Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. BÖLÜM

@ceylan1

 

 

 

 

instagram.com/azr.sani

 

 

MİLYONDA BİR

 

🤍

 

 

2.BÖLÜM

 

"SONDER"

 

 

 

 

Taylor Swift, treacherous (taylor's version)

 

Graice abrams, stay

 

 

 

 

 

 

 

"Le ballet est la plus noble." bale en asil danstır. Öyle söylerdi pembe dudaklar. O zaman bir tek babamda sandığım altın rengindeki sarı saçı o kadında da gördüğümde hayal kırıklığı yaşamıştım. Çevremdeki herkesin benim gibi koyu saçlıydı, bende o benim babam olduğu için saçlarının öyle olduğunu sanırdım. O özeldi çünkü. Güçlüydü, akıllıydı, kocaman kolları vardı.

 

 

Eve geldiğimde anneme yaşadığım hayal kırıklığını anlattığımda bana gülmüştü ve bu iyice moralimi bozmuştu. Durumu fark eden annem hemen durumu toparlamıştı ve bana renklerin dünyaya ve içinde bulunan her şeye ait olduğunu söylemişti.

 

 

Mavi, kırmızı, sarı... Dünyaya, evrene çok güzel şeyler katmıştı. Birbiriyle bir bütün olup yüzlerce binlerce şeylerle eşleşmişlerdi. Hepsinde bir uyum vardı. Güneşin mavi, gökyüzünün ise sarı olduğunu düşünsenize nasıl absürt duruyor? Tam tersi olduğu zaman, o kadar düzenli ve rahatlatıcı görünüyordu ki insanlar bunun ile ilgili düzinelerce şarkı sözü, şiirler, hikâyeler yazmışlardı.

 

 

Al da küçük yıldızlara böl onu;

 

 

Onlar göğün yüzünü öyle bir süsleyecektir ki,

 

 

Bütün dünya gönül ver geceye,

 

 

Tapmayacaktır artık o muhteşem güneşe.*

 

 

"Abla, Çınar abinin gösterisi ne zaman başlıyor?" dikkatimi tuvalden alıp Bade'ye verdim. "Saat altıda başlayacak," saatime bakıp tekrar Bade'ye döndüm. "Birazdan salona geçeriz." dediğimde kafasını sallayıp camın önündeki çiçeklerle ilgilenmeye devam etti. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi tekrar bana döndü.

 

 

"Abla, bu çiçeğin ismi ne?" eliyle gösterdiği beyaz yapraklı ortasında sarı bir çiçek olan çiçeğe baktım. Nergis. "Nergis," hızla başını sallayıp tekerli taburesi ile yanıma doğru geldi. Başta tuvaldeki resme sonra bana baktı. "Onun hikâyesi ne abla?" dediğinde kaşlarımı çattım. Ne demek istediğini anlamamıştım.

 

 

"Hadi ama abla, sen dememiş miydin her çiçeğin bir hikâyesi var!" fırçamı bırakıp boğazımı temizledim. Meraklı Cimcime hiçbir şeyi unutmuyordu. Belki de aklı kötülüklerle dolmadığı için zihni açık ve parlaktı. Umarım hep böyle kalırsın ve ben de seni koruyup kollayabilirim.

 

 

"Efsaneye göre dünyanın en güzel, yakışıklı erkeği Narkissos isimli bir gençtir. O kadar güzelmiş ki tüm kızlar, periler ona aşıkmış ancak o kimsenin aşkına karşılık vermemiş. İçlerinden bir peri bu duruma o kadar öfkeliymiş ki Zeus'un yanına gitmiş. Zeus'a o kadar çok yalvarmış, bu yalvarmalara artık dayanamamıştı. Narkissos'u lanetle cezalandırmıştı. 'Başkalarını sevmeyen kendisini sevsin.' der ve onu lanetler." derin bir soluk alıp devam ettim.

 

 

"Bunun ardından Narkissos, bir gün susar ve yakınlardaki bir göle gider. Eğildiğinde kendi yansımasını görür. Tıpkı lanette olduğu gibi kendine aşık olur. Yakından bakmak isterken bir anda dengesini kaybeder ve göle düşer. Bunu gören periler hemen sevdikleri adamı kurtarmaya çalışırlar ama çok geç kalmışlar. Periler onun yasını tutarken su, ona aşık olmuş ve onun anısına düştüğü yerde dünya üzerinde daha önce görülmemiş bir çiçek açtırmış. Nergisleri."

 

 

Her şeyin bir hikâyesi vardı varmasına ama bunların çoğunluğu mutlu sonla bitmiyordu. Daha doğrusu hepsi mutlu sonla bitmiyordu. Nergis perilerin benciliği yüzünden ölen Narkisssos'un, açelya kavuşamayan iki aşığın, sarı krizantem karşılıksız sevginin çiçeğidir.

 

 

Çiçekler dışında gerçek şeylerde de bu geçerliydi. İnsanlar Dünya'ya gelirken bile acı çekiyorlarken hikâyelerin nasıl mutlu son ile bittiğine nasıl inanabilirdik. Mutlu sonlar, peri masallarında geçerliydi. Bunun farkına vardığınızda çıplak gerçeklerle karşılaşıyordunuz. Hayat işte, beş harf iki hece ile tam karşınızda tüm çıplağı ile.

 

 

Bade, Narkissos'un öldüğünü anladığında dudaklarını büzmüş dolu gözleriyle bana bakıyordu. Onu neşelendirmek adına "Gel, senle kurabiye yapalım." dedim. Hızla başını salladığında gülümsedim.

 

 

Tüm fırçalarımı suya koyup atölyenin anahtarlarını aldım. O da burnunu çekip yanıma geldi. Beraber atölyeden çıktık, o hızla bahçeden salona doğru giden yolda ilerledi. Ben de küçük atölyemi kilitleyip Bade'nin yanına gittim.

 

 

O çoktan Ayşe ablanın yanına gitmiş, biraz oturmasını söylüyordu. Ama Ayşe abla yine bir klasiklik yapıp Bade'yi mutfağından kovmaya çalışıyordu. Ancak Bade'nin inadını hesaba katmayı her seferinde unutuyordu.

 

 

"Mutfağıma giremezsin Cimcime!" elini beline atmış gözlerine kısarak ona bakıyordu. Bade ise "Ama Ayşe abla, hadi ablamla kurabiye yapacağız!" dediğinde Ayşe abla ocakta yemekleri gösterdi. "Babanız gelecek ve hâlâ hazır değil. Hadi Cimcime!" eliyle mutfak kapısını işaret etti.

 

 

 

"Ayşe abla, sen biraz dinlen ben bakarım yemeklere." olay fazla büyümeden el attığımda Ayşe abla bir bana bir Bade'ye baktı. Tekrar bana baktığında gülerek başımı salladım. "Mutfağımı geçen sefer ki gibi istemiyorum Cimcime!" dediğinde kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum.

 

 

"Aşk olsun ama Ayşe abla, ne zaman mutfağını batırdım?" Bade'nin dediği şeyle Ayşe ablayla beraber tek kaşımızı kaldırmıştık. "Bakmayın öyle." omuzlarını düşürdüğünde elimi koluna koyup sıvazladım.

 

 

 

"Hadi bakalım küçük şef! Bitter çikolatalı kurabiye bizi bekliyor." dediğimde hemen dikleşip adanın hemen önündeki bar taburelerine koştu. Kapının önünde duran Ayşe ablayı salona götürüp biz gelene kadar kalkmaması için tembihledim. Ayşe abla, buraya ilk taşındığımızdan beri yanımızdaydı.

 

 

Deniz ve toprak kokusu etrafı sarmalamış, ağaçlar kızın tabiri ile saray gibi olan evi sarmıştı. Arkadan gelen dalgaların kıyıya vurması ve yaprakların birbirine çarpış sesleri havanın ne kadar rüzgârlı olduğunun birer kanıtıydı.

 

 

Küçük kız, annesinin ona giydirdiği pembe şortu, beyaz gömleğine zıt iki yanda örülmüş gece karası saçları ile çok tatlıydı. Elinde babasının ona aldığı kar beyazı oyuncak ayısı ve yavru kediler ile bahçede koşturup oynuyordu.

 

 

Sonunda çok yorulduğu için mutfak kapısından içeri girdi. Koşarak odasına girmeye çıkarken salonda daha önce görmediği o kadınla karşılaştı. Annesi ile solanda oturmuş konuşuyorlardı. Çekinerek salonun girişinde durup bir annesine bir kadına baktı. Kadın, annesine nazaran uzun ve güneş kırmızı saçları vardı. Kız buna hayran kalmıştı çünkü bu rengi sadece babası ve annesiyle piknik yapmaya gittiklerinde görmüştü.

 

 

Annesi salonun girişindeki kızını görünce yanında gelmesini söyledi. Kız kadının güneş kırmızı saçlarından bakışlarını çekti ve annesinin yanına gitti. Annesine bu kadının kim olduğunu sordu. Annesi gülerek yamuk Türkçesiyle "Kızım bu ablanın ismi Ayşe. Artık bizim ile beraber olacak." dediğinde küçük kız kaşlarını çatıp kadına baktı.

 

 

Abla mı demişti annesi? Kardeşini paylaşmak zorunda mı kalacaktı? Hayır bunu istemiyordu. Sadece onun kardeşiydi, Pis Çınar ile paylaşamıyorken tanımadığı bir kadınla paylaşacaktı. Kızın içini korku ve endişe aldı. Sonra tekrar annesine döndü. "Kardeşimi paylaşacak mıyım?" annesi küçük kızına gülüp kafasını iki yana salladı.

 

 

Mutfağa girdiğimde Bade bar sandalyelerine oturmuş önündeki üzümleri yiyordu. Ben de oturup birkaç tanesini ağzıma attım. Elimle yumruk yapıp hafifçe adada tıklattım. "Malzemeler margarin, toz şeker, yumurta, mısır nişastası, vanilin, karbonat, un ve pekmez. İş başına küçük şef!" tek tek hepsini saydıktan sonra saçlarımı ensemde toplayıp ellerimi yıkadım.

 

 

Bade,malzemeleri yavaş yavaş adaya dizerken ben de ocakta yemekleri karıştırıp altlarını kıstım. Ardından bir plastik kap ve su bardağı alıp adanın üzerine koydum. Aklıma gelen fikirle gülümsedim.

 

 

"Cimcime, bu sefer ben tarif edeyim sen yap?" dediğimde gözlerinin içi parladı ve kafasını hızla salladı. Çekmeceden bıçak alıp margarini ölçeğine göre kesip kabın içine attım. "Ellerini yıkayıp kuruladıktan sonra küçük parçalara ayır." lafımı ikiletmeden bar taburesinden indi. Bende o sıra toz şekerin ölçeğini ayarladım. Ellerini havlu ile kurulayıp tekrar yerine oturdu.

 

 

"125 gram margarine yaklaşık 1 su bardağı toz şeker koyarız," margarin paketinin arkasındaki gramaj sayılarını gösterdim. "Bak burada ne kadar ekleyeceğin yazıyor. Canın eğer isterse buna göre bakıp yapabilirsin." gülümsedi ve dediğim işe koyuldu.

 

 

Margarini güzelce ezdiğinde toz şekeri ekledim. Onu da bir güzel karıştırdığında yumurtayı ekledim. "Abla, vıcık vıcık oldu!" dudaklarını büzüp eline baktı. Hâline güldüm "Biraz elin batsın ne olacak?" dediğimde hâlâ somurtmaya devam etti. Sırasıyla diğer malzemeleri koydum. Bade hamurla cebelleşirken bende kenarda duran çikolataları bıçakla küçük parçalara kestim. Hamuru uzun uğraşlar sonucu yoğurmayı bitirdiğinde çikolataları koydum. "Sen ellerini yıka, bende bunu dolaba koyayım." çekmeceden streç film alıp kabın ağzını kapadım.

 

 

Hamuru dolaba koyduktan sonra yemeklerin pişmiş olabileceğini düşünüp altlarını tamamen kapadım. İlerdeki kahve kavanozu gözüme çarptı. Burnumda kahve kokusu tütünce kendime kahve yapmak istedim. Belki Ayşe ablada içer diye oturma odasına girip yanına atladım. Oturduğu yerde ufak bir şekilde sıçradı.

 

 

"Kız, aklım çıktı! Deli, yapılır mı öyle ani şeyler?" elini kalbinin üzerine koymuş bana kızıyordu. "Ayşe Sultanım kahve içecek misiniz?" ellerimi tombik yanaklarına koyup sıktım. Bunu yaptığımda hemen siniri uçardı. Ellerimi yanaklarından çekip biraz uzaklaştı. "Yap bari. Bol köpüklü olsun." gülümseyerek başımı sallayıp koltuktan indim. Hızla mutfağa girdim. Bade bar sandalyesine oturmuş, dirseklerini adanın üzerine koymuş, yanaklarını ise avuç içlerine yaslamıştı.

