@ceylanrona
|
2. Bölüm Çarpışan Öfke Kendime ait bir dünyam vardı. Küçük olmasına rağmen halkı yok denecek kadar azdı. Orada yaşmaya hak kazanmış olanlar benim değer verdiğim, güvendiğim insanlardı. Azlığı bundandı… Her binası hislerimle inşa olur, yıkılırdı. Binalardan biri gökyüzü gözlerle birlikte yıkıldı. Başka bir binanın temeli atıldı. Karşımda durmuş, gözlerimin içinde kaybolacakmış gibi bakan adamın kim olduğunu bilmiyordum. Pek de umursamıyordum. Tek bilmek istediğim şey arabamın ne durumda olduğuydu. Eğer gözlerimi şeffaf gibi görünen mavi gözlerden alabilseydim gidip bakacaktım. Kendimi ikaz ederek bakışlarımı çenesine indirdiğimde keskin hatlarında virajı alamayan bir araç dünyamda bir eve çarpmıştı. “İyi misiniz? “ Ses tonunun hoşluğu zihnimde yankılanırken sorusuna kendimi sakin tutmaya çalışarak cevap vermiştim. “Ben iyiyim ama arabam konusunda aynı şeyi söyleyemiyorum. Söyleyebilir miyim?” Adamın kaşları inanmaz bir tavırla havalandığında onu dikkate almadan arkamı dönmüş, arabamın arkasına bakmak için o tarafa ilerlemiştim. Adımlarımı atarken hala anlamadığım bir şey vardı. Kırmızı ışıkta duruyor olmama rağmen bana çarpabilmeyi nasıl başardığıydı. İki arabanın arasında durduğumda durumlarının çok kötü olmadığına şükretsem de sevinmeme tamponun dökülmüş boyası, yamulmuş kenarı bir türlü izin vermiyordu. Diğer arabanın yalnızca plakası düşmüştü. Derin bir nefes alıp sinirlerimin kaynatıldığı kazanın altına üflemiştim. Bu işi sakin bir şekilde halledip bir an önce gitmeliydim. “Hanımefendi, sizden dikkatsizliğim yüzünden çok özür dilerim fakat yetişmem gereken çok önemli bir toplantım var. Polis çağırıp oyalanmak istemiyorum, eğer siz de kabul ederseniz. Görüldüğü gibi büyütülecek bir şey de yok. Aracınızın hasarının tamamını karşılayacağım. Bu konuda içiniz rahat olabilir.” Gözlerimdeki ormanda tutuşturulan bir alev vardı. Söndürülmezse bütün ağaçlara sıçrayacaktı. Adam karşımda durmuş kibar olmaya çalışıyordu… Paraya ihtiyaç duyan biri gibi mi görüyordu beni? Altımdaki arca baksa biraz anlaması gerekirdi. Tabi ödünç alınmış olduğunu düşünüyor da olabilirdi. O zaman bu tavrına anlam verebilirdim. “Sorun hasarın maliyeti falan değil. Dikkatsizliğinizin boyutu. Aceleniz olabilir. Bunu anlıyorum. Benimde yetişmem gereken bir yer var fakat bu kırmızı ışıkta durmuş olan bir aracı görmeyeceğim kadar boyamıyor gözlerimi. Durmakta olan bir araca çarpmak size göre çok normal sanırım ama emin olun öyle değil.” Oldukça sakindim cümlelerime hayat verirken. Sakin ve duygusuz. Mimiklerimden ne hissettiğimi anlamak istese bunu başaramayacağı kadar düzdüm. “Dikkatsizliğimin boyutunu tartışmak istediğinizden emin misiniz? Bunu çok istiyorsanız yapabiliriz ama daha sonra. Dediğim gibi gitmem gerekiyor. İzin verirseniz size bir çek yazmak istiyorum. Arabanızın masraflarını karşılayacaktır. Fazla bile kalacaktır. Hiç sorun değil. Gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. Yeter ki daha fazla uzatmayın. Gitmeme izin verin. Hatalı olduğumu kabul ediyorum.” Yüzümü incelerken benimle aynı sakinliğini koruyarak konuşuyordu adam. Onunla göz