıya kaldırarak zincirlerden kurtulmaya çalıştım.

Tam çengelden kurtulan zincirle birlikte yere düşmüşken boynuma ince bir sızı yayıldı. Bu enseme vurulan darbelerle alakalı değildi. Elimi boynuma attığımda zincirlerden gelen şıngırtılar eşliğinde dizlerimin üzerine yığıldım. Kucağıma düşen avucumda tüplü neredeyse iki milimlik bir iğne vardı. Nefeslerim ağırlaşmıştı. "Bu," zorlukla fısıldadım. Tüm gücümü emiyordu sanki. "Ne?"

"Seni bayıltmaz ama hareket etmeni engeller," Süleyman kollarımdan tutarak benim duvara yaslanmamı sağladıktan sonra geriye çekildi. "Bir süre kimseyi öldürmemene ihtiyacımız var."

Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Vücudumu hareket ettiremiyordum. Ama hissettiğim bir şey vardı. İlacın üzerinden dakikalar geçtikçe kan akışım hızlanıyordu. Buna rağmen kalp atışlarım olabildiğince yavaştı, kulaklarımda atan nabız beni korkutuyordu. Duvarın dibinde kıvrılmış bir şekilde ne olduğunu bile anlamadan etrafı izliyordum. Başım duvara yaslı olmasa onu çoktan düşürmüştüm. Hiçbir uzvumda can yoktu sanki.

Aradan ne kadar geçtiğini bilmiyordum ama ellerimde ve vücudumda karıncalanmalar olmaya başlamıştı. Midem bulanıyordu. Gözlerimde ince bir sızı baş göstermişti. Derim patlayacak gibi hissediyordum, sanki tüm damarlarım derimin üstünde atıyorlardı.

"Siktir," kulaklarıma ulaşan sesin kimin olduğunu anlayamadım. Üşüyordum. Çok soğuktu. "Ona ne oluyor?"

"Yüzüne bak!"

"Bizi öldürecekler, ona ne verdin!?"

"Herkeste kullandığımızdan, kimseyi bu hale getirmedi!"

Bana ne oluyordu?

Mantıklı Alin birden gözlerimin önünde beden aldı. Gözlüklerini düzelterek dikkatle beni incelediğinde dudaklarım kıvrıldı. Ya da bu sadece nahoş bir çaba olarak kaldı. Emin olamadım. "Hmm, yüzünde damarlar şeklinde ilerleyen mor bir şey belirmiş. Tenin çizgi çizgi. Yıldırım sana mor atmış, sen de sanki onu teninde saklıyormuşsun gibi."

Birden depodaki hava akımı beni ürpertti. Dişlerim birbirine çarptı. "Zehir," diye fısıldadım zorlukla. Düzenli aralıklarla zehir alıyordum, bu sefer bunu kendi isteğimle yapmıştım. Dozajı kaçırmadığım sürece hiçbir şey hissetmiyordum bile. Ama bana verdikleri şeyin içindeki her neyse zehirle tepkimeye girmiş olmalıydı. Tüm bunların bir açıklaması yoktu. Birden bu hale gelemezdim basit bir iğneyle.

Zaman kavramımı kaybettim. Zihnim artık bulanmıştı. Etrafta bazen uçak kelebekler bazen de üç benliğimin kavga seslerini duyuyordum. Daha çok dış dünyadan soyutlanmış ve halisünasyonlarla çevrelenmiştim. Dilimde acı bir tat ve beynimde geçmek bilmeyen bir sis vardı. Etrafı algılayamıyordum. Sanki uzayın içinde gözlerim kapalı bir şekilde uzanıyordum.

Bacaklarımın ve belimin altından geçen kollarla beynim dalgalar halinde gerçek dünyaya döndü. Hâlâ sisliydi ama artık sesleri duyabiliyordu.

"Sikeyim," diyordu bir ses. Kollarında olduğum kişiydi, çok tanıdık geliyordu. Kim olduğunu anlayamadım. Kollar bedenimde sıkılaşarak beni göğsüne doğru yaklaştırdı. Bu benim acı dolu bir inilti dökmeme neden oldu. "Ne yaptınız lan ona!?"

"Anlamadık ki, bir anda oldu."

"Alın şunları gözümün önünden!" Başım kucağında olduğum kişinin kokusunun kaynağına doğru yaklaştı. Burnum boynuna sürttüğünde titrek bir nefes aldım. Bu hayatımda aldığım en güzel kokuydu. Vücudumdaki tüm hücreler uyarılmıştı, kokunun kaynağına daha çok yaklaşmak istiyorlardı. Bedenimdeki kollar sanki damarlarıma baskı yapıyormuş gibi canım acıyordu. Dişlerimi sıkarak başımı omzuna bastırdım. "Şşh, sorun yok."

Ve beynim sislerin arasında sesin kaynağını tespit etti. Bedenimdeki acizliğin de etkisiyle gözlerimden sıcak birer damla yaş süzülüp onun boynuna indi. "Özür dilerim." Dedim hıçkırarak. Bu bile acıyla inlememe neden oldu. Hiç halim yoktu. "Özür dilerim Asil."

"Sorun değil," dedi sessizce. Hareket ettiğimizi hissettim. Burada ne işi vardı?

"Özür dilerim."

"Sorun değil."

"Özür dilerim."

"Kes şunu."

"Özür dilerim."

"Siktiğimin kelimeleri bir anlam ifade etmiyor!"

Kucağımda duran ellerimden birisini zorlukla göğsüne yasladım. Avucumun altındaki kalp atışları avucumu acıtıyordu. Tenim gerektiğinden fazla hassaslaşmıştı sanki. "Burayı acıttığım için," nefesim cümlemi tamamlamaya yetmedi. Sadece ondan özür dilemek istiyordum. Kalbini tamir edene kadar özür dilemeliydim. Bir işe yaramasa bile devam etmeliyim.

Bir şey yapmak zorundaydım.

Bununla yaşayamıyordum.

"Özür dilerim."

"Bir daha özür dilersen seni yere atarım." Dedi keskin bir sesle. Ben özür diledikçe bedeni geriliyordu.

"Özür dilerim." Sessiz bir nefes aldı ama yürümek dışında bir şey yapmadı.

Umrumda değildi. Tam şuanda her an ölebileceğimi anlıyordum. Her an birimiz ölebilirdik. Neden ölürken içimde bir sürü pişmanlıkla ölmeliydim? Kendime bunu yapamazdım.

İsterse adına yüzsüzlük desinlerdi. Kendimi affettirmeden geri dönmeyecektim. Sadece bir ay, dedim kendime. Bir ay sonra seni hâlâ istemezlerse o zaman tamamen gidersin.

Öf, arsız huysuz bir sesle kollarını birleştirdi. Hareket edemiyorum. Sen pek farkında değilsin ama belinin altındaki ve sırtındaki kasları çok net hissedebiliyorum.

Ölüyoruz? Mantık şaşkınlıkla Arsıza baktı.

Yok, kötüye bir şey olmaz. Ben hâlâ kasları elleyemediğime yanıyorum. Üf, içim gıdıklanıyor.

Ben hiçbir şey duymadım, küçük Alin yatağa girip başını battaniyeyle kapattı.

"Arabaya bineceğiz," diyen sesine cevap veremedim. Hareketlenen bedenim acıyla kasıldı. Tüm damarlarım sıkışıyordu sanki. Patlayacak gibiydim.

Ve bir şey oldu.

Bu benim delirmiş gibi çırpınmama neden oldu.

Boğazımı acıtacak kadar kötü ağlıyordum.

Hayır, bunu yapamazdı.

Bunu bana yapmasın.

Yeteri kadar acı çekmedim mi zaten?

Avuçlarından birisini kafama bastırarak parmaklarını saçlarımdan geçirmişti. Bunu başımı sabit tutmak için yapmıştı ama ben kafayı yiyordum.

Bedenimdeki şeye rağmen büyük bir çabayla çırpınıyordum.

"Yapma!" Kollarımı kaldırarak elini saçımdan çekmeye çalıştığımda güçsüz bedenimi tek eliyle kontrol altına aldı. "Beni mi cezalandırıyorsun!? Yapma!"

Hıçkırıklar içinde ağlamam bir şey ifade etmiyordu. Elini çekmiyordu. Boğazımı acıtacak kadar çok ağlıyordum. Tüm bedenim acıyla kasılırken başımı elinden kurtarmaya çalışıyordum.

