Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Başlangıç

@ceydadirlik

 

Kitaba başlama saatinizi, oy ve yorumlarınızı unutmayın olur mu? sizler var oldukça, Anna'da var olacak

Kitabın instası: cdhikayeleri

Keyifli okumalar!!!

 

Lavin'in ağzından.

 

 

Bahçenin arka kısımlarında, Koraltan'ların devasa örgütünden uzak bir yerdeydim. "Biraz yavaş-" Elindeki süngere sert bir tekmeyi daha geçirdiğimde yetmiyordu. Bu, bana yetmiyordu. Anna'nın dün ölesiye dövülmesi aklımdan çıkmıyordu. Süngere hırçın ve asi bir kaç yumruk daha savurduğumda kalbimdeki sızı küçümsenecek kadar hafif değildi. Bana yük olan bir duyguydu bu.

 

 

Ben artık Anna'nın yaşadıklarını kaldıramıyorken, o nasıl başa çıkabiliyordu ?Hemde senelerce...

 

 

"Lavin, yumrukların sert ama kolunu düz tutamı-" havada takla atarak süngere uçan tekme attığımda ilk defa Polat amcayı geriletebilmiştim fakat yorulan dizlerimle sersemleyip olduğum yerde ellerimi dizlerime kattım. Tam bu sırada ise, Anna'nın dedikleri peyda oldu aklımda.

 

 

"Eğer bir gün ben olmazsam hayatında, kendini korumayı öğren."

 

 

"Pasif olma, beslenmene dikkat et, sinirlendiğinde bütün yemekleri ağzına tıkıştırıp küçükken olduğu gibi yine boğulma çünkü bu sefer hayatını kurtaracak bir Anna olmayabilir."

 

 

Hayatını kurtaracak bir Anna olmayabilir.

 

 

Biliyordum, bir gün hepimizi geride bırakıp intikamı uğruna gidecekti. Bu öngürebilir bir durumdu. Onu çok iyi tanıyordum. Neler yapabileciğini biliyordum. "Hey, senin neyin var?" Sesine bir miktar sinir eklenen Polat amcaya çevirdim içi boş bakışlarımı. "Seni devirebildim, istediğin bu değil miydi?" Dedim kendime özgü bir tonla. Polat şaşkınlıkla baktı bana. "Karşındaki düşman seni öldürebilecek potansiyelde olduğunda senin mazeretin bu mu olacak Lavin?" O konuşurken koluma, Eymen'in gönderdiği akıllı saate baktım. Saat dokuza gelmek üzereydi.

 

 

Anna bu saate kadar uyuyabilmeyi başarmıştı. Hemde ilaç olmadan. Buna sevinmiştim. "Boşversenize hocam. Bu kızları eğitmek sizin için bir zaman kaybı." Önümüzden geçen bir kız grubu kadrajıma takıldığında duyduklarımla saate bakan mavi gözlerim boş bir edayla önüme çevrildi. "Sussana, oda Ali dedenin torunu sayılıyor."

 

 

"Ali dedenin torunu Anna, Lavin değil."

 

 

Biri kızıl, diğeri benim gibi siyah saçlara sahip biriydi. "Doğru söylüyorsun." Dedim özgüvenli adımlarla siyahlının yanına yürüyerek. Eldivenli elim, genç kızın siyah saçlarına kayarken gözlerim ela gözlerinde sabit kalmıştı. Yüzümde stabil bir ifade hakimdi. "Zaman kaybı çünkü," Hamlede bulunacağımı son anda anladığında elimle yumruğumu tutmak üzereyken yaptığım blöfü anlayamacak kadar hızlı davranarak elim koluna abandı ve onu kendime çekerek sırtını kendime yaslayıp, bacağına sert bir tekme atarak yere düşmesini sağladım. O, yerde acı içinde üstüne düştüğü dirseğini tutarken diz çöküp kolumu dizime yasladım. "Benim eğitilmeye ihtiyacım yok." Dedim tok bir sesle.

 

 

"Yeter bu kadar, ders bitti." Polat'ın verdiği talimat üzerine yavaşça ayağa kalkıp arkamı dönerek kış bahçesine adımlamaya başladım. Beni hırçınlaştıran kızlar değildi. Bunun bilincindeydim fakat asıl bilincinde olduğum şey, Anna'ydı. Dün, Ufuk dede Anna olmasaydı bana saracaktı. Anna bunu fark ettiği için atlamıştı öne. Bundan sonrasında ise ölesiye dayak yemiş, gıkını bile çıkartmamıştı. Gemi battığında ben su kirli diye içimdeki savaşı bitiremezken o, benim için düşünmeden buz gibi suya atlamıştı. Tokat atsam bile buna fazla tepki vermememişti. Bağırmamış, karşılık vermemişti. Ama verebilirdi ama. Hakkı vardı buna.

 

 

Akıl hastanesinde olduğu gibi, konu ben olunca atmıştı kendini öne. Benim bünyemin bunlara alışık olmadığını biliyordu. Onun gibi olmadığımı da biliyordu. Ben, bunları kaldıramaz hale gelmiştim. O benim hayatımdaki tek muziceydi. Bir kardeş olarak tek değerlimdi. Kan bağımız yoktu ama Anna benim ailemdi. Ailemdi.

 

 

"Günaydın." Bu fazlasıyla sessiz merdiven katında işittiğim erkeksi ve kısık bir sesle kafamı oturduğum merdivenlerden yukarıya kaldırdım. Kartal, yanıma gelip benim gibi basamaklara oturduğunda başımı geri önüme çevirdim. "Kızı nasıl yere serdiğini gördüm." Uzun bir aradan sonra ilk defa, gülümsedim ve başımı öne eğdim. Ne olursa olsun her şeyi dalgaya alıyordu ve buna çok ihtiyacım vardı. "Anlık bir öfkeydi." Diye geçiştirdim. Evet dokunsal bir yapım maalesef yoktu ama sinir kat sayım yüksek olduğunda acımıyordum. Bu özelliğimi, İrem'i o kattan aşağıya attığımda öğrenmiştim.

 

 

Senelerce Anna'ya ihanet eden kızda öğrenmiştim.

 

 

"Ah, bilmez miyim o halini." Tekrar gülümsedim ama bu sefer, kalbimdeki sancının getirisi gözlerimi yaşartmak olmuştu. Hem ağlanıp, hem de gülünür müydü? Ona bakmasamda ya da o beni incelemeyip önüne baksada anlamıştı. Dirseklerini merdivenlerin üst basamağından çekip öne doğrulduğunu hissettim. "Aklın Anna'da, biliyorum."

 

 

"Nasıl bilebilirsin ki?"

 

 

"Çünkü benim de kardeşlerim var."

 

 

Derin bir nefes aldım ama ciğerlerime yeteri kadar nefesi nakledemiyordum. Öyle bir daralıyordu ki içim... "Dün yaşadıklarını hak etmedi." Sesim sertleşmişti. Zihnimde, yerdeyken Anna'nın karın boşluğuna atılan o sert tekme gelince sıkıca yumdum gözlerimi. "Evet hak etmedi, haklısın." Kartal'ın sesi yumuşak çıkıyordu, bu da beni yatıştırmaya yetiyordu ve o bunu bilerek yapıyordu.

 

 

Şu bir kaç ayda beni bu kadar iyi tanımasını sindiremiyordum. Duvarlarımı kırabilmesi onun için çok kolaydı. Fakat bunu doktorların bile yapamadığını biliyor muydu?

 

 

 

Tekrar derin bir nefes aldığımda bulunduğum yer beni boğuyor gibiydi. "Bak, Lavinya." Bana Lavinya demesine hala alışık değildim ama şu an bunu kafama takıp dert edemeyecek kadar doluydu kafam. Kartal'ın toprak rengi gözlerine ilişti mavilerim. "Dürüst olacağım. Anna gerçekten de enteresan bir kadın. Bizler gibi değil bunu hepimiz biliyoruz. Lakin yaşadıkları ortada." Son cümlesiyle çaresizce önüme döndüm. Sanki aklımı okuyabiliyordu. "Er ya da geç birtanem. Anna sürekli bahsettiği o intikamı alacak. Bunun önüne geçemeyiz." Eliyle siyah saç tutamlarımı omuzlarımın arkasına atarak yüzümü daha net gören Kartal'a bakmadan dudaklarımı araladım.

 

 

"Sonunda bırakacağı tek şey koca bir enkaz olacak." Diye mırıldandım düşünür bir ifadeyle. Ona bu evi terk edip arabayı ormana sürdüğümüz gün de dediğim gibi. Yolu yol değildi. Bile isteye yakacaktı kendini ama bunun için geçerli bir sürü sebebi vardı. Haklıydı da. "Bunu bilemeyiz. Anna güçlü bir kadın. Küçük yaşta o kadar işkenceye dayanan bir insandan bahsediyoruz." Kartal'ın sabah sabah üzerine sıktığı ağır ama güzel, erkeksi parfümünü öylece soluyup onu dinlerken iki dudağının arasından çıkan cümleyle yine beni gülümsetmeyi, hatta rekor kırmayı başarabilmişti.

 

 

"Gerçi, seni anlatmama lüzum bile yok. Ama söylemezsem olmaz," Büyük elleri arasında tuttuğu telefonunun ekranını açıp bana gösterdiğinde, duvar kağıdında nereden bulduğunu anlayamadığım küçüklük resmimle karşılaştım.

 

 

 

 

 

 

Şok içinde açılan gözlerimle onun bakılası toprak rengi gözlerine baktığımda bana iyi gelen sesini tekrar duyurdu. "Gerçekten de şarap gibiymişsin. Yıllar geçtikçe daha fazla güzelleşiyorsun." Söylediklerinde ciddi olduğunu görünce kısık ama seslice güldüm bu sefer.

 

 

"Gülme. Bu resimlerine erişebilmek için ne kadar uğraştığımı bilmiyorsun." Diye homurdandı ve eli tekrar saçlarımın arasına daldığında eliyle saç tutamımı kulağımın arkasına attı. "Lavinya, ciddi soruyorum. Bundanımız olsun mu?" Sorduğu soruyla telefonda gösterdiği çocukluk resimime baktım. İri mavi gözleri ve gür siyah saçlarıyla yetimhanenin köşesinde, öğretmenimin ısrarı üzerine zoraki çekilmiş küçüklük resmimime baktım.

 

 

Ardından Kartal'ın cevap bekleyen yakışıklı çehresine. Keskin çene hatlarına, badem şeklini almış gözlerine ve hatta vereceğim cevabı beklerken sertçe yutkunduğundan oynayan adem elmasına kadar onu incelerken, aklıma çığ gibi düşen gerçekle ifadem tuz buz olurken kolunu hızla çektim saçlarımdan.

 

 

Derin bir nefes aldım.

 

 

Bana dokunmuştu.

 

 

Bana, dokunmuştu.

 

 

"Nasıl bana dokunursun sen?" dedim tekrar sertleşen sesimle. Nefes alışlarım hızlandı. "Son ana kadar iyi ilerliyorduk Lavinya."

