@ceylan_yagmur
|
Türkiye İstanbul Hapishanesi, Karanlık ve aydınlık aynı vücutta bulunamazdı. Karanlık soğurucu iken, aydınlık sıcak ve parlak bir ışıktı. İkisi birbiriyle çok zıt kavramlardı bu yüzden aynı vücutta bulunamazdı. İnsanlar ise kör bir canavar olmuştu. Seçtikleri karanlık artık bedenlerini esir almıştı. Gördükleri ışığı söndürmek için ya kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı ya da o karanlıkta kalan tek ışığı yok ediyorlardı. Vücudum karanlığa bürünmüş müydü bilmiyorum ama bu cehennemde yanan aydınlık biri gibiydim kör canavarlar için. Ben ne tamamen karanlıktım ne de karanlığa inat parlamak isteyen ışık. Ben henüz ikisi de değildim. Ben şimdilik sadece o zıtlığı ayıran çizgiydim. Ancak çizgimi inatla ayırmaya çalışanlar vardı. Hala çaktırmadan bana bakmaya çalışan kadına bakıyordum. Bugün avluda geçirecek yarım saatimiz vardı ve benim yerim her zaman olduğu gibi baş köşeydi. Bana ayrılan bankta otururken yanımda oturan tek kişi yaşlı bir kadındı. Sofia kimseyle ilgilenmiyor sadece kucağında oturan küçük kızın saçlarını örüyordu. Bu cehenneme girdiğimden beri benimle konuşmaya çalışan ikinci kişiydi kendisi. Bu yüzden yanıma almıştım ve onu kötü insanlardan korumuştum. Elbette benim yanımda olan birine kimse dokunamazdı. Korkulacak biri değilsen bir hapishanede yaşayamazdınız. O yüzden korkulacak biri olmalıydın çünkü suçluların olduğu bir dünyada kimse masumları sevmez. Burada çok şey öğrendim ve fark ettim. Kirli bir pazarlık yeri gibiydi burası. Herkes kendi canı için kendini satıyordu. Ben on yaşındayken ıslah evine gönderilmiştim. On beş yaşında ise cezaevine. Normalde on sekiz yaşımı doldurup cezaevine girmem gerekirdi ama mahkeme emriyle buraya getirilmiştim. Birilerinin bunu bilerek yaptığından emindim ve o kişiyi tahmin etmek zor değildi. Düzen yıkılalı yıllar olmuştu ancak kimse bunun farkında değildi. Açık olan bir kapıdan girmek ne kadar zor olabilirdi ki? Tahmin edemeyeceğim kadar zordu çünkü böyle bir yerden bir daha asla çıkamayacağımı sanmıştım. Hele ki girdiğim an üstüme kapanan demir bir kapı iken. Her neyse. Sonuç olarak on yıldır bu dört duvar arsında kalmış durumdaydım. Lakin bugün bu cehennemde ki son günümdü. Artık resmen özgürlüğüme kavuşmak üzereydim. Bacak bacak üstüne atıp ellerimi çenemin altında birleştirdim ve bakışlarımı ilk kez onlara diktim. Her şeyden memnun olmayan ifadesiz yüzüm onlara döndüğü an birbirleriyle konuşmaya başladılar. Bu işte kesinlikle bir iş vardı. İnsan sevgilisine bile bu kadar uzun süre bakmaz, doyamadılar bakmalara. Haksız değil demiyorum tamam, eyvallah güzel kızım ama ben hem cinslerimden o mana da hoşlanmıyorum. Hadi ama daha kaç dakika böyle bekleyeceğim liseli ergenler döndük anasını satıyım. Bana olan aşklarını bir türlü itiraf edemiyorlar. Kendi adıma söyleyeyim ben kesinlikle aşık değildim. Sofia, “yine bir haltlar karıştıracaksın sen değil mi?” Diye sorduğunda sesi bıkkın çıkmıştı. Tamam bazen birilerinin elini yüzünü kırıyordum ama neden sesi düzenli olarak bunu yapıyormuşum gibi çıkıyordu. Ayrıca tamam yapmış olabilirdim ancak kanıt yoktu bir kere. Hem son günümde kesinlikle kavga çıkartmak istemiyordum. Onlara bakmayı bırakıp atmış yaşındaki Sofia ablaya döndüm. Kır saçlı, yüzü yaşından dolayı kırışmıştı. İnce kaşları, güzel burnu, ince dudaklarıyla oldukça tatlıydı ve bir atmış boylarındaydı. Şeyma’nın saçlarını örmeyi bitirmiş bana bakıyordu. Burada annesiyle kalan bir sürü çocuk vardı maalesef. Böyle korkunç bir yerde annelerinden ayrı kalmak istemeyen bir sürü çocuk. Sofia onlarla ilgilenmeyi seviyordu çünkü çocuklar böyle bir yerde masumiyetimizi hatırlatan tek şeydi. Neşeleri ile zamanın çabuk geçmesini sağlayan minik yaratıklardı çünkü çoğu zaman ağlamalarıyla korkunç olabiliyorlardı. Ellerimi saçları biten Şeyma için iki yana açtığımda gülerek bana sarıldı. Sarı saçlı sekiz yaşındaki minik yaratık oldukça tatlıydı ama ne yazık ki fazla zayıflamıştı. Gülünce kısılan kahverengi gözleri, fındık kadar burnu ve ince pembe dudakları vardı. Buradaki nerdeyse herkesle anlaşan tek çocuk oydu. Onu kucağıma alıp oturttum. Gülerek fındık gibi olan burnunu çekince kıkırdadı. “Sümüklü cadı!” dedim dudaklarımı bükerek. Sofia abla güldü. Bu aralar hava