Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@ceylanrona


1. Bölüm Bir Küçük Tebessüm


Geçmiş kişinin geleceğiydi. Silahı, zehri… sahibine nasıl dokunur bilinmez ama yelkovanın atladığı her çentik geride bırakılmış saflık, masumluktu. Benim geçmişim ellerime bir kapsül hap bırakmıştı. İçinde ne olduğunu, ne işe yarayacağını söylememişti. Tek yudum su olmadan yutmamı istemişti. Bana geleceğimi böyle armağan etmişti. Zaman ilerleyip, geçmişime geçmiş katarken öğrenmiştim kapsülün özelliğini. İçine hapsedileni.


Göz yaşları kanlı çocukluk…


Odamdaki çalışma masama dirseğimin birini dayamıştım. Çenemi avuç içime yerleştirmiş, boş boş önümdeki kitaba bakıyordum. Zihnimi daraltan düşünceler nedeniyle bir türlü odaklanamıyordum. Sıkıntıyla derin bir nefes verirken sırtımı sandalyeme yasladım. Sıkılmıştım. Dersin başından kalkmalıydım. Oyalanabileceğimi düşünerek sessize alıp kenara koyduğum teflonumu ellerim arasına sıkıştırdığımda birden çalmaya başlamıştı. Zamanlamaya gülümserken annemin arıyor olduğunu görmek beni sandalyemden kaldırmıştı. Muhtemelen aşağıya çağıracaktı.


“Efendim anne?”

“Begonyam çay hazır. Sen de gel. Birlikte içelim.”

“Tamam, geliyorum beş dakikaya.”

Annem çiçekleri çok severdi. Onlarla sanki karşısında biri varmış gibi saatlerce konuşur, en ufak zarar gördüklerinde üzülürdü. Onu tanıyanlar buket çiçekle gelmezlerdi eve. Çiçeklerin koparılmasından hiç haz etmezdi. Değer verdiği insanlara da çiçek isimleriyle hitap ederdi. Bana Begonyam dediği gibi. Yıllar önce ona “Neden begonya?” diye sorduğumda “ Çünkü nisan ayını çok severim. Senin geleceğinin haberini de nisan ayında almıştık. Ve Begonyalar nisan ayında açmaya başlarlar benim güzel Begonyam.” diyerek cevap vermişti.

Masamın önünden ayrılıp dolabımın karşısına geçtiğimde aceleci davranıyordum. Üzerimde ki penye şort ile aşağıya inemezdim. Büyük ihtimalle ağabeylerimde aşağıdaydılar.

Hızlıca dolabın aynalı kapısını kaydırıp raftan siyah eşofmanımı çıkarmıştım. Şortumun belimden sıyrılıp yere düşmesine izin verirken gözlerim aynadaki yansımamdaydı. Yorgun görünmüyordum. Fakat öyle hissediyordum. Aklımı sürüne sürüne karışlayan o tanıdık his bu günlerde peşimi bırakmıyordu. Yıllardır varlığına alışkın olsam da şu sıralar gücümü törpülüyordu.

Odamdan ayrıldığımda aşağıdan gelen sesler gülümsetmişti. Babam yine oğullarıyla uğraşıyordu. “L” koltuğun bulunduğu oturma odasına vardığımda babam dışında herkesi onun üzerinde bulmak beni şaşırtmamıştı. Aralarında dönen sohbeti içeriye girmemle yarıda kesmişlerdi.

“Hoş geldin kızım. Otur hemen. Çay soğumasın.” Babam gülümseyerek beni karşıladığında bende ona gülümsemiştim. Annemin yanına geçerken ortadaki büyük sehpanın üzerindeki dolu çay bardağını alıp oturmuştum. Onlar kaldıkları yerden sohbet ederken bende sessizce çayımı yudumluyordum. Parmaklarım arasında tuttuğum sıcak suyun dumanını izliyordum. Beyazımsı duman kıvrılarak yükselirken sanki bedenime dikilmiş durgunlukta onunla birlikte yükselmişti. Kulaklarıma üflenen konuşmalar zihnime ulaşmazken bardağımdaki son yudumun da boğazımdan kaymasını sağlamıştım. Yatağıma geçip yastıklarım arısında kaybolmayı istediğimi fark ettiğimde yavaşça oturduğum yerden kalkmıştım.