"Nolur," gözlerimi açarak elalarına diktim. Yalvaran yaşlı gözlerimle, "çek elini, nolur." Diye yalvardım. "Bırak, lütfen bırak."

"Üzgünüm," katı bir sesle konuşarak başını benden çevirdi. "Artık seni dinlemiyorum. Daha önce de dokundum ama hâlâ yaşıyorum gördüğün gibi."

Ağlamam şiddetlendi. "Bırak saçlarımı! İstemiyorum, bırak!"

Konuşmadı.

Hareket etmeme izin vermedi.

Tüm ağlamalarıma rağmen elini saçlarımdan çekmedi.

Giderek daha da şiddetlenen bir ağlamaydı bu.

Kriz denebilecek kadar büyük.

Sakin ol, korkuyoruz. Benliklerim içeride kapana kısılmış bir şekilde ürkekçe beni izliyorlardı. Sakin ol, lütfen.

"Bana sakin ol demeyin!" Neredeyse haykırarak ağlıyordum. Derman kalmayan ellerimi hareket ettirmeye çalışıyordum. Ama o beni öyle bir tutuyordu ki zaten birazcık olan gücüm de elimden kayıp gidiyordu. Anlamıyor muydu? Onu kaybetmemek için kendimi kaybetmeye razıyken bunu bana nasıl yapardı? "Ne olduğunu biliyorsunuz, sakin ol demeyin bana!"

Sessiz ol, seni duyuyor.

Hayır.

Bizi sadece dinliyor.

Bizi duysaydı buna izin vermezdi.

Bu sefer gerçekten çok korkuyorum. Çok fazla.

 

🍑🍑🍑

 

Bazen hissedebileceğimden çok fazlasıyla baş etmek zorunda kalıyordum. Sanki belli bir sınırım vardı ve beynim o sınırdan fazlasını kabul etmiyordu. Bir yerden sonra infilak ediyormuş gibiydi. Tamamen olmasa da benim anlayamayacağım bir sessizlik oluşuyordu.

Hiçbir düşünceyi hatırlayamıyordum.

Anı kaybetmek de denebilirdi.

Peki acıda neden aynı şey olmuyordu? Acıyı neden sonuna kadar hissetmek zorunda kalıyordum? Yeterince acı çekmediğim için mi hiç bitmiyorlardı?

Ne zaman bitecekti?

Ne zaman son bulacaktı?

Gözlerim hastane odasının içinde ruhsuzca geziniyordu. Hiçbir şey hissedemiyordum. Hiçbir şey düşünemiyordum. Tam da eski Alin'i kaybolduğu yerden buldum derken tamamen kaybetmiş gibi hissediyordum sadece.

Üzerinde olduğum yatakta saatler önce uyanmış ve ortasında dizlerimi kendime çekmiş bir şekilde oturuyordum. Kolumdaki serumu uyandığım gibi söküp atmıştım. Başka da hiçbir şey yapmamıştım. Ne yüzüme bakmış ne de bedenime bakmıştım. Belki de hayal meyal yıllar önce oluşan izlerin bir benzerini daha bedenimde görürsem delirecek gibi hissettiğimdendi.

Şimdi ne yapacaktım?

Karanlık bir odada uyanmamın üzerinden saatler geçmişti, şimdi yavaş yavaş aydınlanıyordu. Başımı ölü gibi bir ifadesizlikle pencereye çevirdim. Güneş görünmüyordu ama hafif kızıllıklar vardı gökyüzünde.

Dışarıda balkon gibi bir şey seçiliyordu. Ayaklarımı yataktan çok büyük bir sakinlikle indirdim ve ruhsuz adımlarla oraya ilerledim. Cam kapıyı açarak buz gibi havayı içime çektim. Dudaklarımda titrek bir gülümseme oluştu.

"Hep en baştan başladık," güneşin gökyüzünde bıraktığı kızıllıklara bakarken kendi kendime fısıldadım. Buğulu gözlerimle titrek tebessümün solmasına izin vermedim. "Belki de hatayı burada yaptık. Hiçbir şey olmamış gibi davranmamalıydım."

Başka seçeneğimiz var mıydı?

"Belki de vardı ve biz göremedik," titreyen ellerimle birlikte korkuluklara tutundum. Kafamı eğerek aşağıya baktım. Oldukça yüksekteydi. Güzel. "Her zaman başka bir seçenek vardı. Biz sadece o kadar kördük ki bize sunulan iki seçeneğin arasında gidip geldik."

Ne yapıyorsun? Üçü birden korkuyla bana baktı.Uzaklaş kenardan.

"Anlamıyorsunuz. Avuçlarımda kanlar var. Onun ölümünü kaldıramam."

Ölmesine izin vermeyiz o zaman biz de! Saçmalıyorsun! Yapma!

Sıkıca korkuluklara yapışarak bedenimi diğer tarafa bıraktım. Esen rüzgarla birlikte üzerimdeki hastane kıyafeti sağa sola sallandı. Alnımı cama yasladım.

O kadar da sıkı tutunmuyordum.

"Bir yanım korktu bir yanım aşık." Yutkundum. Bir süre daha rüzgarda kalmayı diledim. "Bir yanım yandı en güzelinden. Bir yokuştum nereleri aştım, sana geldim ta ezelinden."

Kısık bir gülüş döküldü dudaklarımdan. "Ölüme de gülerek gitmeyen de ne bileyim yani. Ölüyorsun yani, son bir gül. Manyak."

Vaz mı geçiyorsun?

"Ödemem gereken bir bedel yok mu sizce?"

Saçmalıyorsun. Bu bedel canın mı?

"Bu saçlarla çok can aldım, daha fazlasına katlanamam." Onları dinlemeyi kestim. Beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Oysa ben sadece burada böyle kalmak istiyordum. Tüm gücüm tükenene kadar burada kalmalıydım.

Henüz yeni aydınlanan havada kimsenin beni görmemesini umdum. Oldukça yüksekteydim, deli gibi buraya bakmasınlardı bir zahmet. Hiç itfaiyeye falan katlanamam.

"Şu güneş de bir doğamadı ya." Benim bunları atlatmamı ya da kafayı yememi bekliyor olabilirlerdi. Ama daha önce hiç denemediğim bir şey vardı. Ölümle yaşam arasındaki çizgide hiç var olmamıştım.

Belki de tüm olay buydu.

Ne istediğimi o çizgideyken anlayabilirdim.

Soğuk rüzgarın açıkta kalan tenimi ısırıp geçtiğini hissedebiliyordum. Ya da uyanan kuşların etraftaki cıvıltılarını. Etraftaki korna ve tek tük araba seslerini.

Ellerimi şimdi bırakırsam her şeyi geride bırakırdım. Tüm korkularımı. Tüm acılarımı. Tüm pişmanlıklarımı.

"Hadi bırak," gözlerimi açtığımda cam balkonun diğer tarafında oturan yedi yaşımı gördüm. Onda da bende olduğu gibi bir kayıtsızlık vardı. Omuz silkti. "Öyle bakma. Madem yaşamak hiçbir şey kazandırmayacak, bırak gitsin."

Bedenimi çekip kendimi balkonun diğer tarafına atarsam kendimi affettirmek için bir fırsatım olurdu. Saçlarımın lanetli olmadığına kendimi inandırmak için bir şans kazanırdım. Korkmama rağmen denerdim. Pişman olduğum şeyleri düzeltemezdim ama en azından tekrar yapmamak için çabalayabilirdim.

"O zaman buraya gel," avucunu cama yaslayarak başını omzuna eğdi. Dudaklarında güneşten bile güzel bir gülümseme oldu. Ve ben o gülümsemeyi özlediğimi hissettim. Kendime hasret kalmıştım. Yaşamaya. Sevmeye. Gülmeye. Hayata. Nefes almaya. "Her şeye baştan başlamak zorunda değiliz. İstediğimiz kadar dinleniriz. Ve hazır olduğumuzda ayağa kalkarız. Düşmek sorun değil, düştüğümüz yerde beklemek sorun değil, ama hiç kalkmazsan bu bir sorun olur. Bize bir şans ver, her şey insanlarla ilgili değil. Onlar bizi affetmeden önce kendimizi affetmeliyiz. İstediğin kişiyi sevebilirsin ama kendini sevmedikten sonra bunun ne anlamı var? Ne onu mutlu edebilirsin ne kendini. Buraya gel. Deneyelim, eğer işe yaramazsa ne yaptığına karışmam."