baya soğuktu ve ne yazık ki nezarethane de o kadar sıcak bir yer değildi. Biz alışmış olsak da çocuklar bir türlü alışamamıştı. Umuyorum ki alışmazlardı. Onları buradan kurtarmak için elimden geleni yapacaktım. Ancak annelerinden ayrı kalmak istemiyorlardı. “Benim sümüklerim de güzel ki.” Yüzümü buruşturarak ona baktığım da gülme isteğimi bastırıp somurttum ve başımı iki yana salladım. Anında yüzü düştü ve bu hali nerdeyse kalbimi parçaladı. Onunla uğraşmayı seviyordum ama üzülmesini asla. Sofia abla beni çimdikleyince kaşlarımı çatarak ona döndüm. “Abla ya, acıttın,” dedim ve Şeyma 'ya saydığım elimle kolumu sıvazladım. “Oh olsun,” dedi ve kaşlarıyla sarışını gösterdi. Zaten bende ona tam gerçekleri söylüyordum ne diye beni boş yere çimdikliyorsa. Şeyma’nın çenesini tutup bana bakmasını sağladım. Büktüğü dudaklarını görünce “kız sümüklü olsan da güzelsin ama sümüksüz daha güzelsin gerçekten. Bu yüzden hastalanma,” dediğimde Sofia abla gülerken Şeyma kucağımdan atladı. Bana ters ters bakarak “abla bazen senin aptal olduğunu düşünmüyor değilim,” dedi. Gözlerimi şaşkınlıkla açarken Sofia abla kahkaha attı. Yere eğilerek siyah terliklerimi kaptım. Tekrar doğrulduğum da ise Şeyma gelecek olanı bildiği için kaçmaya başlamıştı. Terliği havaya kaldırarak küçük popişine fırlattım. Hedefi tam on ikiden vurmuştum. Sırıttım. Sofia abla bana ters ters bakarken daha ben fark etmeden bir tane kafama geçirdi. Bir kadının eli bu kadar ağır olur mu be arkadaş? “Terbiyesiz o daha çocuk!” diyerek de beni azarladı. Ona çatık kaşlarla baktım. Poposunu ovan Şeyma’yı göstererek “bana aptal dedi abla bu nasıl çocuk,” dedim savunmaya geçerek. Bana aynı bakışlar atmaya devam etti. Sonrada kafasını çevirip bu kez Şeyma’ya ters ters bakmaya başladı. Anın da savunmaya geçti küçük cadı. Beni göstererek “Ama abla bana sümüklü dedi, cadı dedi o başlattı.” Sofia abla bana dönmeden “ben senin büyüğünüm saygısız! Getir o terliği bana,” dedim. Yere eğilip poposuna vurduğum terliği aldı. Bana getireceğini sanırken kafama fırlattı. Daha kafama değmeden sol elimle tutarken onun sesini duydum. “Al sana terlik,” dedi. Ben şaşkınlıkla ona bakarken o poposunu kıvırarak gitti. Sofia abla, “al sana terlik gördün,” dedi ve o da kalktı. İkisinin arkasından bakmayı keserek terliğimi ayağıma geçirdim. Saatlerdir beni izleyen o iki köstebeğe de bir terlik göstersem iyi olacaktı yoksa bu siniri mi o küçük cadıdan çıkarırdım. Hepsini o başlatmıştı! Bu oyundan sıkıldığım için ayağa kalktım ve kapıya doğru yöneldim ama elbette arkamdan geldiklerini biliyordum. Ben ayağa kalktığım anda herkes yana çekilip bana yol açmıştı. Hızlı adımlarla avlu kapısını geçip lavabo kapısını açarak içeri girdim. Lavabonun kapısını kapatıp arkasında beklemeye başladım. Kapı açılınca temkinli adımlarla içeri ikisi girdi. Birinin elinde ki sivri şiş ve diğerinin elinde ki de kesinlikle bıçaktı. Dudaklarımı büküp klasik şeyler, diye düşündüm. Ayrıca burada doğransam kimsenin ruhu duymazdı. Allah bu kendini birkaç kuruşa satan pisliklerin hepsini kahretsin! Tam kapıyı kapatacaklardı ki elinde bıçak olan kadın beni gördü. “Beni mi arıyorsunuz hanımlar?” dedim alaylı bir edayla. Elindeki bıçakla üzerime atlayınca sert bir tekmeyle karnına vurdum. Yere düşünce başını sert zemine çarptı ve bayıldı, fazla kolay oldu. Neyse ki feyanslar benden yanaydı. Diğeri beklemeden şişi bana salladı çevik bir hareketle bıçağı tutan elini yakalayıp arkasında birleştirdim, bileğini sıkınca şiş yere düştü. Kolumu boynuna doladım, sert bir tekmeyle bacağına vurunca dizleri büküldü. Acıyla bağıracağı esnada hemen ağzını kapatıp ayağa kaldırdım ve duvara yapıştırdım. Elimi sıktığım boğazından çekip yüzüne sert bir yumruk indirince acıyla yere doğru çömeldi. Hadi ama daha iyisini yollayabilirlerdi. Bu amatörler ben dokunmasam da kendi başlarına bir gün bile dayanmazlardı. Kendi gibi işe yaramaz insanlar yollamış. Onları orada bırakıp lavaboya doğru yürüdüm. Musluğu açtım kanlı ve sürekli kavga ettiğim için morarmış ellerimi yıkadığımda bir an aynada kendimle göz göze geldim. Saçlarımı buradayken topluyordum. Hiç kestirmediğim saçlarım upuzun olmuş, koyunun en güzel tonu olan yeşil gözlerim daha da solmuştu ve yemek yemediğim için daha da