“İyi geceler hepinize. Ben odama çıkıyorum. Yatacağım.” Daha adımımı atamadan babamın bakışlarının esiri olmuştum. Beni tutmuyorlardı fakat ilerlememe de izin vermiyorlardı.

“Ne bu acele Asu Arnisa? Otursaydın biraz daha. Sohbet etseydik. Son zamanlarda hiç konuşamıyoruz seninle. Neler yaptın bu gün? Bahset biraz.” Babam tebessümünü dudaklarından kovmadan konuşmuştu. Dediklerindeki haklılık payı canımı yakmıştı. Her ne kadar oturup sohbet etmek istesem de bu gün gerçekten yorgun hissediyordum.

“Ergen daha babası. Ne yaparsın. 21 yaşına gelmiş hala ergen hala ergen.” Benimle uğraşmadığı gün rahat uyuyamayan ağabeyim Ener benim yerime konuşmuştu. Tam arkamda oturuyordu. Her ne kadar yüzünü göremesem de şuan dudağının yalnızca bir kenarını kaldırarak sırıttığını biliyordum. O görsün yada görmesin ben yinede gözlerimi devirmiştim.

“Sineğin sesini duydunuz mu? “ Babam kaşlarını kaldırıp sırıttığı sırada Ener ağabeyime bakarak konuşmuştu. Bu durum beni gülümsetirken annem dudaklarını birbirlerine bastırarak buna engel olmaya çalışıyordu.

“Zaten sen hep kızının tarafında ol. Biz kimiz ki?” dediğinde Ener ağabeyim, telefonuyla ilgilenen Bayhan ağabeyim istifini bozdan “Kendi adına konuş.” deyip omuz silkmişti.

“Sen bakarsın çaresine sineğin baba. Ama ben çıkayım bu gün. Yarın konuşuruz uzun uzun. Olur mu?” Şu ortamı bırakıp yatmak her ne kadar benlik olmasa da durmadan ince bir sopayla beni dürten bir istek vardı içimde.

“Yarın ben işten geldiğimde çayı hazırlamış tek ayak üzerinde beni bekliyor olacaksın. Hadi şimdi çık ve iyice dinlen. İyi geceler güzel kızım.” Babamın bize olan yaklaşımını hep sevmiştim. Dışarıdan bakılınca sert bir adam olsa da konu ailesi olunca çok başka bir insandı.

“Yeterki sen iste. Ben yapmaz mıyım? Şimdi çıkıyorum. Yarın görüşürüz. İyi geceler hepinize.” Son kez iyi dileklerimi sunduktan sonra beklemeden ayrılmıştım oturma salonundan. En ufak duraksamamda bir daha sohbetten kopmam zorlaşırdı.

Tekrar odama döndüğümde kapımı ardımdan kapatmıştım. İnmeden önce çıkardığım şortumu tekrar giymiştim. Bir an önce yatağıma geçmek istiyordum. Hızlı bir şekilde banyoya girmiş dişlerimi fırçalamıştım. Kalçalarımın aşağısına kadar uzanan düz saçlarımı başımın üzerinde sıkı bir topuz yaptıktan sonra cildimi de güzelce yıkamıştım. Artık kendimi tam anlamı ile uykuya hazır hissediyordum.

Banyodan çıktıktan sonra telefonumu da alıp iki kişilik diye satılan ama dört kişilik olan yatağıma atmıştım kendimi. Odamda yatağım en göz alıcı şeydi. Yastıkları sevdiğim için üzerinde beşten fazla yastık bulunuyordu. Küçüklü büyüklü içi dolgulu kumaşların içine gömülmek, gün sonunda terapi gibi geliyordu bana. Beni ağırlaştıran bütün hislerimi, düşüncelerimi o yastıklara dolduruyordum.

Başımı rast gele bir yastığa koyup sırt üstü yattığım sırada telefonumun ekranını açmıştım. Ben banyoda işlerimi hallederken gelen mesajlara kısaca göz gezdirdiğimde en yakın arkadaşım Burçinden gelen mesajı görmek beni gülümsetmişti. Defalarca kez “Hırçın” yazmış, en sonunda pes edip beni ara diye not düşmüştü. Bana Hırçın diye hitap ediyordu. Bende ona Geyik diyordum. Onun aksine, birçok kızın aksine fazla hırçın biriydim. Çizdiğim imaj farklıydı. Bunun bilincindeydim. Rahatsızlık duymuyordum.