Dudaklarım titredi. O kadar sessizce ağlamaya başladım ki ben bile farkına varamadım. "Ya artık bizi kimse sevmiyorsa?"

"Sen buna inanıyor musun gerçekten? Sadece sana o kadar kırgınlar ki onlara yaşattıkların yüzünden canını yakmak istiyorlar. Zamanla alışırlar. Sana göstereyim, buraya gel. Annene gidelim."

"O senin de annen."

Başını iki yana salladı. "Ben kendiminkini kaybettim. Hiç var olmamıştı zaten. Ama sorun değil," kocaman gülümsedi. Ayağa kalkarak elini bana uzattı. "Onu anlıyorum. Sen de seninkini kaybetmeden önce ona sahip çık. Sevdiğin herkese sahip çık, geçmişini bile iyileştirmek isteyen adama sahip çık. Beni bile mutlu ediyordu. Bizi hâlâ seviyorsa onu sakın bırakma. Hadi, elimi tut."

Derin bir nefes aldım. Kendimi yukarıya çekerek bir elimi minik avucuna bıraktım. Ama hesaba katmadığım şey onun gerçek olmadığıydı. Hayali kaybolduğunda dudaklarımdan firar eden küçük bir çığlıkla aşağıya doğru sallandım.

Tek elim korkuluktaydı ve o da kayıyordu. Dengemi kaybetmiş bir şekilde sağa sola sallanıyordum. Ben dengemi sağlayıp diğer elimi korkuluğa koyamadan elim kaydı.

Gözlerimi kapatmış, tam ölmekten vazgeçmişken tahtalı köye gidişimin trajedisine kendimi hazırlamışken bir ses kulaklarıma doldu. Sıcak eller soğuktan moraran avuçlarıma sarıldı. "Sen kafayı mı yedin!?"

Bilmiyorum, Asil. Ama kafayı yemeseydim de burada işim olmazdı galiba.

Beni yukarıya çekeceği sırada korkuluklara yapıştım. "Hayır!"

"Neye hayır ulan!? Düşeceksin! Buraya gel! Bırak şunları!"

"Bana istediğini söyle, hiç pişmanlık duyma içinde."

"Bunu şuan mı konuşacağız!? Buraya gel!"

"Asil," buğulu gözlerim gözlerinde takılı kaldı. Bir bileğimi iki eliyle birlikte tutuyordu. Tüm bedenimin ağırlığı bindiği için kolum acayip sızlıyordu. Gözlerinde görebildiğim tek şey korkuydu. Parmaklarımın ona tutunmasına izin vermedim. Beni sevmiyorsa ona tutunamazdım. "İki seçeneğin var. Benden nefret ediyorsan bırak gitsin. Etmiyorsan parmaklarımı bileğine saracağım."

Dişlerini sıktı. Yüzünde bu yaptığım yüzünden büyük bir öfke geziniyordu. "Senden nefret falan etmiyorum," dedi dişlerinin arasından. "Tut şu elimi!"

Parmaklarımı bileğine sardım. Kalın bileğinin içindeki damarların nabzı avuçlarıma doldu.

"Haddimi aştığımı düşünme ama yine iki seçeneğin var," dediğimde öfkeyle beni yukarıya çekmeye çalıştı. Boştaki avucumla balkonun kenarına yapışmasaydım bunu yapacaktı da. Gözlerimdeki buğu arttı, gözümden şakaklarıma düşen bir damlaya engel olamadım. Gözleri oraya kaydı. "Beni biraz olsun seviyorsan yukarıya çekmene izin vereceğim. Eğer sevmiyorsan düşmeme izin ver. Bırak ellerimi."

Sert yüz ifadesinde tek seçebildiğim bunu yaptığıma inanamıyor oluşuydu. Ama ben de ne yaptığıma inanamıyordum. Planlanmış değildi.

Bir saniye bile düşünmedi. Beni o kadar hızlı bir şekilde yukarıya çekti ki balkona indiğimde dengemi sağlayamadım.

Nefeslerimiz çok hızlıydı. Dengemi sağlayamamama rağmen beni tutarak içeriye yürüttü. Balkon kapısını kilitleyerek kilidi cebine attı. Bana bakmadan kapıya yöneldiğinde ona seslendim.

"Asil."

"Boşversene." Öfkeyle bana döndü. "Tamam, her an bırakmaya hazır olduğunu biliyordum ama bu kadarını inan ben de beklemiyordum. Boşversene, senin yaşayacak kadar cesaretin yok. Senin hiç cesaretin yok."

Yüzündeki ifade yerime sinmeme engel oldu. Öfkesine hazırlıklıydım. Gözlerinde hüzün olsa işte o zaman ne yapacağımı şaşırırdım.

"Bundan sonra görürsün kimin cesaret var, kimin yok. Gitmiyorum hiçbir yere. İstersen benden köşe bucak kaç, peşindeyim senin." Beni sevdiğini öğrendikten sonra onu bırakacağımı sanması asıl aptallık olurdu. "Öfkeni de istiyorum, aşkını da. Seni geri kazanacağım Varal Asil. Ben savaşırken sen bana karşı kaleni koruyamayacaksın. Teslim olacaksın, bu da benim yeminim olsun."

Çenesi gerildi. "Sadece Asil."

"Ne?"

"Varal'ı kullanmıyorum."

Şımardım gibi oldu. "Yani söylediğim diğer şeylere tamamsın?"

Kaşları havalandı, biraz daha sakindi şimdi. "Öyle bir şey söylemedim."

"Ben öyle yorumlayacağım o zaman," diyerek keyifle yatağa oturdum.

Bana kısık gözlerle baktıktan sonra odadan çıktı. Onun ardından kapıyı izlerken dakikalar sonra içeriye gelen hemşireyle bir kaşım havalandı.

"Sakinleştirici vakti, Alin hanım."

"Şaka yapıyorsun?" Yatağın üzerine çıkarak hemşireden olabildiğinde uzağa kaçtım. Çığlığım odadan çıkıp koridorda yankılanmış olmalıydı. "Asil seni elime geçirirsem çok fena yapacağım!"

Resmen bana sakinleştirici göndermişti!

Fena kısmını ben halledebilir miyim? Arsız masum masum gözlerini kırpıştırdı.

Senindir.

Oley be!

 

🍑🍑🍑


Bir hafta sonra.

 

Siz: Bismillahirrahmanirrahim diyerek yazıyorum

Siz: Nolur numaranı değiştirmemiş ol Asil

Siz: alo birader Asil değilsen küfretme, sinirim bozulur sonra başımıza bela almayalım

Görüldü.

Siz: 

 

Siz: Her kimsen bir şey yazsana, görüldü ney ya

Siz: Polis tanıdık var ama şimdi soramam ona da, kesin burnumdan getirir

Peşinden koştuğum: Benim.

Siz: Yüzsüzlükte son seviye deme ama

Siz: Ya da de

Siz: Ya sen niye beni hastaneye kapattın?

Peşinden koştuğum: Kontrol altında olmalıydın. Bugün çıkabilirsin.

Siz: Oha, bana niye kimse bilgi vermedi?

Siz: Vallahi en son helikopterle kaçacaktım

Siz: Ayrıca o noktalama işaretleri ne yavrum ya

Peşinden koştuğum: ?

Siz:

Siz: Ne ? NE bu ne Soru işareti ne ya konuşmayı mı unuttun

Siz: Yardım edebiliriz istersen:)

Peşinden koştuğum: Edebiliriz derken?

Siz: Minnak ben, Mantıklı ben, Arsız ben bir de normal ben olan ben beden olan yani

Peşinden koştuğum: İlginç.

Siz: Arsız olanı zor tutuyorum haberin olsun

Peşinden koştuğum: ?

Siz: Ya tamam yok bir şey

Siz: Sinirlenip o soru işaretine küfretmeyeceğim bu aralar sansürlemiyorum

Siz: Ee napıyorsun arım balım peteğim? (17.19)

Peşinden koştuğum: Gitmem gerek. (17.25)

Siz: peki.

Siz: Ben de ana evime geri dönerim

Siz: Hıh

Siz: On dakika falan küsüm sana

İyice kafayı yiyince benim beyin hücreleri:

Yaz kızım...

O soğuk davranıp kendisini geriye çektikçe ben yavşıyor gibi hissediyordum. Yapacak bir şey yoktu, gerekirse yavşayacaktık.

"Taburcu işlemlerini hallettim," diye seslendi Raskol abi. Birkaç gün önce gelmişti, sağolsun çok yardımcı da olmuştu.