zayıflamıştım sanki. En son zehirlendiğimden bu yana yemek yiyemiyordum. Hapishanedeyken uyuyamazdınız çünkü herkes en zayıf ve savunmasız olduğun anda saldırırdı. Bu bir nevi arkanızdan saldırmak demektir ve sen saldırının yönünü uyurken göremezsin. O yüzden geceleri uyumaz sabahları uyurdum ama bugün avluya çıktığımız için içerde tek başıma uyuyamadım. Ortağımda henüz gelmemişti. Çatık kaşlarımı düzeltip yüzümü soğuk suyla yıkadıktan sonra musluğu kapattım. Yerdekileri bırakıp tam çıkacaktım ki “seni asla yaşatmaz. Hah, kurtulduğunu mu sanıyorsun. Seni öldürecek asla kurtulamayacaksın,” dediğinde ifadesiz gözlerle ona baktım. Bana şiş ile saldıran kadındı bu, yüzüne attığım yumruk yüzünden burnu kanıyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Sanki beni alt edebilecekmiş gibi üzgünüm ama ya da üzgün falan değilim. Buradan çıkınca onu bizzat ben mahvedeceğim. Beni hafife alması onun aptallığı. Yağmurun kızgın bir yüzle avluya doğru gittiğini görünce bende peşine takıldım. Neden kızgın ki? Bir tahminim vardı ama umarım düşündüğüm kişi değildi. Etrafına bakınınca beni aradığını anlayıp ona seslendim. “Yağmur” dediğimde bana doğru döndü. Hızlı adımlarla yanına gittim. Gerçekten kızgın görünüyordu. O genelde duygularına hâkim olan birisiydi. “Sorun nedir, yüzün sirke satıyor bir sorun mu var?” dedim endişeyle. Kızıl saçları, güzel bakan gözleri ve beyaz teni ile benden daha iyi görünüyordu. Beni görünce çatık kaşları düz bir çizgi haline geldi. “Önemli bir şey değil. Her zaman ki şerefsiz müdür sinirlerimi bozdu. Seni elde etmek istiyor. Ya adam kafayı sana takmış durumda ve senin üzerinden de benimle oynuyor. Evet… Seni dinliyorum ona ne yapmamızı istersin? Bence ona haddini bildirmeliyiz patron.” Hayattan bezmiş gibi bir sesle söylediklerine başımı iki yana salladım. Evet ben bu adamdan kurtulamayacağım anlaşıldı. “Bir sen eksiksin,” diye bende bezmiş sesimle eşlik ettim ona.Yağmur kaşlarını çatıp biraz daha yanıma yaklaştı ve “yine ne oldu?” Sesi tedirgin çıkığı için “sakin ol, her zamanki şeyler. Aynı olayların tekrar etmesinden bıktım. Bu ne ya sanki her günü aynı yaşıyorum. Zaman makinesinde olsam sanırım daha az fark ederdim aynı günü yaşadığımı.” Gerçi bir hapishanede olduğumuzu düşünürsek normal ama ne diyebilirim ki hayat hiç adil değil. Suçlular dışarda elini kolunu sallarken biz dört duvar arasındaydık. “Küçük bir saldırıya uğradım banyodalar ne yapacağını biliyorsun,” dedim. Ağırlığımı rahatça sol yağıma verdim ve ellerimi göğsümde bağladım. “Ben onları hallederim sen iyi misin, bir şey olmadı değil mi?” Sırıtarak ona baktım. “ah aşkım! Benim için bu kadar endişelenme sonra senden vazgeçemiyorum. Bana bir şey olmadı ama… Onlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim,” dediğimde avlu kapısından bize doğru gelen gardiyanı buldu gözlerim. “Senden daha azını beklemezdim patron,” diyerek kıkırdadı. Gardiyan önümüzde durunca ona doğru döndük. “Müdürüm seni istiyor. Benimle geliyorsun Rüya Solar,” dedi aksi sesiyle. Buradaki erkek gardiyanlar benden hoşlanmıyordu. Tek kaşımı alay edercesine kaldırıp “demek öyle,” dedim ve yağmura döndüm “gördün mü, bensiz yapamıyor sevgili müdürüm. Her an her saniye beni yanında istiyor.” Yağmur alayla gülerken ona göz kırptım. Gardiyan alay eden ses tonum yüzünden kaşlarını çatıp kollarımdan tuttu ve “yeter! Benimle geliyorsun,” dedi. Avludakiler bize doğru döndüğünde kaşlarımı çattım. Beni avludan çıkartıp normal kapıya doğru yürüttü, kapı açıldığında dışarı çıktık. Kolumu ondan çekip kurtardım ve “bu iki oldu üçüncüsünü affetmem gardiyan.” Kendimden emin çıkan sesim uykusuzluktan çökmüş olan gözlerinde bir korkuya neden old. Kimse beni hırpalayamaz o kolunu kırmadığıma şükretsin. Ona aldırmadan bir adım önünde yürüdüm. Loş koridoru geçip merdivenleri çıkınca bizi beyaz ışıklar karşıladı ama hapishanenin beyaz ışıkları bile soluktu, gri duvarları ise boğuk bir hava katıyordu. Temiz koridoru geçip müdürün camlı odasının önünde durduk. Gardiyan kapıyı tıklatıp bekledi ve içerden “gir!” sesi geldiğinde kapıyı açıp içeri girdik. Başını dosyalardan kaldırıp bana baktı ve beni görünce gülümsedi. Bense yüzümü buruşturdum ve bu onu daha çok güldürdü ardından “sen çıkabilirsin,” dedi