göze gelmiyordum. Ne düşündüğüyle, ne hissettiğiyle ilgilenmiyordum. Beni inceliyor olmasına rahatsız oluyordum yalnızca. Ah… birde şu para mevzusuna. “Bakın, ben anlatamadım galiba. Paranızı istemiyorum. Yalnızca bu saçma dikkatsizliğin bir daha olmamasını umuyorum. Da…” Sözlerimin yarıda kesilmesine neden olan hareketinin ardından yapmak istediğinin tahmin ettiğim şey olmaması için içten içe dua ediyordum. Adam kelimelerim son bulmadan arabasına doğru ilerlemişti. Kapıyı açıp ön yolcu koltuğuna doğru uzanmıştı. Muhtemelen torpidoyu açmıştı. Hızlıca geri toparlandığı sırada kapıyı kapatmadan arabasının önüne geri gelmişti. Kaputun üzerine bir kağıt bırakırken damarlı, kemikli elleri ceketinin cebine gitmişti. Tahmin ettiğim şeyi yapıyordu… İstemediğimi söylediğim halde yapıyordu. “İsterseniz miktarı siz belirleyin. Benim için sorun olmaz. Aksine mutlu olurum.” Uzun, ince parmaklarının sarmaşık gibi dolandığı kalemi kağıdın üzerinde bekletiyordu. Dudaklarına yerleştirdiği kıvrımlar samimi olsalar bile şu an bana öyle gelmiyordu. Öfke ufak adımlarını hızlandırmış, bana doğru koşuyordu. “Aynı dili konuştuğumuzu düşünüyorum. Duymadınız sanırım. Paranızı istemiyorum. “ Ona doğru kaşlarım birbirine yaklaşmış vaziyette bir adım attığımda başını kaldırıp yüzüme baktı. “Duydum. Yine de hatamı telafi etmek istiyorum. İçim rahat ayrılmak da istiyorum buradan. Bu yüzden biraz hızlı olabilir miyiz? Yeterince geç kaldım çünkü.” Derin bir nefes alıp konuşmaya başlamıştı. Sabır dilenir gibi bir hali vardı. Bunu asıl benim yapmam gerekiyordu. Hatta şu an arkama bakmadan arabama binip bir an önce gitmeliydim. “Siz her zaman hatalarınızı parayla telafi edebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Biri ölmüş olabilirdi. Sizin hatanız yüzünden. Onu da parayla geri getirebilir miydiniz? Hayır. O kağıdı bana uzatmayız sakın. İstemediğimi size birçok kez ifade ettim.” Gülümsemeye çalışmıyordum. Nazik olmaya da. Çok uzamıştı konu. Artık gitmem gerekiyordu. Gerekmese bile gitmek istiyordum. “Öyle bir şey elbette olmaz. Siz insanları tanımadan yargılamayı çok mu seversiniz? Gayet normal bir şekilde size bir teklif sundum. Makul bir teklif.” “Ben de kabul etmedim.” “Peki o halde ne istiyorsunuz? Söyleyin onu yapayım.” “Sizden bir şey istemiyorum.” Kelimelerin üzerine basa basa, teker teker söylediğimde bir adım daha ilermiş, önünde durmuştum. Ormanımda tutuşan ateş çoktan bir ağaca sıçramıştı. Yavaşça dağılıyordu. Bir yağmur yağmalı, sönmeliydi. Yoksa sonu iyi olmayacaktı. “Bakın ben uzlaşmaya çalıştıkça siz bu durumu zorlaştırıyorsunuz. Size yetişmem gereken bir yer olduğunu söylemiştim. Sizde aynı şeyi söylediniz. Madem benden bir şey istemiyorsunuz, o zaman yolumuza bakalım. Yok ille bu konuyu sizinle tartışacağım ben diyorsanız, size kartımı vereyim daha sonra tartışalım.” Adam kalem çıkardığı cebinden bu defa beyaz bir kart çıkartıp uzattığında donuk bir ifade ile iki parmağı arasına sıkıştırdığı şeye bakıyordum. Böyle bir hareket beklemediğim için duraksamıştım. Öfkemin beni kolları arasına alıp sıkıyor olması vereceğim tepkiyi de engellemişti. “Numaram