 

 

"Benim, adım, LAVİN!" diye bastırdım her bir harfin üzerine basa basa. Evdekilerin uyanması umurumda olmadan. "Hayır. Bunu kabul etmiyorum. Sen Lavinya'sın. Lavin diye biri yok." Ellerimle yüzümü kapatıp arkamı dönerken bir anda tekrar ona dönüp ellerimi iki yanıma açtım. "Neden hazmedemiyorsun bunu sen? olmaz diyorum sana! bizden olmaz Kartal. Olmaz." Sinirime hakim olamıyordum. Biz, Kartal ile konuşmuyorduk, fakat sessizce anlaşıyorduk. Bu anlaşmalardan hiç bir anlam çıkaramadığımı mı sanıyordu? Çok şey çıkarıyordum!

 

 

Onun ne kadar inatçı olduğunu anlamıştım mesela. Hemen pes edecek göz yoktu onda. Psikopat herif, bırakmıyordu peşimi. Kabul etsem bana dünyaları yaşatacak adamın teklifini elimin tersiyle itsem bile bu adam direnmeye ve saygısızlığıma rağmen anlayış göstermeye devam ediyordu.

 

 

Bana zaman harcayarak yanlış yapıyordu. Sevgisini sunacağı o şanslı kadın ben değildim ama o, ona gösterdiğim kapıdan dışarıya çıkmayıp üstüne birde çocuk edasıyla yüz çeviriyordu ve sükunetle bekliyordu beni.

 

 

İnip kalkan göğsümle ona sert gözlerle bakarken birden, bana doğru bir kaç adım atmıştı ki, gerileyip sırtımı duvara yasladım ve aramızda bir karış mesafe varken durdu. Boyu benden uzun olduğu için gözleri duvarla buluşan adam, sanki sağ taraftan kaçacağımı anlamış gibi ellerini büyük bir refleksle duvara yasladı.

 

 

"Deneyebiliriz..." Dedi çaresiz ama umut dolu bir fısıltıyla. Kahve gözlerine bakıp ağlamamak için zor dururken bastırdığım dudaklarımı araladım. "Deneyemeyiz çünkü kimsenin sevgisi dokunamadığı bir kadına duyduğu çaresizlikten büyük değildir. Deneyemeyiz çünkü benim temasa hassasiyetim var. Hassasiyetim var çünkü ben küçükken te-" son kelimelerimden sonra bir şey oldu. Film koptu. Kartal, koyulaşan gözleriyle hemen yanımdaki duvara art arda yumruk attığında dayanamayarak gözlerimi yumup yüzümü buruşturdum.

 

 

Ben, artık ağlıyordum. Kartal, uzunca bir aradan sonra durup başını eğerek yüz yüze gelebilmemizi sağlasada gözlerini sıkıca yummuştu. Dayanamıyordu. Sevdiği kadına dokunamıyordu. Sevdiği kadına kavuşamıyor, hatta sevemiyordu bile. Çünkü sevmek bile yasaktı benim lügatımda. Bula bula neden beni bulmuştu ki sevecek...

 

 

Benden ona miras olarak sadece keder ve acı kalırdı. Bir sürü kadın arasından, neden bulmuştu ki beni!? Ben ona fayda sağlayacak bir insan bile değildim. Basit, akıl hastanesinde senelerini geçiren çift kişilikli bir bireydim. O ise yüksek rütbeli ve çok yönlü bir polisti. Bizim aramızda dağlar kadar fark varken neden beni bulmuştu kalbi? ne bulmuştu bende sevecek?

 

 

Kartal bana yukarıdan net göremediğim bir ifadeyle bakarken ben dudaklarımı büzüştürmüş, gözlerimi kısarak sessizce izin veriyordum göz yaşlarımın yüzümü yıkamasına. Daha fazla beni böyle görmesine katlanamadan kafamı eğdiğimde koşarak merdivenlerden yukarıya çıktım.

 

 

Kendimi Anna'nın odasına attım. Kapıyı yavaşça kapatarak lavaboya koştuğumda direkt olarak musluğu açıp sağ tarafımdaki saç tutamlarımı yıkadım. Elime gelen ilk sabunu saçlarıma anlamsızca sürdüm ve yıkadım. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar. Etraf buğuluydu. Durmuyordu çünkü göz yaşlarım. Kahretsin. Duygularıma hükmetmekte zorlanıyordu kalbim. İlk defa, zorlanıyordum ben.

 

 

Hıçkırıklarım nefesimi keserken zar zor bir güçle ellerimi tezgaha yasladığım saniyelerde, istemsizce kafamı kaldırıp önüme; aynada ki acınası halime baktım. Net... Gördüklerim net değildi. Aynada çatıp kasmış olduğum kaşlarımla kendime bakarken bir anda, az önce Kartal'ın telefonunda gördüğüm; yetimhanede köşesinde çekildiğim resimdeki küçüklüğümün siması aynanın önünden geçerken kanım çekildi bedenimden.

 

 

Şimdi, şimdi daha iyi anlıyordum Anna'nın sürekli aynadan kendisine bakmasını. O aslında kendisine bakmıyormuş ki... O küçüklüğüne bakıyormuş. Aslında o kendisiyle yüzleşiyormuş. Bu yüzden hala tazeydi senelerinin acısı değil mi?

 

 

Sakinleşmek için kendime biraz zaman tanıdım. Fayda etmese dahi elimi yüzümü yıkayıp lavabonun dışına, Anna'nın odasına açılan kapıdan içeriye adım attığımda üstü örtülmüş tuval dikkatimi çekmişti. Ağlamaktan hafif şişmiş gözlerimi elimle ovalayarak tuvale adımlayacağım sırada gözlerim çalışma masasına kaydı. Masanın üstünde karalanmış ve buruşturulmuş, bir kaç parçalanmış kağıt parçası arasında gözümün ilk kestirdiği şey, masanın tam ortasındaki büyük dikdörtgen şeklindeki resim defteriydi.

 

 

Ardından ise, kapağı açık resim defterinde çizilenlerle duraksadım. Anlamadım ilk önce. Saniyeler sonra anladığıma pişman olarak aldım defteri elime. Kartal, kolları arasına beni hapsetmiş ve çenesini omzuma dayamış sanki ekrana bakarak poz veriyor, ben ise gözlerimin içi sanki, sanki gözlerimin içi gülüyormuşçasına ellerimi onun kollarının üzerine koymuş gülümsüyordum. Resimde eldivenlerim yoktu. Öyle bir çizmişki resimi Anna... Gerçeküstüydü.

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı yukarı kaldırdım. Benim bugün neyim vardı? Kağıdı hızla masaya attığım sırada elimin önümdeki üzeri kapanmış tuvalin örtüsüne çarpmasıyla örtü yere düşmüştü fakat tuvale bakma fırsatı tanımadan odadan çıktım.

 

...

 

 

Anna'dan

 

 

Bazı sabahlar gözlerimi uykuyla açıyorsam eğer, sonrasında geri kapatıyordum.

 

 

Çünkü her sabah uyku edasıyla açılmıyordu bu gözler. Korkuyla, endişeyle, nerede olduğumu bilmeden açılıyordu. Bazen beyaz odada uyanırken bazı günler hastaneden kaçmış eski arkadaşımın evinde uyanıyordum. Bazen geçmişte torunu zannettiğini zannedip acıdığım bir dedenin evinde uyanırken bazen de bana yanlış mı doğru mu olduğunu bilmediğim bilgiler verip bir anda ortadan kaybolan mektup arkadaşımın hediye ettiği arabayı sahil kenarına çekip içinde konaklarken buluyordum kendimi. Şimdi mi? Şimdi ise dün gece öldüresiye dövülmüş ve yüzümün yarısının korkunç darbelerle dağılmasına vesile olan adamın torununun evindeydim.

 

 

Ne kadar güzel değil mi? Ne çok sevenim varmış.

 

 

Elime takılan bir başka serumu oynatmadan kafa mı sağ tarafa mırıldanarak çevirdim. "Günaydın." Dediğini duydum kalın sesli bir adamın. İlk defa bu kişi kim merakıyla gözlerimi açma zahmeti içine girmedim çünkü bütün vücudumda ağrılar, morluklar, şişikler ve çizikler varken bedenim hareket etme konusunda kifayetsiz kalıyordu. Uyandığımı öngeremezdi. Açmamıştım gözlerimi ben. Uyuyordum tamam mı?

 

 

"Aklında neler dönüyor bilmiyorum ama uyandığını biliyorum, turuncu kafa." Gözlerimi umursamazca açtım.

 

 

"Ne istiyorsun, kurtarı-" kahretsin, çenemde de ağrı vardı. Konuşmakta güçlük çekiyordum çünkü Ufuk denen adamın eli yüzüm kadardı ve yüzüme de bir kaç kere yumruk atmıştı. Sanırım konuşma faaliyetimin acı eşliğinde yarıda kesilmesinin sebebi buydu. "Zorlama kendini." Evren'in sesine bir miktar endişe ve sinir eklendi. Son cümlemden önce önümde ve biraz uzağımda ki pencerenin kenarına omzunu yaslamış dışarıyı seyrediyordu. Şimdi ise zorlandığımı hisseder hissetmez bana doğru adımlarken bulmuştum onu.

 

 

"Nasıl oldun?" dedi aynı kalınlıkta bir sesle. Ne olursa olsun abi. Bu kadar yakışıklılık fazla.

 

 

Yatağımın kenarında elleri cebinde bir şekilde durup kehribarlarını bana dikerken uyku mahrumu bir halde yukunup gülümsemeye çalıştım. "Harikayım." Tekrar yutkundum. Ses tellerim kendine gelmemişti hala. Bu bir rekor. "Bomba gibiyim, şu güzelliğe bir bak. Sonra sor sorunu." Öksürmem gerekiyordu ama tuttum içimde O,'şu güzelliğe bak' dediğim için dağılmış yüzüme nötr bir suratla bakarken ani gelen bir öksürükle ona bakıp art arda ökrüsük krizine girmeye başladığımda kurtarıcım yüzüme bakıp gülmüştü.

 

 

Vay canına. Gülünce kısılan gözleri ve yüzü daha bir güzel oluyordu ama ben şu an bunu yeteri kadar önemseyemiyordum çünkü öksürdüğüm her bir anda boğazıma iğneler batarcasına acı çekiyordum. Yanıma oturduğunda yatağın sağ tarafında kalan komodinin üstündeki bardağı aldı. Akabinde eliyle kafamı kaldırıp bir diğer eliyle suyu içmeme yardım ederken vahşi bir hayvanı andıran kehribar gözlerini benden ayırmamaya ısrarcıydı bu sabah.

 

 

Suyu içmem bittiğinde içime çektiğim nefes bana daha iyi geliyordu artık. Tam kafa mı yastığa katacağım esnada elim koluma ilişti ve saatimi göremedim. "S-saatim." Dedim evhamla kaşlarımı çatarak. Ben çıkarmamıştım kolumdan. "Saatim!" uzandığım yerden kalkacağım an kurtarıcım elini omzuma yasladı ve kalkmama mani oldu. "Dur, burada saatin." Elini komodine götürdü. Berbat durumdaydım. Hareket edemez bir hal vardı üzerimde. Evren saati koluma özenle taktı.