 

 

Sarı bukle bukle olan saçları yaptığı topuzdan bağımsızlığını ilan etmek üzereydi. Türk kahvesi makinesine gerekli ölçüde kahveyi koyup Bade'nin yanına gittim. Saçlarındaki tokayı çıkarıp elimle bir güzel saçlarını sıkı bir at kuyruğu yaptım. İşimi bitirdiğimde arkasına döndü. "Neden topladın abla?" omuz silktim. "Cinnet geçirme diye." dediğimde gülümsedi. Saçları bukle bukle olması güzel olsa da bazen sinirlenip eline makas alacak kadar sinirleniyordu.

 

 

Makine ötünce bir fincan ve altlık alıp cezveyi makineden çıkardım. Dikkatli bir şekilde fincana döküp altlıkla beraber tepsiye koyup Ayşe ablanın yanına gidip kahvesi verdim. Ardından tekrar mutfağa girip filtre kahve koydum.

 

 

"Abla ben de kahve içsem?" masum masum bakan kardeşime döndüm. Bana yumuşak tüylü bir kedi gibi bakınca bir an yumuşayacağımı düşünmüştüm ama sonra topladım. "Ablacım biliyorsun ama, kahve içemiyorsun. Onun yerine süt içsen?" dediğimde hemen dudaklarını büzmüştü.

 

 

 

Sonradan kafasını sallayıp tabureden inmişti. Dolaptan sütü çıkarıp bana uzattı. Onu da cezveye koyup ılık bir süt hazırladım. Kahveyi ve sütü tepsiye koydum. Bade'ye kafamla meyve tabağını işaret edip salona geçtim. Tepsiyi masaya koyup elime kupamı aldım. Bade, bardağını alıp karşımdaki tekli koltuğa yerleşti. Koltuğun üzerindeki kumandayı alıp televizyonu açtım.

 

 

Çınar'ın müsabakasının yayınlanacağı kanalı açtım. "Abla, Çınar abi ne zaman çıkacak?" Bade'ye döndüm. "İkinci olarak çıkacakmış." tekrar önüme döndüm.

 

 

İçimden dualar etmeye başladım. Onun için bu müsabaka çok önemliydi. Olimpiyatlara geçiş biletiydi ve ilk sıraya yerleşmesi gerekiyordu. Lütfen kazasız bir şekilde tüm hareketlerini doğru bir şekilde yapsın. Lütfen.

 

 

İngilizce yapılan anonstan sonra Türkçesi yapılmış ve ilk yarışmacı çağrılmıştı. Kısa bir süre sonra buz pistine giriş yapmıştı. Duruşu o kadar kendinden emin ve serti ki bir an kimin buz olduğunu düşündüm. Ama çalan müzik tüm düşüncemi def etmişti. F.D Marchetti' den Fascination. Çok eski ve naif bir parçaydı. Melodi biraz geçtikten sonra o sert hali bir anda puf oldu. Kendini akışa bırakıp koreografisine göre ilerlemeye devam etti. Birkaç yerde tökezlese de bir şekilde bitirmişti. Sanki bir şeyler eksik gibiydi.

 

 

Bu pistinden ayrılıp puanlanmanın açıklandığı bölüme geçtiler. Bir iki dakika sonra puan tablosu ekrana yansıtıldı. Çocuk toplam 50,91 puan almıştı. Diğer tur aldığı puan ile birlikte toplam 107,20 olmuştu. Umarım Çınar daha yüksek alırdı.

 

 

Koçu ile kadrajdan çıktıktan sonra Çınar'ın ismi anons edildi. Hepimiz elimizdekileri masaya bırakıp pür dikkat Çınar'ın piste girişini izledik. Kollarını açarak pistin ortasına doğru ilerledi. Yüzünde her zamanki gibi gülümsemesi vardı. Şebek seni!

 

 

Kollarını indirip müziğin başlamasını bekledi. Sonunda hafif 70'ler havası veren bas gitar ağırlıklı şarkı başlamış oldu. Buzlar Kralı, bana izletmeyip sürpriz dediği koreografisine başladı.

 

 

İlk üçlü atlayışını yapacağı sırada nefesimi tutum. Lütfen yap. Sıçrayıp kollarını göğsünde çaprazladı. Bir... İki... Üçe geçerken kollarını yavaşça iki yana açıp, yere inip, sol bacağını havaya kaldırdı. Tutuğum nefesimi verdim. Başarmıştı.

 

 

İlkini yaptığına göre diğerlerinde zorluk çekmeyecekti. Geriye doğru kayıp ellerini iki yanına açtı. Kolları ile birlikte içeri doğru bükülüp hızlı bir şekilde dönmeye başladı. Yavaş yavaş aşağı doğru eğildi, tekrardan hızla döndü.

 

 

Hızla yukarı doğru çıktı. Vücudunu sağa doğru yatırdı sol bacağını havaya kaldırıp kendi çevresinde döndü. Müziğin ritmi hızlanınca bacağını içe doğru kıvırıp daha hızlı dönmeye başladı. Ritim yavaşlayınca o da yavaşlamıştı. Müzik ve buzla bütünleşmişti âdeta. Patenin kestiği buz parçacıkları etrafa saçılıp kameralara görsel şölen sunuyordu. Oraya hiç yabancı değildi. Sanki hep orada kaymış gibi rahattı.

 

 

Şarkının sonlarına geldiğinde o da son hareketlerini yapmış ve final pozunu vermişti. Buzlar Prensi yine her zamanki gibi kusursuz kaymıştı. Sahada büyük bir alkış tuhafını oluşmuştu. Seyircilere kocaman bir gülümseme verdi. İki defa eğilip kalktı teşekkür manasında.

 

 

Ardından hızla buz pistini terk etti. Puanlama yapılan yere geçtiklerinde içim bir kıpır kıpır oldu. İlk tur yine herkesten yüksek bir puan almıştı. Yavaş yavaş ekranda puan tablosu çıktı. İlk kısa programdan yaklaşık 60,57 gibi puan almıştı ve şuan ki puanı gördüğümde far görmüş tavşan gibi ekrana bakmıştım.

 

 

Bende Çınar gibi ayağa kalkıp zıpladım. "Kimin arkadaşı be!" diye bağırdığım. Ayşe abla bu hâlime gülerken Bade bana ayak uydurarak zıplamaya başlamıştı. Çınar kameraya öpücük atıp gururlu bir şekilde arka tarafı ilerledi.

 

 

Toplam puanı 120,56. Şuana kadar alınan en yüksek puan diye anlatılmaya başladığında yüzümdeki gülümseme daha çok büyüdü. Olimpiyatlara katılabilecekti. En çok istediği, hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirebilecekti.

 

 

Telefonumun zil sesini duymamla koşarak mutfağa girdim. Arayan Sinsi Çınar'dı. Hemen yanıtladım. "Dolunay!" sevinç çığlığı attığında ben de ona karşılık verdim. "Çınar!" dediğimde güldü.

 

 

"Nasıldım ama? Bence artık senden daha iyi olduğumu kabul et." söylediği şeye gülüp "Ne demezsin, kuğu gibi süzüldün. En yüksek puan sana ait şuan. Bence seni kimse geçemez." dediğimde güldü.

 

 

"Öyle mi?" benle alay ettiğinde gözlerimi devirdim. "Madem o kadar iyiydim. Ne alacaksın bana?" dediğinde yanaklarımı şişirdim. Kafamı kaşırken nefesimi dışarıya verdim. "Ne istiyorsun?" birkaç mırıltı çıkardı. Sanırım aklındaki tilkiler dönmeye başlamıştı. Yine.

 

 

"Ne istersem yapacaksın değil mi?" onaylayan mırıltılar çıkardım. "Söz ver," aklından neler geçiyor Çınar?

 

 

"Söz, yapacağım!" dedim. Memnun olmuş bir sesle "Benimle birlikte o partiye geleceksin?" dediğinde tekrardan gözlerimi devirdim. Ne bitmek bilmeyen bir partiydi! Çınar bitince babam, babam bitince Çınar. "Zaten seninle gelecektim, neden başka bir şey istemiyorsun?" yapacağım planı anlamaması için ses tonuma dikkat etmeye çalıştım. Lütfen Çınar beni bu kadar iyi tanıma!

 

 

 

"Ben seni bilmiyorum sanki. Kendini odaya kapayacaksın sonra 'Çınır sin git bin gilmiyirim!' deyip beni partiye yollayacaksın. Şimdi, ben yarışmada iyi bir sonuç elde ettiğime göre sen de az önce bana söz verdin. O yüzden sana aldığım o muhteşem elbiseyi giyip, partiye gelip, herkese Dolunay Demir'i gösteriyorsun! Şimdi kapatıyorum yarın partide görüşürüz aşkım." dedikten sonra yüzüme kapanan telefon ile öyle kalmıştım. Bunaldığımı dışarıya verdiğim nefes ile belli ettim. Bar taburelerinden birsini oturup başımı ellerimin arasına alıp biraz ovdum. Sizi iyi bilen bir arkadaş olması her açıdan iyi olsa da bir şeylerden kaçmak istediğinizde buna izin vermiyordu.

 

 

Çınar, benim bu hayata sahip olduğum tek dostum, sırdaşımdı.

 

 

Küçük kız, babasını bir arkadaş ile tanıştıracağını söylediğinde çok heyecanlanmıştı. O günden beri içi içine sığmıyor, oradan oraya koşturuyor, hangi elbisesini giyeceğini karar vermeye çalışıyordu.

 

 

Acaba pembeyi mi giyseydi, yok olmazdı. Çok sevdiği pembe elbisesi artık ona olmuyordu. İçli içli pembe elbisesine baktı, babası ona üçüncü yaş doğum gününde almıştı ve daha yeni dördüncü yaşına girmişti. Ne ara bu kadar çabuk büyümüştü!

 

 

Mavi? Mavi renkteki elbisesin üzerine yeni öğrendiği papatyalar vardı. Kolları fırfırlıydı ve dizine kadar uzanıyordu. Bunu giyecekti. Annesine koşarak elbisesini gösterdi. "Anne, ben bunu giyeceğim!" annesi kızını kucağına almış ve gözlerindeki mutluluğunu izliyordu.

 

 

"O zaman saklayalım bunu." yamuk Türkçesiyle konuşmuştu. Kızı için eşi sayesinde Türkçe öğrenmeye çalışıyordu. Arada tıkansan da iyi sayılabilecek bir Türkçesi vardı.

 

 

Kızını kucağından indirip seçtiği elbiseyi askılığa asmıştı. Kızını tekrar kucağına aldı. "Yatma vakti Petite Pleine Lune!" dediğinde Küçük Dolunay dudaklarını büzmüştü. Uyumak istemiyordu. Gözlerini ovarken annesi hemen bu duruma el atmıştı. Annesi, kollarını boynundan aşağı sarkıtıp kafasını boynuna yaslandırdı. Annesinin kokusu hemen uykusunu getiriyordu.

 

 

Onun kokusu çocuğun uyuması için söylenen ninniden daha etkiliydi.

 

 

Elbisesini seçtiği günden sonraki gün babası arkadaşının bugün geleceğini söylemişti. Kız hemen elbisesini giymiş ve annesine saçlarını örmesini söylemişti. Annesi kızının bu heyecanına gülmüştü.

 

 

Nihayet annesi kızının gece saçlarını iki yanından örmüş, mavi elbisesi ile koltukta hızla ayaklarını sallayarak arkadaşının gelmesini bekliyordu. Zil çaldığında kız heyecanla oturduğu yerden kalkıp kapıya koşmuştu. Annesi ile babasının uyarılarına aldırmadan kapıya ulaşmış ve üzerini düzeltmişti.

 

 

Kapıyı açıp önündeki babasının boyundaki adam ile güzel kadına bakmıştı. Arkadaşı neredeydi? Babası hızla kızının yanına gelmişti. Kız başını kaldırıp babasına dolu gözlerle baktı. "Arkadaş nerede baba?" dediğinde kızını hemen kucağına alıp yanağını öptü.

 

 

Tolga Demir arkadaşına döndü. "Çınar nerede?" dediğinde biraz sola kaymış ve arkasındaki Çınar'ı gözler önüne sermişti. Küçük kız gözlerini silip babasının kucağından inmek için çırpındı. Babası hemen yere indirdi.

 

 

Dolunay en içten gülümsemesiyle yeni arkadaşına elini uzattı. "Ben Dolunay," dedi kız. Çocuk ise hiç memnun olmamış gibi burun kıvırıp kollarını göğsünde bağlamıştı. Küçük kız bu harekete çok bozulmuştu.

 

 

Kızda burun kıvırıp kollarını göğsünde bağladı. İçeri girip annesin yanına gidip Çınar'ı şikayet etti. Çınar ve ailesi içeri girdi. İki aile, çocukların bu hâline gülmüşlerdi.

 

 

Küçük Dolunay yemek masasının hemen yanındaki oyuncak alanına gidip oyuncakları ile oynamaya başladı. Oyuncak bebeklerinin saçlarını tarayıp tıpkı annesinin saçına yaptığı gibi o da kendi bebeklerine yapmaya çalışıyordu.