gardiyana. Başıyla selam verip çıktı gardiyan. Dosyaları kenara koyarak “otur lütfen seninle konuşacaklarım var,” dedi sesi mutlu geliyordu. Uzun boylu ve otuzlu yaşlarında olmasına rağmen genç gibi duruyordu. Siyah saçları, kahverengi gözleri, kemerli bir burnu, dolgulu dudakları, kaşları da saçları gibi aynı tondaydı, yeni tıraş olmuş olduğu belli olan yüzü gözler önündeydi. Siyah takım elbisesi ile sanki bir yerlerden geliyordu ve bu onu daha da olgun gösteriyordu. Dediğini yapıp koltuğa oturdum ve duruşumu her zamanki gibi dikleştirdim. Rahat görünmek için koltuğa yaslandım ve “buyurun sayın müdürüm, beni neden çağırttınız?” Diye sordum resmi bir sesle. Gerçi hep boş yere çağırtıyor ya neyse çünkü güya ben mevzu çıkarmışım. Hadi ama! Ben kim olay çıkartmak kim, lütfen yani! “Ooo Rüya Hanım, sonunda sizi olaysız bir şekilde karşımda görebilme şerefine nail oluyorum ha, ne mutluluk verici,” dedi kinayeli sesiyle. Birazdan yeni bir olayla karşılaşacağıdan habersizdi sefil herif. Gerçeklikten uzak iç çekip “öncelikle umarım mutluluğunuz boğazınızda kalır. Ayrıca ne yapmışım ben sevgili müdür, kırılıyorum ama. Ben beni sürekli öldürmek isteyen insanlara ne yapmış olabilirim? Hadi ama altı üstü ya kolunu ya da bacağını kırıyorum ve bunlarda ufak tefek şeyler,” dedim. O aptallar yüzünden cezam bir kaç ay uzamıştı zaten. Tek kaşını kaldırınca bahsettiği şeyi anlayıp “tabi sizde haklısınız. Geçen beyin kanaması geçiren kadın için çok talihsiz bir olaydı. Ben kadını yerden kaldırmaya çalıştım ama ellerim sabunlu olduğu için ayağa kalkacakken yeniden düşü verdi. Tamamen talihsizlik ve feyanslaron suçu. Lakin sonuçta onlar beni öldürmek istiyor ama ben sadece yaralıyorum sizce de çok cömert değil miyim?” dedim gözlerimi kırpıştırarak. “Hem ben sadece kendimi savundum… Siz de çok iyi biliyorsunuz müdür bey. Ne deniyordu sizin hukuk dilinizde nefsi müdafaa. Bu arada şimdi hatırladım da ben size kanıtlamıştım öyle değil mi?” Dediğimde çenesi gerildi. Dişlerini sıktığı belliydi. Biliyor ama birilerini korumak için bilmezden geliyordu şerefsiz müdür. “Tabi bilmez miyim? Sonuçta sende anneni yaralamadın değil mi? Nefsi müdafaa. Yani kendini korumak zorundaydın… Anlıyorum,” dedi gözlerini gözlerime dökerek. Kaşlarımı çatıp koltuktan kalkıp ona doğru eğildim ama benden korkmadığı aşikardı. “Peki sende ölmek ister misin sevgili müdür? İstersen yaralayabilirim ne dersin? Mesela dilini kesip sonsuza kadar konuşmanı engelleyebilirim ha ya da bir kurşunla saniyesinde beynine bir delik açabilirim. Böylelikle benim hakkımda konuşurken iki kez düşünür doğru düzgün cevap verirsin, haksız mıyım?” Bakışlarından rahatsız olunca geri çekildim. Beni zaafımdan vuracak kadar alçak biriydi. Sen sıranı bekleyeceksin. Önce kimi koruduğunu ve kime çalıştığını öğrenmem lazım. Yakasını açıp “her neyse,” dedi ve ellerini masada birleştirdi. Ona yakın olduğum için bile geriliyordu. Beni elde etme isteği o kadar büyük ki, bu adamdan tiksiniyorum ya. Yüzümü buruşturup “sadede gel müdür canımı sıkıyorsun,” dedim. Bacak bacak üstüne atıp sırtımı tekrar koltuğa yasladım. “Önemli bir konu hakkında konuşmak istiyorum, didişmeyi kes. Savcının yanından geliyorum. İşlemlerinizi bugün hâkime onaylattım yani aynı gün aynı saat. Anlayacağın bugün çıkış işlemleriniz halledildi ve Yağmur Tuna da istediğin gibi seninle aynı günde serbest kalacak. Cezanız bitti, çıkış kağıtlarını imzala,” dedi. On yıl hüküm giydikten sonra nihayet bugün çıkıyorum. Hapishane hayatı sıkmıştı artık. Bir daha hapishane hayatına tövbe ya sırf bu adamı görmemek için bile hiçbir suç işlemem. Zaten işlesem de buraya dönmem. Kağıtları ve kalemi uzattı. Önce kağıtları inceledim ardından imzaladım ve ayağa kalktım. Kağıtları alarak “seni burada görmeyi hep istesem de dışarda kahve içmeyi yeğlerim, lütfen bir daha buraya girme,” dedi. Ellerimi ceplerime koydum ve ona üstten bakışlar attım. “İnanın bana buraya gelmeye hiç niyetim yok ayrıca değil sizle kahve içmek yanınızdan bile geçmek istemiyorum. O yüzden beni rahat bırakın. Yağmuru ne ile tehdit ettin bilmiyorum ama ona bir şey olursa veya yaptıysan seni kimse elimden alamaz. Bilirsin ben baş edilmesi zor bir katilim ve kimse elimden kurtulamaz… Sevgili müdür,” dedim. Ben kimseye