Telefon rehberime girip “Geyik” isminin üzerine tıkladığım sırada yastıklarımı ezerek yarım tur dönmüştüm yatakta. Kollarımın altında kalan yastıktan destek alarak açmasını bekliyordum. Beynimde yankı yapan “dııt” sesi aniden kesildiğinde Burçin’in heyecanı dolmuştu odama.

“Hırçıın! Nerelerdesin? O kadar mesaj attım. Uyuyor muydun?”

“Yok, aşağıda bizimkilerin yanındaydım. Çay içiyorduk. Ne oldu? Ne bu heyecan?”

“Asıl sana ne oldu? Canın bir şeye mi sıkıldı? Ayy kesin Ener ağabeyin gıcık etti seni.” Beni bu kadar iyi tanımasına mı, yoksa ağabeyimin gıcık ettiğinden bu kadar emin olmasına mı şaşırsam bilememiştim.

“Onu takan kim? Bir şey olmadı bana. İyiyim. Sadece normal bir yorgunluk. Hadi hadi anlat sen.”

“Ne oldu bil bakalım.”

“Uyurum bak. Kendi kendine konuşursun. Çabucak anlat hadi.”

“Aman ağzımın tadıyla anlattırsan şaşarım.” Gülümsemiştim. Onunda gülümsediğini biliyordum.

“Dinliyorum Geyik.”

“ İlk önce yarın benim içinde derslerde not tutmanı isteyeceğim. Gelmiyorum ben.”

“Tutarım da o niye?”

“Çünküü yarın Ablamla alışverişe gidiyoruz. Nişanımız var da.”

“Sonunda. Bence nişanı kınayı atlayıp evlensinler. Bir türlü denk getiremeyecekler yoksa. Bu gidişle iki yıla anca evlenirler.”Ablasının sözlüsü yurt dışı bağlantılı çalışıyordu. Bir senedir nişan tarihini denk getirmedikleri için aksıyordu. Artık bir karara varmaları çok iyi olmuştu.

“Aynen aynen.”

“Ne zaman nişan?”

“Bu hafta sonu.” Bu kadar erken olması onları zorlayacak olsa da güzel bir nişan olacağından emindim. Ablası adına mutlu olurken bir süre daha nişan hakkında konuşmuştuk. Giymeyi düşündüğü elbiseyi anlatırken beni de sürekli tembihliyordu. Benim yanıma yaraşır ol diye… her seferine ona tamam dediğim sırada içimden tek geçirdiğim şey sarı giymemesi oluyordu. Konuşmamız son bulup kapattıktan sonra, telefonu yatağımın yanındaki minik çekmeceli dolabın üzerine bırakmıştım. Pofuduk bir panda gibi yatağın üzerinde yuvarlanarak gerinmiştim. En sonunda rahat ettiğim pozisyona gelip kendimi uykunun kucağına yatırmıştım.

Geçmişimde eklemlerime ipler bağlayan bilinmez his, geleceğimin bilinmezliğine yavaş yavaş düğüm atıyordu… yalnızca daha ben farkına varamamıştım.


                                                                                          &


İnce bir zara benzeyen uykum üzerimden itinayla soyulurken gördüğüm rüyayı hatırlamaya çalışıyordum. Uyanır uyanmaz ,anlamları olduğunu düşündüğüm o görüntüleri unutmaktan nefret ediyordum.

Akşam yatmadan önce topuz saçlarım yastıklarım arasında sarmaşık gibi dolanmıştı. Açık penceremden odama yayılan güneş ışığı gözlerimi örtme hissi uyandırıyordu. Kendime gelip uykumun benden daha da uzağa gidebilmesi için kollarımı ve belimi gererek esnemiştim. Kalkma vaktiydi. Yatağımdan sıyrılıp duş almam, hazırlanmam gerekiyordu. Bu gün dersim erken başlıyordu. Yetişmeliydim. Kendim için olmasa bile Burçin için gidip not tutmalıydım. Söz vermiştim.

Mahmur bir halde üzerimdeki örtüyü itip doğrulduğumda nedensizce etrafa bakındım. Çalışma masamın üzerindeki sürahi bana susadığımı hissettirirken yanında bulunan saat bunu unutturmuştu.

Dersin başlamasına yirmi beş dakika vardı!