 

 

Bir sağdan bir soldan bir de ortadan tutam alıyoruz. Hangisini ilk önce atıyorduk? Kızın kafası iyice karışınca örme fikrinden vazgeçip sıkı bir at kuyruğu yapmıştı. Tam halasının ona aldığı arabaya bindirecekken bir çift ayak görüş açısına girmişti.

 

 

Kafasını kaldırdığında ona burnunu kıvıran çocuk şuan ona tepeden bakıyordu. Kızın yanına neden gelmişti? Hani arkadaş olmak istememişti.

 

 

Çocuk, elini kıza uzattı, "Ben de Çınar, bir daha ağlamazsan senle arkadaş olurum." daha yeni yeni dili dönüyordu dolasıyla bazı harfleri hâlâ yutuyordu.

 

 

Kızın kulaklarında arkadaş olurum cümlesi yankılanıyordu. Sonunda bir arkadaşı olacaktı. Bale sınıfındakiler onunla arkadaş olmak istemiyordu, sürekli onu dışlıyorlardı. Hızla başını sallayıp ayağa kalktı. Çocuğa sımsıkı sarıldı. Daha o zamanlarda bile çocuğun boynuna geliyordu kız.

 

🤍

 

 

Alarmın sesi kulaklarımda yankılandığında gözlerimi açıp yatakta doğruldum. Diğerlerinin uyanmaması için alarmı kapattım. Oda, güneş hâlâ doğmadığı için sadece gece lambasının loş ışığı ile aydınlanıyordu. Hızla yatak ile olan bağımı kesip banyoya yöneldim. Lavabonun önüne geçip dişlerimi fırçalamaya başladım. İşimi bitirince banyodan çıktım.

 

 

İç çamaşırlarımı ve yeni ütülenmiş okul formamı giyindim. Bir tarak ve iki lastik toka alıp aynamın karşısına geçtim. Yere oturup birbirine karışan saçlarımı ayırdım. Sanırım saçlarımın hafif düz olmasının en büyük kayrası kolay açılabiliyor oluşuydu.

 

 

Saçımı ortadan ikiye ayırıp sağ kısmını tokayla tutturup önüme gelmesini engelledim. Sol kısmı tekrar tarayıp üst kısımdan üç parçaya ayırdım. Sıkı bir şekilde örmeye başladım. Sürekli saçlarımı ördüğümden hemen bitmişti. Aynı şekilde sağ tarafı da örüp lastik tokamla bağlamıştım.

 

 

Olduğum yerden kalkıp üzerimi düzelttim. Masama tarağımı bırakıp çantama gerekli kitaplarımı çantama yerleştirip en son gözlüğümü yerleştirip çantamı kapadım. Yatağımı toplayıp şarja takılı olan telefonumu aldım.

 

 

Çınar'a uyandığında haber vermesine dair mesaj atıp masanın üzerindeki kol saatimi taktım. Çantamı alıp odamdan çıktım. Bade'nin odasına girmeden kapının eşiğine bıraktım. Kapıdan içeri girip uyuyan meleğime baktım. Parmak uçlarımda ilerleyip yanına ulaştım. Dün akşam giydiğim sweate sımsıkı sarılarak uyuyordu.

 

 

Önüne gelen altın bukleleri kulağının arkasına sıkıştırıp hafif bir öpücük koydum. Her sabah olduğu gibi yine terlemişti. Ama son birkaç haftaya nazaran daha az terlemişti. Yanındaki komodinin üzerine koyduğum notluğa 'Kalkınca direkt banyoya, duş alıyorsun. Seni seven ablan (:' yazıp odasından çıktım.

 

 

Kapının önüne koyduğum çantamı alıp sessiz adımlarla kapının önüne geldim. Arabamın anahtarlarını alıp montumu ve siyah botlarımı giydim. Son kez unuttuğum bir şey var mı diye kontrol ettim. Kapıyı açıp sesiz bir şekilde geri kapattım. Babamın bana ehliyet almamın şerefine aldığı siyah arabama doğru ilerledim. Kilidini açıp sürücü koltuğuna yerleştim.

 

 

Çantamı yan tarafa atıp telefonumu radyoya bağladım, Taylor Swift şarkı listemden karışık çalmaya başladı. Arabayı çalıştırıp ıslak yollara dikkat ederek okula doğru sürmeye başladım. 2 gün daha yağmur ara ara etkisini gösterip ekim ayının artık yağmurlu olacağını belli etmişti. Sanırım eve gitmeden önce Bade'ye kışlık kıyafetler alsam iyi olurdu. Ya da onla birlikte alsam daha iyiydi. En azından dışarıya çıkması için bahanesi olurdu. Trafik yoğunlaşmaya başladığında ben de hızımı yavaşlatıp frene bastım. Telefonumu çıkarıp babama mesaj attım.

 

 

Siz: Bade'yi alışverişe götürmem gerekiyor. Okul çıkışı onu alırım.

 

 

Yazıp gönderdim. Sanırım iki saatte uyanıp uyku sersemliği ile kaşlarını çatarak bu mesajı okur, başta anlamaz ama sonra peşinizde koruma olacağını unutma deyip arabaların plakalarını yazardı. Bade ile ne zaman dışarıya çıksak peşimizde babamın taktığı adamlar olurdu. Ne kadar bunu Bade'den saklayabilirsek o kadar saklayıp onun dışarıya alışmasını sağlamaya çalışıyorduk. Çok kalabalık ortamlardan mümkün olduğunca uzak duruyorduk çünkü gittiğimiz bir alışveriş merkezinde kalabalık olması onu çok germiş, kriz geçirmesine neden olmuştu.

 

 

Sanki o iki yaşındaki kız geri gelmiş, bana yalvaran bakışlar atıp ellerini boğazına götürüyordu...

 

 

Bunları hatırlamak yaramı deşmek gibiydi. Ama bir yandan da hatırlayarak bundan ders çıkarıyordum. O günden itibaren ilaçlarını sürekli yanımda taşıyordum. Bade, yanımda olsun veya olmasın yedekleri hep bendeydi. O gün yaşadığım şey bana yetti de arttı.

 

 

Arabaların arka kırmızı farları yavaş yavaş sönmeye başladığında ayağımı yavaşça frenden çekip hafifçe gaza basıp yola devam ettim. Sola sinyal vererek direksiyonu yavaşça kırdım. Sol şeritte tek parça hâlinde girdiğimde hızımı artırarak okula tam gaz sürmeye devam ettim.

 

 

Eski tarihi bina karşıma çıktığında hızımı azaltıp ağaçlık yola girdim. Okulun hemen arkasında bulunan kapalı otopark yeni yapılmıştı. Okulun sahiplerinin bunun için yüksek meblağlar ödediğini Çınar'dan biliyordum.

 

 

Saatin 06.35 olmasına rağmen otoparkta normalden fazla araba olması çok şaşırmıştı. Okulumuz İstanbul'un en bilindik okulu olmasına rağmen çok tenha bir yerde kalıyordu. Taksilerin bile nadir olarak geçtiği bir yerdi.

 

 

Çok fazla umursamadan anahtarımı, telefonumu ve çantamı alarak arabadan indim. Kapılarını kilitleyip yukarıya çıkan merdivenlere doğru ilerledim. Mermerden yapılan merdivenler çok fazla kişinin inip çıkılmasından dolayı çamur olmuştu. Bu da zemini iyice kayganlaştırmıştı. Tırabzanlara tutunarak yukarı çıkmaya başladım..

 

 

Dolabımın olduğu kata geldiğimde yönümü uzun koridora çevirdim. Botlarımın her zemin ile buluştuğunda çıkardığı sesler ıssız koridorda yankılanıyordu. Eğer fazla insan olsaydı bu durumdan normalden daha fazla rahatsız olurdum. Bir daha bu botları giymemeyi aklıma kazıdım.

 

 

Dolabımı açıp montumu içindeki küçük askılığa astım. Gerekli olan defterlerimi alıp dolabımı tekrar kilitledim. Koridorun ışığı aniden aydınlanınca kaşlarımı çatıp hızla sağ sola baktım ama koridorda benden başka kimse yoktu.

 

 

Omuz silkip kütüphaneye doğru ilerledim. Botlarım ses çıkarmaya devam ediyordu. Attığım her adımda çok fazla geriliyordum. Koridorda kimse gözükmese bile üzerimde gözler olduğunu hissetmek beni geriyordu.

 

 

Koyu kahve rengindeki büyük eski kapının önüne geldiğimde telefonuma son kez baktım. Çınar ve babamdan henüz bir mesaj yoktu. Telefonumun zil sesini kapatıp kütüphanenin işlemeli kulpundan tutup kapıyı açtım.

 

 

Etrafı kolaçan ettiğimde kimsenin olmadığını görmek beni sevindirmişti. Hızla en sevdiğim köşeye gidip çantamı yan sandalyeye koydum, içinden ileri biyoloji dersinden aldığım notlarımı çıkardım. Çok sevgili hocalarımız sınavlar başlamadan önce sözlü notlarını belirlemek adına ufak sınavlar yapacaklarını söylemişlerdi. En çok çuvalladığım derste ileri biyolojiydi. Her konu birbiri ile o kadar bağlantılıydı ki bazen benim bile sistemlerimin çöktüğüne dair yemin edebilirdim.

 

 

İşaretleyici kalem yardımı ile önemli olan yerlerin üzerinden geçip aklıma kazıyacak şekilde tekrar ettim. Sinir sistemini bitirdikten sonra kemiklerin yapısına geçmiştim. Çok fazla detay vardı ve can sıkıcıydı. En sonunda zil sesi içinde bulunduğum gerçekle buluşturduğunda derin bir nefes alıp notlarımı ve kalemlerimi çantama yerleştirdim.

 

 

Kafamı kaldırdığımda karşımda koyu kahve saçlar görmeyi beklemiyordum. Okuduğu kitaba o kadar gömülmüştü. Gözlerinin yeşili çok güzeldi. Öyle güzeldi ki çam ağaçlarını kıskandıracak kadar koyu bir yeşildi. Saçlarına bakınca istemsiz bir şekilde elinizi uzatıp düzeltme isteği uyandırıyordu.

 

 

Kitabı çok sevmiş ya da heyecanlı bir yerde olmalıydı yoksa bir insanın göz bebeklerinin bu kadar büyük olması başka türlü açıklanamazdı. Ya da cidden bu kadar büyük göz bebekleri olan insanlar var mıydı?

 

 

Onu incelediğimi fark etmiş olacak ki başını kaldıracakken ceketime uzandım ve yavaşça ayağa kalkıp giyinmeye başladım. Çocuk başını kaldırıp baktığında dudaklarımı birbirine bastırdım, başımla ufak bir selam verdim.

 

 

Beni umursamadan tekrardan okuduğu kitaba döndü. Hangi ara gelmişti, üstelik seste çıkarmamıştı? Birilerinin hâlâ kütüphane kurallarına saygı duyması beni içten içe sevindirmişti. Ben de ses çıkarmamaya özen göstererek tozlu rafların arasından eski büyük kapıya ulaştım.

 

 

Ders çalışmaya o kadar odaklanmıştım ki kütüphanede tek olduğumu zannederken, dolup taştığını fark etmemiştim. Çoğu kişi kitap okurken arada ufak tefek benim gibi ders çalışanlar vardı. Genelde buraya kitap okumak için gelirseniz sözel seçenlerden sayılıyordunuz.

 

 

Edebiyat hocaları ile dil hocaları anlaşıp bir tuğla ağırlığındaki eserleri Ingilizce veya Fransızca dillerinde okutturlardı. Verdikleri süre bittiğinde tartışma yapılır ve iki gün sonraya kitap hakkında düşüncelerini belirten bir metin yazmaları istenirdi. Verilen süreler çok kısa olduğundan hepsi sessiz ve sakin bir yer olan eski kütüphaneye sığınıp kitaplarını bitirmeye çalışıyorlardı. Onların ödevleri ve sınavları buydu.

 

 

Sayısal okuyanlar ise her daim ellerinde en zor kaynaklardan aldıkları test kitapları ile test çözüp not çıkartırlardı. ÖSYM'nin hazırladığı sınavdan daha çok okul sınavlarına geçmeye odaklıydılar. Çünkü biliyorlardı, devletin hazırladığı sınav okuldakine göre bin kat daha basitti. Bu yüzden öğrenciler sadece Sırrı Koleji'nin sınav stresini yaşıyorlardı.

 

 

Kütüphaneden ayrılıp sınıfım olduğu kata doğru yürürken telefonumu sessizden çıkarmadan gelen bir mesaj var mı diye baktım. Babamdan mesaj varken Çınar'dan hâlâ ses seda yoktu.

 

 

Tolga Demir: Tamam, gidin ama sizi takip eden araç olacak.

 

 

Tolga Demir: Plakası 34 TGD 2699

 

 

Siz: Çocuklarını kendi aracınızla mı takip edeceksin?

 

 

Tolga Demir: Hayır, sizinle birlikte geleceğim. Kızlarım ile vakit geçirmeyeli çok oldu.

 

 

Siz: Vay, Tolga Demir. Şaşırtıyorsunuz beni.

 

 

Siz: Gözlerim yaşardı.