 

 

Parmakları her tenime temas edişinde tüylerim diken eden şey bu soğuk ve fırtınalı mevsimde beden ısısının fazlasıyla yüksek oluşuydu. Çok sıcaktı. "İstediğin oldu mu?" gülümseyerek kehribarlarını bana çevirdi. "Oldu." Dedim mızıkçı bir sesle. Bana şöyle bakmasana! Dün gece Allah'ın cezası dedenden dayak yedim ve sana sinirli olmam gerek!

 

 

Rekabeti kabul eden sensin, üstelik o bunu durdurmak için elinden geleni yaptı Anna.

 

 

Defol lan! ben onun onurunu korudum onurunu! yine de araya girip durdurabilirdi ama sadece izledi!

 

 

Delirmemek elde değil!

 

 

Oda senin onurunu korumak istedi Anna. Ufuk dede sana elini yaklaştırırken nasıl seni kendisine çekip sana uzanan eli tuttuğunu unuttun mu? nasıl senin arkanda durduğunu, kazanmasan adam senin yüzünden dedesine karşı ilk yenilgisini yaşayacaktı unuttun mu?

 

 

Unutmamıştım. Rekabeti kabul ettiğimde havada uçusan fısıltılar örgütteki ekiplerden geliyordu ve hatırlıyorsam bir tanesi Evren'in benim yüzümden dedesine karşı ilk yenilgisini yaşayacağını söylemesi üzerine vermiştim o kararı. Rekabetin bir hafta sonra yerine o gün yapılmasını istemiştim. Fakat bu yine de, araya girip savaşı durduramayacağı anlamına gelmezdi. O bu örgütün lideriydi. İstediği an oyunu kestirip atabilme hakkına sahipti fakat sadece izledi. Yere düşüşümü, karnıma atılan tekmeleri, kolumun düştüğüm çalılardan dolayı çizilmesini her şeyi. Her şeyi öylece izlemişti.

 

 

Sonrasında ise isteğim üzerine Doktor Sezer'in evine beni zorluk çıkarmadan götürmüş ve almam gereken tüm bilgileri almama izin verdikten sonra adama gözlerimin önünde işkence çektirmişti. 'Sadece bana bırak' diyerek adamın üstüne üstüne gitmesi, 'Nasıl benim senelerdir himayem altına almakla uğraştığım kadına zarar verirsin?' demesi bende büyük bir tesir yaratmıştı. Ben anlamıyordum bu adamı. Bu dengesizliğin bir sebebi mi vardı ya da benim mi kapasitem yetmiyordu bilmiyordum.

 

 

Öğrenecektim.

 

 

"Turuncu kafa?" kafamı tuhaf bir yavaşlıkla pencereden sızan gün ışığından Evren'e çevirdim. İçtenlikle gülümsedi. "Daldın. Hadi, elini yüzünü yıkayalım."

 

 

Bir-iki saniye sonrasından kafamı salladım. Aklımdaki soruları kahvaltı ettikten sonra sormamın daha sağlıklı olacağı kanısına vardığımda Evren kalkmama yardım ederken eli oldukça naifti. Kalkarken bedenimde oluşan bu derin ağrılar sonucu keskin bir sesle inledim. Özellikle karın boşluğum ve kaburgalarımda ki yanma hissi beni çileden çıkarıyordu. Yürümekte zorluk çektiğim her saniye ağzımdan firar eden iniltiler ile kurtarıcım elini belime koydu. "Tamam, az kaldı." Dedi Evren, ilk defa duyduğum bir yumuşaklıkla.

 

 

Fakat dudaklarım arasından ne zaman acı çektiğime dair sesler çıkarsam, bedeni o kadar geriliyordu. Sanırım aşağıda hep beraber yemek yiyecektik. Bu gün günlerden Pazar'dı. Kartal ve Berna işe biraz daha geç giderdi. Evren'de öyle. Bir dakika, Evren ne iş yapıyordu?

 

 

 

"Sen-" dedim lakin sözümün yarıda kesilmesini sağlayan faktör banyo kapısına geçerken omzumu pervaza çarpmam oldu. Lanet olsun, kolumdaki çiziklere birde ekstra üstümdeki kumaş sürtündüğünde dudaklarımı bastırarak içimden inledim. "Önüne neden bakmıyorsun ki." Dediğini duydum yüksek sesle beni tutarken. Sabah sabah! Kaşlarımı iliklerime kadar hissettiğim sızıyla çatıp yaralı kolumu tutarak banyoya sonunda varabildim.

 

 

Varabilsemde, Evren hiç bir şey yapmama izin vermiyordu. Yüzümü o yıkamıştı. Diş fırçamın üzerine macunu o sıkmış ve ancak oturarak fırçalamamı istemişti. Hayret. Kesin bu gün başıma daha beter şeyler gelecek. İçeriye geri geçmemiz fazla uzun sürmemişti ve ben bir şekilde makyaj masasına oturduğumda önümdeki dev kare şeklindeki aynaya hiç bakma gereği duymadan Evren'in benim için açıp gösterdiği kıyafetleri seçmeye çalıştım.

 

 

Gardıropa biraz göz gezdirdikten sonra eline geçen kırmızı, cüretkar ve gereğinden fazla dekolteli elbiseyle uzunca bakıştıktan sonra gözleri bir anlığına bana kaydı ve gitti. "Sorgulamayacağım." Diye mırıldandı Evren. "Sonuçta, bu dolabın içinden zamanında sen bile çıktın." Aklıma gelenlerle gülümsemeye çalıştım.

 

 

"Kokunu alıyorum kadın! buradasın!"

 

 

"K9 köpeği misin sen be adam!"

 

 

Onunda aklına gelmiş olacak ki yüzünde manidar bir gülümseme vardı gizlemeye çalıştığı. İlk defa duygularını gizleyemiyordu. "Sahiden, bir insanın kendi öz kokusunu nasıl alabiliyorsun?" diye sordum gösterdiği siyah sweat takımını kafamda olumsuz anlamda sallarken. Kıyafetleri dolaba geri yerleştirirken dudakları aralandı. "Bunun eğitimlerini aldık fakat annemin söylediğine göre, bu bende doğuştan varmış."

 

 

"Nasıl yani?"

 

 

"Küçükken, örgütten uzak bir yerde Işıl ve Berna oyun oynuyorlardı. Sonra her zaman ki gibi kayboldular. Kimse böyle bir şeyin mümkün olmadığını söylese de ben kokularını alıp ne tarafta olduklarını algılayabiliyordum." Evren gardıroptan kıyafetler seçerken güldü. "Bir keresinde uçurumda olduklarını söylemiştim. İnanmamışlardı tabii. Sonra gerçekten de uçurumda olduklarını gördüler. Aşağıda esir kalmış ağlıyorlardı. Uçurumun çıkıntısına sığınmışlardı." Aklına gelenlerle duraksadı.

 

 

"Salaklar."

 

 

"Yani senin... Senin." İşaret parmağım şaşkınlıkla ona yöneldi. "Keskin bir koku alma yeteneğin var öyle mi?" Benim nasıl bir kokum vardı acaba? parfümlerim gardenya çiçeği aromalıydı. Duş jellerim ise tropik mevveli. "Her neyse." Dedi ve seçtiği kıyafetle yanıma adımladı. Her yaklaştığında kafamı biraz daha yukarı kaldırmam onun 1.90 - 1.95 arası boyundan ve iri cüssesinden kaynaklanıyordu. Nefes kesici bir hareketle kıyafetleri yavaşça kucağıma bırakıp elini ceplerine koyarak bana eğildi ve, "Zorlanıyorsan eğer, kıyafetlerini giymene yardımcı olabilirim." Dediğinde sesindeki muzip ton hiç hoşuma gitmemişti.

 

 

"Gerek yok." Dedim gözlerimi duvara bildiğin monte ederek. Ben neler düşünüyordum o neler düşünüyordu. Eğildiği için yüz yüzeydik ve pozisyonunu değiştirmeden konuşmaya devam etti. "Emin misin?"

 

 

Allah'ım, sana geliyorum yarabbelalemin.

 

 

"Eminim." Dedim duvara bakmaya devam ederek. İlk defa yüzüm kızarır mı diye düşünmemiştim çünkü yüzüm dün ki olanlardan sonra mordu.

 

 

Kaşlarımı çatmış, odadan çıkmasını bekliyordum. "Sen bilirsin." Cebinden çıkardığı eliyle yanağımdan makas aldığında yüzümü çevirmeyi başaramamıştım. Kurtarıcım odadan çıkarken bu süreçte bende kıyafetlerimi zar zor giyinmiş, aynaya hiç bakmadan saçlarımı at kuyruğu şeklinde toplamaya çalışmıştım ama saçlarım o kadar uzunduki -kalçamın aşağına kadar uzamış bir saçtan bahsediyorum- bu modeli yapmakla zaman harcamak yerine her zaman ki gibi üstten tek örgü halinde toplamıştım. Üzerimde Yaprak ablanın geçenlerde bahsettiği üzere Koraltanların özel tasarımlarından olan siyah keten eteği ve klasik koyukahve termal bir kazak vardı.

 

 

 

 

 

 

 

Evren bana bu kıyafetleri seçtiğine göre dışarıda işimiz vardı. Bunlar gündelik kıyafetler değildi. Kim ayağında topuklu deri botlarla evin içinde gezerdi? Zenginler mi? Teknik olarak Ali Acar'ın torunuydum ve artık zengindim ama sorun bu değildi. Benim ruhum fakirdi. Sorun buydu.

 

 

İşlerimi hallettikten sonra, aşağıya suratımdaki morluklarla inmek istemediğimden makyaj yapmak için çekmeceyi açaçağım sırada, istemeden aynada gördüğüm yüzle duraksadım. Sağ gözüm felaket derecede şişmiş ve morarmış, dudağımın kenarında yara açılmıştı. Üzerimi değiştirirken bedenimdeki çizik ve kızarıklıkları saymıyorum bile fakat, ben gerçekten fena dövülmüştüm. Yüzüm gerçekten de dağılmıştı. Şok içinde açılan gözlerimle başımı yere eğdim.

 

 

İçime doğan anlık öfkeyle kıkırdadım. Hem adamdan üstü açık bir dille beni dövmesini -rekabeti kabul ettiğimi- söylemiş, hem de suratımın aldığı ürkütücü hal için sinirlenmiştim. Asıl dengesiz olan bendim değil mi? dolan gözlerimi umursamadam çekmeceden ten rengime yakın beyaz tonlarında bir fondoten çıkartıp yüzümdeki morlukları kapatmaya başladım.

 

 

İşim bittiğinde tam elimdeki parfümü bırakıp masadan telefonumu alıyordum ki, aynadan arkayı görürken anında durdum. Bir dakika, bir saniye. Hayır. Bunu görmüş olamaz değil mi? olamaz.

 

 

Çalışma masamın üzerinde, üstünü örtmüş olduğum büyük tuvadeki akrilik boya çalışmamın üstünde örtü yoktu. Ama ben onu örtmüştüm. Beyaz bir örtü ile, örtmüştüm. O çıkarmış olamaz değil mi? bu sabah zaten odamda sesler duymuştum fakat bu ay durumum ağırlaştığı için yine halüsinasyon gördüğümü sanmıştım. Belki Yaprak abla gelmiştir, değil mi? O olamaz...

 

 

"Daha ne kadar bekleyeceğim?" kapının ardından sesini duydum.

 

 

Ben şimdi onun yüzüne nasıl bakacaktım?