burada var. İstediğiniz zaman arayın. Fakat şu an gitmem gerekiyor.” Eli havada kalırken kartı almamı bekliyordu. İçimde toplanan bir konsey vardı. Bir taraf kağıdı alıp, gözünün önünde yırtıp, durumu daha fazla uzatmayıp ,arkama bakmadan çekip gitmemi söylüyordu. Diğer taraf ise bu saçma hatayı göz ardı etmememi ve kartı alıp daha sonra bunu ona sormamı söylüyordu. Bana göre ilk taraf haklıydı. Daha fazla muhatap olamama gerek yoktu. Yeterince olmuştum zaten. Ama gelin görün ki ikinci taraf kazanmıştı saçma bir şekilde. Elim karta uzanırken gökyüzü mavilerine bakmamıştım. Beyaz kartı avucumun içine hapsedip arkamı döndüğüm sırada kemikli yüzüne de bakmamıştım. Tekrar arabama binene kadar ona dokundurmamıştım gözlerimi. Aracın kapısını açtığım sırada “Bu arada adım Akın” dediğini duymuştum. Her ne kadar onu görmesem de gülümsediğini hissetmiştim. Eğlenen ses tonunun farkına varabilmiştim. Koltuğuma yerleştikten sonra dikiz aynasına düşen yansıması dikkatimi çektiğinde bile kendime kızmıştım. “Kendine hakim ol Asu…” Kendi kendimi tembihlerken aracımı çalıştırmış, kazadan önce dönmem gereken kavşaktan dönmüştüm. Okula varmama çok az bir süre kalmıştı. Ders başlayalı birkaç dakika olmuştu. Daha da gecikmemek için acele ettiğim sırada aklımda dönüp duran sesleri bir çekmeceye kilitleyip olayı unutmaya çalışıyordum. Üniversiteye vardığımda hiçbirini düşünmek istemiyordum. Yalnızca dersime girip arkadaşıma söz verdiğim gibi notlarımı tutup çıkmak istiyordum. Aklımı yağmalayan görüntüleri de çekmeceye yerleştirdiğimi sandığım sırada bacağımın üzerinde duran yumruğum bozmuştu her şeyi. Bir elimle direksiyon hakimiyetimi sağlıyordum. Diğeri ise kucağımdaydı. Okula ulaşmadan önceki son ışıkta durduğumda parmaklarımı gevşetmiştim. Avucumda kırışan kart gün yüzüne çıkarken zihnimde çalan koca çan kendime etmek istediğim küfrü beraberinde getirmişti. Kartı almıştım. Onu geri aramayacak olmama rağmen almıştım. Daha adını bile bilmediğim bir adama “seni ararım.” dercesine almıştım. Kağıt bendeydi. Çekmecelere kilitlemeye çalıştığım bütün o sesler, görüntüler tekrar gün yüzüne çıkarken bu sefer öfkemin kazanı kendim için kaynamaya başlamıştı. Anın getirisi olan bu kararı nasıl verdiğimi sorgularken üniversitenin bahçesine giriş yapmıştım. Derse girdiğimde odaklanabilmek için kendimi zorluyordum. Zor bela dinleyip aldığım notların ardından kendimi kafeteryaya attığımda tek ihtiyacım olan bir bardak kahveydi. Kimseyle konuşmadan, hızlıca kahve alıp parasını görevliye vermiştim. Oturmak için boş bir masa aradığında gözüm ortamın kalabalık oluşu beni daraltmıştı. Adımlarımı bahçeye doğru yönlendirirken dünyamda yıkılan bir bina daha olduğunu yeni fark etmiştim. Tüylü bir kutu konulmuştu önüme. İçi boştu. Tüyleri uçuşuyordu. Yumuşacıklar, dokunduğum anda dökülüyorlardı. Kutu dıştan bakıldığında küçüktü. Ama ben yinede içine sığabileceğimi sorguluyordum. Kutunun tüyleri dökülürse bütün sihri kaybolacaktı. Kutuya girmiştim. Tüyleri dökmüştüm. Oturduğum kaldırım taşından kalktığımda bitmiş olan kahve bardağımı birkaç adım ötedeki çöpe atmıştım. Damarlarıma lav