tahammül etmek zorunda değildim canımı sıkanın canını sıkardım. Sonlara doğru sesimi tehditkâr çıkartmayı ihmal etmemiştim elbette. Tam kapıdan çıkarken “bilmez miyim,” dediğini duydum. Senin bir bok bildiğin yok müdür ama yakında öğreneceksin… hepiniz öğreneceksiniz. Size kendimi tanıtacağım ama beni tanıdığınız güne lanet edeceksiniz. Sadece bekle sevgili müdür sadece bekle. Kapıda bekleyen gardiyanla birlikte koğuşa yöneldim. Birkaç gardiyan bana korkuyla bakıyordu. Burada ki herkes benden korkar. Aklı olan korkmalıydı da çünkü serbest kaldığımda neler yapacağımı ben bile kestiremiyordum ama beni buraya tıkan herkesi gebertmeden duracağımı da sanmıyordum. Dört duvarın arasında özgürlüğümü, hayallerimi, gençliğimi yakmışlardı. Ben de karşılığında onları yakmak istiyordum. Acılar içinde kıvranmalarını istiyordum. Bunca yıl boşuna sabretmemiştim. Nihayet onların ölümünü de izleyeceğim tıpkı Rüya Solar’ı öldürdükleri gibi bende onları öldüreceğim. Buradayken önceleri bir tek Yağmur’la konuşuyordum. İlk haftalar ölümle o kadar yüz yüze geliyordum ki bazen gardiyanlar beni koruyordu bazen de güvenliğim için ayrı hücrede kalıyordum sonra yine saldırıya uğruyordum. Karanlık hücreyi daha çok seviyordum çünkü kimsenin yüzünü göremiyordum ama bazen delirdiğimi hissediyordum. İlerleyen yıllarda kendimi savunmayı öğrendim insanların zayıf noktalarını, hangi kemiğini veya hangi darbeden korunmak gerektiğini… Bunların hepsini öğrendim daha doğrusu öğrenmek zorunda kaldım. Mecburdum. Alacağım bir intikamım vardı. Dayak yiye yiye dövüşmeyi öğrendim. Sürekli bir yerime darbe alıyordum ve hangisi daha çok canımı yaktıysa bunu fırsata çevirdim ve kendimi savundum. Ayrıca hep kendi işimi kendim hallettim. Yağmur hala alışık değildi ama az çok dövüşmeyi öğrenmişti. Yani en azından zayıf noktaları biliyordu. Ona öğrettim çünkü o da beni korumak için kavgaya karışıyordu. O zeki, güvenilir biriydi ve asla zayıf olduğunu düşünmedim çünkü zekâ en büyük güçtü. Ancak kavgaya karışması isteyeceğim son şeydi. Bu yüzden elimden geldiğince onu bu tür şeylerden uzak tutardım ve hala da tutmaya devam ediyordum. Uyumadığım her saat çalıştım, okudum, kendimi eğittim. Yağmurun getirttiği kitaplardan birinde savunma sanatını öğrenmiştim aslında dovusmeyi bu şekilde öğrenmiştim. Kitaplar bana burada bir cennet bahçesinden farksızdı çünkü küçükken hapse girmiştim ve hiçbir şey bilmemek canımı yakıyordu. Öğrenme hevesim hep vardı ve buraya getirildiğimde ortağım sayesinde sönmediğini anlamıştım. Zamanla umut ettik ve buradan çıkacağımıza inandık bu yüzden hiçbir şeyden geri kalmak istemedik ve bu yüzden sürekli çalıştık. İlk günler burada iki üç ay boyunca kimseyle konuşmama rağmen Yağmur benden ayrılmıyordu. Burada ki insanlar bana çok kötü davranmıştı ama o bana yardım ediyordu. Konuşmadığımız o üç ayda neler olduğunu hala hatırlıyordum. Odama sürekli farklı farklı kitaplar bırakıyordu. Aslında bıraktığı her kitabı okuyordum ve kimseyle konuşmuyordum ama o benimle sürekli ilgilendiği için ona yardım ediyordum. Bir keresinde ona vuran iki kadından kurtarmıştım daha on beş yaşındaydım ama boyum epey uzundu ve bazı kadınların boyunu bile geçiyordum, onları rahatlıkla yere serebiliyordum. Tavalarda epey yardımcı oluyordu açıkçası. Her neyse. O gün ikimizde hücre cezası almıştık. Bana yaşadıklarını anlattığı yer karanlık bir hücreydi. Ben ona bir şey anlatmamıştım ama o bana ‘belki bir gün anlatırsın, bana güvendiğinde sen de anlatırsın. Ben sana güvendiğim için her şeyi anlattım,' deyip beni zorlamamıştı. Ona zorda olsa bir lac birşey anlattım. Ve ikimiz o hücreden ortak olarak çıktık. Birlikte okuduk ve birlikte çalıştık. Bazen benimle birlikte spor yapıyordu ve denediğim birkaç taktiği uyguluyordu. Bazen ise sadece izliyordu ve kendi içine kapanıyordu. O benim ilk arkadaşımdı, burada ikimizden başka yaşıt kimse yoktu o yüzden yağmur da benimle konuşuyordu. Okulda ki iki arkadaş gibi olmuştuk, tek farkı biz hapishanedeydik okulda değil. Biz aslında kimsesizliğin içinde bulmuştuk birbirimizi. Çaresizliğin içinde iki dost olmuştuk, abla kardeş olmuştuk her şeyden öte biz ortak olmuştuk. O gün bana her şeyi anlattığında aslına ona güvenmiştim: Bir insanın bakışları her şeyi anlatır. O