Biraz hayatımın içine sıçmıştı ama olsun. Şimdilik umursamıyordum.

Katya'nın getirdiği kıyafetleri giymiştim. Beyaz bir triko kazak, siyah dizimin bir karış üstünde biten sade bir etek ve kalın bir ten çorap vardı. Üzerine siyah kabanımı giyerek odadan çıktım. O ikisine hiç bakmıyor, telefonum elimde ilerliyordum. Kapattığım sosyal medya hesaplarımı açıyordum.

İkisi benim sessiz ama sakin olduğumu fark ediyorlardı. Bir şey olduğunun farkındalardı. Ama bu kadarını onların da tahmin edemeyeceğini biliyordum.

Arabaya bindiklerinde hiç duraksamadan yürümeye devam ettim. Yürüyerek eve gitmek istiyordum.

"Alin!"

"Yürüyerek gideceğim," diye seslendim.

"Tek başına mı? Buraya gel! Daha bu hafta kaçırıldın."

Sessiz kaldım ve yoldan bir taksi çevirdim. Tüm şansımı şuanda kullanmıştım. Taksiye annemlerin evinin adresini verdim. İlk defa buraya geldiğimde geldiğim eve. Her şeyin başladığı yere gidiyordum.

Odamız hâlâ duruyordur dimi? Küçük Alin umutla bana baktı. Takside olduğum için ona sadece başımı salladım. En azından babam hâlâ bir odam olduğunu söylemişti.

Yeterince drama boğulduk, artık ortalığın anasını ağlatma zamanı gibi bir ifade var yüzünde.Arsız dikkatle bana baktıktan sonra zevkle gülümsedi. Bunu sevdim, bence de yapmalıyız.

Sadece kırılganlığı minimuma indirip yüzsüzlük moduma geçecektim. Birazcık.

Benim yüzsüzlük modu açık olduğu için de eve Akan'ın tünelinden girmeyi planlıyordum. Hani şu hâlâ sırrının çözülmediği tünel.

Umarım tüneli kapatmamışsınızdır, kapıdan giremem. Tüm plan bozulur.

Taksiye parasını ödedikten sonra evin arkasındaki ormana girdim. Yine kar yağmamıştı ama soğuktan çok güzel nasibini alıyordu. Buranın yerlisi için fazla bir soğuktu.

Tünelin olduğu yere geldiğimde yeri izleyerek yürümeye başladım. Kahverengi toprağın seyrek olduğu kısmı bulduğumda avucumu yere bastırıp kapağı çekecek bir yer aramaya başladım. Bir süredir kullanılmıyor olmalı ki üzerini toprak örtmüştü. En sonunda çıkıntılara parmaklarımı soktum ve zorlukla havaya kaldırdım. Burnuma yoğun bir küf kokusu doldu. Bir de yanında garip bir koku vardı. Tanıdık metalimsi bir koku.

"Ben gelmeyeli içeride fare mi ölmüş bu ne? Ben kullanmasam kimse kullanmayacak herhalde." Burnumu tutarak merdivenlwri inmeye başladım. Kokunun kaynağını bulmak için önümü tünele dönmüştüm. Yere indiğimde sensörlü lambalar cızırtılar çıkardı. Bir çoğu ışık veremeyerek cızırdamakla kaldı. Etraf tamamen örümcek ağlarıyla sarılmıştı.

Burada ne olmuştu?

Aralıklarla yanmayı başaran lambaların da ışıkları çok sönüktü. Adım seslerim boş tünelde yankı yaparak kulaklarıma geliyordu. Bu ürkütücüden de ürkütücüydü.

Uzun süredir kimse gelmiyormuş gibiydi. Örümcek ağları neyse de bir süru böceğin de hareket seslerini duyabiliyordum.

Doğru düzgün yanan bir lamba daha birden küçük bir pat sesiyle söndü. Geriye üç tane kalmıştı. Onlar da birbirlerine çok uzak oldukları için tünel loştu. Gölgeler bana oyun oynuyormuş gibiydi.

Telefonumun fenerini açtığım da bir lamba daha aynı kaderi paylaştı. Titreyen ellerim yüzünden ışık titriyordu. Yürüdüğüm yerde bir toz tabakası vardı.

Bu benim yıllar önce geldiğim tünel olamazdı. O tünel böylesine korkutucu ve terk edilmiş değildi.

Bizimkiler evi mi değiştirmişti? Akan artık Tüneli kullanmıyor muydu? Ne oluyordu?

O zaman neden tünel sıcaktı?

Siktir, tünel neden bu kadar çok sıcaktı? Kendimi bir fırına girmiş gibi hissediyordum. Kalbim sıcak yüzünden ve tedirginlikle daha hızlı atmaya başlamıştı. Kabanımı çıkarmak istedim ama örümcek ağları yüzünden tiksintiyle sıcakta kabanla durmaya devam ettim.

Ben yürüdükçe metalimsi küflü koku daha çok ağırlaşmaya başladı. Birkaç dakika yürümüştüm ama koku o kadar ağırlaştı ki dayanamayarak olduğum yerde durdum. Dayanılmaz bir şeydi. İçeride gerçekten birkaç tane fare falan ölmüş olmalıydı. Çok berbat kokuyordu. Leşten daha beterdi.

Feneri yerlerde gezdirip kokunun kaynağını bulmak istedim. Ama yerdeki toz tabakası kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Bir şey yerde sürünmüş gibi çizgiler halinde duvra doğru ilerlemişti. Ağır toz tabakasının yarısı olduğum yere kadar gitmişti. Feneri çizgilerin son bulduğu yerden başlayarak başını bulmak için yerde gezdirdim.

Fener demir duvarda durdu.

İzler duvarın dibinde son buluyordu.

Koku da burada daha çok ağırlaşıyordu.

Duvarın dibinde kan izleri vardı.

Geriye kalan son lamba söndüğünde karanlıkta telefonumun feneriyle kalmıştım.

Sürünen şey buralarda bulunabilecek bir yılan ya da hayvana benzemiyordu.

Daha büyük ama...

Sanki insana benziyordu.

Geri dön ve kapıdan gir, başıma bela almak istemiyorum. Henüz hiç sevişmedim!

Ama ya içerdekinin yardıma ihtiyacı varsa? Küçük Alin masum masum Arsıza baktı.

Bize ne kızım, bir Türkiye milli yardım kuruluşu muyuz?

Lütfennnn!

Hayır.

Kesin ikiniz de, duvarın ardında ne olduğunu öğrenmeden gitmiyoruz. Bakalım ailemizin tatlı sırrı neymiş? Mantığı onayladım.

"Giriyoruz."

Şey.

Nasıl gireceğiz?

Onu da düşündünüz mü sayın mantıklı Alin?

Duvarı yokla, aptal. Mutlaka bir girişi olmalı. Sürünen şey her neyse oradan kaçmış. Onu zorla geriye çekmişler. Ardından kapatmış olmalılar. Bul onu.

Telefonu ağzıma aldım ve iki elimle birlikte duvarı itmeye çalıştım. Ne kadar itersem iteyim hareket etmedi. Bu sefer duvarda bir çıkıntı aradım. Kapıya benzer herhangi bir şey. Vidaları oynatmaya çalıştım. Ama hayır, hiç hareket etmiyordu.

Sırtımı yorgunlukla ardımdaki duvara yaslayıp gözümü yerdeki sürünme izlerinde gezdirdim. Biraz nefeslenip aramaya devam edecektim.

Ta ki ardımdaki duvar birden yukarıya doğru kayana kadar.

Gözlerim hızla ardıma kaydı. Yukarıya kayan demir duvarın altından sızan ışıklar ayaklarımı aydınlatıyordu. Belimdeki silahı çıkarıp kapıya doğrulttum. İki avucum sıkıca silaha sarılmışken üç çift ayak görüş alanıma girdi. Ardından önlüklü bedenler.

Ve en sonunda kafalarını gördüm.

"Siz?" Şaşkınlıkla onlara bakıyordum. Tıpkı onların da bana olduğu gibi. Bu... Bu da neydi böyle?

Üzerlerinde kanlı beyaz önlükler vardı. Yüzlerinde maskeler. Gözlerinde plastik kimyasallar için kullanılan gözlükler.

Ve üçü bir adamı taşıyorlardı.

Tamamen çıplak ve boğazından kasıklarına kadar erimiş bir adamı. Asitle eritilmiş gibiydi.

Üzerinden hâlâ kan damlıyordu.