 

 

Kapıya doğru yaralarımdan ötürü sarsak adımlar atarken, içimden kendime lanetler ediyordum. Kulpu tutup kapıyı kendime doğru çektim ve bir adım attım dışarıya doğru. Sakinim. "Sonunda." Diye söylendi Evren. Ne bekliyordu bu halimle ışık hızında hazırlanacağımı ya da onun bu esnada bana yardım edeceğini mi? Hazırdım işte!

 

 

Ona ölümcül bakışlarımı sunarken bir adım daha attım. Durdum. Aklıma düşen soruyla kafamı merdivenlere çevirdim. Ben bu malikanenin en üst katındaydım. Asansör bir alt katta yer alıyordu. Daha odamın içinden banyoya beş adım atamıyorken, merdivenleri nasıl aşacaktım?

 

 

Bunu Evren'e sormaya yelteneceğim sırada kurtarıcım, ona taktığım lakabın hakkını vererek ama izin alma nezaketini göstermeyecek kadar odun bir harekette bulunarak kolunu belime doladı. Saniye bile geçmeden onunla aynı boy hizasına ulaştığımda nefesimi tuttum. Beni kucağına almıştı. "Başka çaren yok." Dedi mızmız ve utangaç bir ifadeye bürünen suratıma bakarken, keyifli bir tonla.

 

 

Hareket etmiyorduk, korkuyla kolumu geniş omzuna katmıştım ve ne elimi çekiyordum, ne de o hareket ediyordu. Göz göze, yüz yüzeydik.

 

 

Gözleri yutkunurken dudaklarıma saniyelik kaysa da, gözlerini kısarak yeşillerime geri çevirdi kehribarlarını. "İşine gelince esip gürlüyorsan fakat, sana haddinden fazla yakın olunca sesin içine kaçıyor, turuncu kafa." Gözlerimi devirerek başka yöne baktım. Sonunda merdivenleri aşmıştık ve asansöre binmiştik. Onun kolları arasında olduğumdan mütevellit alt katın tuşuna ben basmıştım. Ardından alışkanlıkla, kollarımı tekrar onun omzuna katma potunu kırarken elimi usulca ona bakarak geri kucağıma kattım.

 

 

Şu an bu durumdan kurtulmak istiyordum!

 

 

Kurtarıcım bana bakmasada dudağının kenarı kıvrılmıştı. Ardından keyifli olduğunu belli eden üstü kapalı mimikleriyle kafasını hafifçe eğip bana saniyelik bir bakış attı.

 

 

Bu asansörün neyi vardı böyle? aşağıya çok yavaş mı iniyordu ne. Kimdi mimarı bunun?

 

 

Uyandığım andan beri, hindistan cevizi kokusuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Kokusuna bu bir kaç haftada o kadar maruz kalmıştım ki zaafım olmaya başlamıştı artık. Peki dün dedikleri neydi öyle?

 

 

"Sen kimsin biliyor musun?"

 

 

"Kimim ben?"

 

 

"Sen benim her şeyimsin Anna."

 

 

"Buraya geldiğin günden beri fevri huyların vardı. Hala var. Öfkelisin, acemisin, sabırsız, geveze ve benim sevmediğim her şeysin."

 

 

"Fakat yine de sen Anna; bana dair her şeysin."

 

 

Benim hakkımda böyle mi düşünüyordu? Bütün kötü huylarımı yüzüme vurarak iltifat etmişti bana. Bir tek bunu anlayabilmiştim. Ben nasıl ona dair her şey olabilirdim ki? Ben Anna'ydım. O Evren'di. Bana dair her şey bensem, ona dair her şeyde mi bendim? Beynim yanmıştı!

 

 

Her konuda hınzır gibi çalışan kafam, konu aşka gelince eror veriyordu. Ciddiyim.

 

 

Sonunda asansör açılmıştı ve ben kimse görmeden -özellikle Lavin'in deyimiyle son osmanlı- durumu fark etmeden kurtarıcımın beni yere indirmesini umarken Evren, "Günaydın, ev ahali." Diye yüksek sesle salona giriş yaptığında ben şok içinde kalırken Işıl, içtiği suyu püskürtecek gibi oldu, Berna masada kestiği meyveleri bırakıp sabır dilenircesine başını yana çevirdi. Lavin ağzında bir küfür geveleyip bana ölümcül bakışlarını bahşederken Ali dedem elindeki kalemi masaya bırakıp sandalyesinden ayağa kalktı.

 

 

Herkesi dumura uğratmıştık.

 

 

"Neden hepinizin suratı beş karış?" sorduğu malum soruyla ona kızgınca baktım. "Delirdin mi sen?" diye fısıldasamda adamda etki etmedi. Masaya doğru adımlarken, "Yıllardır insan olduğuma dair belirti göstermemi istemiyor muydunuz?" diye sordu. Allah'ım benim günahım neydi? ciddili ciddili soruyordum.

 

 

Daha o gün onunla aynı yatakta yattım diye dedem kafasına silah dayamıştı, ev ayağa kalkmıştı, Lavin evi tüfekle taramaya teşebbüs etmiş ve bu teşebbüsü gerçekleştirmişken onunla değil kucak kucağa oluşumuzu, yan yana oluşumuzu bile kimsenin görmemesi gerekirdi. Peki bu onun umurunda mı? HAYIR!

 

 

"Ben de gösteriyorum işte." Derken bile gözlerinde derin bir ciddiyet vardı. Ufuk dede, oturduğu yerden sadece bizi izlerken onunda şok geçirdiğini açılan gözlerinden anlamıştım. Adam haklı. Evren gerçekten de robot gibi bir adamdı. Çok fazla konuşmaz, gülmez ve öfke sinir haricinde başka türlü bir tepki göstermezdi. Sen gel torununu yıllardır ağır işlerde eğit koskoca örgütün lideri yap, sonra da torunun kucağında akıl hastası bir kadınla sana günaydın desin. Haklısın dede haklısın.

 

 

Bu adamı bende anlayamıyordum haklısın.

 

 

"Lavin kızım incirlerin sapını kökünden kes- a-ahh..." Yaprak abla ilk önce şaşırdı, sonrasında ise gülerek, "Oğluşum, napıyorsunuz siz öyle?" diye normal bir ifadeyle yaklaşınca Evren beni sandalyenin üzerine oturturken, "Napalım abla," diyerek yanımdaki sandalyeye kondu. "Dedem yıllardır çalıştığı ortağının torununu dövdü, kendi torunu yani bense yaraları var diye ona yardım ediyorum."

 

 

İşte şimdi sadete gelmiştik. Bunları bilerek yapmıştı değil mi? Kurtarıcıma baktım. Sahte güler yüzünü raflığa kaldırmış ve eski ciddi halini yüzüne takınmıştı. Onu az çok tanıyorsam istediğini almak için kelime oyunlarıyla insanın aklını karıştırırdı. Tıpkı dün bastıra bastıra örgütün bir parçası olmak istiyorum dediğim günkü gibi, insanı akıl oyunlarıyla da kandırabiliyordu. Ki dün ciddi bir şekilde örgütün büyük liderlerinden birini terslemiştim. O gerçek anlamda üstün zekalıydı. Şimdi ise içinden dedesine karşı öfke gütüyordu.

 

 

Son söylediği cümleden sonra Ali dedem, "Bu konu dün kapandı. Olan oldu biten bitti. Zeynep yaralı, evlat. Olayı deşmek yerine unutulmasını sağla." Dediğinde kurtarıcım ağır ağır başını salladı. Resmen dalga geçiyordu ve ben onu ilk defa dedeme karşı bu tavırı sergilerken buluyordum. Dedem ise bir an önce Ufuk dede ile aramızın düzelmesini istiyordu. Adamın koluna silahla sıkması bana yaptıklarının karşılığıydı biliyordum fakat onlar gençliklerinden beri ortaklardı. "Tamam." Dedi Evren, anlayışlı bir dille.

 

 

Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum ama buna hareketleriyle engel oluyordu. Bu malikanedeki her sabah anomal geçiyordu. Acaba bu masanın adını da 'Sabah Günlükleri' falan mı koysaydım? olaysız bir günümüz yoktu. Yoktu.

 

 

Ağzına bir lokma daha atarken bana dönüp önümdeki tabağı işaret etti. Bana da çatmasını istemediğimden elime yavaşça çatalı alıp tabağımdaki domatese sapladım. "Kızım," kafamı kaldırdığımda dedemin endişeli suratıyla karşılaştım. Yanında Lavin, diğer yanında ise Berna vardı. Benim ise bir yanımda kurtarıcım bir yanımda Işıl oturuyordu. Baş köşede ise Ufuk dede sadece yemeğini yiyor ve bizi izliyordu nötr bir suratla.

 

 

 

Duygularını gizlemeyi sanırım dedesinden öğrenmişti Evren. "Nasıl oldun, iyi misin?" derken bile yüzümde tam anlamıyla kapatamadığım morluklara kayıyordu gözü. Yavaş yavaş sinirleri gerilsede bunu belli etmedi. Ben yerinde olsam bende aynı tepkileri sergilerdim. Fakat benim en yakınım Lavin sorgulamadan birini dövecek kadar egolu ve bilmiş değildi. Ağzımı açıp tam konuşacakken kurtarıcım, "İyi iyi çok şükür. Turp gibi." Deyince anlamaz gözlerle ona baktım.

 

 

Kimseye bakmadan sadece yemeğini yiyordu. Kimse onun bu hallerine anlam veremiyordu. "Anna, abime ne yaptın kızım? ayarlarıyla mı oynadın bilmiyorum ama iyi yaptın. Güzel savunuyor hakkını. Ay ben bugünleri de mi görecektim?" Işıl sessiz bir sevinç nidası attığında masadaki tek neşeli kişinin Işıl olduğunu fark ettim. Kimse Evren'in yaptığı bu muameleden memnun değildi.

 

 

"İyiyim dedecim." Dedim ve dedemin bakışlarını geri üzerime devraldım. "İyi iyi. Berna yaralarınla yakından ilgileniyor Zeynep'im. Aklına takma yaralarını olur mu? hem Ufuk'ta anladı hatasını." Gözlerim Ufuk dedeye kayınca Ufuk dede, "Dün acele hareket ettim kızım, yaşananları unutmayacaksın biliyorum. Fakat yine de özür dilerim." Dediğinde ilk defa biri bana özür dilemek için özür dilememişti. Bunu yaralarım taze olduğundan dolayı şimdi kabul edemezdim ama ilerleyen zamanlarda belki olurdu.

 

 

O yüzden bu konuyu rafa kaldırmaya karar verdim. Dün yaşadıklarım normal değildi. Kabul etmesem bile bu şimdi düşünülecek olaylar değildi ama acı çeken kişi ben olsam bile, sanırım benden daha kinci ruhlu biri vardı. "Hatamız demek istedin sanırım." Dedi Evren mırıldanarak. Dudağının kenarı kıvrılmıştı yemeğini yerken. "Anlamadım?" dedi Ali dedem kurtarıcıma bakarak.