bakışların içine işleyen ıstırabını gördüğünde inanırsın biraz da. O gün hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarımı ona sardım. İlk defa annemden sonra başkasına sarılmıştım. İlk defa bir dosta sarılmıştım. Benim buradaki yalnızlığımı sarmalayan bir dosttu ona planımı anlattım. Başta kararsız kalsa da kabul etti. Etraflıca bir plan yaptık alacağım bir intikam vardı ve bu yolda hiç kimse beni döndüremezdi. O da biliyordu dönmeyeceğimi. Yağmur saf ve temiz kalpli biriydi benim sürekli saldırıya uğradığımı biliyordu o yüzden bana güveniyor ve beni kollamak istiyordu. Ya ben ölecektim ya diğerleri ve bu yolda Yağmur olmemi istemiyordu. Burada geçirdiğim onca yılı sadece okuyarak geçirmedim. Bağlantılar ve kişiler bulduk. Bu yolda bize yardım edecek insanlar ve dostlar. Tabi okumayı asla bırakmadım. Okumayı seviyordum bu yüzden elime geçen her kitabı okudum. Türkiye de büyüdüğüm için Türkçeyi rahatlıkla konuşuyordum ama annem bana sık sık İtalyanca dersleri verirdi bu yüzden İtalyanca aksanım vardı ama bunun biraz da fidan ablayla da ilgisi vardı. O da sürekli İtalyanca sohbetler ederdi annemle. Daha çok annem ve babamla sohbet ederdi. İtalyanca eğitimimi geçen yıl burada başladığım kitap sayesinde tamamlamıştım. Şu an ise İngilizce ve Fransızca dilleri ile ilgili bulduğum kitapları okuyordum ve çoğunu bitirmiştim. Buradan çıkınca İtalya 'ya gitmek istiyorum ama hemen değil. Bir iki yıl daha burada kalacağım ondan sonra gideceğim. Bir daha Türkiye'ye gelmek istemiyordum. Burayı hiç sevmiyorum ve burası kötü anılarla dolu ama Yağmur isterse benimle gelebilirdi. Zaten onu burada bırakmak istemiyordum. O buradaki tek güzel şey. Koğuşa girdiğimde herkesin duvarın sol tarafında kalan ranzaya toplandığını gördüm, neler oluyor acaba. Gardiyan ben içeri girdikten sonra kapıyı sertçe kapattı. Beni gören herkes kendi yatağına geçti. Yağmur yanıma gelip “patron… Korkulur senden ne biçim benzetmişsin onları,” dediğinde ona tebessüm ettim. Birinin gözü morarmıştı diğerinin de kafasında bandaj vardı ayrıca eliyle sırtını tutuyordu. O kadına zaten vurmamıştım bile şeytan mı tepti ne? ''Abartma yüzlerine dokunmadım sadece pekmezlerini akıttım. Unutma kendini para uğruna satanlar ruhunu da satarlar, onlara acımak anlamsızdır tıpkı onlarında sana acımayacağı gibi. Hem ne yapalım bana bulaşmayacaklardı… Bu onların salaklığı,” deyip omuz silktim ve kendi ranzama doğru yürüdüm arkadan bana gülüp yanıma geldi. Ben en üstteydim o altta uyuyordu. Kendi ranzama oturup onu bekledim o da yanıma gelip oturdu. “Bugün çıkacağız ha,” diye konuyu değiştirdim. O benim aksime daha mutluydu. “Evet sonunda çıkacağız bu dört duvar arasından. Gerçekten hala bittiğine inanamıyorum. Bu arada her şey hazır istediğin gibi.” Başımı sallayıp “daha yeni başlıyoruz ortak,” dedim kaşlarımı çatıp ve onlar için hiçbir şey iyi olmayacak. Söz veriyorum onları da dört duvar arasında sessizce öldüreceğim. * İlk önce eski dostlardan başladık bunun için şef ve ekibi yeterliydi. Her biri işinde profesyonellerdi yakalansa bile asla itiraf etmezler ve ölseler bile ağızlarını sıkı tutan kişilerdi. En önemlisi bana gönülden bağlılardı. Eşyalarımızın hepsini otele yollatmıştık. Otele üç gün önce rezervasyon yapmıştık -tabi ki daha önce bunu birinden aldığım telefon sayesinde yapmıştım- ve yağmur otele gitmek istemiyordu. Onun yerine biraz alışveriş yapmak istediğini söyledi ve beni de peşinden sürükledi. Şu an oldukça güzel bir kıyafetin içinde can çekişiyorum çünkü benim dünyam bu kıyafetlere ters… Oldukça ters. Bana kalın askılı göğüs dekoltesi çok belli olmayan mini bir kırmızı elbise ve elbiseyi tamamlayan kırmızı topuklu ayakkabılar- ki bu beni baya uzun göstermişti- ve saçlarımla aynı renk omuzda duran zincirli bir çanta. Uzun gür siyah saçlarım açıp kalçama kadar gelmesini sağlamıştı oldukça güzel görünüyordum ama ben rahat giyinmeyi seven bir insandım. Yani bir elbisenin içinde özgür olmayı severdim, rahat hareket etmeyi severdim. “Bence ben bunu çıkartıyım çok kısa ve rahatsız edici,” diyerek ona döndüm. Hemen elindeki askıları bırakıp yanıma geldi. Kaşlarını çatarak “bütün çabamı heba edeceksin. Sakın yapma sayemde insan oldun. Azıcık bakımlı olsan ne olur? Sendeki güzellik