 

 

Tolga Demir: Atölyenin kilidini değiştirmeliyim. Bu sayede babanla bu şekilde konuşmazsın.

 

 

Mesajına gözlerimi devirip telefonumu kapattım. Merdivenlerden inip sınıfımın olduğu kata geldim. Hızla adımlarla sınıfın içine girip her daim oturduğum sıraya geçtim. Sınıfta çok fazla öğrenci yoktu. Bale gösterilerinden göz aşinası olduğum iki kız dışında tanımadığım birkaç erkek vardı. Az sonra öğretmenler zili çaldı ve hocamız sınıfa giriş yaptı. Kafasının orta kısmı kel olan yan taraflarındaki ak saçları ve kırışmış yüz hatları ben altmış yaşındayım diye bağırıyordu. Alanında çok başarılı olmasından ve yaşlılığından dolayı herkes ona profesör diye sesleniyordu.

 

 

"Sizi yapacağım ufak sınavı hatırlıyorsunuzdur umarım." ellerini masaya koyup ona doğru eğilmişti. "Maalesef okul yönetimi ertelememi rica etti." dediğinde herkes -profesör dışında- sevindiğini belirten sesler çıkartıyordu. Ben sevincimi içimde yaşayıp yanağımı avuç içime yaslayıp profesörü dinlemeye çalıştım.

 

 

Profesör derin bir nefes verdi. "Bu nedenle sınavlarınıza 1 hafta kalması ve bu süre zarfında size başka dersim yok. Bu yüzden size kırk soruluk bir sınav yapacağım." sınıftan bu sefer isyan eden nidalar yükseldi.

 

 

"Bunu ben istemedim," masaya koyduğu ellerini göğsünde topladı. "İlk yirmi sınava tabi tutulacak son yirmi sözlü notunuz." masanın hemen ucunda bulunan bir tebeşirden alıp kara tahtaya yöneldi.

 

 

Tahtaya sınava çıkacak konuların hepsini tek tek alt alta yazdı. "Profesör ama dokuzuncu sınıf konuları da var!" sınıftan birisi isyan bayraklarını anında çekmişti. Profesör elindeki tebeşiri kenara koyup sakin bir şekilde elindeki tebeşir tozunu çırptı. Yavaş adımlarla masasına geçip eski kahve rengi sandalyeye oturdu. "Sizi bu iki ders serbest bırakıyorum. Ses çıkarmak yok." ufak bir uyarıda bulunduğunda herkes onayladı.

 

 

Günün geri kalanı, çoğu hocanın ödev vermesi bazılarında profesör gibi son dersleri diye serbest bırakmasıyla geçti. Öğle arasında Çınar, annesiyle kutlama yemeğinde olduğunu akşam bize uğrayacağını söylemiş ve beni koskoca kafeteryada yalnız bırakmıştı. Aslında bir bakıma iyi olmuştu. Okumaya zor zor fırsat bulduğum kitabı bitirebilmiştim ve kendime bu güzel kitabı, bu kadar geç okuduğum diye çok kızmıştım.

 

 

Siyah arabamı evin girişine park ettiğimde Erdem amca hemen yanıma gelmişti. "Deli kız, hoş geldin!" camdan seslendiğinde güldüm ve anahtarımı ve çantamı alarak arabadan indim. "Hoş buldum Erdem amca!" dedikten sonra yanına gittim. "Erdem amca arabayı götürme, ben şimdi Bade'yi alıp döneceğim." dedim ve gülümsedim. Onunda yüzünde kocaman bir gülümse olmuştu.

 

 

Hızlı adımlarla eve girdim. Girer girmez beyaz renkteki beresine uyumlu beyaz montunu giymiş bir Bade karşıladı. Yüzündeki kocaman gülümsemeye uyumlu ışıl ışıl parlayan okyanus mavisi gözleri ile beni bekliyordu.

 

 

"Kitaplarımı bırakıp hemen geliyorum!" yanağına kocaman bir öpücük bıraktım. Eliyle silerken "Ya, abla!" dedi, gülerek. Onu daha fazla bekletmemek adına odama çıktım. Üzerimdeki formayı çıkarıp rahat gri bir eşofman ve beyaz kazağımı geçirdim.

 

 

 

Çantamda ağırlık yapan kitapları çıkarıp masamın üzerindeki Bade'nin diğer ilaç çantasını aldım. Çantamın ulaşabilir bir yerine koyup telefonumu cebime koydum. Siyah montumu üzerime geçirip çantamı alarak odamdan çıktım.

 

 

Merdivenlerden hızlı adımlarla inip kolumu Bade'nin omuzuna atıp kendime çektim. Kapıda bizim çıkmamızı bekleyen Ayşe ablaya kocaman gülümsedim. "Biz çıkıyoruz Ayşe Sultan," dedim ve uzanıp tombik yanaklarını öptüm.

 

 

Ben ayakkabılarımı tekrardan giyerken Bade de tıpkı benim gibi Ayşe ablayı öpüp sarıldı. "Sen gelene kadar yerinde duramadı." bana Bade'yi şikayet ettiğinde güldüm. "Ayşe abla hemen de şikayet et," Ayşe ablanın kafasına koyduğu başını çevirip burnunu havaya kaldırdı. "Küstüm ben sana!" dediğinde Ayşe abla kollarını daha çok sıkılaştırdı.

 

 

"Sen bana küsemezsin!" dedi, Bade güldü. Bağcıklarımı sıkıca bağladıktan sonra ayağa kalktım. "Hadi biz gidelim!" Ayşe ablaya havadan öpücük atıp kapıdan dışarı çıktık.

 

 

Erdem amca bizi tam olarak park ettiğim yerde bekliyordu. Bade, Erdem amcayı fark edince koşarak sarıldı. "Erdem abi, biz ablamla dışarı çıkacağız!" heyecanını ona da dökmüştü.

 

 

"Evet prenses," saçlarını okşadı. "Hadi, geç olmadan gidin!" dediğinde bana göz kırpmıştı. Arabaya binip anahtarı kontağa yerleştirdim. Klimayı açtığımda Bade yanıma oturmuştu.

 

 

"Kemerini tak!" dediğimde ofladı. "Ablaya oflanmaz!" yalandan çıkıştığımda güldü. "Abla nereye gideceğiz?" kemerini takıp meraklı bakışlarını üzerimde gezdirdi.

 

 

"Fazla kalabalık olmayan bir yere," dediğimde yüzü düşmüştü. "Hem sana bir sürprizim var, asma o suratını!" arabayı çalıştırdım. Sağ tarafıma baktığımda Erdem abi bize el sallıyordu. Kısa bir kornaya basıp park ettiğim yerden ufak bir manevrayla çıktım.

 

 

"Sürpriz ne abla?" ışıl ışıl parlıyordu okyanus mavileri. "Hadi söyle!" söylemem için ısrar ettiğinde gülmeden edemedim. "Gidince görürsün!" dediğimde oflayıp arkasına yaslandı. Radyodan bir şarkı açtı, uzun zamandır hasret kaldığı dışarıya baktı.

 

🤍

 

 

"Abla, babama bir şey söyle!" elinden alınan kurabiyeye dolu gözlerle bakıyordu. "Sus bakayım, ablan borusunu bana ötüremez," Bade'den arakladığı kurabiyeden büyük bir ısırık aldı. "Hem bugün aldığımız eteklere say." omuzlarını silkmişti.

 

 

Bade, bana döndüğünde okuduğum sayfaya ayracı yerleştirip onlara odaklandım. Kafasıyla babamızı işaret ettiğinde ellerimi havaya kaldırıp teslim oldum. Babam son lokmasını ağzını attıktan sonra sol eli ile Bade'nin kolundan tutup kendine çekti. Diğer kolu ile sıkı sıkı sarıldı.

 

 

"Siz bana trip mi atıyorsunuz Bade Hanım?" dedi, gıdıklamaya başladı. Kısa bir süre sonra kocaman evi Çisem'in kahkahaları ile doldu. "Ba-ba, tamam," kahkaha arasından babama yalvardığında beni de bir gülme almıştı. Babam biraz daha gıdıkladıktan sonra serbest bırakmıştı.

 

 

Bense hâlâ olanlara gülmeye devam ediyordum. Bade derin soluk alış verişlerin arasından bana sinirli bakışlarını üzerimden çekmeyi düşünüyor gibi durmuyordu. Babamın dikkatini çekince bakışlarını takip ederek beni buldu.

 

 

Gözlerimi Bade'den alıp babama çevirdim. Gözünü kırpıp ayağa kalktığında içten içe şüphelenmiştim. Tolga Demir, aklınızdan neler geçiyor?

 

 

Elini Bade'ye uzatıp önünde eğildi. "Bade Hanım, ablanı biraz daha güldürme onurunu bana bahşeder misiniz?" Bade hemen otuz iki diş sırıtmaya başladı. Ayağa kalkıp sanki eteklerini kaldırıyormuş gibi yapıp babamın önünde eğildi.

 

 

Sonra ikisi de bana doğru döndüğünde yapacakları şeyi anladığımda far görmüş tavşana dönmüştüm. Gıdıklanmaktan nefret ederdim. Adımlarımı hemen sağımda olan bahçe kapısına doğru çevirip hızımı artırdım. "Abla, kaçma!" arkamdan bağıran Bade'ye omzumun üstünden bakıp dil çıkardım.

 

 

Bu hareketimle hızını artırdığında bende yavaştan hızlanmıştım. Çıplak ayaklarım soğuk çimenlere her basışında içim bir tuhaf oluyordu. Arkamı dönüp ne kadar mesafe olduğuna bakacakken bir bedene çarpmamla yere kapaklandım. Aslında kişinin üstüne kapaklandım desem daha doğru bir tabir olurdu. Kafamı sert göğüsten kaldırıp kimin üstüne düştüğüme baktığımda karşımda acıyla kıvranan bir Çınar vardı.

 

 

Hemen doğrulup elimi uzattım. Bir elime bir de bana baktıktan sonra elimden destek alarak yerden kalktı. Arkamı döndüğümde babam bahçe kapısına yaslı bir halde kollarını göğsünde bağlamış düz bir ifadeyle bize bakıyordu. Bade ise Çınar'ı fark ettiği an koşmaya başladı, beni itip Çınar'a sarıldı.

 

 

Gözlerimi kısarak Bade'ye baksam da onun umurunda değildim. Çınar, gelmişti beni umursamazdı tabii. Omuz silkip onları orada bırakıp babamın yanından geçerek içeriye giriyordum ki "Kıskandın değil mi?" babam eğlendiği sesinden belliydi. Başıyla Çınar ve Bade'yi işaret ettiğinde gözlerimi devirdim. "Hayır!" diye çıkıştığımda babam daha çok gülmüştü. "Tamam hırçın kız. Hadi içeri girelim onlarda gelir." göz devirdim. Ben zaten beni içeriye gidiyordum. Arkamdan o da salona girip eski yerine oturdu.

 

 

Sonra ikisi geldiğinde Çınar'a baktım, niye gelmişti? "Hayırdır beyefendi, hangi rüzgar attı sizi?" dediğimde keyiflenmiş gibiydi. Yeni fark ettiğim poşeti kaldırıp salladı. "Sizi almaya gelmiştim matmazel," babama döndü. "Tolga Bey, kızınızı bu günlüğüne alabilir miyim?" dediğinde Bade ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bakışları babam ve Çınar arasında mekik dokuyordu.

 

 

 

Babam kafasını salladı, "Ama çok geç kalmıyorsunuz," dedikten sonra ayağa kalkıp Bade'nin yanına gitti. "Bu arada çok fazla içmek yok." deyip işaret parmağını ikimize doğrultu. Ben dediği şeyle ağzım açık bir şekilde bakarken Çınar elini koluma sarıp beni üst kata doğru çekiştiriyordu.

 

 

"Baba ablam nereye gidiyor?" babamın Bade'nin sorusuyla bakışlarını bizden çekip ona döndü. "Eğlenip gelecekler." dedi, kısaca. "Gel sana yeni çizimlerimizi göstereyim." alt kattaki ofisine giderken ben de Çınar'ın çekiştirmelerine karşı üst kattaki odama çıktık.

 

 

"Aldığım şeyi görene kadar bekle." aldığı elbisesini överken ben sadece göz devirmekle yetindim. Odama girdiğimizde elimi bırakıp yatağıma atladı. "Hadi giyin de gel!" beni umursamadan kar beyazı ayıcığımı alıp oynadı.

 

 

Büyük toz pembe karton poşeti yerden alıp giyinme odasına doğru ilerledim. Kapısını kilitledim, poşete bulunan kılıfa sarılı elbiseye aldım. Kapının hemen arkasına asıp fermuarını indirdim.

 

 

Gördüğüm şeyle ağzım açık kalmıştı. Bunca zamandır bu kadar güzel bir elbise görmemiştim. Elbisenin etek kısımlarını sanki hemen elimden düşüp kayacak bir bebek gibi dikkatle kılıftan çıkardım ve daha detaylı baktım. Bu elbiseye aşık olmuş olabilirdim. Elbiseyi hızla giyip odadan çıktım. Makyaj masasının karşısına oturdum.