 

 

"Yok bir şey," kurtarıcımın sandalyeye yasladığı sırtı rahat bir hal aldı. "Yanlış telaffuz ettin bende düzelttim. Sonuçta Anna'ya karşı sen de hatalısın." Ağzımdaki lokmayı çiğnerken duraksadım. Dedem nasıl hatalı olabilirdi? Algılayamamıştım. "O ne demek evlat? senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" bütün gözler kurtarıcıma çevrilirken masayı ölüm sessizliği devralmıştı. "Ne demek olduğunu söyleyeyim ben o zaman." Kurtarıcımın sesi sertleşti.

 

 

"Anna bu malikaneye geldiğinden andan itibaren, dedemi arayıp ona yeteri kadar bilgi vermedin. O da bu örgütün lideri. Verseydin, ki bunların hiçbiri yaşanmazdı; dedem Anna'yı tanırdı. Dolayısıyla bu hatanın içinde sen de yer alıyorsun." Kurtarıcımın sükunetini koruyarak sarf ettiği sözlerle gözler bu sefer dedemin üzerine çevrildi. "Ben..." Dedi Ali dede, aklına düşen farkındalıkla. "Her neyse." Kurtarıcım rahattı. "Sonuçta olan oldu biten bitti değil mi? fakat acısını çeken kişi yine turuncu kafa." Haklıydı.

 

 

Sonuna kadar haklıydı ve kelimelerini iyi yerden vuruyordu.

 

 

"Senelerce akıl hastanesinde yatırdınız kızı. Ama her neyse. Olan oldu, biten bitti. İyi mi değil mi bakmadan tuttuğunuz adamlara güvendiniz ama olan oldu biten bitti. Hayır, olan Anna'ya, pardon; Zeynep'e oldu. Her defasında yanına gelip sana bu kızı sordum lakin cevapların her zaman tutarsızdı, amca. Kaç kere ekibime almak istediğimi söyledim ama boşversene. Senin de dediğin gibi; olan oldu biten bitti değil mi?" kısık sesle güldü Evren, vahşi bir hayvanı andıran sarı gözleri bir an olsun ayrılmıyordu dedemden. Tekrar tabağındaki kahvaltılıklardan birini ağzına atıp rahatça çiğnerken hepimizin dili tutulmuştu.

 

 

İşte şimdi gerçek Evren Koraltan'ı görüyordum. Bu onun sevdiklerine zarar geldiğinde kendi içinde oluşturduğu bir mekanizma gibiydi. Kendinden asla ödün vermiyor ve yapılan her olguyu insanın yüzüne vurmaktan çekinmiyordu. Şu an da bile yaşadıklarım normalmiş gibi takındığı rahat tavır onun aklından neler geçtiğini tahmin bile ettiremiyordu.

 

 

Kimse ile göz göze gelmek istemiyordum ama işittiklerim karşısında gözlerimin önünden geçen yaşanmışlıklarla başımı dik tuttum.

 

 

Bu sırada ise kurtarıcım hiç kirlenmemiş ağzını peçeteyle silip ayaklandı. Ardından, benim de ayaklanmam için yaptığı el işaretiyle zar zor ayağa kalktım. "Bugün talimat ve ithalat üzerine Fatih'lere gideceğim. Anna'da benimle gelecek."

 

 

Odamın kapısında yapığı gibi. Herkesin gözü önünde kolunu belime sararak yavaşça beni kucağına aldığında, "Ne yapıyorsun!" şaşkınlığı kaçtı iki dudağımın arasından. Kelimenin tam anlamıyla aldığım darbelerden dolayı gerçekten de yürüme faaliyetimi kaybetmiştim. Yürüyemiyordum fakat... Her istediğini yapamazdı! Benimkisi de dahil kendi bedenini dedelerimizin olduğu yöne çevirerek, "Size afiyet olsun." Dedi ve eski ciddiyetine geri hakim oldu.

 

 

Psikopat herif!

 

 

Aklıma onun bana dans pistinde 'sadece sana psikopatım' demesi geldiğinde gözlerimi şaşkınlıkla ona çevirdim. Gerçekten de her istediğini yapıyordu ve utanmıyordu. Ben ise yerin dibine girip yok olma isteğiyle ellerimi yüzüme siper etmiştim.

 

 

Kış bahçesinden dışarıya çıkıp arabaya vardığını hissettiğimde beni ayaklarımın üzerine usulca bıraktı. Ona ağrısını hissetmeye başladığım morarmış ve fondotenle rengini azda olsa kapatabilmiş gözümle bakarken kurtarıcım jipin kapısını benim için açmıştı. Araç büyük olduğundan, yavaş hareketlerde bulunsam bile beni sakinlikle bekliyordu. Bu hareketi bana hoş gelmişti çünkü Evren Koraltan'ı her zaman böyle göremezdiniz. Birbirimize elektrikli bakışlar attığımız esnada, "İstediklerini getirdim abi." Aracın ön koltuğuna oturdum ve korumalardan birinin getirdiği sandviç ile içeceğe gördüm.

 

 

"Tamam, gidebilirsin." Bir dakika, bir saniye. Bu adam, benim bu eve yeni geldiğim günlerde 'Jeneratör patlamış' diyerek başka yere bakmasını sağlayıp evden kaçtığım gün ki adam değil miydi? Çok iyi hatırlıyordum. O gün kaçırılmıştım ve Evren ile o zamanlar iki düşman gibiydik. Gözlerim kurtarıcıma kaydı. Kapımı kapatıp aracın şoför koltuğuna oturduğunda elindeki yiyecek ve içecekleri kucağıma kattı.

 

 

"Bunlar ne?" diye sordum. Uzun soluklu bir şekilde uyusamda vücudumda yer alan yaralarımdan ötürü kendimi halsiz ve bitkin hissediyordum. Bitap düşmüş haldeydim. "Kahvaltıda bir şey yemedin." Diye söylenerek aracı çalıştırdı. "Bunları yemek zorundasın, turuncu kafa."

 

 

"İlk tanıştığımız günleri hatırlıyor musun?" sesimden akan yorgunlukla bana saniyelik bir bakış attı. Hıhh. Sorduğum soruya şaşırmıştı. Aracın radyosunda Mİchael Jackson'nın Bille Jean adlı şarkısı kısık sesle çalarken devam ettim. "Birbirimizi hiç sevmiyorduk." Elimdeki sandviçten uykulu bir edayla küçük bir ısırık aldım. "Hayır," dedi kurtarıcım, elimdeki sandviçten almak istercesine elini açarak. Elimdeki yiyeceği ona verdim. "Beni sen sevmiyordun." Sandviçten rahat bir parça koparıp çiğnedi.

 

 

"Nasıl yani?" kirpiklerimi kırpıştırdım.

 

 

"Sana karşı beslediğim duygular kötü değildi Anna." Sesi pürüzsüz ve melodikti. "Sadece sana nasıl davranacağımı bilemiyordum. Çok hassastın." Duyduklarımda haklılık payı olduğundan sustum. Kucağımın üzerinde yer alan teneke içeceği alıp tek parmağıyla açtı. Ardından ise kafasına dikti.

 

 

Yine aynı şeyi yapıyordu. Bana yemek yaptığı gün içeceğimde madde olduğunu sanmayım diye alıp gözümün önünde içtiği gibi, yine aynı psikolojinin içine dikilmiş şüphemi anladığından yemeğimi ve içeceğimi benimle bölüşüyordu. Büyük yudumu yuttuğunu adem elmasından anladığım adam, yakışıklı çehresini bana çevirip göz kırptığında uzattığı içeceği aldım. Akabinde altımızdan kayıp giden asfaltı izleyerek bıyık altından gülümsedim ve teneke içeceği, yavaşça dudaklarıma götürdüm.

 

 

Hastaneden kaçtığım günden beri bir başkasından aldığım ilk içecekti bu.

 

 

İşte ben buna jest derdim. Herkesin akıl sır erdiremeyeceği bir jest.

 

...

 

 

Aynı Zaman Diliminde ANASTASYA.

 

 

Zümrüt yeşili gözler, tehlikeli bir yavaşlıkla duvara asılan fotoğraflara kaydığında Anastasya, ince zarif parmaklarını Anna'nın yakın zamanda çekilmiş fotoğrafına uzattı. "Bu iş fazla uzadı. Büyük abi sinirlenmeye başlıyor, Anastasya hanım." Kapının kenarında, ne olursa olsun duvardaki resimlere bakan kadından ölesiye korkan adam sadece bir piyondu.

 

 

Ve sadece görevini yapıyordu.

 

 

"Umurumda, değil." Kelimeleri histerik bir tonla döküldü kadının ağzından. Anastasya, şu an sadece ne kadar büyüdüğünü düşündüğü kızına bakıyor, damarlarında hissettiği duyguyu tanımlamaya çalışıyordu. Evet, parmaklarıyla usulca dokunduğu fotoğraf; Anna'nın Nefes'in boynuna çatalı acımasızca sapladığı anın resimiydi. Düşündü genç kadın. Kendisine ne kadar benzediğini, aynı genleri birebir taşıdığını düşündü. Anna acımasızca geçip giden zamanda annesini tanımadığını iddia etsede bilmediği bir gerçek vardı.

 

 

Anna, annesi için bir aynanın yansımasıydı.

 

 

Anna tehlikeli birisiydi. Sinirlerine hakim olamadığı zamanlada karşısındakini tanımıyordu. Saatler sonrasında ise hiçbir şey yapmamış gibi hayatına ve yapacaklarına kaldığı yerden devam ediyordu.

 

 

Bu, Anastasya'nın hoşuna gitmedi. Ona bu kadar benzemesini sindiremiyordu. Aynı gözler, aynı dudaklar, aynı bakışlar... Bu işleri zorlaştırırdı. Çünkü aynı hırs ve iradeyi gözden çıkarmak aptallık olurdu. Anastasya'nın eli bu sefer, Anna'nın dün gece kucağına oturduğu adama kaydı. Anna gülümseyerek bedeninin yer aldığı kucağın sahibine bakıyorken dev bir postüre sahip adamın eli ise kızın belinden tutuyor ve ona merhem sürüyordu.

 

 

Evren Koraltan.

 

 

Bu fotoğraf dün çekilmişti.

 

 

"Sana zamansız sevgiden bahsetmiştim, kızım." Diye mırıldandı Anastasya. Anılarının kolgezdiği zihninde kızına dair hiçbir şeyi unutmamıştı.

 

 

Tehlike barındıran bir gülüş kadının yüzünde şekil aldığında kızının masumca gülümsediği fotoğrafa uzun süreli bakarken düşündü kadın. 'Zamanında benimle kızım adına kumar oynayan adam, şimdi kızıma ev sahipliği yapıyor.' Diye geçirdi içinden. Gülüşleri arttı, kahkahaya dönüştü. Evren Koraltan'ı asla küçümsememeliydi. Bu, genç kadının bu zamana kadar yaptığı en büyük hataydı. Zamanında önem teşkil etmediğini düşünen adama şimdilerde şaşırmıyor değildi.

 

 

İşte bu onu, Anastasya gibi bir kadını bile düşündürmüştü. Evren Koraltan sınır tanımıyordu. O zamanlarda Anastasya'nın masasına cüretkarca oturan, yanına koruma almaya bile gerek duymayıp Anna için Anastasya'yı çiğneyen ve kumar oynayan yirmi yaşındaki Evren Koraltan; şimdilerde herkesin adını bildiği ve korktuğu bir örgütü tekrardan ayağa kaldırmıştı. Aradan geçen altı senenin sonunda ise, Anna'yı bütün kuralları ezerek yanına almıştı.

