@ceylanrona
|
7. Bölüm Servet Yolunda Bazı seslere doğru yankılanır düşüncelerimiz. Kalbimizden, zihnimizden, hislerimizden kurulmuş bir tiyatro gösterisi gibi canlıdırlar. Onlara verilmiş bir senaryoya uymaktan çok, doğaçlama yaparlar. Bizleri yönlendirirler. Beklide daha sonrasında ‘neden?’ diye sorgulayacağımız şekilde. Onunla neresi olduğunu bilmediğim bir yere gitmek. Ona o kadar güvenmek… Bana uzaktan bakan bu kavramlar, oldukları yerde dururken benim adımlarımın öne atılma isteği aklımın ısırdığı bir dürtüydü. Düşünmeden hareket etmektense, kararlarımı biraz mantıkla yoğurmak daha cazip gelmiyordu şu an. Bir hortumun başından sonuna kadar olan o derin boşluktan solurcasına çektiğimde havayı içime, gözlerimi yummuştum. Gerçeği görmek kadar bilinmezliğe bürünmek istiyordum. “Hiç sanmıyorum. Bunu gerçekten inanarak söylediğini de düşünmüyorum.” Birbirlerinin yansıması gibi karşılıklı duran bedenlerimiz arasında ince bir boşluk nefes alırken başımı hafif arkaya yatırarak bakıyordum ona. “Gayette inanarak söyledim. Yalnızca sen az sonra benimle geleceğine inanmak istemediğin için böyle düşünüyorsun.” Kendinden eminliğini imzalı bir portreye çeviren tebessümü bana samimiyetin, güvenilirliğin kollarını açıyordu. Ona veya onun gibi tanımadığım bir başka hemcinsine güvenmek, beni jiletler dikilmiş bir yokuştan yuvarlıyordu. Fakat buna rağmen o yokuşun başına çekilmeme engel olamıyordum. Eğer bu rampayı inersem ya öncesinde yolumu temizleyecek ya da parçalanacaktım. “Bu kadar emin konuşmanın sebebi ne?” “Az önce gözlerinde ve ifadende gördüğüm hırs.” Çenesiyle beni işaret ettiğinde istemsizce bir aynaya ihtiyaç duymuştum aniden. “Yani?” “Yani uzatma da gidelim arık.” Alayın tebessüme karışmış haliydi dudaklarına oturan. Saniyeler akıp giderken beklemediğim sözcükler takılmıştı kulaklarıma. Gözlerim gökyüzülerine bulut gibi yer edinmişti o kısacık sürede. Ardından, esen rüzgar dağıtırken üzerime sinen donukluğu kaşlarım havalanmıştı usulca. “Beni yanlış tanıma diye söylüyorum, işe yaramaz.” Kollarımı göğsümde toparlarken dudağımın bir kenarı mühendisin milimlik hatası gibi yukarı kıvrılmıştı. “Seni tanımamı kabul ettiğine göre artık gerçekten gidebiliriz.” Akın sürelerini bir saniyeye ayarladığı bombalar olan kelimeleri bırakıp bir anda yürümeye başladığında ne dilimde diyecek bir söz ne de yüzümde misafir edeceğim bir ifadem vardı. O bana karşılık verme fırsatı bile sunmadan ilerlediğinde yine duraksayan taraf bendim. Bana sayfalar yıpratan gerçekleri yaşatmakla kalmayıp onları dile getirdiğinde kendimi toparlamam vaktimi çalmıştı. Dalgınlığım hala bileklerime zincir gibi sarıldığı sırada onu arkasından takip etmeye başlamıştım. Artık ‘bunu neden yapıyorum?’ diye sorgulamaktan bile uzaklaştığımda Akın’a yetişmiştim. Onun arabasına doğru ilerlerken adımın seslenilmesiyle ikimizde duraksamıştık. Yönümü o tarafa çevirdiğimde karşıdan bize doğru gelen Burçin ile Sinem’i görmek bileklerimdeki zinciri koparmıştı. “Asu, nereye gidiyorsun haber vermeden? Hem de onunla?” Sinem ağzını harfleriyle doldura doldura boğuk bir sesle Akın’ı işaret ederek konuştuğunda bu kadar rahat olması gülümsetmişti beni. “Daha tanımadığın bir adamla tek başına hem de…” Burçin’in mırıltısı endişeyi kucaklamıştı. Kehribarlarının beni kucakladığı gibi. “Beni beklemeyin. Ben