Benim evden okula gitmem on beş dakika sürüyordu. On dakikada duş alıp hazırlanmam kahvaltıyı sonraya erteleyip evden ayrılmam gerekiyordu. Üzerimdeki sersemlik anında buhar olup benden ayrılırken oturduğum yerden kalktığım gibi banyoya koşmuştum. Şortumu ve tişörtümü çabucak çıkartıp duşa girmiştim. Kalçamdan aşağıya uzanan saçlarımı yıkamaya her ne kadar artık alışmış olsam da böyle durumlarda beni yavaşlatıyorlardı. Tabii buna takılmıyordum. Saçlarım benim için kıymetliydiler. Onlara bir bebek gibi bakıyor özenle uzatıyordum.

Duştan çıkıp dişerimi fırçaladıktan sonra giyeceklerimi çıkartmak için dolabın karşısına geçmiştim. Çok az bir vaktimin kaldığını tahmin ederek elime ilk geçen şeyleri yatağın üzerine fırlatmıştım. Siyah kot pantolonumun üzerine siyah “v” yaka penye tişörtümü giyecek kalçalarımı örtsün diye de bordolu siyahlı oduncu gömleğimi belime bağlayacaktım. Sıradan bir kombin olsa da böyle giyinmeyi seviyordum. Bedeninin her noktasını sergilemeye meraklı biri olmamıştım bu zamana kadar. Bundan sonrada olmayı düşünmüyordum.

Siyah iç çamaşırlarımı giyer giymez gömlek hariç diğer kıyafetlerimi giymiştim. Kullanacağım deri sırt çantamın içine temel ihtiyacım olacak şeylerin dışında, olmazsa olmazım çakımı da eklemiştim. Dün akşam bıraktığım yerde duran telefonumu cebime atmak için elime aldığımda ekranda gördüğümün gerçekliğini sorgulamaya başlamıştım.

Dersin başlamasına yarım saat vardı.

Anlık duraksamanın ardından masamın üzerindeki saate çevirdiğimde gözlerimi kendime küfretmemek için dudağımı dişliyordum. Masa saatim durmuştu. Boşu boşuna bu kadar acele etmiştim. Kendime olan sinirimi çekiçle parçaladığım sırada derin bir nefes almıştım. Madem daha vaktim var, o zaman saçlarımı tarayabilirim diye düşünerek makyaj aynamın karşısına geçmiştim. Birkaç dakikada saçlarımı halledince daha fazla odamda oyalanma gereği duymadan çantamı da alıp çıkmıştım.

Benim odam koridorun en sonunda bulunuyordu. Ener ağabeyimin odası ise en başında. Bayhan ağabeyim alt kattaki oda demeye bin şahit istenecek mini evinde kalıyordu. Annemle babamın odası ise hepimizden bağımsız bir şekilde en üst kattaydı. Bazen akşamları geç geldiğimde bu düzen sayesinde eve girmem çok daha basit oluyordu.

Merdivenlerin sonuna vardığım sırada Ener ağabeyimin kapısının sesini duymuştum. Aldırış etmeden çıkış kapısına doğru ilerlediğimde o çoktan aşağıya inmişti.

“Kahvaltı etmeden nereye gidiyorsun abisi. Al geri vitese kendini bakayım.” Keyifli çıkan sesi bende tebessüm etme isteği uyandırırken olduğum yerde durup yalnızca başımı çevirerek, “Okulda hallederim onu. Derse yetişmem gerekiyor.” demiştim.

“Daha vaktin var? Neden evde yapmıyorsun?” Şüpheci bakışları suratımı santim santim incelerken bu kadar irdelemesi garip bir şekilde hoşuma gidiyordu. Her ne kadar gıcık etmek için elinden geleni yapsa da beni önemsediğini biliyordum.

“Burçin’e söz verdim. Onun için not tutacağım. Hafta sonu ablasının nişanı var. Hazırlıklar nedeniyle gelmeyecek bu gün okula. Riske atmayayım. Trafik falan olur sabah sabah.”

“Doğru, şimdi sen ninem gibi kullanırsın arabayı. Anca varırsın.”

“ Ben senden daha güzel araba kullanıyorum be. Ben ninem gibi kullanıyorsam sen öbür tarafa göçmüş dedem gibi kullanıyorsun.” Gözlerimi devirdiğim sırada Ener ağabeyim cevap verecekken Bayhan ağabeyimin odasından çıkmasıyla lafı ağzında kalmıştı.