 

 

"Bence saçlarını dalgalandıralım ve güzel bir eyeliner, kırmızı ruj tamam?" Çınar elini saçlarıma koyup tıpkı bir kuaför edasıyla kaldırmıştı.

 

 

"Sadece saçlarımı dalgalandırsak, sence nasıl olur?" aynadan bal rengindeki gözlerine baktım. "Hem ben eyeliner çekmeyi bilmiyorum." dediğimde hemen gözlerini kısmıştı. "Sana soranda kabahat!" Ağzının içinden homurdandı. "Hem ben biliyorum, gözünü de çıkarmam." ağzım açık bir şekilde kafamı ona çevirdim.

 

 

"Bakma öyle, gösterilerde bazen hoş durması için çekiyordum." dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Ben eyelinerını Alev abla çektiğini zannediyordum. Vay be Çınar, ne marifetlisin! Gözümü çıkarmazsın umarım. Saçlarımı içinde su bulunan bir spreyle ıslattıktan sonra dalgalandırıcı kremi eline alıp bir miktar sıktı.

 

 

"Dolunay hadi!" çocuk, arkadaşından kolundan tutup makyaj masasının önündeki sandalyeye oturtmaya çalışıyordu. "Çınar olmaz!" dedi küçük kız. Eğer arkadaşına izin verseydi annesinin makyaj malzemelerini kullanabilecekti. Annesi ya kızarsa? Bu zamanda bir çok şeye kızıyordu. Babası kardeşi yüzünden olduğunu söylüyordu. Aynı zamanda biraz daha beklemesini kardeşi geldiğinde annesinin kızgınlığı geçecekti. Bir ayı kalmıştı yani otuz gündü. Çok fazlaydı küçük kız için. O kadar bekleyebilir miydi?

 

 

"Hadi Dolunay!" arkadaşı onu çekiştirmeye devam ediyordu. "Çınar olmaz, annem kızar!" çocuk şimdi anlamıştı arkadaşının neden oturmak istememesini. "Ben ikna ederim Belle ablayı!" dedi, çocuk. Arkadaşı biraz ikna olmuş gibiydi çünkü arkadaşıyla ne zaman normalde annesinin kızacağı bir şey yapsa arkadaşı olduğu zaman kızmıyordu.

 

 

Çocuk, kızın dalgınlığından faydalanıp onu koltuğa oturttu. "Gözlerini kapa, sürpriz olacak!" kız ona seslenmesiyle düşündüğü şeylerden sıyrılmış, bir arkadaşına bir makyaj masasına baktı. Ne kadar tereddüt etse de bir şey demedi, gözlerini kapattı.

 

 

Yüzünde dolaşan fırça kılları yüzünü gıdıklıyordu. Tıpkı hocasının büyük atölyesindeki fırçaları dokunduğunda oluşan hissiyat gibiydi. Hoşuna gitmişti.

 

 

Çocuk arkadaşının adını bilmediği ama annesinden gördüğü kadarıyla paletinden mavi rengi kızın göz kapağına sürdü. Maviyi çok severdi küçük kız. İlk tanıştıkları zamanda üzerinde mavi bir elbisesi saçlarında mavi kurdeleleri vardı.

 

 

Ucu çok tuhaf bir fırça buldu. Düşündü, annesi bunu nerede kullanıyordu. Hatırlamaya çalıştı. Kirpiklerine sürüyordu ama kızın zaten kirpikleri siyahtı. Bir daha siyah sürmesi saçma olurdu. Kapağını kapatıp bu sefer büyük fırçayı aldı eline. Bunu hatırlıyordu çünkü annesi bunu sürerken gülümsüyordu.

 

 

Çocuk hayrandı annesinin gülüşüne. O kadar güzel gülüyordu ki bazen düşüp ağladığında annesi neşelendirmesi için onu gıdıklıyor ve beraber kahkahalar atıyorlardı. Çocuk o zaman bir daha düşmek istiyordu sırf annesi gülsün diye.

 

 

"Dolunay gülümse!" dedi, kız bir şey demeden gülümsedi. Çocuk, kızın ona ayak uydurmasına gülüp pembe renkteki alığı kızın yanaklarına bolca sürdü. Dolunay'ın pembe yanakları çok komik duruyordu. Tıpkı ağladığı zaman nasıl burunu kızarıyorsa şuan yanakları kızarmış gibiydi. Fırçayı geri yerine koyup rujlardan birisini alıp kapağını açtı. Kırmızı renkteydi. Onu da kızın dudaklarına güzelce sürmeye çalıştı fakat birkaç yere çoktan taşırmıştı. Rujun kapağını kapattı.

 

 

Kızın beyaz kurdelesini çözdü ve örgülü saçlarını açtı. Kız açık saçlıyken çok güzel görünüyordu. Normalde düz olan saçları örgüsünden kurtulduğu için dalgalıydı. Küçük kızın tatlılığına tatlılık katmıştı. "Gözlerini açabilirsin," son kez kızın saçlarını düzenledi. Kız yavaşça açtı gözlerini, sandalyenin üzerine çıktı ve makyaj aynasından kendine baktı. Çok komik gözüyordu. Tıpkı palyaçoya benziyordu.

 

 

Pespembe yanakları, göz kapaklarındaki mavi boya, dudaklarından taşan kırmızı ruj ile çok komikti. Sandalyeden dikkatlice indi. "Hadi annemlere gösterelim!" dedi sevinçle. Beraber annesinden odasından çıkıp alt kata inen merdivenlerden koşarak indiler. Karşılıklı koltuklarda oturan iki kadın yanına gittiler.

 

 

"Abla!" Bade, gözlerini kocaman açarak yanıma geldi. "Çok güzel olmuşsun!" giydiğim elbisemi incelemeye başladı. Babam ellerini ceplerine koyup omzunu kolana yaslamış bizi izliyordu.

 

 

Koyu mavi gözlerini gözlerimle buluşturdu. Gözleri her zamankinden daha güzel bakıyordu. Bu kadar güzeldi ki nasıl tarif edeceğimi bilmiyordum. Koyu maviliklerini uzun zaman sonra ilk defa bu şekilde görüyordum. Bunca zaman gözlerinden özlem ve keder akardı. O gözleri çok iyi tanıyordum. Belki bu yüzden şu an aramızda büyük bir buz dağı vardı ancak ikimizde iyi oyuncuyduk.

 

 

"Güzel olmamış mı baba?" Bade benden ayrılıp babama döndü. Babam gözlerini benden alıp Bade'ye döndü. "O, dünyanın en güzel ikinci kızı." dediğinde Bade kaşlarını çattı.

 

 

"Birinci kim?" diye sorduğunda babam gülümsedi. "Sen tabii ki prenses!" Bade'nin yüzünde şaşkınlık ile karışık mutluluk vardı. "Hadi gel buraya," eliyle yanına gelmesini işaret etti. "Ablanlar da gidebilsin." Bade hemen babamın yanına gitti.

 

 

Babam elini Bade'nin omuzuna koyup kendisine çekti. "Çınar, çok geç kalmıyorsunuz!" dediğinde Çınar asker verip elimden tutu. "Hadi bakalım küçük serçe, yuvadan iki saatliğine ayrılma vakti." kapıya doğru koşturtmaya başladı.

 

 

Tabii bu topuklular ile olunca çok zordu. "Çınar, biraz yavaşla!" dediğimi umursamadan kolumdan çekmeye devam etti. Umursamaz tabii, zorla topuklu ayakkabı giydirilen o değil. Neymiş efendim onun partisinde herkes yirmi santimlik topuklular giyiyormuş benim giydiğim en fazla altı santimmiş.

 

 

Dengemi bir şekilde sağlayıp ona ayak uydurmaya çalıştım. Karşıma büyük beyaz arabası çıkınca elimi bırakıp sürücü koltuğunun olduğu yere geçti. Bende yanındaki koltuğa oturup kapıyı kapattım.

 

 

Önüme gelen saçlarımı çekip yandan kemere uzanıp taktım. Çınar'a döndüğümde anahtarını kontağa yerleştiriyordu. O benim siyah elbiseme nazaran beyaz bir gömlek giymişti. Kumral rengi saçlarını salmıştı. Altında ise siyah bol bir pantolon vardı. Aslında klasik Çınar'dı.

 

 

Arabayı çalıştırıp ana yola doğru sürmeye başladı. "Melina'nın bir fotoğrafı var mı?" diye sorduğumda ilk kaşlarını havalandırmış sonrada çatılmıştı. "Sence de bunu sormak için biraz geç kalmadın mı?" hızını artırmaya başlamıştı.

 

 

"Yani daha önce merak etmedim ama şuan onun partisine gidiyoruz." ormanlık alandan tamamen çıkıp ana yola girdi. "Telefonumu aç, instagramdan takip ettiklerimde bakabilirsin." cebinden telefonunu çıkarıp bana verdi.

 

 

Tuş kilidine basıp telefonunu açtım. Mobil verisini açıp instagramına girdim. Biraz dolmasını beklerken art arda gelen bildirimlerle kaşlarımı çattım. Hepsi mesajı kabul etme ile ilgili isteklerdi.

 

 

Onları es geçip takip ettiği kişilere girdim. Çok fazla kişiyi takip etmiyordu. Aşağı doğru indiğimde Melina isimli kullanıcıyı gördüğümde üzerine tıkladım. Profili ekrana yansıyınca kaşlarımı çattım.

 

 

Ben bu kızı tanıyordum. "Ben, sanırım Melina'yı tanıyorum." dediğimde oda benim gibi kaşlarını çatmıştı. "Nasıl?" bana kısa bir bakış atıp tekrardan yola odaklandı.

 

 

"Babamın geçen sene koleksiyonu için ufak bir organizasyon hazırlamıştı hatırlıyor musun?" biraz düşünür gibi oldu ardından başını salladı. "Sana genç bir kızın sarhoş olup ayakkabıma kustuğu söylemiştim. Eğer yanılmıyorsam o kız Melina." dediğimde histerik bir şekilde dudakları havalandı.

 

 

"Sanırım zihnin seni yanıltıyor olabilir. Melina'nın ailesi, onlar için önemli birisinin organizasyonunda genç kızlarının sarhoş olacak kadar içmesine izin vermez." aslında izin vermemişlerdi.

 

 

Çınar, müsabakası için yola çıkması gerektiği için masamızda sadece Bade, ben ve Alev abla vardı. Bade, heyecanlı heyecanlı Alev ablaya artık psikiyatristinin onu yavaş yavaş kalabalığa karışması gerektiğini söylediğini anlatıyordu.

 

 

O, heyecanla anlatırken bende etrafı inceliyordum. O sırada dikkatimi şarap bardağına dolu gözlerle bakan sarı saçlı kâkülü bir kız çekmişti. Yeşile kaçan mavimsi gözleri dolu doluydu. Onu ne üzmüştü? Neden bu kadar içli ve dolu gözlerle bakıyordu? Şarap ona üzüldüğü bir şeyi mi hatırlatmıştı?

 

 

Keşke çizim defterim yanımda olsaydı.

 

 

Babam kürsüye çıkınca bende dâhil herkes ona odaklanmıştı ama benim aklım sarı saçlı kızdaydı. Birazdan defilenin başlayacağını haber verip yanımıza gelmişti. Birkaç dakika tüm ışıklar sönmüş ve sahne aydınlanmıştı.

 

 

Bade'ye dönüp bakacağım sırada sarı saçlı kızın etrafa kaçamak bakışlar atarak şarap şişesine uzandığını gördüm. Yine tedirgin bir hâlde şarap şişesini açıp kafasına diktiğinde kaşlarımı çatmıştım. Herhâlde acısını bu şekilde dindirmeyi tercih etmişti. Umursamadan ana hedefime döndüm. Bade'ye baktığımda bir sorun yok gibi görünüyordu. Karanlık onu korkutmamıştı.

 

 

Gece boyunca bir şey olmadan devam ediyordu. Çoğu kişi defile sonrasında fazla durmayıp gitmişlerdi. Son kalan biz, Alev abla ve kâkülü kızın ailesiydi. Alev abla saattin geç olduğunu söyleyerek hepimizle vedalaşıp ayrılmıştı.

 

 

Çok geçmeden kâkülü kızın sanırım annesi olan kadın, babamın yanına gelip konuşmak istemişti. Babam hemen geleceğini ve hazırlanıp kapıda beklememizi söylemiş ve kadının yanına gitmişti.

 

 

Bade'yi giydirip bende kabanımı ve çantamı aldım. Kapıya doğru giderken birisi kolumdan tutmuştu. Tam kendimi korumak için harekete geçeceğim sırada bana sarılıp ağlamaya başlamıştı.

 

 

Olduğum yerde kala kalmış ve hiçbir tepki verememiştim. "Neden?" diyerek içli içli ağlamaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra tökezleyeceği sırada elimi beline koyup destek çıktım. Yakınlardaki bir sandalyeye giderken birden elini ağzına götürdü. Ancak çok geç kalmıştı, midesindeki tüm her şeyi zemine boşaltmıştı. Ayakkabılarımda bundan nasibini almıştı.