Derisi hastalıklı gibi çürükler oluşturmuştu.

Üçünün tuttuğu adamdan damlayan pis kokulu bir sıvı hızla ayakkabıma kadar ulaştı. Ayağımı çekerek sıvının ardında bıraktığı ize dehşetle baktım.

Bu da neyin nesiydi böyle?

 

🍑🍑🍑

Üç saat sonra.

Sumru.

İnsanların sizi hapsettiği duygusal hapishaneden kurtulabilirdiniz, peki ya kendi hapishaneniz? En acımasız insanlardan bile daha acımasız olan yargıçlarla dolu mahkeme salonlarınız? Çaylak avukatlarınız?

En sonunda başınızı yastığa koyduğunuzda diğer insanlardan daha acımasız olabildiğiniz bir anda, kendinizi kurtarmak daha zordu belki de.

Uyuyamıyordum. Mahkemede suçlu bulunmuş ve parmaklıklar ardına atılmıştım. Kimsenin olmadığı kadar acımasızdım. Hiçbir şey kendimi sevmemi sağlayamayacak mıydı?

Uykusuz gözlerim abimin duman altı ettiği salonumuzda geziniyordu. Yumuşak adımlarla yanına ilerledim ve pencerenin önünde dikilmeye başladım. "Geri döndü, değil mi?"

Şaşırdı. "Nereden anladın?"

"Nota pişmanlık dolu. Sen her zamankinden fazla içiyorsun. İkiniz de bunları durduk yere yapmazsınız. Nota'da bir şeyler vardı. Ece'ye anlatırken bir şeyler duydum."

Gözlerim ona döndü. Sessizce gözlerini sehpaya dikmişti. Ciğerlerinde tuttuğu dumanlı nefesi dudaklarından yavaşça üfledi. "Her şeyi anlatıyor mu böyle?"

"Onu suçlayamazsın, paylaşacak birilerine ihtiyacı var."

"Ona bağımlı hale geliyor."

"Ece'yle çok küçükken tanıştılar. Alin gibi bırakıp gideceğini zannetmiyorum."

Öfkeli bir nefes verdi. "Kalıyor."

"Ne?" Şaşkınlıkla ona döndüm. "Ne demek kalıyor?"

"Sadece benim başıma onun yüzünden bir şey gelmeyeceğini anlaması için onu kaçırmalarını söyledim!" Ben donakalmış bir şekilde onu izlerken yerinde duramayarak ayağa kalktı. Bir oraya bir buraya yürürken bir elini saçına atıp çekiştirdi. "Sadece tek korkanın o olmadığını göstermek için bayıltmalarını istedim, sonra hemen gidip alacaktım onu!"

"Ne?" Dedim tekrar. Benimle dalga mı geçiyordu?

"Sikeyim," öfkeyle sehpaya tekme attığında cam sehpa duvara kadar hızla sürüklendi ve tuz buz oldu. "Onu zincirlemişler!" İnanamaz gibi pişmanlıkla bana döndü. "Onu zincirlemişler, Sumru."

"Abi," dedim yutkunurken. Aklına babamın bizi zincirlediği anlar geldiğini anladığım anda bakışlarımı yumuşatarak ona doğru bir adım attım. "Senin suçun değildi."

"Böyle olsun istemedim," delirmiş gibi tekrarlıyordu. Başından beri kafasındaki sesler benim yüzümden canlanmıştı. "Yemin ederim bilerek yapmadım. Onlara ona zarar vermeyin demiştim. Kimseye bırakmamalıydım onu, kafamı sikeyim ben. Ensenine vurmuşlar bayıltmak için, zarar vermeyinden bunu mu anladılar!? Mosmordu ensesi. Teni hassastır ki onun, hemen geçer izi."

Benimle konuşmuyordu.

Benim burada olduğumu unutmuştu.

Her ne yapıyorsa bunun farkında bile değildi. Sayıklıyordu sanki. Kendinde değildi.

Yaklaşmak istedim ama yapamadım. Buğulu gözlerle onu izledim sadece.

Uzun zamandır olduğu gibi.

O delirirken ben hiçbir şey yapamadım.

"Ne verdilerse geldiğimde tir tir titriyordu, o... Ölecek sandım. En kötüsü de benim yüzümden ona bir şey olacak diye o kadar korktum ki beni bıraktı diye ona kızamadım bile. Aynı durumdaydım onunla. Aynı şeyi yapmazdım belki ama onu hiç suçlayamadım da. İki gün," dedi kuru bir sesle. Dizleri üzerine düştü. "İzleri iki gün boyunca gitmedi. Yoğun bakımda kaldığı iki gün öldüm öldüm dirildim. Yemin ederim yine bir beş yıl daha kaybolsun ama beni böyle bırakıp gitmesin dedim."

Tek kelime edemedim. Bunu dinlemem doğru değildi. Şuanda kafası yerinde değilken onun özel hayatını dinlememeliydim ama bir adım atacak gücüm kalmamıştı.

Tüm bedeni titredi. "Gidiyordu," elleri yumruk olduğunda avuçlarını ensenine sertçe vurdu. Bedenini öne arkaya sallıyordu. "Gidiyordu, gidiyordu."

"Abi-"

"Tutmasaydım düşecekti."

"Ne?"

"Kahretsin, ölecek sandım!"

"Abi ne zaman oldu tüm bunlar?" Dehşet içindeydim.

"Saçlarına dokundum diye gidecekti," gözleri acı doluydu. Onu tanımayan birisi bile anlardı bunu. Kriz geçiriyor gibiydi. Titriyor, öfkeyle kendisini ileri geri savuruyor, dizlerinin üzerinde gittikçe küçülmek istiyor gibi sızlanıyordu. "Yine."

"Yine mi? Abi kendine gel!" Dolu gözlerle ensesindeki eline yapıştım. Öyle bir kenetlemişlerdi ki bir türlü ayrılmıyorlardı. "Abi!" Tokadı bastım. "Bana bak!"

Bu onu sadece girdiği transtan çıkardı. "Bir şey mi oldu?" Dedi yorgun gözlerle. Saat kaçtı? Göz altları neden bu kadar mordu?

"Evet," şefkatle ellerini avucuma aldım. "Bana nasıl olduğunu söylemek ister misin?"

Başını iki yana salladı.

"Bir saç insanı öldürmez, o da bunu anlayacaktır." Abimi bu hale getirdiği için ondan nefret ediyordum. Oysaki daha bu işin en başındayken onu uyarmıştım, abimi üzmemeliydi. Abimi üzerse onu üzeceğimi söylemiştim. Madem geri dönmüş ve kalamya karar vermişti, o zaman etrafındaki insanların düşmanlığına da hazırlanmalıydı.

Dudakları ruhsuzca kıvrıldı. "Onu hala sevdiğimi biliyor."

"Ona söyledin mi?" Dedim hayretle. "Abi kusura bakma ama sen süzme salaksın. İnsan biraz süründürürdü bari."

Başı omzuna doğru eğildi. "Tek saç teline kıyamazken mi?"

Başımı iki yana salladım. "Sen iflah olmazsın, böyle devam et." Duraksadım. "Sen tüm bunlar için ne yaptın?"

"Hepsini öldürdüm."

"Ne!?" Dedim çığlık atar gibi. "Ne yaptın!?"

"Ona dokunan herkesi öldürdüm."

"İyi bok yedin!" Koluna girdim ve onu odasına çıkarttım. Tabii o bana yardım etmese bunu hayatta yapamazdım. Yatağa uzatıp üzerini örttüm.

Başında bekleyecektim.

Cebinden telefonunu ve cüzdanını çıkarıp bana uzattı. İkisini de komidine koydum.

Zor olmuştu ama saatler sonra huzursuz da olsa bir uykuya dalmıştı. Son kez onu konrtol edip ayağa kalktım. Telefonu aydınlanıp ışığıyla dikkatimi çekmeseydi kendi odama da gidecektim.

Sadece kimin yazdığını merak etmiştim. Ekranda yazan isme buruk bir tebessümle baktım.

Aşk, karşı taraf kalbinizi ne kadar kırarsa kırsın sevmeye devam etmek değildi. Aşk aslında buydu. Bir diğeri için kendinden vazgeçmekti. Ya da belki buna sadece en şanslılarımızın ulaşabildiği sevda da deniyor olabilirdi.

Nefes'im adlı kişiden beş yeni mesajınız var.

Belki de bu aşk denilen şey biraz da enayilikti.