“Ninem Asu gibi kullanıyorsa eğer arabayı, yaşına bakmadan gidip yarışlara katılsın Ener.” Bayhan ağabeyim sırıtarak, elleri gri kumaş pantolonunun ceplerinde bize doğru geliyordu. Kahve gözlerinde Ener ağabeyime meydan okuyan dumanlar tütüyordu. Bana ettiği o güzel iltifat nedeniyle hanesine bir gülen yüz daha hak ediyordu.

“Günaydın ağabeylerin en şahanesi.” Alayla harmanlanmış tavrımla tebessüm ederek konuşmuştum.

“Günaydın kardeşlerin yalakalar kraliçesi.” Demişti elleri hala ceplerindeyken benimle aynı tavrı sergileyerek.

“Döneklik etmeyelim lütfen. Tarafınızı seçin beyfendi.” Yeşil gözlerimi kirpiklerim arasında gizleyerek ona baktığım sırada Ener ağabeyimin ela gözleri ikimiz arasında turluyordu.

“Tarafsızım.”

“Şerefsiz. Tam anlamıyla hemde. İnsan derki benim yediğim bütün haltları bir zamanlar üzerine yıktığım bir erkek kardeşim var. Onun tarafını tutayım. Yazıklar olsun be.” Ener ağabeyim yüzünü buruşturmuş , dalga geçer tavrıyla ,Bayhan ağabeyimi işaret ede ede laf attığında gülmeden edememiştim.

“Lan ilk okul, orta okul zamanı yaptığım şeyleri ısıtıp ısıtıp önüme koyuyorsun. Ben de senin yediğin haltları örtbas etmek için yaptığım şeyleri anlatayım mı?” Bayhan ağabeyim tek kaşını kaldırmış, “yiyorsa devam et “der gibi olan bakışlarıyla ela gözlerin sahibini demir parmaklıklarla kıstırıyordu adete. Onların arasında olan atışmalar izlemeye doyamadığım eylemlerden biri olsa da yetişmem gereken bir ders vardı.

“Sohbetinize doyum olmaz ama ben gidiyorum. Yoksa sizin yüzünüzden geç kalacağım. Akşama görüşürüz”

Ağabeylerimle olan ayaküstü sohbetimize noktayı atar atmaz ayakkabılığa yönelip siyah converselerimi almıştım. Kapıyı açtığımda Bayhan ağabeyimin kendime dikkat etmemi söylediğini duyabilmiştim.

Hızlı adımlarla bahçeye çıktığım sırada kolumdaki çantamdan arabamın anahtarını çıkarmaya çalışıyordum. Karşımda park edilmiş yedi araçtan bana ait olanının önüne geldiğimde anahtarı da bulabilmiştim. Elimi siyah Audio R8’ime doğru uzatıp kilit tuşuna bastığımda yanıp sönen ışığıyla gülümsemiştim.

Arabaları çok severdim. Silahları, çakıları, adrenalini, sporu sevdiğim gibi… Bu arabayı üniversiteyi kazandığımda babam almıştı. Benim için çok değeri olan bir arabaydı. Kimsenin kullanmasına izin vermez her şeyi ile kendim ilgilenirdim.

Kendi zihnimde kurduğum bir dünya vardı. Çok büyük olmamasına rağmen içi neredeyse boştu. Orada yaşamasına izin verdiğim insanlar güvendiğim, değer verdiğim kişiler olurdu. O kadar boş olması da bu yüzdendi…

Koltuğuma yerleşip kemerimi taktıktan sonra çevik bir hareketle park yerinden çıkmıştım. Bahçe kapısına doğru sürdüğüm sırada radyodan rastgele bir kanalı açmıştım. Çalan şarkı şansıma bana hitap eden tarzdaydı. Başka kanal aramakla uğraşmamıştım. Demir kapının önüne geldiğimde hemen sağımda kalan bekçi kulübesindeki kişi beni görmüş, yolumu açmıştı. Sokağa çıktığım anda bedenimi ve zihnimi, mumya gibi saran hislerden uzaklaşmaya başlamıştım. Gün boyu ayağıma dolanmamalıydılar…