 

 

"Hayır oydu. Eminim!" hesabında biraz aşağılara giderek kâkülü bir fotoğrafını bulmayı denedim. Sonunda bir tane fotoğrafını bulduğumda yanılmadığımı anladım. "Bu o kızdı, sana bahsettiğim sarı saçlı kız." dediğimde fotoğrafa baktı. "Bu fotoğraf harbiden geçen seneden." inanamıyormuş gibi bir hâli vardı.

 

 

"Ne kadar daha yolumuz kaldı?" dediğimde bıkınca nefes verdi. "Yarım saate veya kırk beş dakikaya oradayız, trafik olmazsa." ardından hızını biraz daha artırdı. "Uyumaya ne dersin? Göz altlarındaki o morluklarını senle daha sonra konuşacağız ama." dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı salladım. Koltuğu biraz daha geriye yaslayıp ayakkabılarımı çıkarıp dizlerimi kendime çektim. Hafif yan yatıp gözlerimi kapattım. Vücudum sanki bu anı bekliyormuş gibi beni bozguna uğratmıştı.

 

🤍

 

 

"Dolunay," soğuk bir el koluma dolandığında anında gözlerimi açıp diğer elimle elini kavradığım gibi tersine bükmüştüm. "Ah! Yavaş be kızım!" Çınar acıyla inlediğinde hemen elini bırakmıştım.

 

 

Büktüğüm elini ovup bıktığını belirten bakışlarını bana yollamıştı. "Ne diye sinsi sinsi yaklaşıyorsun?" suç bende olsa da neden üste çıkmayayım? "Sana boşuna 'Sinsi Çınar' demiyorum gerçi." dediğimde gözlerini kısmıştı.

 

 

"Şuna bak hem suçlu hem güçlü." derin bir nefes verdi. "Hadi, uyan! Geldik." dediğinde daha yeni yeni çarklar oturmaya başlamış gibiydi. Dışarıya göz gezdirdiğimde sakin bir yere park etmişti. İlerisi ormanlık alandı, ilerdeki kocaman evin ışıklarının aydınlatabildiği yerler dışındaki yerler alayına karanlık ve ürkütücü görünüyordu.

 

 

O sırada omuzlarıma örtülmüş bir şalı fark ettiğimde ona döndüm. "Kimin bu?" dediğimde eliyle beni geçiştirip arabadan indi. Ayakkabılarımı hızla ayağıma geçirip şalla beraber aşağı indim.

 

 

Arabanın önünden dolaşıp elimi tuttu. Arabayı kilitleyip büyük villa tarzı eve doğru ilerlemeye başladık. Her adımda çalan müziğin sesi daha fazla geliyordu. Beyaz ışıkların arasından farklı renkteki led ışıklar sayesinde parti havası verilmişti.

 

 

"Hazır mısın?" dediğinde başımı sallayıp kafamı dikleştirdim. Çınar, elimi destek amaçlı hafifçe sıktığında yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oldu. Hemen ardından yavaş adımlarla içeriye girdik.

 

 

Villanın büyük ahşap kapısından girdiğimizde müzik sesinin arka bahçeden geldiğini anlamıştım. İçeride ellerinde büyük ve siyah içinde alkollü bir şeyler olduğunu düşündüğüm plastik bardaklarla oradan oraya koşuşturan gençler vardı.

 

 

Kızların hepsinde mini, bedenini saran pahalı markaların kıyafetleri vardı. Yüzlerindeki makyajı görünce şuan aralarında en çocuk gibi görünenin ben olduğumu iddia edebilirdim. Güneş bile yüzüne sürdüğün parlatıcı kadar parıldamıyor!

 

 

İçerisi açık renklerle döşemişti ve bu sayede olduğundan daha büyük gözüküyordu. Koridorun sonundan gençler içeriye doğru giriyordu. Demek ki bahçeye açılan kapı oradaydı. Çınar'a baktığımda onun da evi incelediğini fark ettim. Biraz daha inceledikten sonra gözlerini bana çevirdi, kafası ile önümüzü işaret etti. O önde, ben arkada ilerleyerek bahçe kapısından içeriye girdik.

 

 

Her şey normaldi, sadece artık çalmayan müzik ve sayısız çift gözün bize bakması dışında. Her şey gayet normaldi. Kimi kandırıyorum? Normal falan değildi, şuan aşırı stresliydim! Size bakan sayısız gözler varken nasıl sakin kalabilirdiniz? Sakin ol Dolunay! Bir saat, bilemedin iki saat sonra evde Bade ile birlikte olacaksın. Dayanabilirsin!

 

 

Çınar, elimi bırakmadan -hatta daha sıkı tutarak- ilerdeki büyük masaya doğru ilerletti. Neden oraya gittiğimiz ile ilgili soru sormak için ağzımı açacaktım ki bana doğru bakan bir çift yeşilimsi mavi gözle karşılaştım.

 

 

O, bile şaşırmıştı. Put gibi durmuş, gözünü bile kırmadan bana bakıyordu. En sonunda büyük masaya ulaştığımızda masadaki bir kişiyle ayağa ayağa kalkmıştı.

 

 

Burada olmamalıydım. Evde kitabımı okumalı, atölyemde bir şeyler karalamalı, bale salonunda mülakatlara hazırlanmalıydım. Ama burada olmamalıydım. Burada olmamalıydım. Güvende hissedemiyordum.

 

 

"Hoş geldiniz!" dedi içlerinden yüzünde bulunan çiller çok net belli olan ilk adımı attığında Çınar, elimi bırakıp çocuğun yanına gitti. Kısa bir selamlaşmadan sonra odağını bana doğru çevirdi. "Dolunay, senden sonraki en iyi arkadaşım Atlas." dediğinde çocuğu daha dikkatli incelemeye başladım. Onu en çok öne çıkaran tatlı suratıydı. Çilleri, çekik kahve gözleri, ufak bir burnu vardı. Saçları simsiyah ve kıvırcıkta. Hatta Çınar'dan bile kıvırcıtı.

 

 

İçten olduğunu düşündüğüm bir gülümse dudaklarında yayılmış ve o da benim gibi beni inceliyordu. Elini uzattığında bende gülümsedim. Elimi uzatıp hafifçe sıktığımda kaşlarını çatmıştı. "Elin çok soğukmuş!" dediğinde ikimizde şaşırmıştık. Ben Çınar'dan sonra ilk defa düşündüklerini çok net bir şekilde söyleyen bir kişi ile ilk defa karşılaşmanın, o sanırsam bu kadar soğuk olan biriyle karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyordu.

 

 

Aslında olabilecek bir şeydi. Şuan sadece şal ile ısınmaya çalışıyordum ve bana yetmiyordu. Evde olsaydım panduflarım, kalın eşofmanım ve sweatimle ısınıyor olurdum. Yetmese sıcak sade kahve ile ısınırdım. "Üşüdüysen ceketimi getireyim." Çınar'a kafamı iki yana sallayıp Melina' ya döndüm.

 

 

Madem aramızdaki buzları eritecektik, bir yerden başlamalıydık. Çok da yapmacık olmayan bir gülümsememi takınıp elimi uzattığımda o sadece kollarında göğsünde bağlamıştı.

 

 

Sarı saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmıştı. Göz rengini ortaya çıkarmak için göz çevresini siyah bir farla çerçevelemişti. Üstünde simli mini bir elbise vardı. Siyah topuklu ayakkabı ile kombini tamamlamıştı. Bakışları uzun uzun uzattığım elimde takılı kalmıştı. Çok yavaş bir şekilde gözlerini gözlerim ile buluşturdu. Bakışlarında alay vardı.

 

 

"Sana Buzlar Kraliçesi demekte haklıymışız," dediğinde tek kaşım otomatik bir şekilde kalkmıştı. Tamam, iyi bir şey beklemesem de bunu hiç beklemiyordum. "Beni buza çevirmeye mi geldin yoksa?" sesi sanki karşısında beş yaşında bir çocuk ile dalga geçen birisi gibiydi. Ciddi ciddi bunu söylemiş miydi? Yoksa sarhoş mu olmuş ve saçmalıyor muydu?

 

 

Elimi hızla çekip Çınar'a döndüm. O da şok olmuş gibi Melina'ya bakıyordu, gerçi masadaki herkes o haldeydi .

 

 

"Mel, sence abartmadın mı?" sese doğru döndüğümde bugün kütüphanede karşımda oturan çocuktu. Onun burada olacağını asla tahmin etmemiştim. Partileyen bir çocuk gibi durmuyordu. Aslında bu muameleyi göreceğimi de tahmin edemezdim. Benim aklımda sadece bu geceyi sorunsuz bir hâlde atlatmak vardı. Ama Dolunay Demir'den bahsediyorduk, gecesi nasıl normal olabilirdi?

 

 

"Ben sadece şaka yapıyorum Ege," Melina, bakışlarını çocuktan alıp bana baktı. "Arkadaşlar arasında ufak şakanın lafı olmaz değil mi Pleine lune?" dediğinde bu benim için son noktaydı. Sinirle soludum, "Bana öyle seslenebilecek en son kişisin!" Biraz sert ve yüksek sesle konuştuğumda kolumu bir el sardı. Yüzünde memnun olmuş bir gülümseme vardı.

 

 

O gün şarap şişesine üzgün gözlerle bakan pembe elbiseli kâkülü kız, şuan karşımda dikilen kız ile aynı kişi değildi. O zaman ne kadar tanıyordum da böyle düşünüyordum?

 

 

"Dolunay, tamam sakin ol!" Çınar, kulağıma fısıldadığında hızla ona döndüm. "Ne sakin olmasından bahsediyorsun!" kafamla onu işaret ettim. "Karşında beş yaşında çocuk var sanki!" bu sefer bilerek sesim daha yüksek çıkardım. Derin bir nefes bıraktı, Çınar.

 

 

"Melina, aranızda özel bir durum varsa başka zaman konuşarak halledebilirsiniz." Çınar olaya hemen el atmıştı. "Değil mi, Dolunay?" sesindeki tını ret etmeyi asla kabul etmeyen türdendi.

 

 

"Benim için sorun değil Çınarcık," o gıcık olduğum sesiyle -aslında az önce olaydan ötürü gıcık olduğum için bana öyle geliyordu- konuştuğunda göz deviremeden edemedim. Çınarcık mı? Lütfen birisi iki adet çöp torbası getirsin. Birisi kusmak için diğeriyse onun için.

 

 

"Neyse," az önce isminin Atlas olduğunu öğrendiğim kişi konuştu. "Dolunay, bu çam yarması olan Ege," benzetmesine gülmek istesemde sinirim hâlâ geçmemişti.

 

 

Kütüphaneyken okuduğu kitaptan çok sevmesinden kaynaklı göz bebeklerinin bu kadar büyük olduğunu zannederken meğer göz bebekleri normalde de büyükmüş. Hareleri çam ağaçlarını kıskandıracak koyuluktaydı ve kahverengi dalgalı saçları sabaha göre daha dağınıktı. Sadece değişen buydu. Daha dağınık olan kahve saçları. Tıpkı küçük bir çocuğun saçlarını karıştırma dürtüsü doldurmuştu içimi.

 

 

 

Ona başımla selam verdiğimde o da aynısını yapmış ve selamımı almıştı. "Bu kafası bir dünya olan Doğa," dediğinde anladım dercesine başımı sallayıp Doğa'yı kısaca göz gezdirdim. Gözleri kapatmış başını geriye atarak adem elmasını ortaya çıkarmıştı. Saçları sarı renkteydi ancak Melina'dan daha koyuydu.

 

 

Ona selam versem bunu zaten görmeyeceği için Çınar'a döndüm. Bence artık eve gitsek fena olmazdı. Bakışlarımı anlamış olacak ki kafasını iki yana salladı. "Müthiş bir puanla olimpiyatları girmeyi hak kazandım. Biraz kafamı dağıtmadan gidemeyiz!" dediğinde gözlerimi kısarak ona baktım.

 

 

"Zıkkım iç!" ondan başkasının duyamayacağı bir şekilde fısıldadığımda atak hiç beklemediğim birinden geldi. "İnsan en yakın arkadaşına böyle der mi?" Ege. O da benim gibi fısıldamıştı.

 

 

Ağzım hafif aralanmıştı. Beni nasıl duyabilmişti? Gözlerimi kısarak onu baktım, o da bana böyle bakıyordu. Aramızda gergin bakışlar hakimdi. "Dolunay, oturmayacak mısın?" Atlas'a baktım, içlerinden diğerlerine göre en içten o gelmişti. O an ne hissediyorsa söylemekten çekinmemişti. Aslında bunun sebebi Çınar faktörü olabilirdi. Yakın arkadaşının arkadaşıydı. Sadece başımı sallayıp oturacak boş yer aradım. Bu sayede Ege ile olan bakışmam sona ermişti.

 

 

 

Tek boş yer Melina' nın yanıydı. Gözlerime sanki avını izleyen avcı gibi bakıyordu. İstediği şey çok beliydi, ağzımı açıp ona laf sokmam. Ama bunu yaparak hem başımı ağrıtıp hem de Çınar'ın gününü mahvetmiş olacaktım. Uğraşmaya değmezdi.