 

 

Evren, kuralları parmaklarında oynatabilecek kapasitede bir adamdı.

 

 

"Büyük abi arıyor, Anastasya hanım." Anastasya, kızının bir başka fotoğrafına iyice yaklaşmış bir halde bakarken, elini açmasıyla odanın içindeki adam bir kaç adımda telefonu kadının eline tutuşturdu.

 

 

"Ne istiyorsun?" Anastasya'nın sesi sertti. "Kızın, Koraltan ile evlenmiş, Acar." Anastasya nefesinin altından güldü. Yarı açık gözleriyle gökdelenin en üst katında dururken balkondan Göyüzüne başını yavaşça çevirdi. "Bana daviyete göndermediler." Anastasya'nın sesine alaycı bir tonla hüzün eklendi. "Ne acı, kızım düğününe annesini çağırmadı." Kafasında nükseden şüpheler vardı Anastasyanın. Öyle şüphelerdi ki bu, Anna'yı artık o bile tanıyamıyordu.

 

 

"Kızını aynı çatı altına alamıyorsun, Acar." Telefondan gelen sesin sahibi sakinliğini belirttiği bir tonla devam etti. Büyük abinin, sadece Anastasya'ya gösterdiği özel bir tutumu vardı. Anastasya eksantrik bir kadındı sonuçta. Onu kaybetmek istemiyordu. "Belki de artık, galibiyetini kabul etmen gerekiyor." Duydukları aniden damarlarında akan duygunun hızla değişmesine yol açarken genç kadının gözleri karardı.

 

 

"Kabul etmek mi?" Genç kadın duyduklarını hazemedi. "BEN KAYBETMEM!" bütün odayı kaplayan ve duyduklarını hazmedemediği bariz ortada olan kadının arkasındaki adam korkuyla bir kaç adım geriledi. "BEN, HEP KAZANIRIM! HEP KAZANDIM! BENİM LÜGATIMDA KAYBETMEK, ÖLÜM DEMEKTİR; LİLİTH."

 

 

Telefonu kulağından çektiğinde zümrüt yeşili, ayaklarına kadar uzanan ve dolanan kadife elbisesinin belindeki kemerde yer alan silahı aldığı gibi arkasındaki adamın kafasına sıkan kadın, telefonu ani bir hızla gökdelenin balkonuna fırlattığında aşağıya düşen telefon onun için şu anda umuru dışıydı. Tıpkı yüzüne, elbisesine ve duvarlara fışkıran kan gibi.

 

 

Anastasya, bebeğini eline aldığı ilk günden bugüne, kaybetmek kelimesini zihninden resetlemiş, aynı Evren Koraltan'ın yaptığı gibi sıfırdan bir çete kurup bu çeteyi dev bir topluluktan oluşan örgüte çevirmişti. "Piyonsunuz." Diye seslice düşündü Anastasya, kızının çatıdan atlamak üzere olduğu anda çekilmiş bulanık fotoğrafına bakarken. Bu, Anna'nın kaçırıldığı günün dakikalarından basit bir kareydi. "Kazanılması kolay bir satranç oyununun içinde bulunan, aptal piyonlarsanız hepiniz." Hazmedemiyordu. Kızının kendisine bu kadar benzemesini kaldıramıyordu ruhu.

 

 

Çünkü herkesi dakikasında çözebilen Anastasya Acar, kendi öz kızının kafasında cirit atan planlarını öngörmekte zorluk çekiyordu. Tıpkı kendisi gibi kimse kızının bir sonraki hamlesini anlayabilecek zekada olamıyordu. Genç kadın en çokta bunu kabullenemiyordu.

 

 

Peki, şimdi ne olacaktı?

 

 

Acar, Lilith ve Koraltan örgütü birbirinden bağımsız halde oyunda kendi atlarını öne sürerken, Anna hangi örgütü seçecekti? Ya da, seçecek miydi?

 

 

Kader çarkları bu sefer Anna adına döndü. Oyun yeniden başlatıldı. Kurallar daha katı haliyle yazıldı. Anastasya'nın basit diye iddia ettiği bu satranç oyununda Anna, çevresindeki insanların oyundaki yerini görebilecek miydi? Şah, mat, piyonlar ve oyunu korumak için arka planda sırada bekleyen diğer taşların aslında gerçek hayatta, çevresindeki ve ileride tanışacağı insanlar olduğunu biliyor muydu?

 

 

Oyunu oynayacak olan kişiler, artık bunun bir kan davası haline geldiğinden bihaberlerdi. Genç kız Anna, etrafını mevzileyen insanlarla bu oyunu oyanabilecek miydi?

 

...

 

 

 

Anna'dan.

 

 

Araç büyük bir arazinin içinde durduğunda derin bir nefes aldım. Sabah ki ruhsal ve fiziksel halime göre daha enerjik hissediyordum. Kahvaltının bende etkisi güzel omuştu. İlk defa bir sabah adam akıllı yemek yiyordum ondan. "Nereye geldik?" Evren'in dudakları kıvrıldığında aklından geçen tilkileri bana yansıtmak adına suratını benden tarafa çevirdi. "Senin sevmediğin anılarının depreşeceği yere." Dediğinde dudaklarımı büzüştürdüm.

 

 

Bu yüzden mi sırıtıyordu?

 

 

Bu adam...

 

 

Benimle, dalga mı geçiyordu? Az ilerdeki köşkü de, bu dönümü fazla büyük olmayan araziye de hayatım boyunca hiç ayak basmamıştım. Bu Allah'ın unuttuğu yerde ne tür kötü anılarım olabilirdi?

 

 

Bana cevap vermeyeceğini anladığımda arabanın içinde homurdanarak kıvranırken, arabanın camından gördüğüm köşkün kapısında gözlerimin kesiştiği mahlukatla dudaklarımın arasından, "Lan," kelimesi kaçtığında hızla arabanın kapısına uzandı elim. Kapıyı açmaya çalıştım. Açamadım. Kilitliydi.

 

 

"Aç şunu." Dedim tok bir sesle. Evren düşünür bir ifadeye büründü. "Düşünmem lazım bir dakika."

 

 

Delirmemek elde değil!

 

 

"Aç dedim!"

 

 

Bu halim onun hoşuna mı gitmişti? umarım öyle değildir çünkü, onu bile boğabilecek bir sinirin içinde kavruluyordum şu an! "Onun yüzünden benim saatim suya düşüp bozulmuştu!"

 

 

"Biliyorum."

 

 

"Çatıdan atlamıştım sırf, beni öldüreceğini düşündüğüm için!"

 

 

"Biliyorum."

 

 

"Eğer kaçırmasaydı beni ben havuza atlayıp hastanelik olmazdım!"

 

 

"Onu da biliyorum, Anna."

 

 

Köşkün kapısındaki adam, Evren'in malikanesinden kaçtığım ve daha sonrasında beni kaçırıp eski harabe bir evde esir alan adamdı. Evren'in dediği kadarıyla adı Fatih'ti. Onun yüzünden soğuk suya atlamıştım çünkü onu da, Evren'i de tanımıyordum o zamanlar ve korkuyordum. O zamanlar çokta sağlıklı olmayan aklımla beni öldüreceklerini düşündüğümden gurur yapıp kendi kendimin canını almak gibi bir halt işleyip çatıdan soğuk suya atlamıştım ve unutmamıştım.

 

 

Havuzun içindeki soğuk su bilincimi yitirmeme sebep olmuştu ve sudan ötürü saatim bozulmuştu! Babamın tek hediyesi!

 

 

Bu adamı öldüreceğim!

 

 

"Gerçekten istiyor musun açma mı?" Birde soruyor mu? "Evet!" diye cevap verdiğimde gülerek kilidi açtı. "Peki, nasıl olsa sana dokunma cesaretini gösterebilecek yürek Fatih'te yok." Kapı kilidini açtığında yaralarımı ve eteğimi umursamadan bu rüzgarda Fatih denen yaratığa koştum.

 

 

"Seni geberteceğim!" kelimeleri döküldü sinirimi kucaklayan. O gün bana yaptıklarını unutmamıştım.

 

 

Korumalar genç bir kızdan bu hamleyi beklemiyor olacaklar ki duruma müdahale etmek için hareketlendiler ama fayda etmedi. Yakalarından tuttuğum gibi köşkün duvarına yasladığım adamın korumaları bana son anda yetiştiğinde arkamdakiler beni tutup çekmeye çalışırken Fatih'in, "Kıza dokunmayın! Koraltan'ın ekibinden!" uyarısıyla adamlar aldıkları talimatla durdu.

 

 

"Senin yüzünden hastanelik olmuştum lan ben!" dişlerimin arasından konuştuğumda adam iki ellerini yana açmıştı. Evren adamın psiklojisini nasıl altüst etmişse, herif bana dokunmaya bile yeltenemiyordu. Bundan beslenen egomla adama sert bir tokat atarak sersemlemesini sağladığımda Evren'in kıkırdaması bana daha yakından gelmeye başlıyordu.

 

 

"Anna hanım, bunu sakince konuşal-" adamın kasıklarına geçirdiğim tekmeyle ağzını açıp bacaklarını kapatarak diz çöken ve ellerini malum organına götüren Fatih'e olan hıncımı hala adam akıllı çıkartamıyordum. Evren'in kıkırdaması kahkahaya dönüştü. O, gerçekten bu halimden zevk mi alıyordu?

 

 

Hangi amaçla güldüğünü algılayamacak kadar sinir küpüne dönüşmüş halimle adamın yerdeki yüzüne sert bir tekme atacakken bir anda, biri belimden tutup ayaklarımı yerden kesti. "Yeter bu kadar." Diyerek beni bahçenin kamelyasına zorla götüren kurtarıcımı umursamadan elimi sanki ona yetişcekmiş gibi Fatih'e uzattım. "Seninle daha işim bitmedi!" diyen tiz çığlıklarım arasında beni kaldırıp götüren ve gülen adama seslendim. "Evren indir! işim yarıda kaldı!" isyankar bir sesle arşa kadar çıkan bağırış ve kolları arasından debelenip kurtulmak için sarf ettiğim eforla beni kamelyanın oturağına mıhlayan kurtarıcıma baktım.

 

 

"Onun yüzünden günlerce kendime gelememiştim!" dediğimde sesim inceydi. "Biliyorum, güzelim. Onu da biliyorum."

 

 

Bu adamın tek bildiği kelime biliyorum muydu acaba? Hayır biliyorsan anlarsın. Anlarsan da hırpaladığım adamı ellerimden kurtarmazsın. Bir dakika, bir saniye. O bana güzelim mi demişti? Yüz seksen derece değişen duygu durumumla kollarımdan tutmuş vaziyette burada oturmamı isteyen adama zorluk çıkarmayı -debelenmeyi ve onu uğraştırmayı- bırakıp dumura uğrayan bir suratla ifademi ona gösterdim.

 

 

Bana güzelim demişti.

 

 

Sanki neden durduğumu anlamış gibi tekrardan güldüğünde gülümsemek ona çok yakışıyordu.

 

 

Kızım az önce birini dövüyordun konudan sapma kendine gel!!!