Abimin odasından çıkarak merdivenlere ulaştığımda kaşlarım çatıldı. Çünkü ben merdivenlerin başındayken bir ayağını basamağa atmış olan aşağıdaki Alin'le bakışıyordum.

Buraya nasıl girmişti?

En önemlisi de buraya girecek cesareti nerede bulmuştu? Burada ne işi vardı?

"Sumru?" Dedi sessizce yukarıya çıkarken. "Seni görmek güzeldi. Ne kadar güzelleşmişsin. Bana bir abinin odasını gösterirversene."

Yok daha neler.

Etrafında olmana izin verirken bu kadar da yakın ol dememiştir herhalde.

"Ne yapacaksın sen onun odasında?"

"Arsızı susturacağım."

"Ne?"

"Yok bir şey, hadi hangisi?"

Dişlerimi sıkarak kolunu tuttum. "Sen gelsene bir benimle." Abim duymasın diye çok kısık sesle konuşuyordum. Umarım uyanmazdı. "Durduk yere evimize girip abimin odasına giremezsin."

 

🍑🍑🍑

3 saat önce.

Alin.

Bir daha ne yaparsanız yapın bana, hayatta güvenmem ben bunlara. Ama ben biliyordum, en başından bir şeyler vardı bunlarda. Sonra benim sezgilerimi kandırdılar. Ondan oldu her şey.

Karşımdaki Mirza, Barlas ve Akan'a bakarken yüzlerine tükürmeyi düşündüm ama etraf kimysal kaynadığı için tükürünce ne olacağını bilemedim. "Siz nasıl bir yaratıksınız lan?" Dehşetle ellerindeki cesedi gösterdim. "Bu ne lan, ceset bu!"

124232 tane kişiyi öldürmemiş gibi devam.

Tamam da ben en azından normal öldürüyordum, bunlar gibi deşe deşe nasıl yapayım?

"Sessiz ol!" Mirza dişlerinin arasından konuşarak cesedi tutup üzerime gelince onlardan hızla uzaklaştım. "Aynen böyle. Kenara kay da işimizi yapalım."

"İşiniz mi!? Ya siz iyi misiniz!?"

"Alin şundan bir kurtulalım, söz anlatacağım." Akan bunları söyledikten sonra avucunu karşıdaki duvara bastırdı. Elinin olduğu yerden bir dikdörtgen oluşturacak şekilde mavi çizgiler yayılmaya başladı. Parlak mavi ışıklar söndüğünde duvar yukarıya doğru kaydı. Akan tekrar avucunu bir yere bastırdığında kulağımı sağır edecek kadar yüksek bir ses çıktı. Ses durmuyordu.

Dev bir vantilatör var gibiydi. Bekle. İki tane mi yoksa?

Bu nasıl bir sesti böyle?

Üçü birlikte ellerindeki adamı hızla delikten aşağıya attıklarında büyük bir gürültü oldu. Aşağıdan çatırtı ve sıkıştırmaya benzer sulu sesler geldi.

"Siz," duraksayıp elimle kapıyı işaret ettim. "Orada ne var?"

"Bir tür öğütücü," Akan tekrar kapıyı kapatarak hızla yanıma geldiğinde iğrenerek bir iki adım geri attım. "Alin..."

"Sakın yaklaşma, ay iğrençsiniz. Her yeriniz kan. Ben de bu koku ne diyorum," kapı kapanmadan önce yerdeki küçük aralıktan bir sürü toz çıkıp zemine dağıldı. Elim mideme gitti. "Kahretsin, yerdeki tozlar insan tozu mu?"

"Bir nevi," Akan beni ikna etmek için koluma dokunduğunda sırf ne diyecek diye merak edip kolumu çekmedim. Buna güvenip avucunu koluma sardı. "Ben doktorum, beni bir dinle."

Bozuk saat de günde iki kez doğruyu gösterir aslanım, sen bozuk saatten de betersin.

Arsız haklı.

Hayretle ona baktım. "Asıl sorun da bu! Az önce bir adamı öğüttünüz ve sen doktorsun! Hipokrat yeminine ne oldu!?"

Akan mahsun mahsun göz kırpıştırırken Mirza omuz silkti. "Yeminini bozmuş sayılmaz. Son ana kadar yaşatmaya çalıştı."

"Peki bu hale gelene kadar siz neredeydiniz?"

"Yanında," dedi Mirza umarsızca.

"Allah Allah," dedim şaşırmış gibi. "Ne büyük tesadüf. Akan siz onu kesip biçim eritirken yanınızdaydı yani."

"Beni bağladılar," diyerek savunmaya geçti Akan. "Ben doktorum, beni bağlamaya hakları yoktu. Ama sonra bu salakların kardeşim olduğunu hatırladım, abi olarak götlerini toplamak bana kaldı."

Ay kıyamam. Yazık. Bağladılar mı seni?

"Tamam, şimdi ciddi olun. Tüm bunlar ne demek?"

"Şu üstümüzdekilerden kurtulup yukarıya bir çıkalım, anlatacağız." Geldikleri kapıya yöneldiler. "İçerisi radyasyon ve zehir dolu. Orada kal. Akan'ın odasından çıkarız yukarıya."

İçeriye girdikleri an geldiğim gibi geri gitmeye başladım. Ya tamam, biz de adam öldürmüştük ama bu kadar psikopat değildik.

En azından doktor olup da kimseyi eritmedik!

Ay midem.

Kusma, kızım. Neler gördün sen. Bir şey yok.

Merdiveni tırmanıp kapağı ittirdiğimde götümü zor kurtarmışım gibi bir his vardı içimde. "Delirdim iyice," dedim gülerek kendimi yukarıya çekerken. "Allah'ım bunların hepsi o cinsiyet partisi yüzünden dimi. Kimsenin cinsiyetini değiştirmeyecektim, kesin ondan geliyor bunlar benim başıma."

"Gel buraya," ellerim yere yaslı bacaklarım hâlâ tüneldeyken bir beden önümde dizlerini kırıp çömeldi. Geldiği gibi kabanımın ensesini avucuna dolamıştı. "Bakın ne tuttum çocuklar. Köstebek."

Ayıp oluyor, max.

Baya ayıp oluyor.

Ne olmuş yani abinle babanı patlattıysam?

Ayıp olmuyor mu, ne o öyle ense tutmak falan?

"Naber?" Dedim kocaman gülümseyerek.

"Dalga geçiyorsundur umarım, şeftali." O lakap Asil'e özeldi ama of ya. Şimdi bu kötü adamların hepsi beni şeftali olarak biliyordu.

Neyse yapacak bir şey yoktu. Asil bana daha güzelini bulurdu. Yani kırgınlığı geçerse bulurdu.

Birden kollarımı havaya kaldırarak kabanımın bedenimden sıyrılmasını sağladım. Aşağıya düşerken kapağa yapışıp aşağıya çektim. Hesaba katmadığım şey onun elini benim ardımdan uzatacağıydı.

Kapak kapandığında kanlar içinde kalan yarım ele bakıyordum. "Manyak mısın lan!? Çeksene elini Allah'ın delisi!" Hafifçe kapağı araladığımda öfkeli sesi kulaklarıma doldu. Elini hızla çektiğinde ben de aynı hızla kapağı kapattım. İp merdivenin bir altındaki basamağına ayağımı yerleştirdim ve en üstteki basamagı çekip kapağın iç kısmındaki demire bağladım.

Umarım bu sizi bir süre oyalar.

Dışarıdan gelen silah sesleriyle küfrederek ipten atladım. Ama demiri delip geçen kurşunun koluma geleceğini hesap edemedim. Avucumu koluma bastırdım ve koşmaya başladım. "Allah belamı versin dedim diye oldu tüm bunlar! Verdi sonunda! Sen mal mısın, seni es mi geçecek ulan!?"

Geldikleri kapıdan çıkan abimler ve ikizim beni gördüğünde şaşkınlıkla bakakaldılar.

Mirza, "noluyor? Senin kolun mu kanıyor?" Derken hiçbir şey anlamamıştı. Normaldi, bu salaklıkla biz okulu bitirdiğine şükrediyorduk.

"Peşimde babasını ve abisini patlattığım bir adam var. Beni takip etmiş olmalı. Şimdi girişte. Birazdan burada olur," Akan'a döndüm. "Hemen yukarıya çıkıp annemleri evden çıkarın. Kimse kalmasın evde. Silahım var, gidin ve ben sizi bulana kadar sakın eve dönmeyin."