 

 

Gözlerinin içine bakarak yanındaki boş yere oturdum. Arkama yaslanıp şalıma daha çok sarıldım. Fazladan regl ağrısı çekmek istemiyordum. Ellerimi şalın altından kasık bölgeme koyup ritmik ve dışarıdan belli olmayacak şekilde ovmaya başladım. Beni iki saatliğine tutardı.

 

 

"Dolunay, partiyi beğendin mi?" Melina'nın bana seslenmesiyle ovma işlemini daha da yavaşlatıp ona döndüm. "Güzel," diye mırıldandığımda yüzünde muzip bir gülümseme oluşmuştu.

 

 

 

"O zaman dans edelim?" dediğinde ister istemez gözlerim kasıklarıma kaymıştı. Üşüyordum ve kendini ufaktan gösteren bir ağrım vardı. "Dans etmeyi bilmiyorum," ben az önce ne demiştim? Bir de bunu yüksek sesle mi söylemiştim? Çınar ve Doğa'nın bakışları hemen üzerime çekmeyi başarmıştım. Çınar'a lütfen çaktırma bakışlarımı yolladım.

 

 

"Tüh, desene senin mülakatlara hazırlandığın ile ilgili dedikodular yalanmış!" çok önemli bir şeyin yalan çıkmış gibi bir üzüntü vardı sesinde. Laf sokma! Sus Dolunay!

 

 

Gözleri bacaklarımda takıldı, "Oysa bacakların bence balerin olmaya gayet uygun," o da mı bale yapıyordu? Gerçi bacakları ince olmasına rağmen kaslıydı. "İstersen seni koç ile tanıştırayım, 1 ayda kuğu gibi olursun!" yüzünde sahte bir gülümseme vardı.

 

 

Melina bugün, beni sinir etmek için sanırım sevmediğim şeyleri hafızasına kazıyıp üzerime kusmak istiyor gibiydi. Gibi değildi? Gerçekten öyleydi, bugün için o davetiyeyi bilerek yolladığını artık anlamayacak kadar salak değildim.

 

 

"Gerek yok," dediğimde tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken "Mel yeter, kızı sıkma artık!" konuşan kişi ile susmuştu. Ege. Sanırım Melina'nın Ege'ye hayır diyememe gibi bir özelliği vardı.

 

 

"Çok sıkıcısınız!" Melina hızla ayağa kalkıp kalabalığa doğru ilerledi. Bir an arkasını dönüp çatık kaşlarıyla baktığında işte bu dedim. Melina'nın bana gösterdiği gerçek yüzü. Beni sevmiyordu, buzlarımı eritmek değil keskinleştirmek istiyordu.

 

 

Neden istiyordu? Ben ona bir şey yapmamıştım. Kimseye bir yapmamıştım. Okul ve ev arasında gidip gelen normal bir öğrenciydim. Kimsenin bir şeyine karışmış veya yorum yapmıştım. Okulda Çınar ile bile çok fazla konuşmazdım.

 

 

Nereden geliyordu, bu öfkesi, bu siniri?

 

 

Kaç dakika orada o halde durdum ben bile hatırlamıyordum. Çınar ve Atlas arada gidiyorlardı, sonra beni kontrol etmek amaçlı gelip tekrar gidiyorlardı. Kendimi ilgi isteyen bir bebekmiş gibi hissetmeye başlamıştım. Çok rahatsız ediciydi.

 

 

Gürültülü müzik başımı daha fazla ağrıtmış ve katlanamayacak dereceye getirmişti. Başımı koltuğun sırt kısmına koyup gözlerimi kapattım. Başka şeyler düşünmeye çalıştım. Bade'nin gülen suratını, atölyemde resim çizdiğimizi...

 

 

Tüm uzuvlarımın gevşediğini hissediyordum. Beni bir nebze daha rahatlatıp gerçeklikten uzaklaşmamı sağlıyordu. O benim küçük meleğimdi.

 

 

Günün yorgunluğunu üzerimden o atmamı sağlıyordu. Onun sayesinde dört saatlik uykular bile normalleşmişti. Benim mutluluk kaynağımın sağlıklı olsun yeterdi.

 

 

"Doğa," o yumuşak sesten nasıl bu kadar sinirli bir ses çıkabilmişti. "Yeter abicim bugün bir tane aldın zaten." hayretler içerisinde Ege' yi dinledim. Doğa ne almıştı? Sigara, alkol...

 

 

"Sussana kız duyacak!" duymuştum ama ne olduğunu bilmiyordum. "Uyuyor kız, zaten yorgun gibiydi. Bu seste uyuduğuna göre top patlasa uyanmaz!" tepki vermek istedim ama içimdeki merak duygusu hırçınlığımı bastırmıştı. Düzenli bir şekilde nefes almaya devam ettim.

 

 

"Ya uyumadıysa?" zeki şey seni, sevdim seni Doğa. "Sen şu zıkkımı içtiğinde sana bir şeyler oluyor." dediğinde kaşlarımı çatmak istedim.

 

 

Zıkkım şey dediği alkol olabilir miydi? Buraya geldiğimden beri ağızlarının alkol sürdüklerini görmemiştim. Büyük siyah bardaklar ağzına kadar bira, kokteyl ve sanırım şeffaf olan su değildi. Neden benden alkol aldıklarını gizlesinler ki. Çok saçmaydı. Herkes alkol kullanıyordu.

 

 

"Neyse, bakarız," dedi, Doğa umursamaz bir ses tonuyla. "Atlaslar geliyor." dediğinde yine bir şey çaktırmadım. Yalan olabilirdi? Yalan olmasa bile numara yaptığımı anlamalarına gerek yoktu.

 

 

"Ooo, gençlik mi desem ölüler kulübü mü belli değil!" Atlas'ın sesi neşe ile doluydu, yani diğer iki arkadaşına göre öyleydi. "Birileri çoktan uyumuş," Çınar' ın homurdanması kulaklarıma dolduğunda gülümsememek için kendimi zor tutuyordum.

 

 

Yanıma doğru geldiğini ve bana bakan bal rengi gözlerini hissedebiliyordum. "Dolunay," bana seslenip hafifçe dürttüğünde hemen gözlerimi açtım. Salak tam dibimde kaşlarını çatarak bakıyordu. Sanırsam neden uyuyor taklidi yaptığımı merak ediyordu.

 

 

Alkolü biraz fazla kaşırmış olacak ki nefes alış verişinden net bir şekilde kokusunu alabiliyordum. Midemdekiler tepinmeden önce kendimi hafif geri çekerek ondan uzaklaştım.

 

 

Bende kaşlarımı çattığımda mesajı anlamış olacak ki benden uzaklaştı. Egelere döndü, "Biz gitsek iyi olur, size iyi eğlenceler!" bakışlarını hepsinde gezdirirken en son durağı Doğa oldu. Ona hafifçe baş selamı verip arkasını dönmüştü.

 

 

Bende ayak uydurup kalktığımda tam gidecekken ufak bir selam vermesem kabalık olacağını düşündüm. Çünkü onların hiçbir şeyi olarak onların masalarına oturmuştum, onlarda kibarlık ederek ses çıkarmamışlardı. Üstelik beni Melina' nın gevezeliklerinden kurtarmıştı.

 

 

Hafifçe arkamı dönüp gülümsedim. "İyi geceler!" deyip el salladım. Onlar sadece ellerini kaldırmış ve indirmişlerdi. Bende uzatmadan Çınar arkasından ilerlemeye devam ettim.

 

 

Bahçe ile salonu ayıran büyük cam kapıdan içeri girdim. Salon karanlıktı ama bahçeden vuran ışıklar sayesinde azda olsa etraf aydınlıktı. Kapıya doğru ilerlerken ufak boğuşma sesleri işitince olduğum yerde durdum.

 

 

İki kişi sanki boğuşuyormuş gibi adımların sesleri geliyordu. Hızlı ve çabuk adımlar. Belki yardım olabileceğim bir şey olabilirdi. Seslerin olduğu yere doğru ilerdim. Eve gitme merasimi bir beş dakika daha bekleyebilirdi.

 

 

Sesler hemen merdivenlerin yukarısından geliyordu. Topuklu ayakkabılarımı çıkarıp tekini elime aldım. Parmak uçlarımda elimdeki topuklu ayakkabıyı sıkarak merdivenlerden çıktım. Son basamakta görünmemek için eğilip etrafı inceledim.

 

 

İlerideki loş ışık sayesinde boğuşan iki kişiyi çok net bir şekilde görebiliyordum. Boyu uzun olan bir çocuğun bana sırtı dönük kollarını kapıya yaslamış bekliyordu. Daha aşağıya baktığımda topuklu giyen bir genç kızı sıkıştırdığı çok belli oluyordu.

 

 

Kızın korkudan mı yoksa heyecandan mı bacaklarının titrediğine emin değildim? Ta ki, o cılız ve korku dolu sesini duyana kadar. "Bırak!" önündeki çocuğa yalvarıyordu. Bunu duymak o kızı tokatlama isteği uyandırıyordu. Kendini nasıl savunamazdı? Ben savunabilmiş miydim ki?

 

 

O çocuğu öldürmek istedim, o kıza bunu yaşattıkları için. Şiddet yanlısı değildim ama onların anladığı buydu. Yirmi birinci yüzyılın daha başlarına olmamıza rağmen hâlâ insan hor görülüp şiddete uğruyor, hayatayken yaşan bir ölüye çevriliyordu. Hâlâ da hak ettikleri cezaları çekmiyorlardı. Bu muydu adalet? Bu kadar basit miydi?

 

 

İçimde büyüyen öfkeye engel olamadan çocuğun herhangi bir açıklığı var mı diye baktım. Aslında boyu Çınar'dan biraz uzundu ama Çınar kadar yapılı değildi. Çınar'ı yere serebiliyorken onu, en azından kızdan uzaklaşmasını sağlayabilirdim.

 

 

Topuklu ayakkabıyı iki dakikalığına bacaklarımın arasında koyup şalı yere koydum. Ardından topuklu ayakkabının topuk kısmını ağzımla ile tutup hızla ve sesiz adımlarla yaklaştım. Tam sağ elini kaldırıp kıza uzatacağı sırada kolunu tutup büktüm ve sırtına yasladım.

 

 

Üzerindeki şoku atlatamadan saçın tutarak duvara yasladım. Kız hemen merdivenlerin oraya koşunca ağzımdaki topuklu ayakkabı alıp çocuğun boynuna yasladım. Topuklu ayakkabıları bu yüzden seviyordum.

 

 

"Seni bir daha kızları sıkıştırırken görmeyeceğim!" neydim ben kötü kız mı? Ne haddimeydi ama yapmak zorunda hissetmiştim ve yapmıştım. Belki ben biraz daha geç fark etseydim, iş işten geçmiş olsaydı. Ya da akşam başımı yastığa koyduğumda içim rahat edecek miydim?

 

 

Hayır!

 

 

Çocuğun acı dolu bir inleme eşliğinde "Kimsin sen?" dediğinde hak vermiştim. 'Kimdim ben?' güzel soru, en azından beyninin bazı fonksiyonlarının çalıştığını öğrenmiş olduk.

 

 

Buzlar Kraliçesiydim ben. Ne eksik ne fazla. Elini daha fazla sıktım. Çocuk sertçe yutkundu, "Lütfen bırak, canımı acıtıyorsun!" dedi. "Kızları bir daha sıkıştırmayacaksın?" ret istemediğimi belli eden bir ses tonumla konuştum.

 

 

 

"Tamam, ah!" topuklu ayakkabıyı ile büktüğüm elini aynı anda çekip çocuğu orada yalnız bıraktım. Merdivenlerin başında az önce ağlayan kız elinde siyah şal ile beni bekliyordu. Ben merdivenlerden inmeye başladığımda arkamdan gelen topuklunun zemin ile çıkardığı sesten onunda geldiğini anladım. Son basamağa bıraktığım topuklu ayakkabıyı aldım.

 

 

Tırabzanlara tutunarak ayakkabıları giyinmeye başladığımda "Dolunay!" Çınar'ın sesi kulaklarıma dolduğunda başımı kaldırıp kapının olduğu yere baktım. Endişe dolu gözlerle bir bana bir de yanımdaki kıza bakıyordu. Endişesinin ardında kalan korkuyu görebiliyordum.

 

 

Hızla yanıma gelip sarıldığında tek ayağımdaki topuklu ayakkabı ile dengemi sağlamaya çalışıp bende ona sarıldım. "Ödüm bir taraflarıma kaçtı!" dediğinde güldüm. "Bir şeyim yok iyiyim. Hadi gidelim!" dediğimde benden hafif uzaklaşıp belimden destek oldu.

 

 

Onun yardımıyla diğer topuklu ayakkabıyı da rahat bir şekilde ayağıma geçirmiştim. Çınar, yanımızdaki kızı inceliyordu. Ancak kızın bakışları benim üzerimdeydi. Gözleri dolu doluydu. Acaba, onu bırakabilecek birisi var mıydı?