 

 

Güldüğünde kısılan gözlerine baktım. Bu kadar karizma olmak zorunda değildi.

 

 

Kime diyorum?! Offf...

 

 

Nedense bu gün özel olarak keyifli bir hal vardı yüzünde. Bunun sebebini merak etmiştim. "Fatih abi, kalkmana yardım edeyim." Ellerim arasında dövülen adamın üç kuruşluk canını yeteri dozda yakamamıştım, damarlarıma enjekte edilmiş hırsla tekrar adı zikredilen gereksiz döl israfına döneceğim esnada kurtarıcım çenemden tutarak kendisine bakmamı sağladı. "Dur, Anna." Kulaklarıma dolan düz sesin sahibine verdim dikkatimi. Dudaklarım daha açılmadan devam etti. "Şu an da, manik ruh halindesin. Farkında değilsin." Büyük ve sıcak eli yanağımı kavradı.

 

 

"Beni daha fazla uğraştırma, tamam mı?" derin bir nefes vererek yenilgi içinde omuzlarım çöktü. Ona cevabını bu şekilde verdiğimde kurtarıcımın kolu belimi sardı. Kalbimin daha hızlı kan pompalaması sağlıklı mıydı? Bir dokunuşuyla, içimdeki savaşı durdurabilmişti. Ciddi söylüyordum; bu bir yetenekti. Az önce ki hıncımın boşuna olmadığını bildiğinden bana yaklaşım tarzı hassastı. Kırılacak bir vazo gibi davranıyordu. Ben, gözlerime ihtirasla dokunan koyu sarı harelerden bu anlamı çıkarmıştım.

 

 

Bu gün sakindi. Fazlasıyla sakindi. Hatta daha fazla kelime tüketiyor ve duygu selinin tek olumlu getirisi olarak gülümsemeyi başarıyordu. Başarıyordu demiştim çünkü gülümsemek onun için büyük bir eylemdi.

 

 

Aradan geçen on dakikanın sonunda, Fatih sarsak adımlarla ve ölümcül bakışlarla buraya adımladı. Kurtarıcım kolunu belimden çekti.

 

 

"Hoş geldiniz." Demeden hemen önce Evren'in karşısında boğazını temizleyen herife çevirdim iğrenmiş ifadenin rolünü oynayan bakışlarımı. Fark ettiğim, hatırladığım bir şeyle dikkatim adamın ağzına odaklandı. Adamın iki dişi yoktu. Hatırlıyordum. Evren, kendisine o zamanlarda ahkam kesen bu adamın dişlerini elleriyle söküp atmıştı. Benim korkmama ve Ecrin denen kadına silah doğrultup esir almama sebep olan olgu buydu.

 

 

"Oyalanma, Fatih." Kurtarıcımın sesi katıydı. "Dökül." Dedi bu sefer. Ortaya anlamayan bakışlar atarken Fatih, "Nereden başlamamı istiyorsun?" diye bir soru attı masaya. Neler oluyordu? Kurtarıcımın vahşi kehribarları benim üzerimde bir kaç saniye oyalandı. "En baştan." Dediğinde gözlerini mecbur bir biçimde bana yönelten Fatih'e baktım.

 

 

İlk saniyelerde sustu ve sonra, mavi ceketinin yakasını düzelterek sakallarından göremediğim dudaklarını araladı. "Seni kaçırmamızın bir sebebi vardı, Anna hanım." Diye olaya başladığında dikkat kesildim. Bu sırada ise kurtarıcımın gözlerini üzerimde hissediyordum. Tepkilerimi izliyordu. "Bu sebep, adını büyük abi diye adlandırdığımız bir örgüt liderinin isteği üzerine gerçekleşti." Dudaklarım soru sormadı.

 

 

Sadece dinledim. Devam etmesini istedim çünkü anlamıştım ki lafı bölmediğim anlarda daha çok şey anlatılıyordu. "Biz, ona büyük abi diyoruz fakat kendisi bir kadın." Son cümlesiyle kaşlarımı çattım. Söylediklerini beyin süzgecinden geçiriyor muydu bu adam? beni esir tuttukları harabenin içinde tabletle bağlandıkları insanın sesini duymuştum. Tamam, teknik olarak akıl hastanesinden firar etmiş bir kaçaktım ama duyduklarımı bana aklım üretmiyordu. Sanırsam, 'tıpkısının aynısı' tarzı bir cümle kurduğunu işitmiştim tabletten beni izlettirdikleri şahısın. Sesin sahibi ise bir erkekti.

 

 

"Hayır, aslında bir kadındı." Diye diretti Fatih. Sorgulamaya gerek duymamı sağlamadan devam etti. "Ses değiştirme cihazı kullanıyordu." Ne? sesini mi değiştiriyordu? iyi ama neden? tamam. Sorgulamayacağım ve objektif bir şekilde, evlat olsa sevilmeyecek adamın anlattığı saçmalığı dinleyip sorularımı daha sonra sıralayacağım. Yoksa bu dava kapanmazdı. Fatih bozuntuya vermemişti ama sesine karışan ve bunu bana yansıtan anlatıp kurtulma isteğiyle onu dinlemeye geri koyuldum.

 

 

 

"Bakın, Anna hanım. O kadın bizim şirketle bir işbirliği yaptı, teklif için ayarlanan paranın miktarı bize acayip cazip geldiğinden kabul ettik. Sizinle olan derdini biz de bilmiyoruz fakat bizden ziyade sizin bilgi sahibi olmanız gereken olgu şu ki; büyük abi diye adlandırdığımız bu kadının örgütüyle Anastasya Acar'ın bir yakınlığı var." Duyduklarım karşısında kalbime ansızın bir sancı girdi.

 

 

Bu ne demek oluyordu? Annem, her şeyin bilincinde miydi yani? Beni kaçıran insanla annem arasında yakın bir bağ varsa, annem kaçırıldığımı en başından beri biliyordu. Bunun doğruluk payının olma ihtimali neye dayanıyordu peki? Yanımda kurtarıcım oturuyordu. Bana yanlış bilgi vereceğini sanmıyordum. Evren beni buraya boşuna getirmemişti. Bunları kendi kulağımla işitmemi mi istemişti?

 

 

Öte yandan, Fatih annemin büyük abi ile olan ilişkisini nerede görmüştü? nasıl bir şekilde görmüştü? İnce bir iğne gibi kafama saplanan sorular başımı şimdiden ağrıtmaya yüz tutmuşken daha fazla dayanamadım.

 

 

"Nerde, nasıl bir halde onları gördün ki böyle konuşma hakkını kendinde buluyorsun?" tok bir sesle cevabını kısa süre içinde almak istediğim bir soru yönelttiğimde Fatih, "Onları görmeme lüzum yok, Anna hanım." Dedi. Sesi kendinden emin çıkıyordu. "Bu piyasanın içinde onların arasındaki derin samimiyeti bilmeyen bir insanoğlu yok." Bu demek oluyordu ki, annem biliyordu. Kaçırıldığımı biliyordu ve olduğu yerden buna mani olma zahmetine girmemişti.

 

 

Çatıdan atladığımından tut hastanelik olduğuma kadar o günün en ince ayrıntısının bile bilincindeydi...

 

 

Kalbime ince biz çizik atıldı.

 

 

Neden kırıldın Anna? O değil mi senin senelerini bir akıl hastanesinde heba etmeni sağlayan? neye kırıldın sen şimdi?! hala onun seni düşündüğünü falan mı zannediyorsun sen? kendine gel. Topla kendini.

 

 

Göz kapaklarım benden bağımsız kapandı. Soğuk rüzgarın turuncu perçemlerimin savrulmasındaki hakimiyeti bile, yanan kalbimi söndüremiyordu artık. Nedenini anlamadığım halde kırılmıştım. Şaşırmamıştım ama bilmiyorum, ben, ben kırılmıştım. "Sadete gelmem gerekirse eğer, iki büyük örgütün birbirine kestiği bu yakınlık ve samimiyet süreçte daha büyük ve daha güçlü bir toplumu getiriyor, Anna hanım. İki büyük topluluğun birleşmesindeki sonuç bu anlama çıkar. Bu da sizin kendinize dikkat etmenizi gerektirir."

 

 

Son cümle ile başımı usulca kaldırdım. Yeşil gözlerim Fatih'in içi boş gözlerine tırmandı, yavaşça. "Fakat korkmanızın bir gereği yok. Yanınızda, Evren Koraltan var."

 

 

Bir kaç saniye duraksadım. Adam bana gülümsüyordu. Beni tutsak ettiği günün o lanet ettiğim saatlerinde gösterdiği tavır yok olmuştu. Bunu görebiliyordum. Kurtarıcım nasıl dize getirdiyse demek, kendi safına çekmişti herifi. "Peki bu kadının ismin ne?" diye sordum. Bilmem gerekirdi sonuçta. Çok bile kalmıştım bu soruyu sormak için. "Bilgim yok." Kulağıma dolan mantıksız yanıtla kaşlarımı gözlerimin üstüne indi.

 

 

Ne demek bilgi yok? insan işbirliği yaptığı bir insanın adını nasıl bilmezdi ki?

 

 

"Kadını sadece iki kere görmüşlüğüm var. Teklifi adamları aracılığıyla gerçekleştirdik. Adını sorgulamamı istemiyor olacak ki, paranın miktarı dudak uçuklatan bir rakamdı." Kafam karışmamıştı, benim kafam yerinden kopmuştu. Sırf beni görmek için neden büyük bir teklif sunar ki bir kadın? annem değildi bu kişi. Sadece annemle yakınlığı vardı. Bu da annemin planlamadığı bir oyun haline geliyordu. Fakat bir amacı olmalıydı.

 

 

Her bir isteğin bir amacı olurdu. Bir nedeni, bir izi, bir acısı olurdu. Benim kaçırılmamın nedeni, izi, acısı neydi?

 

 

"Belki de," diye mırıldandım. "Belki de doğduğum anda öldürülmemin istendiği-"

 

 

"Bu konuyu daha sonra konuşuruz." Lafımı kesen kurtarıcıma çevirdim anlamaya çalışan ve sönen yeşil gözlerimi. Pot kırmıştım. Fatih ne olursa olsun bir zamanlar beni esir tutan bir insandı. Ona gereksiz bilgi veremezdik. "Sen araca geç, beni bekle." Kurtarıcımın bakışları az önce anlattıklarıyla benim beynimi yakan adama kaydı. "Biz biraz iş konuşacağız." Verdiği talimatla onu zor duruma sokmadan ayağa kalktım. Fakat omuzlarım kırılan gururum üzerine çökmüştü. Duyduklarımı mantığım sindirse de kalbim hazmedememişti.

 

 

Kurtarıcımın arabası tam olarak sağ tarafımızda kalmıştı ve kafasını çevirse beni görebileceği bir yerde olduğundan onunda, benim de tereddüt etmeme gerek yoktu. Adımlayarak araca yürüdüm.

 

 

Zihnimin köhne köşelerinden birinde, renkli bir uçurtmanın ipine takılan siyah bir uçurtma gibi birbirine dolanan sorularım vardı. Ne tuhaf değil mi? uçurtma, bir başkasına değdiği anda ipler birbirine dolaşır, çıkabildiği o yükseklikten aniden yere düşer ve ipler bir kördüğüm haline geldiği için o renkli uçurtmalar yerde kırılmış halde kalmaya devam ederdi.