Mirza birden beni geldikleri kapıdan içeriye soktu. Aceleci adımlarla onu takip ederken söyleniyordum. "Tünelin sonu Akan'ın odasına çıkıyor! Annemler tehlikede diyorum!"

"O iş öyle kolay değil," gördüklerimle olduğum yerde kalakaldım. Labaratuvar gibi bir yerdeydim. Etrafta su dolu cam kapsüller vardı. Devasa büyüklükte bir yerdi. Bir sıra cam kapsül varken bir tarafta da devasa ekranlarda görüntüler vardı. Gözlerim oraya yönelen Mirza'ya kaydı. "Şimdi hepsini halledeceğim. Hem de kimseye bir şey olmayacak."

"Ne yapacaksın?" Büyük ekranda tünelin girişi belirdi. İçeriye girmişlerdi. Mirza anlayamadığım bir hızla tuşlara bastığında tünelden kulaklarıma tok bir ses yayıldı. Ardından ekrandaki görüntü tozlandı. Mirza iki tarafa da birer duvar indirmiş içeriye giren herkesi kapana kıstırmıştı.

Akan arkamda belirip beni sandalyeye oturttu. Ardından plastik eldivenlerini takarak kolumu sıyırmaya başladı. Kolumu ona uzatıp ekrana döndüğümde Barlas da ağzıma bir maske geçirdi.

"Şu yeni ilacı deneyelim mi?" Mirza sinsi sinsi konuşup insanı delirtme. Tipine tükürdüğüm. Yeni ilaç ne? O da buhar mı ediyor insanı?

"Deney aşamasında, neye yol açabileceğini bilmiyoruz. Olası sonuçları bile bilmiyoruz. İlacı kullanmana izin vermiyorum," Akan pamuğu yarama bastırdığında gözlerim sakince onu buldu. Zihnime düşen anı suskunluğumu arttırdı. Buradaki Durular kolejindeki ilk günümdü. Kavga çıkmıştı. Barlas'ın dudağı patlamıştı ve ona pansuman yapmıştım. Mirza'yı kendi haline bırakıp Akanla dedikoduya girişmiştim. Dudaklarım kıvrıldı. "Dua at sadece sıyırmış," kafasını kaldırıp gülümsediğimi görünce ne oldu dercesine göz kırptı. "niye güldün?"

"Şu seni aldatan kız ne oldu?"

Yüzü ekşi bir şey yemiş gibi buruştu. "Evlenmiş. Onu da aldatmış."

"Şaka yapıyorsun," hayretle ona doğru eğildim. "Şey peki, şuan hayatında birisi var mı senin?"

Omuz silkti. "Okul bitene kadar sadece buna odaklandım. Hayatıma birisini alacak kadar zamanım yoktu. Ayrıca," kırgın bir bakış attı bana. "Birileri yüzünden güven sorunu yaşıyor da olabilirim."

Hadi lan ordan, köpek!

Yazık ya.

"Kıyamam ya, garibanım." Sırıtarak yanağını sıktım. "Neyse en azından ben bumerang gibi kadınım, çok şanslısınız. Nereye gidersem gideyim geri dönüyorum."

"Bitti," diye seslendi Mirza arkasına yaslanarak. Ekranda sadece etrafın duman altı olduğunu anlayabiliyordum.

"Siktir," Akan ekrana bakakaldı. "Sana kullanma dedim!"

Mirza sırıttı. "Ben ne zaman seni dinledim ki?"

Akan'ın bakışları Barlas'a döndü. "kullanım hakkı bendeydi ama sen daha detaylı biliyorsun. Sorun olur mu?"

Barlas hiç iç rahatlatmayan bir ifadeyle başını iki yana salladı. "İçinde Potasyum hidroksit, Floroantimonik asit, hidrojen florür ve antimon pentaflorürü de vardı."

Akan yutkunduğunda isyanla ayağa kalktım. "Ben ne doktorum ne kimyager ne bir şey. Anlamıyorum sizi!"

Barlas kontolü eline alarak Mirza'nın yanına gitti ve ekranlara göz attı. "Bu demekki tamamen eriyip kaybolacaklar." Bana döndü. "Yukarıya çık. Annemlerin yanına git. Burayı toparlamam lazım."

"Bu yarayla gidemem, endişelenir." Akan'a döndum. "Bugün onlarla konuşayım diye gekmiştim ama sen kolumu sar. Üstüm kanlı. Yarın tekrar geleyim."

Başını salladı. "İyi düşünmüşsün. Biz burayı sabaha kadar zor hallederiz."

"Unuttum sanmayın sakın, bana burayı yarın geldiğimde anlatacaksınız! En ufak detayına kadar hem de. İnanamıyorum resmen asitli masitli çete olmuşsunuz!"

"Kendine bak sen," diye homurdandı Mirza.

"Pardon ben kimseyi ne olduğunu bilmediğim şeylerle eritmiyorum en azından!"

"Papağan gibi tekrarlama ulan! Anladık, erittik!"

"Ben gidiyorum ya!" Akan bandajı sardığında kazağın kolunu indirip ayağa kalktım. "Nasıl dışarıya çıkacağım ben?"

"Gel," Barlas beni biraz uzaklaştırıp yerdeki kapağı kaldırdı. "Bu tüneli takip et, sonu direkt ormanın sonuna çıkıyor. Taksiyi kolay bulursun. Seninle geleyim mi?"

"Ay yok, kurban olayım benden biraz uzak durun. Ben size sonra döneceğim," kapaktan içeriye girip eteğimin cebindeki telefonumun flaşını açtım. "Neyse hadi görüşürüz ikiz."

"Allah'a emanet," dedi sadece.

Kapak kapandığında bu tünelin tertemiz koktuğunu fark ettim. Sıcaklık da iyiydi. "Oh be, dünya varmış. Bunaldım ya."

Ee şimdi nereye?

"Nereye olacak, otele."

Tık, ben biliyorum bir yer.

Arsızın söyledikleri yüzünden kısık gözlerle yürümeyi kestim. "Sormaya korkuyorum ama neresi?"

Asil'in evi ve belki odası ha? Hemen hayır deme! Lütfen, lütfen, lütfen, gidelim. Gidelim. Gidelim.

"Kesinlikle hayır!" Dedim sertçe. "Saçmalamayın, o kadar da delirmedim!"

 

🍑🍑🍑

 

O kadar da delirmişim. Bunu karşımda Sumru'yu gördüğümde fark ettim. Napayım, Asil'e beş tane mesaj atmıştım ama sadece iletilmişti. Bakmamıştı. Ben de salak Arsız yüzünden içeriye dalmıştım.

Siz: Asillllll

Siz: Uyudun muuuğğğ

Siz: İki dakka gelim miii

Siz: Nur cemalini görüp geri gideceğim vallahi söz (21.19)

Siz: Kusura bakma ama geliyorum, umarım beni hırsız sanıp bir tane yapıştırmazsınız (21. 38)

Bana bakın, duyuyorsunuz dimi beni? Sizi elime geçiriyorum dua edin siz!

Ya tamam, azıcık kızacak. Sonra biz yine gideriz kaslı yakışıklımın yanına. Ay şimdi nasıl da seksi uyuyordur.

Diğer iki benlik mesaj yazabilseydi ona soru işareti bırakırlardı.

"Kolumu bırakırsan daha iyi anlaşabiliriz," sakince kolumu çektim. Ve bir kez de ona öfkesini kusması için zaman tanıdım. Herkesin biraz kızmaya hakkı vardı. Beni kimsenin anlamasını beklemiyordum. Asıl anlasa yeterdi. Hak vermese bile anlasa yeterdi. "Dinliyorum."

Yüzünden duygularını seçemiyordum. Bir süre kelimelerini seçer gibi bana baktı. Ve sakince konuşmaya başladı. "En başında sana bir şey söylemiştim, hatırlıyor musun Alin?"

"Neyi?"

"Abimi kırarsan ne yapacağım belli olmaz dedim, Alin." İşaret parmağı sertçe göğsüme dokunup oraya baskı yaptı. "Ama sen onu paramparça ettin. Şimdi gelip o kırıkları toz haline getirme izin mi vereyim istiyorsun benden?"

"Bunu beklemiyorum. Böyle bir şeyi isteyemem zaten senden," tüm berraklığımla ona kefimi anlatmaya çalıştım. Sesim anlaşabilmek için yumuşak çıkıyordu. "Ama hata yaptığımı biliyorum ve bunu düzeltmek için buradayım. Bırak da o bana bir şans vermişken en azından denedim diyebileyim. Söz veriyorum, beni istemezse bir daha onu rahatsız etmem."