gibi karışan öfke bir türlü benden uzaklaşmadığında aklıma yapabileceğim tek bir şey gelmişti. Biraz torba dövmek. Normalde her gün okuldan sonra gittiğim bir aktivite vardı. Boş durmayı sevmezdim. Bu zamana kadar denediğim, öğrendiğim çok şey olmuştu. Bunların geneli de spor dallarıydı. Küçük yaşta annemin sayesinde jimlastik , babamın sayesinde keman çalmayı öğrenmiştim. Daha sonra orta okulun başlarında tekvando eğitimi almıştım. Orta okulun sonuna doğru ise voleybol oynamaya sarmıştım. Bir takıma sahiptim ve maçlara gidiyorduk. Liseye geçtiğimde takımdan ayrılsam da ara ara da olsa voleybolu bırakmamıştım. Lise hayatım boyunca da box ve judoyla ilgilenmiştim. Alt yapım olduğundan zorlanmamış, kolay öğrenmiştim. Şu an boxa benzeyen yakın dövüş sanatıyla ilgileniyordum daha çok. İspanyolca konusunda da kendimi geliştiriyordum. Kursuna gitmeden, kendi çabamla öğrendiğim şeyler de vardı tabi. Bunlar herkesin başarabileceği şeylerdi. Hepsinin de benim için ayrı bir önemi olsa da dövüşmeyi ayrı seviyordum. Sinirimi, enerjimi atmamda bana çok yardımcı oluyordu. Şu an bunu yapmaya çok ihtiyacım vardı. Adımlarım beni kendi kontrolüm dışında arabama götürdüğünde hiç oyalanmadan koltuğuma yerleşip üniversitenin bahçesinden ayrılmıştım. Sonraki dersim o kadar önemli olmadığı için ona pek takılmamıştım. Yolların günün bu saatlerinde sakin olması salona daha çabuk ulaşmamı sağlarken düşündüğüm tek şey biraz terleyip kendime olan öfkemi azaltmaktı. Tükenmez kalem gibiydi öfkem. Tükenmiyor desem de tükeniyordu bir şekilde. Salona vardığımda arabamı bir kenara park etmiştim. İçeriye geçmeden önce her zaman hazır bir şekilde bagajımda bulunan spor çantamı da elime almıştım. Hocama gözükmeden hızlı adımlarla soyunma odasına girmiştim. Boş bir dolaba çantamı yerleştirdikten sonra içinden kıyafetlerimi alıp kabinlerin birine girmiştim. Üzerimdekilerden hızla kurtulduğumda siyah taytımı bacaklarıma geçirmiş, baskılı koyu mor tişörtümü de üzerime giymiştim. Tişörtüm büyük beden olduğu için oldukça salaş duruyordu. Kalçalarımın altına kadar uzanıyordu. Ayağımdaki converselerimin yerine siyah spor ayakkabılarımı giydiğimde kabinden çıkmıştım. Çıkardığım eşyalarımı seçtiğim dolaba koyduktan sonra duş kabinlerinin bulunduğu yerdeki aynanın karşısına geçmiştim. Bileğime taktığım tokayla hızlıca saçlarımı topladıktan sonra ucunu örmüştüm. Hareket ederken önümde dağılmalarını istemezdim. Son kez aynada kendime baktığımda ormanımda çıkan alevlerin kontrol altında tutulduğunu görmüştüm. Bu iyiydi. Hazır olduğuma karar verdiğimde box eldivenlerimi, bandajlarımı alıp soyunma odasından çıkmıştım. Acele etmeden çalışma salonuna girdiğimde etrafta hocayı arıyordu gözlerim. Biraz ileride- benden iki üç yaş küçük olduğunu düşündüğüm- bir kıza lapa tuttuğunu gördüğümde yanına gitmemiştim. Biri ben çalışırken hocanın yanına gelip tempomu bozsa torba diye onu yumruklamak isterdim. Antrenmanlarını bölmemek adına boş bir köşeye gidip ısınmaya başlamıştım. Solonun etrafında koşar adım turladığım sırada hocayla göz göze gelmiş olmamıza rağmen hızımı kesmeden devam etmiştim. Ben durana