 

 

Aracın kapısını açıp asılan yüzümü umursamadan bindiğimde koltuğa geçip arabanın camından onları izlemeye başladım. Fatih hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyor, kurtarıcım ise korumanın önüne koyduğu dosyaya bakıp inceliyordu. Ardından eline telefonunu aldığını gördüm bu uzaklıktan. Oflayarak başka yere baktığımda elim saç örgüme dokunduğu esnada telefonumdan gelen bildirimle elimi siyah eteğimin cebine daldırdım.

 

 

Mektup arkadaşı: Büyük abinin sana beslediği öfkenin nedenini uzaklarda arama, güneşin doğuşu. Belki çok yakınında, belki de yanındadır.

 

 

Ekranıma düşen mesajı okuduğumda, kaşlarımı keskin türden çatarak önüme baktım. Kurtarıcım, işi bitmiş olacak ki geri cebine attı telefonunu ve sanki ona baktığımı hissetmiş gibi bana uzaktan saniyelik bir bakış fırlattığında nefesimi tuttum. Yağmur başlamıştı. Aracın camına çiseleyen küçük damlalar, artık onları buğulu görmemi istercesine yağarken gözlerimi kurtarıcımdan çekmedim.

 

 

Büyük abi dedikleri bu kadının bana duyduğu öfkenin nedeni, kurtarıcım olabilir miydi?

 

 

Bu mesajın içeriği bariz ortadaydı. Mektupçum her kimse, bana bu mesajları boş laf salatası olsun diye atmadığını umuyordum. Nerede ne konuştuğumu, ne yaptığımı ve nerede olduğumu nasıl biliyordu? Kahretsin. Kafayı yemek üzereydim ve halim ortadaydı. Dokuz sene hastanede akıl sağlığımı korumayı az da olsa başarmış ben artık deliriyordum. Cama düşen damlalar sertleşmişti. Yağmurun şiddetlenmesi sonucu artık onları ve ne yaptıklarını göremiyordum.

 

 

Telefonu kucağıma atıp ellerimle yüzümü avuçladım. Tamam. Sakinim. Her şey yolunda. Her şey, yolunda. Derin bir nefes almaya çalıştım fakat dinmiyordu. Zihnimin bahçesine ekilen şüpheler gittikçe artıyor ve beni bir çıkmaza itiyordu. İki seçenek vardı. Mektupçum ya kurtarıcımdı, ya da telefonum alenen dinleniyordu. Olabilir miydi? bana ilk günden beri kendisine güvenmem gerektiğine dair vaadler veren kurtarıcım asıl mektupçum olabilir miydi? var mıydı bunun mümkünatı?

 

 

Sertçe yutkundum. Elim boğazıma abandı. Telefonuma düşen bir bildirim ile gözlerimi istemeden devirdim ve ekrana baktım, hareketlerim yavaştı.

 

 

Lavin/ya: Anna, sana bahsettiğim birisi vardı; Esved. Benimle görüşmek istediğine dair mail attı. Lütfen en kısa sürede iletişime geç.

 

 

Esved mi?

 

 

Bu henüz tanışmadığım Esved denen çocuk, Lavin'in anlattığı kadarıyla İrem'in öldüğü gün kazanmamız için savaşı terk eden çocuktu. Kazanmamızın bir diğer ihtimali, karşı takımdan birinin oyunu terk etmesi üzerine gerçekleşirdi ve Esved duyduğum kadarıyla Lavin'i tanıyınca alanı bırakıp gitmişti. Aynı zamanda da, kızın yurttan arkadaşıydı ve bir mazileri vardı.

 

 

Aklıma gelen soru yazıya döktüm.

 

 

Ben: Mailini nereden buldu?

 

 

Yanıt çok geçmeden gelmişti.

 

 

Lavin/ya: internet üzerinden yazdığım kitaplarımı bulmuş.

 

 

Lavin/ya: İleşim için bioya mailimi yazmıştım.

 

 

Lavin/ya: Oradan bulmuş.

 

 

Büyük ihtimalle kızı internette arayıp hesabını bularak atabilmişti maili. İyi ama, onun bizim katıldığımız kanlı oyunda ne işi vardı? hadi bizim kendimizce sebep ve gereçlerimiz vardı fakat onun o tür ıssız yerlerde bulunmasını doğal karşılamıyordum. Dolayısıyla bu onu gözümde sıradan bir çocuk yapmıyordu.

 

 

Düşündüklerimin birazınıda olsa yansıtmak için parmaklarım klavyede dolaştı.

 

 

Ben: Bensiz bir şey yapma.

 

 

Ben: Adamı tanımıyoruz, ne demek istediğimi biliyorsun.

 

 

Lavin/ya: Sen ne zaman geleceksin?

 

 

Suratımda yarım yamalak duran bir sinir selinin olduğunun bile farkında değilken ekranı parmağımla kapatıp sertçe kucağıma attım. Dirseğimi araba kapısına yaslayıp elimle dudaklarıma stresimi gidermek için dokunurken ne düşüneceğimi, neyi nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum. Allak bullak olmuş kafam artık kapasitemi yerle bir etmişti şu geçen yavaş dakikalarda.

 

 

Neden mutlu olamıyordum?

 

 

Ben artık mutlu olmak istiyordum.

 

 

Ama anlamıştım. Bu davayı kan akıtmadan kapatmamın, imkanı yoktu. Bu süreçte ise mutluluk bana haram kılınmıştı. Hıhh. Yolun sonu Anna. Kararan yeşil gözlerimi araba camında yansıyan görüntüme diktim. Yağmurun sesi içime dolar gibiyken düşüncemi sesli dile getirerek, "Bu intikamı, er ya da geç, almalısın." Dediğimde bir şimşek çaktı benim şerefime. Gür ve sesli bir şimşek.

 

 

Gökyüzüne baktım naifçe.

 

 

Kurtarıcım işi bitmiş olacak ki ne ara geldiğini anlamadığım şekilde araca bindi. "Çok bekletmedim umarım." Dediğinde sessizce gökyüzünü izlemeye devam ettim.

 

...

 

 

 

 

 

20 DAKİKA SONRA.

 

 

Kaçırıldığım yere gelmiştik. Burası Evren'in annesiyle yaşadığı ilk ev ve ilk malikaneydi. Unutmamıştım. Bana anlattıklarını, unutmamıştım. Bu evden gitmek istemiş, fakat anıları var diye de bu evin aynı dizaynını başka bir malikaneye uyarlamıştı. Gerçekten de eksantrik bir insandı Evren Koraltan.

 

 

Aklıma ona bu malikanede sarılarak şarkı söylemem geldiğinde sıkıca yumdum gözlerimi. Hatırlamak istemiyordum. Mektupçum kurtarıcım olabilirdi. Ben onun akışına kapılmak istemiyordum fakat çok geçti. Çok, geçti. Ben çoktan onun sularına kapılmıştım hatta boğuluyordum. "Bu gün işim yok." Dediğinde kalbimin ağzımda atmasını sağlayan erkeksi sesi dudaklarından çıkıp bana yönelmeye devam etti.

 

 

"O yüzden bu günü seninle vakit geçirmek için ayırdım, turuncu kafa." Benimle mi? neden ben mesela? niye ben? koskoca örgüt sahibi birisin sen mesela, çok işin gücün vardır neden bana ayırdın? "Sen beni duyuyor musun?" eli çenemi kavradığında gözlerimi gözlerine çevirdi. "Anna, iyi misin?" diye sorduğunda gözlerimi kırpıştırdım.

 

 

"Sana gerçekleri vermemi istiyordun." Ses tonu değişmemişti. Düz ve yumuşaktı. "Ben de dün ve bugün duydukların için vaktimi sana ayırdım." Bakılası kehribar gözleri yüzümün her bir zerresini incelerken düşündüm.

 

 

Doğru söylüyordu. Dün Sezer'in evini basmıştık ve aklımda ertelemekte olduğum bir sürü soru vardı. Bugünse yeni bilgiler eşittir yeni sorular demekti. Fatih'in anlattıkları da eklenmişti sorucağım sorular kutusuna. Beni o yüzden buraya getirmişti. Sessiz sakin bir yerde konuşmak istiyordu.

 

 

Bana iyice yakınlaşmış adamın buram buram hindistan cevizi kokusu burnuma dolunca bir şimşek daha çaktı ve bu sefer etraf saniyelik kararmıştı. Bu bir saniyelik kararma, onun sarı harelerini parlatırken sertçe yutkundum. Herif hem korkulası hem de bakılasıydı arkadaş.

 

 

Tam kendimi toplamış ağzımı açacaktım ki, "Bu kadar belli etmene gerek yok." Demesi üzerine yüzüme dumura uğrayan bir ifade yerleşti.

 

 

"Ben mi seni seviyorum? hah!" dediğimde gözlerimin içine bakarak güldü ve bu gülüseme bana çok dokundu! "Kendini çok beğenmiş bir insan olman benim suçum değil." Etrafı işaret ettim. "Hem beni getirdiğin ve vakit geçirmek istediğin yer bir harabe! insan biraz zevkli olur canım!"

 

 

"Anna-"

 

 

"Çok alışıksın değil mi kadınların seni el üstünde tutmasına? ama yok yook. Sürekli seni tersleyen bir kadın görünce bu sefer yediremedin gururuna."

 

 

"Anna-"

 

 

"Hem ben parayla satın alınacak bir tipe mi benziyor muyum? baksana şu sıfata? deli raporum var benim oğlum, deliyim ben deli! sanki bilmiyorsun."

 

 

"Anna-"

 

 

"NE!" diye bağırdım bu sefer.

 

 

Sessizlik.

 

 

Anna Anna Anna. Ne Anna'ymış arkadaş!

 

 

Onun keyifli yüzüne bön bön bakarken gülümseyerek bana yaklaştı Evren. Manidar bir sesle ve muzip bir bakışla, "Sana, beni sevdiğini söylemedim." Deyince ilk önce anlamadım. Gözlerini benden ayırmadan kapısını açıp yere ayak bastı. Aynı saniyelerde kapıyı suratıma kapatmasıyla jeton düştüğünde elimi alnıma vurdum.

 

 

 

 

 

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

 

Bu, kitabın 2. serisi olduğu için başlangıcı olaylara ve kaosun içine atmak istemedim. O yüzden lütfen bu bölümün sıradanlığına değilde ilerleyen günlerde yayınlayacağım kaos dolu bölümlere bakın olur mu?

 

 

Bu bölümde Evren'in sakinliği şaka gibi geliyor değil mi? Bunun sebebi, kitabın 1. serisinin son sahnelerinde yaşanan rekabet. Anna, kurtarıcısının dedesine karşı yenilgi yaşamasına müsaade etmediğinden dolayı Evren'in aklında Anna ile ilgili düşünceler değiştişti :) Dolayısıyla kurtarıcımız bu bölümde sakindi fakat ilerleyen günleri bilemem :)))

 

 

Peki siz Anna ve Evren hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

 

Lavin ve Kartal hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

 

Minik yıldıza basarak ve yorum yaparak bana destek olmayı unutmayın, hoşça kalın!!!

 

 

 

 

 

Loading...
0%