 

 

"Hadi çok geç olmadan çıkalım." Çınar'ın kolunu tutup onu durdurdum. "Seni götürebilecek birisi var mı?" dediğimde kız başını eğdi ve iki yana salladı. "Çınar, kızı bırakabilir miyiz?" dediğimde Çınar kaşlarını çatmıştı.

 

 

"Kızın kim olduğunu biliyor musun?" kulağıma fısıldadığında başımı iki yana salladım. "Tanımıyorum ama şu an yardıma ihtiyacı var," yalvaran gözlerle baktığımda derin bir nefes verdi. "Ben arabayı getireyim sizde hazırlanın." dediğinde minnet dolu gözlerle ona baktım. Başını sallayarak arkasını dönüp uzaklaştı.

 

 

"Çantan var mıydı?" dediğimde başını salladı. "Hadi gidip alalım!" deyip elinde tutuğu şalı alıp üzerini örttüm. Hâlâ titriyordu, tabii ilke nazaran daha azdı. Omzunu sıvazlayıp ilerlemesinde yardımcı oldum. Kız vestiyerin olduğu tarafa doğru ilerledi. Yerde bulunan çantalardan en sade olanı alıp omzuna geçirdi. Ardından bana döndü. "Çok teşekkür ederim," sesinde bile titreme vardı. Nasıl korkmuştu kim bilir?

 

 

"Önemli değil," dediğimde başını iki yana salladı. "Nasıl önemli olmasın? Senin o sesleri duyup gelmen bile mucize bir şeydi." dediğinde mahcup bir şekilde gülümsedim. Çenesinin hizasındaki saçını kulağının arkasına sıkıştırdığında çalan korna sesiyle gülümsedim. Artık onu evine bırakıp evime gidip rahat bir uyku çekecektim. Çınar' ı biraz fazla yoracaktım ama zaten okuldan aldığı 3 günlük iznin 2. günüydü. O kıçını devirip öğlene kadar uyuyabilecekti.

 

 

"Hadi geldi, daha fazla bekletmeyelim!" elimi öne doğru uzatıp geçmesine izin verdim. Son kez arkama bakarak merdivenlerden inip inmediğini kontrol ettim. Biz indiğimizden beri inmemişti, sanırım ya yaptığından pişmanlık duyuyordu ya da elini fazla sıkmıştım.

 

 

Kız arkadaki koltuklara oturunca bende Çınar'ın yanına oturdum. "Hangi semtte oturuyorsun?" Çınar'ın soğuk sesiyle kaşlarımı çattım. Bu kıza karşı neden bu kadar soğuk ve kabaydı.

 

 

"Beşiktaş'a gidebilir misin? Eğer ters ise okulun yurduna bakabilirsin?" sesi korktuğundan dolayı kısıktı, Çınar "Kıza bak," diye homurdanmıştı. Kesin aralarında bir şey olmuştu ve bana söylememişti. "Yurtlar bu saate kapalı. Seni eve bıraksak daha iyi olur." diye mırıldanıp arabayı çalıştırdı.

 

 

Bakışlarımı ikisi arasında mekik dokuyordu. İkisinin arasında nasıl bir ilişki olduğunu düşünmeye başladım. Eğer kızla sevgili gibi ilişkileri olsaydı bunu kesinlikle gelip anlatırdı. Ciddi anlamda sevgilisi olduğunda gelip tanıştırırdı ama sadece konuştuğu kişilerin fotoğraflarını gösterirdi.

 

 

Çoğunluğunu hatırlıyordum ama bu kızı daha önce görmediğime Tanrı şahidim olsun ki yemin edebilirdim. Kızın kısa kahverengi saçları, ağladığından dolayı kızarmış kahve gözleri vardı. Güzel yüz hatlarına sahipti, herkesin beğenebileceği bir güzellikteydi. Acaba içi nasıldı? Nasıl bir insandı?

 

 

Çınar sahil yoluna girdiğinde kızı daha fazla incelemenin kabalık olacağını düşünerek ay ışığının denize vurmasını izledim. Vuran ışık, çok güzel bir görsel şölen sunuyordu. Gece karanlığındaki gökyüzünü taklit eden deniz ışık ışıl parlıyordu.

 

 

Şu yerküreden en çok sıkıldığım zaman en çok denize sığınırdım. Kış olsun yaz olsun fark etmezdi. Tuzlu suya karışmış yosun kokusu genzimi yakıyor, beni olumsuz düşüncelerden sıyırıyordu. En çok ise akşamları giderdim, çizim defterimi yanıma alarak. Sayısız kez denizi, ayı, ışığını ve sayısız yıldızı. Çizdim, çizdim, çizdim. Sayısız defteri bu şekilde bitirdim.

 

 

"Sahil yolundan devam edebilirsin," demişti kız, tam yol ayrımına girecekten. Çınar, derin bir nefes bırakıp dirseğini yarısı açık olan cama avuç içine de başını yaslamıştı. Partiye giderken ki Çınar ile şuan ki Çınar arasında dağlar kadar fark vardı. Çınar, hızını biraz daha artırmıştı, sahil yolunda kimseciklerin olmamasını fırsat bilerek. "Işıklarda bırakabilir misin? Hemen şuradaki kırmızı ev!" dedi, çekingen tavırla. Cevap olarak sadece başını sallayıp hızını düşürüp otobüs durağının hemen önünde durdu.

 

 

"Her şey için çok teşekkür ederim." dediğinde sadece başımı salladım. "Kendine dikkat et." şaşkınca Çınar'a döndüm. O bana bakmazken dikiz aynasından kıza bakıyordu. Kızda benim gibi şaşırmıştı, ağzı açık ve kocaman gözlerle ona bakıyordu. "Tamam, sizde!" diyebilmişti sadece. Ardından yavaşça kapıyı açıp arabadan indi. Çınar, tam arabayı çalıştıracakken kolundan tutup çalıştırmasına engel olurken kızı gözlerimle takip ettim. Sonunda karşıya geçip kırmızı evin önüne doğru ilerledi.

 

 

Evin içine girdiğine emin olduğumda elimi Çınar'ın kolundan çektim. "O kızı tanıyor musun?" dediğimde sıkıntıyla nefes verdi. "O kız, okulun Gossip Girl 'ü. İkimiz hakkında inanamayacağın türden dedikodular çıkardı." dediğinde neden bu kadar sinirlendiğini anlamıştım. "Bir anda Dolunay ortadan kayboluyor. Bir bakıyorum okulun Gossip Girl' ü ile merdivenlerde duruyorlar. Ardından kızı eve bırakmayı teklif ediyor!" sinirlerine hakim olamaya çalışır gibi direksiyonu sıkı sıkıya tutuyordu.

 

 

"Aklım çıktı Dolunay, anlıyor musun? Sen bir anda ortadan kaybolunca aklım çıktı!" dediğinde içimi bir pişmanlık duygusu kaplamıştı. Kızı kurtardığım için değildi, arkadaşımı endişelendirdiğim içindi. Arkasından en azından "Dur!" diye seslenebilirdim.

 

 

"Çınar, sana haber vermediğim için özür dilerim. Ama o kız ister okulun dedikoducusu olsun ister başka birisi olsun yine aynı şeyi yapardım." dediğimde öfkeyle soludu. "Her ne olduysa hak etmiştir. Senle yatığımıza dair dedikodular çıkarıp senin boynunun morardığı fotoğraflarını yaydı." dediğinde biraz şaşırmıştım ama bunu yansıtamazdım.

 

 

"Çınar, hiç kimse birisi tarafından koridor köşelerinde sıkıştırılmayı hak etmiyor!" sesimi yükseltmek zorunda hissetmiştim. Dediğim gibi kimse hak etmiyordu. Ne ben, ne o ne de bir başkası. Bir kişinin diğer kişiden daha üstün olduğunu düşünüp saldırması aptallıktı ve olmaması gereken bir şeydi.

 

 

Peki sen Dolunay, o çocuğu kendinden zayıf gördüğün için bükmedin mi elini, çekmedin mi saçını? Senin ondan ve diğerlerin ne farkın vardı?

 

 

"O kızı kim sıkıştırabilir? Tabii ya, şu şerefsiz eski sevgilisi." gözleri boşlukta kendi kendine sorup cevaplıyordu. "Ya sana da bir şey yapsaydı Dolunay!" bal rengindeki gözleri sinirle bakıyordu gözlerime. "Senden güçsüz görünüyordu hem çok ürkek birisi çıktı." dediğimde gözlerini tavana çıkartıp sabır diledi. "Belle abla, balerin yerine Black Widow** yetiştirmiş." benzetmesine gülsem de o gülmüyordu. Sinirle arabayı çalıştırdı. "Sen gül, ben seni Tolga abiye söylemiyor muyum?" dediğinde hafif bir şekilde omzuna vurdum.

 

 

 

Gülerek arabayı çalıştırdı. Eve doğru sürerken klimanın sıcak üflemesi ve rahat koltuk sayesinde mayıştığımı hissediyordum. Kafamı koyduğum an uyuyacak gibi hissediyordum. Esneyeceğimi anladığımda elimi ağzıma götürüp esnedim. "Yine uyuyamıyor musun?" dediğinde kaşlarımı çattım. "Uyuyorum," uyuyabiliyordum, tüm normal insanlar gibi.

 

 

"Onu kast etmediğimi çok iyi biliyorsun." dediğinde bu konuyu konuşmak istemediğim için susup bakışlarımı Çınar'dan alıp cama çevirdim. "Daha ne kadar kaçmayı düşünüyorsun? En azından Şebnem Hanım'la bir görüşsen?" hızla başımı ona çevirdim. "Bu konu tartışmaya kapalı!" dedim ve kollarımı göğsümde bağladım. "Dolunay, ben senin için diyorum. Kullandığın gözaltı kapatıcıları bile artık etki etmiyor. Ortalıklarda zombi gibi dolanıyorsun." dediğinde omuzlarım, kollarım, gardım düştü.

 

 

Sonuna kadar haklıydı ama olmazdı. Yapamıyordum. O kadar güçlü değildim. "Çınar, yapamıyorum." az önceki gür sesime kıyasla bu bir karıncanın adım sesleri kadar bir şeydi. "Bu sefer, saat çok geç olduğu için kapatıyorum ama seni tekrar böyle görürsem kendi ellerimle Şebnem Hanım'a götüreceğim." dediğinde dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı salladım.

 

 

Bunun olmayacağını, yani gerçekleşmeyeceğini bilmek içimi rahatlatıyordu.

 

 

Yolun bu saatte boş olması nedeniyle Çınar hızlı bir şekilde sürerek eve varış süresini yarıya indirmişti. Sarılma merasiminden sonra yanaklarımı sulu sulu öperek sinirlerimi iyice hoplattığında nihayet arabadan inebilmiştim. Topuklu ayakkabıları elime alıp yalın ayaklarla taşlı yoldan ilerleyerek kapıya ulaşmıştım. Anahtarımı tam kilide sokacağım sırada kapı açılmıştı. Babam üzerinde bol bir eşofman ve salaş beyaz tişörtle kapının girişinde duruyordu. Kafasına taktığı gözlüğü taç görevini üstlenerek dağınık saçlarını arkaya itmişti. Gözlerinden uyku akıyordu.

 

 

Biraz geriye gidip içeri girmemi bekledi. Elimde tutuğum topuklu ayakkabıları hemen girişe koyup içeri girdim. Salonun girişinde durup arkamı döndüğümde babam, kafasındaki gözlüğünü gözüne takıp kıvırcık saçlarını kaşıyarak bana bakıyordu. "Dolunay, Bade ben olmadan uyudu. Bu durumdan Şebnem Hanım'a bahsedeceğim." dediğinde şaşırmıştım. "Ben bir Bade'e bakayım." dediğimde başını sallamıştı. "Sende ilgili baba rolünü yapmayı bırakıp gidip uyuyabilirsin."

 

 

O bu söylediğime hiçbir tepki vermedi ve çalışma odasına doğru ilerledi. Ben de merdivenlerden yukarı çıkıp Bade'nin odasına girdim. Benim kar beyazı oyuncak ayıma sarılmış uyuyordu. Yanına yaklaşıp dikkatli bir şekilde inceledim. Terlememişti...

 

 

Yere oturup onu inceledim. Yüzünde hafif bir gülümseme ile ayıcığıma sımsıkı sarılarak uyuyordu. Görüntüsü puslanmaya başladığında elimi gözlerime götürdüm. Gözümü ovunca elime gelen ıslak sayesinde anlamıştım ağladığımı. İlk defa mutluktan ağlıyordum. Bu his tarif edemeyecek kadar güzeldi. Zorla yutkunup gülümsemeye çalıştım. Onun iyileşmesi benim için lütuftu. Bana bunu bahşettiğin için çok teşekkür ederim.

 

_

 

•Romeo ve Juliet ten alıntı

 

**MARVEL evrenine ait bir kadın karakter

 

 

 

Yorum yapıp beğenirseniz çok mutlu olurum... Ama yapmasanız da sorun değil (':

 

Loading...
0%