Evin bulunduğu mahalleden ayrıldığımda trafiğin olmadığını görmek güzeldi. Arabamın hoparlörlerinden yayılan melodi tanıdık değildi. Fakat aklımın bir köşesinde kurulmuş sinema perdesinde oynatılan görüntüleri sansürlemeye yetiyordu. On dört yıldır o sahne hiç bozulmamış, görüntüler değişmemişti. Her dakika her saniye başa dönüp aynı sahneler oynatılmıştı. Bazı geceler rüyalarımda aynı görüntü daha da beter hale gelip kendini göstermişti bana. Sadece gözlerim de şahitlik etmiyordu buna. Kulaklarım… Her şeyi duymuşlardı. Son anına kadar…

Bana o adını bilmediğim hissi aşılayan , sahneydi. Sahne ve ona bağlı olan her şey.

Üzerime kapanan düşüncelerin kapağını kaldırdığım sırada döneceğim kavşaktaki kırmızı ışık yanmıştı. Aracımın frenine yavaşça uyguladığım baskıyla durmuştum. Derin bir nefes alma ihtiyacı duyduğum o birkaç saniyede bütün bedenimin aniden sarsılmasıyla donup kalmıştım. Sarsılan sadece bedenimde değildi. Arabamda aynı benim durumumdaydı.

Biri ona çarpmıştı! Biri bize çarpmıştı.

Bunun bir rüya olduğunu düşünerek ellerimi yüzüme kapadığımda çığlık atmak istiyordum. İçimden arabama bir şey olmamış olması için dua ediyordum. Sakin kalmaya çalışarak ellerimi yüzümden çektiğimde gözlerimi dikiz aynasına dokundurdum. Canım arabama vuran aracı görüyordum.

Ah… Hayır.

Benim arabamın iki katı yükseklikteki araç bütün umutlarımı yerle yeksan ederken sinirlerim kol kola girmiş bana doğru geliyorlardı. Kazayı yapan kişinin kim olduğunu bilmiyor, pek de öğrenmek istemiyordum. Hele erkek bir sürücüyse hiç… Onlarla muhatap olmayı sevmiyordum. Ailem dışındaki hiçbir erkekle iletişim kurmazdım. Okulda erkek öğrencilerin yüzüne bile bakmaz, öğretmenlerin sorduğu soruları cevaplamanın ötesine geçmezdim.

Çarpışmanın ardından vakit geçmesine rağmen arabadan inmemiş, gitmekle kalmak konusunda karar vermeye çalışıyordum. Başımı koltuğa yaslamış, gözlerimi kapatmıştım. Kafamı kaldırmamı söyleyen iç sesime kulak vermeye çalışırken bir anda camıma vuran eklem sesiyle hızla açmıştım gözlerimi. Yalnızca siyah takıma bürünmüş bir bedenle karşılaştığımda şansıma neden beni yüz üstü bıraktığını sormak istiyordum.

İsteksiz bir şekilde kapıyı açtığımda bakışlarım ayaklarımdaydı. Sinirim bir örtü altına gizlenmiş olsada bu bir anda ortaya çıkabileceği gerçeğini değiştirmiyordu. Adama bakmadan arabadan indiğimde kapıyı kapatmamıştım. Bir sur gibi aramızda kalan camın üzerine koymuştum kollarımı. Tam karşıma baktığım halde adamla yüz yüze gelemediğimizde boyunun uzun olduğunu anlamıştım. Çenemi hafifçe kaldırıp karşımdakinin kim olduğuna odaklanmaya çalışıyordum. Aynı eylemi oda gerçekleştirirken yeşillerimin gözlerine kilitlenmesine engel olamamıştım.

Gökyüzü gözler…

Bulutlara uzanıyorlardı. Dakikalarımı çalmışlardı.


Gelecek bölümlerden küçük bir alıntı

Ardına kadar açık olan kapıda kalan gözlerimi daldığımı fark ederek kurtardığımda Akın’a doğru dönmüştüm.

Karşı duvarın önünde bana bakan bir Akın beklerken bulduğum şey öylece kalmama neden olmuştu.

Çehresi bir mil kadar yakınımdaydı. Gözleri gözlerime tutundu saliseler içerisinde. Nefesi dudaklarıma ince bir tül gibi serildi. Başını eğdiği için bedeni benden gerideydi. Fakat bakışlarının yakınlığı yeterde artardı.