"Sen söz verme," dedi tiksintiyle. "Sakın bana söz verme. Yeteri kadar kandırdın zaten herkesi. Ama abimi biraz olsun mutlu görmek istediğim için sana sesimi çıkarmayacağım. Onu bir daha kırarsan acımam Alin. Bu ilk ve sondu. Anlaşabildik mi?"

Başımı salladım. Söylediklerinin ağırlığıyla onu ardımda bırakıp merivenlere yöneldim. "Sol koridor son kapı."

"Teşekkürler."

"Bir şey daha," diye seslendi ardımdan. Ellerim korkuluklarda ona döndüm. "Eğer sana verdiğim kedi hâlâ yaşıyorsa onu bana geri getir. En azından verdiğim değeri hak eden birisine vereyim onu. Yarın bir gün onu da bırakmayacağını bilemem ne de olsa."

Sadece başımı sallayabildim.

Kırgın olduğunuzu biliyorum.

Sizi anlıyorum.

Ama bir yerden sonra siz de beni kırıyorsunuz ve farkındasınız da. Canımı yakmak isterken darbelerinizin ruhuma geldiğini göremiyorsunuz. Belki de görmek istemiyorsunuz.

Çünkü bazen canınızın acısı sizi ele geçiriyor ve tek istediğiniz sizin kadar hatta sizden daha da fazla canımın yanması oluyor.

Size buna dayanabileceğimi düşündüren ne anlamıyorum. Dayanabilseydim bu kadar kafayı yemezdim.

Ayıp oluyor, dedi Arsız. Neyiz biz, günah keçisi mi?

Vesvese veren şeytan! Resmen beni günaha davet ediyorsun!

Haklı, diyerek beni işaret eden mantığa dudak büzdü. Omuz silkti ve haklı olduğumu kabul etti.

Çok konuşma da aşkımı göreyim ben.

İnanmayacaksınız ama.

Ben Asil'i galiba kafamdaki sesten kıskanıyordum.

İyice delirdim.

Kahkaha attım.

Manyak!

Kapısını aralayarak karanlık odaya göz attım. Uyuyordu. Yerdim.

Yatakta yan bir şekilde uzanmıştı ve üstü açıktı. Yatağın yanına yaklaşıp dudaklarımda derin bir tebessümle onu izledim. Kaşları çatılıydı. Huzursuz bir uykuda olduğu belliydi.

Dayanamadım.

Ayakkabılarımı çıkardım ve hafifçe yanına uzandım. Onun gibi yan bir şekilde uzanmışken bir elim yanağımın altında onu izliyordum.

Kaç dakika geçtiğini bilmiyordum ama derin bir nefes aldı. Bedeni rahatladı. Ardından dudakları kıvrıldı. "Güzel rüya."

"Ne?" Diye fısıldadım. "Nasıl bir rüya?"

"İyi deneme," bana yaklaşıp birden beni altına çekti. Başını boynuma gömerek kolunu belime sardı. Bedeninin yarısı artık üzerimdeydi. "Ama gözlerimi açmayacağım."

Uykulu kalın ve tok sesi bana iç çektirdi. "Tamam, açma o zaman."

Dudaklarını boynuma bastırdığında sızlanmamak için kendimi sıktım. Başımı yastığa bastırıp kafası için daha fazla yer açtım.

Beni delirtmeye mi çalışıyordu?

"İnanılmaz," diye fısıldadı. Hâlâ uykuda gibiydi. Daha doğrusu sarhoş gibi.

"Sen içtin mi?"

"Bilmiyorum," dedi fısıltıyla. Yatakta biraz yükselip sırtımı yatak başlığına yaslandığımda başını huysuzca karnıma sürttü. "Rahat dursana."

Güldüm. "Huyum kurusun."

"Huyunun birazı kurumalı evet."

"Ayıp oluyor."

"Haksızsam haklısın de ama bana. Huyun kurusun."

Parmaklarımı saçlarının arasına geçirip kadifemsi dokusunun tadını çıkardım. Belimdeki kolu beni bir peluş gibi kendisine çekiyordu. Sıcak nefesleri karnıma dökülüyordu. Parmakları kazağımın ucuna sarılıp yukarıya çekti.

Ve başını kazağın altına sokup karnıma yaslandı.

Başı kazağımın altındaydı.

Oh oh, hayırlı işler gençler.

Sus. 

Zaten zor durumdayım.

Sen başlama nolur.

Sıcak nefesi tenime çarpıp karnımı ağrıtan bir hisse neden oluyordu. Burnunu göbeğime sürterek olduğu yere bir öpücük kondurduğunda titredim. Ne yaptığını bilmiyordu. Bilseydi bana bu kadar yakın davranmazdı.

Tamam ama kim umursardı ki etik değerleri? En azından ben şimdi umursamıyordum.

Parmaklarını tenimde gezdirerek belimin kıvrımına avucunu bastırdığında tamam, dedim kendi kendime. Amacı beni kalp krizinden öldürüp kaza süsü vermek.

O kazağımin altında mayışmış bir şekilde hareketsizce dururken ben nefeslerini sayıyor yatağındaki kokusunun keyfini çıkarıyordum. Sabah o ayılmadan kalksam iyi olurdu.

Nefesleri gitgide düzene girdi. Öncekine göre daha sakin bir uyku çektiğini anladığımda onu izlemeye başladım.

Bu gece uyumaya hiç niyetim yoktu.

"Teşekkür ederim, yaptıklarıma rağmen bana bir şans verdiğin için."

Kestikkkkk. 7035 kelime. Çok uzun değil ama öyle hissettirdi.

Farkındaysanız durum çubuğu hâlâ devam ediyor.

Size alıntı bıraktım sona hadi iyisiniz✨

 

 

"keyfine bak," diyerek umursamazca yemek masasından çektiği bir sandalyeye oturdu ve telefonuyla ilgilenmeye başladı.

"Yani," i harfini uzatarak yanına yaklaştım. Başında beklerken ayak uçlarımda bir ileri bir geri yapıyor, ellerimi arkamda birleştirmiş çocuk gibi davranıyordum. "İstediğim her şeyi yapabilir miyim?"

"Tabii," dedi yine umursamazca.

Ben sana umursamamayı gösteririm, Asil.

Bir avucumu omzuna bastırdığımda kaşları belli belirsiz çatıldı. "Madem ne istersem yapabilirim," telefonu elinden alıp masaya bıraktım. Bir bacağımı diğer tarafından atarak kucağına at biner gibi oturdum. Ondan hâlâ kısaydım, başım ondan iki karış kadar aşağıda kalıyordu. İyice ona yaklaşarak ayaklarımı sandalyenin arkasında birleştirdim. Bedeni bu yaptıklarımla kasılmıştı. Gözlerinde soru işaretleriyle beni izliyordu. "O zaman elini belime koy. Ve hareket etme."

Ellerini alarak bel oyuntuma yerleştirdim. Parmaklarının belimi sarışı içimi gıdıklandırdı. Kesinlikle daha fazlasını istiyordum. Bir elimi ensesine atarak ince parmaklarımı saçlarının arasına soktum. Alnımı alnına yaslayarak onun sıcak nefeslerinin keyfini çıkardım. "Ne olursa olsun, hareket etme. Olur mu? O zaman cesaretimi kaybederim."

"Neyin peşindesin?" Soluğu dudaklarımı yalayıp geçtiğinde belimdeki elleri sıkılaştı.

Gülümsedim. "Sana söyledim. Sen bana gelemeyecek kadar kırgınsan ben sana gelirim. Senin peşindeyim. Tamamen. Sonsuza kadar."

Hafifçe başımı çektiğimde rotam köprücük kemikleriydi. Dudaklarımı bastırıp araladım. Dilimi köprücük kemiğinde boydan boya gezdirdikten sonra dişlerimi geçirdim.

"Siktir," parmakları belime batarak sertçe kendisine çekti bedenimi. Duraksadım. "Durma, hareket etmedim!"

 

Bu bölümle birlikte stok tükendi arkadaşlar. Bu gece ve yarın bölüm de yazamam, pazar günleri erkenden köyde oluyoruz. Bölümün yarısı zaten hazır, diğer yarısıni da pazartesi yazmaya başlarım anca.

Allah'a emanet 💅🏻


 

 

Loading...
0%