kadar da yanıma gelmemişti. O da biliyordu benim durdurulmaktan hoşlanmadığımı. “Asu bu gün seni beklemiyordum. Yine hangi öfkenin rüzgarı getirdi seni buraya?” Hocam yüzüne kondurduğu tebessümü ile yanıma geldiğinde ona aynı şekilde gülümsemeyi istesem de yapmamıştım. O da benden beklememişti. Buraya neden geldiğimi bildiğini sorusuyla çok net bir şekilde belli etmişti zaten. “O konuya hiç girmesek de direk asıl mevzuya geçsek. Tahmin edersiniz ki bir torbaya ihtiyacım var.” Sesimin altında narin uykusuna yatmış olan öfkem her an uyanabilirmiş gibi sakince konuşmuştum. “Çok iyi biliyorum. Sen merak etme. O zaman sen ısınmanı tamamla gel yanıma. Torbadan önce ben alayım senin boyunun ölçüsünü.” Gülümsemesini yüzünde gizlemeden diyeceklerini deyip yanımdan ayrıldığında hocam, ben çoktan bandajlarımı elime sarmaya başlamıştım. Birkaç harekettin ardından son olarak bacaklarımı esnetmeye başladığımda yerde oturuyordum. Onları iki yanıma açmıştım Uzattığım bacaklarımın üzerinden belimi kıvırarak ayaklarıma doğru uzanıyordum. Kaslarımın iyice esnediğini hissederken düzenli bir şekilde nefes alıp veriyordum. Hayatının belli döneminden sonrasını bir amaç uğruna yaşayan bir kız için yapabildiklerim önemliydi. Başardıklarım değerliydi. Son kez öne doğru eğilip esnediğim sırada hocamın sesini duymamla gayri ihtiyari kaldırmıştım başımı. En başta nerede olduğunu göremesem de başımı hafif sola çevirdiğimde onu bulmuştum. Altındaki siyah şorttan başka üzerinde bir şey olmaya uzun boylu bir adamla konuşuyordu. Yüzündeki gülümsemeye bakılacak olursa tanıdığı, sevdiği biriydi. Toparlanmak için doğrulduğum sırada konuştuğu kişiden istemsizce gözlerimi çekemiyor olmak kendime kızmama neden olurken tanıdıklık hissi beni şaşırtmıştı. Kaslı sırtı daha yeni spor yaptığının kanıtıymış gibi terliydi. İnce bir bele sahipti. Aynı zamanda uzun bacaklara… Aniden adamı incelediğimi fark ettiğimde kendime sağlam bir yumruk geçirme isteğiyle dolup taşıyordum. Buna engel olmak adına yeşillerimi hocama çevirdiğimde onunla göz göze gelmek bedenimi bacaklarımı toplama dürtüsüyle sarmalamıştı. Bir ayağımı kendime doğru çektiğim sırada üzerime çığ gibi düşen başka gözler olduğunu hissetmemle tekrar başımı kaldırmıştım. Hocam ve yanındaki adam bana bakıyordu. Hayatımda hiç bu kadar halüsinasyon görmek istememişken düşüncelerim beni kendi toprağına gömmeye başlamıştı. Gerçeklik, dünyamda sorgulanan en büyük durum haline gelirken gözlerim daha da netleşmek istercesine kapanıp açılıyordu. Kaşlarım sanki bir halatla birbirlerine doğru çekilirken derin bir nefesi kendime deva olarak görüyordum. Dünya gerçekten bu kadar küçük müydü? Bir kelebek vardı. Etrafımda uçuyordu. Dedikleri gibi ömrü kısa mıydı bilmiyordum ama kanatlarının güzelliği beni etkisi altına alıyordu. Renksizlerdi. Saydamlardı. Her çırpınışlarında zihnime cam gibi batıyorlardı. Canımı yakmıyor, kan akıtmıyorlardı. Saçlarıma konsa, orada tekrar bir koza daha örecekmiş gibiydi. İkinci bir koza ona kefen olurdu sanki. Belki de yeni bir yaşam. Karşımda benim kadar şaşkın bakan iki çift göz. Gökyüzünü andırıyorlardı. |
0% |