Çok yakındı…

Bir anda onu bu kadar burnumun dibinde görmeyi beklemediğim için şaşkınlık suratıma çarpılan suydu. Nefesimi tutmama neden olmuştu. Bana karşı mesafesine dikkat etmeye özen gösteren bu adam mesafe denen şeyin boğazını kesip bir kenara atmıştı sanki. Nefes almayı kendime hatırlatırken yavaşça yutkunduğumda bir adım geri çekilmek istedim. Sağ ayağımı geriye ittiğimde duvara dayanmasıyla o kadar alanımın olmadığını anladım.

Göğüs kafesimi sarsan kalbime küfretmek isterken soğuk betonu hissedene kadar kendimi arkama bastırdığımda başımı soluma doğru çevirdim. Onunla bu kadar uzun göz teması kurmanın bana iyi gelmediğini çok iyi biliyordum.

Nefes al Asu nefes al…

Bir şeyler yapıp onu kendimden uzaklaştırmam gerekiyordu.

“Geri çekilmeyi düşünür müsün artık?” Ona bakmadan açık kapının bana sunduğu parlak zeminli koridoru izleyerek sordum tek nefesle.

İstesem kaçabilirdim. Kollarıyla beni duvarla arasına hapsetmemişti. Minik, kıvrak bir bel hareketiyle kaçabilirdim ondan. Gökyüzüleri sanki tek oksijen kaynağım onlarmış gibi bakmıyor olsaydı eğer bunu yapabilirdim.

“Düşünemem.” Akın fısıltılı bir tonda kulağımın arkasından saçlarıma doğru cevap verdiğinde ürpererek başımı o tarafa doğru eğmiştim.

“Lütfen biraz uzaklaş. Çok yakınımdasın. Neden bu kadar dibimdesin ya.” Her geçen saniye soluklanmak benim için biraz daha zorlaşırken bir kez daha rica etmiştim. Garip bir şekilde sürekli yutkunma ihtiyacı duyuyordum.

“Bilmem sen söyle Arnisa. Neden bu kadar yakınındayım?”

“Nereden bileyim ben. Kafamı bir çevirdim burdasın. Ben mi yanaş dedim. Hayır demedim. Sen de demedin. Sen zaten hiçbir şey demedin. Pat diye gi…” bir an ne yaptığımın, dediklerimin farkına varınca cümlemi bitirmeden susmuştum. Çok yanlış anlaşılabilecek sözler etmeme ramak kalmıştı. Akın’ın ben konuşurken gözlerimle aynı hizaya getirdiği dudaklarındaki o kıvrımları görebiliyordum.

“Nefes al Asu ve söyle neden kendin kaçmıyorsun?” Akın başımı hafif geriye atmama neden olacak şekilde hafifçe başını kaldırdığında sorusuna cevap arıyordum. Elbette söyleyebileceğim gerçek bir yanıtım vardı ama onu dile getirme konusunda emin değildim.

Dediği gibi nefes almalıydım.

Hislerim her zaman doğruyu söylemem için beni bir çubukla dürterken aklım saçmalama, şimdi sorası değil diyerek ikaz ediyordu beni. İkilemede kaldığım sırada olmayan mesafeyi sıfırlamak istercesine biraz daha yaklaştığında hislerimin bana dayattıklarını kabul etmiştim.

“ Gözlerin bana izin vermiyor.”

Kelimeler sanki yeşillerimden şeffaf gözlerine akıyormuş gibi onlara bakarak konuştuğumda Akın’ın saniyelik de olsa donan ifadesini görebilmiştim.

“Ne diyorlar sana da izin vermiyorlar?” Kısık sesi bir porselen gibi kırılıp ufalanmıştı sanki elime. Adem elmasının hareketini göz ucuyla görebiliyordum. Bu birkaç kelimenin ondaki etkisi sanki çok farklıydı.

Ortam git gide ısınmaya başladığında artık nefesimin kesileceğine emin olduğum noktadaydım. Bakışlarının ağırlığı fazla gelmişti bana. Çok güzel bakıyordu. Benliğim bunu sindirmeye daha hazır değildi.

“Söyle sahibimize geri çekilsin diyorlar Akın.” Artık kendime gelip bu durumdan kurtulmam gerektiğini uzuvlarıma imzaladığım bir dilekçeyle iletirken içimden dua ediyordum.

Loading...
0%