resmen boşa gidiyor. Ah! Ah! Sendeki güzellik bende olacaktı da erkekleri kapımda köle edecektim.” Dediğinde güldüm. “Erkekleri kapında köle mi etmek istiyorsun, neden? Zaten birileri kapında köle olmuş.” Saçlarını eliyle arkasına savurdu, dudakları hafif kıvrıldı ve “tatlım erkekler basit yaratıklardır,” dedi ve “biriyle iki dakika konuştuğunda karakterini ortaya çıkarabilirsin. Bazıları güzelliğe vurulur bazıları eylemlere ama hep önce güzellik gelir. İlk görüşte aşka neden ilk görüş dediğini de buradan çıkarabilirsin. Ancak kadınlar öyle değildir onlar asaletli olmayı severler bu yüzden güzel görünmek isterler. Erkeklere değil kendilerine güzel görünmek için makyaj yaparlar. Ancak güzel olmayan bir kadın bile olsaydım şahane karakterim bütün güzelliklere bedel olurdu." Kendine methiyeler düzmesine gözlerimi devirdim. “İlk söylediklerine katılamayacağım ama son söylediklerine katılıyorum. Ancak ben güzelliğe değil güce önem veririm. Karakteriyle ayakta durmayı bilmeyen bir kadın kendine güzel dememeli.” Dediğimde başını salladı. “Haklısın. Önce kendini bileceksin sonra da kendini seveceksin. Daha sonra herkese meydan okuyabilirsin çünkü en büyük engelimiz aslında kendimiziz. Kendimizi aşmadan başkalarını aşamayız,” dediğinde gözlerinde keder görmüştüm. Onun da en büyük engeli kendisiydi. Gülümsedim “bir gün ortak… Dünyaya meydan okuduğunu göreceğim çünkü senin aksine seni tanıyorum,” dedim. O muhteşem bir kadındı sadece kendinin farkında değildi, daha nice kadın gibi. Başını salladı ama söylediklerime inanmadığını gözlerinde gördüm. Kendisine kızıl saçlarının üzerinde parladığı dizlerine kadar gelen beyaz ince askılı bir elbise seçmişti ve elbise ona çok yakışmıştı. Beyaz topuklu ayakkabılarla çok uyumlu duruyordu ama topuklu ayakkabılarının kenarlarında yaprak şeklindeki taşlarla süslenmiş olması dikkat çekiyordu. Taşlar yaprak gibi duruyor ve çok hoş bir görüntü sunuyordu. “Tamam elbiseye dokunmuyorum ama söyler misin seninki neden uzun da benim ki kısa. Ayrıca benden güzel olman hoşuma gitmedi. Nereye gideceğiz böyle hala anlamadım,” diyerek tekrar kabindeki aynaya baktım. Mini elbiseyi tekrar çekiştirdim. Tanrım bir elbiseyi neden bu kadar kısa yaparlar. “Sürpriz olacak ayrıca kısa değil bacaklarını uzun gösteriyor. Çekmesene şunu, yemin ederim halaya gitmek istemeyen çocuğuna zorla elbise giydiren anne gibi hissediyorum senin yüzünden.” Allah'ım sen sabır ver başka bir şey demiyorum. Bence onu burada bırakıp kaçmalıydım. Ödemeyi yaptıktan sonra bizi bir bara getirdi. Oldukça kaliteli bir mekâna benziyordu. “Biz burada ne halt ediyoruz. İlk çıktığımız gün soluğu barda mı almak istiyorsun, gerçekten mi?” Diye sorduğumda sesi sitemkâr çıktı. “hey, burası bir buluşma yeri bizim ki burada buluşmak istiyor. Bende ortama biraz ayak uydurup eğleniriz diyerek kabul ettim.” Barlardan nefret ettiğimi biliyorlardı ama yine de burayı seçmişlerdi. Birden şimşekler çakınca havanın bozulmaya başladığını fark ettim. “Leonardo mu istedi? Doğrusu tam onluk bir hareket,” dedim ve istemeye istemeye merdivenlerden aşağıya inmeye başladım. Korumalar beni görünce bir baş hareketi yaptı. Klas bir mekân olduğu için içerisi de çok hoş görünüyordu. Renkli bir disko topu ortamı renklendiriyordu, duvarlar koyu mavi rengindeydi, bar kısmı uzundu ve ortamı baya hareketlendiren müzik sistemi şahaneydi. Ayrıca aşırı kalabalık ve her yer doluydu. Kalabalıktan sıyrılıp Yağmur ile birlikte merdivenlere yöneldik korumalardan biri beni tanıdığı için bize eşlik etti gerçi beni nereden tanıyordu onu çözemedim. Beni sadece şef ve Leo görmüştü. Birkaç odayı geçtikten sonra sonunda Leonardo'nun odasının önünde durduk. Koruma tekrar başını eğerek bana saygıda kusur etmeden gitti. Yağmur'la ikimiz birbirimize baktık. O tek kaşını kaldırıp bu da neydi, der gibi bakıyordu ve açıkçası hiçbir fikrim yoktu. Dudaklarımı büküp ben nereden bilebilirim, der gibi baktım ona. Kapıyı açıp içeri girdim. Leonardo beş altı adamla bir masanın etrafında toplanmış bir toplantının tam ortasındaydı. Kimin umurunda sonuçta o aptal korumalar bize bir şey söylememişlerdi. “Konuşmalıyız, hemen,” dedim ona bakarak. Masanın başında Leonardo, sağ tarafında iri yarı, orta boylu, sakallı, siyah takım elbiseli -ki hepsi takım elbiseli- sıska bir adam oturuyordu. Oldukça tekinsiz birine benziyordu ve hepsinin gözlerinin bizde olması hoşuma gitmemişti. Leo’nun sol tarafında ise bir seksen yedi boylarında uzun, takım elbisesinin ceketini çıkaran ve beyaz gömleğiyle oturan yakışıklı bir adam oturuyordu. Erkeksi yüz hatlarını çevreleyen koyu kumral dağınık saçları, gür kirpikleri ve kirpiklerini çevreleyen insanı içine çeken derin masmavi bakışları vardı, geniş omuzlarını saymıyorum bile. Ona uzun süre baktığımı görünce gözlerini kıstı. Bakışlarımı ondan çekmedim ta ki Leo konuşunca. “Beyler toplantıyı erteleyelim daha sonra konuşuruz.” Gözlerimi masanın başındaki Leo’ya çevirdim. Çikolata rengindeki kahve saçları fönlüydü ve o da herkes gibi takım elbise giymişti. Buğday teni, çok hafif kemerli burnu ve fit vücuduyla çok iyi görünüyordu. Kirli sakalları ve orantılı dudaklarıyla bütün kızlara iç çektirirdi. Onun sözleriyle herkes yavaş yavaş masadan kalkıp kapıya yöneldi. Kumral ceketini eline alıp yanımdan geçti ve o geçince nane gibi kokuyordu diye düşünmeden edemedim. Kapının kapanma sesiyle Yağmur kendini koltuklardan birine attı. “Görüşmeyeli nasılsın Leonardocum,” dedi yağmur. Bende ağır adımlarla masanın başındaki koltuğa geçip oturdum. Leo’nun karşısındaydım ve Yağmur sağ tarafımdaydı. Sol elimi masanın üzerine koydum ve parmaklarımla ritim yapmaya başladım. Açık pencereden yağmur yağdığını gördüm. Uzun zamandır yağmur yağmamıştı. Uzun zamandır yağmur yağdığını görmemiştim. İlk çıktığımız gün yağmur yağıyor bakalım ne olacak. Ayrıca aklım Sofia 'da Kalmıştı. Onlara göz kulak olması için bir sürü kişiyi tehdit etmiş ve bizim ekipten birini de oraya yerleştirmiştim. İyi olacağından emindim. Bakışlarımı pencereden alıp sessizce beni izleyen Leonardo’ya çevirdim. “Sessizlik seni kurtaramayacak. Zamanımı boşa harcama, daha öldürmem gereken çok kişi var,” dedim sakin sesimle. Yağmur gerilirken ben bakışlarımı ondan çekmiyordum. Sonunda başını masadan kaldırıp ellerini masa da birleştirdi. Maviye dönük ela gözlerini Yağmura çevirdi ve “çok güzel görünüyorsun,” dedi gülümseyerek. Onu ilk gördüğünden beri ona âşık olduğunu biliyordum. Ancak Yağmur’un ilk görüşte benzettiği aşk kavramı canımı yakmıştı. Acaba Leo’yu düşünerek mi onları söylemişti. Leo, hapishaneye annesini görmeye gelmişti. Annesine iyi davrandığım için ısrarla beni oğluyla tanıştırmak istemişti. O hapishanede iyi davrandığım tek kadın Sofia 'ydı çünkü orada ki herkes bana kötü davranmıştı. O kadın benim kanayan yaralarımı sarmıştı. Bizi tanıştırdığı gün bana numarasını bırakmış bir ihtiyacım olursa aramamı söylemişti. Ayrıca çıkana kadar annesini korumamı ve yaşlı kadınla ilgilenmemi istemişti. O kadına söylemese bile seve seve bakardım. Ancak yine de ondan bazı şeyler istemek zorunda kaldım. Onunla biraz da Fidan teyze yüzünden görüşüyorduk çünkü ondan başka ziyaretime gelen kimse olmuyordu. Onunla da asla sohbet etmiyordum, gerekmedikçe. Yağmurla ise yine onu da yanımda götürdüğüm bir görüş günü tanıştırmıştım ve o ona âşık olmuştu hem de ilk görüşte. “Teşekkür ederim her zaman ki halim,” dedi. Kendinden yine böbürlenerek bahsedince gözlerimi devirdim. “İtalya’daki ajanlarından ne haber çeteyi bulmuşlar mı?” Diye sordu Yağmur. Leonardo arkasına yaslandı ve siyah saçlarını dağıttı. “Siz iki ölüm makinesiyle ne yapacağım ben, insan hapisten ilk çıktığı gün birini öldürmek ister mi?" İkimizde ona boş bakışlar attık. "Her neyse. Öncelikle çeteye girmeyi başaramadık çünkü çete okullara kadar uzanıyor ve bizim aradığımız organ mafyası İtalya'daki Royal Academy yani kraliyet okuluna bağlı ve oraya kimse kolay kolay giremiyor,” dedi. “Oraya sadece yüksek notlu öğrenciler ve iyi eğitimli öğretmenler girebilir. Gerçekten çok denedim ama işe yaramıyor eğer bir öğretmen gönderebilirsek işimize çok yarardı ama bulduğum birçok öğretmen ya sadece tek bir dil biliyor ya da tehlikeli olduğu için kabul etmiyor ve okul sadece yüksek lisanslı öğretmenleri işe alıyor,” dediğinde gerçekten denediği sıkıntılı yüz hatlarından belli oluyordu. “O zaman bizde başka bir yol buluruz. Bana bir kez daha yardım edeceksin. O akademiye ne olursa olsun girmemiz gerek. Hazırlanın millet çünkü İtalya’ya gidiyoruz.”
|
0% |