geçerim eve. Burçin sende bize gel bu gün. Akşam konuşuruz her şeyi. Çok uzun sürmez sanırım.” Duraksayıp bakışlarımı Akın’a çevirdim. “Sürer mi?” “Sana bağlı.” Akın tebessüm ettiğinde tekrar arkadaşlarıma dönmüştüm. “Sürmez. Sinem seni de akşam ararız. Dikkat edin kendinize.” Şirince gülümsediğimde onlara Burçin aniden çekmişti beni kendine. Kollarını boynuma dolarken sadece benim duyabileceğim bir tonda “Sende.” dediğinde dudaklarıma yerleştirdiğim kıvrımlarla geri çekilmiştim. Biz arabaya geçene kadar oldukları yerden ayrılmayıp beklemişlerdi. Ön yolcu koltuğuna oturup kemerimi bağladığımda çantam titremişti. İçinden telefonumu çıkartıp gelen bildirime baktığımda mesajın ‘GEYİK’ten olduğunu görmek elmacık kemiklerimi belirginleştirerek gülmeme nedendi. “İçim hiç rahat değil. Eğer geç kalırsan seni aramadan önce polisi arar ortalığı ayağa kaldırırım haberin olsun. Sorumluluğu da hiç mi hiç üzerime almam. Hala o arabaya bindiğine de inanamıyorum ayrıca. Sakın bir delilik yapayım deme. Sakince git sakince gel. Kendini akşamki sorguma hazırlayarak.” Sonuna koyduğu tek taraflı gülen, ben bilirim tarzındaki emojiye karşılık olarak göz deviren emojiyi göndermiştim. “İçin rahat olsun çünkü itiraf etmeliyim ki benimki garip bir şekilde rahat. Geç kalmamaya çalışacağım. Geçten kastının ne olduğunu bilmeyerek… Delilik benim adım olsa da sakin kalacağım. Senin için. Sorgu kısmında da bana acırsın umarım.” Hemen ardına mesajı da eklemiştim. Ona da dediğim gibi rahatlık ipe dizilmiş boncuklar gibi içime sıralanıyordu. Başımı geriye attığımda çoktan okul bahçesinden ayrılıp trafiğe karıştığımızı gördüğümde kısaca ona bakmıştım. Çok hızlıydı ona dair olan her şey. Daha dün karşılaşmıştık fakat yıllar önce tanışmışçasına huzur taşıyordum omuzlarımda. Bir an sinirle üzerine atlamak isterken bir anda uykuya hazırlanan kediye dönüşüyordu hislerim. Onunla olan şeyler bir anda ve hızlıydı. Attığım mesajın yanıtı var mı diye bakmak için ekrana dokunduğumda telefonun açılmamasıyla kaşlarım hafifçe havalandı. Sabah yarısından fazlası dolu olan şarjı kullanmamama rağmen çok çabuk bitmişti. Elim çantamın içinde yeniden gezinmeye başladığında bir kabloya rastlamamış olmamsa durumun tuzu biberiydi. Sitemli derin nefesi bıraktığımda arabanın içine gözlerimi yumup yasladım başımı koltuğa. “Bana arabanda şarj kablosu bulundurduğunu söyle lütfen.” Onda değil de etrafımda geziniyordu gözlerim. Tavanda, aynalarda, kapı üzerindeki düğmelerde… “Bulunduruyorum.” Bir an için az önce kovduğum nefesi büyükçe içime çekmiştim. “Kullanabilir miyim?” Bir çocuğun annesinden şeker yiyebilmek için izin isteyişi gibiydi sesim. “Şarjın bitti sanırım.” Başka ne için isteyebileceğimi düşündüğünü sorguluyordum. Ona hiçbir şey demeden avuç içimi anlıma çarpmak istiyordum. “Evet.” “Kötü bir haberim var.” Bıyık altı sırıtıyordu. Beyaz kısa şeritlerin şelale gibi akıp gittiği yolda olan bakışlarına ulaşmayacak şekilde. “Lafı dolandırmak zorunda mısın?” Onun aksine dümdüz ifademle izliyordum yolu. Gözlerimi devirirken bıkkınlığım is gibi dağılıyordu etrafa. “Bu kadar asabi olmak zorunda mısın?” Dudak kenarlarına yerleşmiş o silik çizgiler yavaşça silinirken sorusuna ‘EVET’ cevabını verebilirdim. Fakat içimde kara bir girdap gibi açılan boşluk sözcüklerimi yutuyordu. “Şarj.” Yine kaçtığımda soruların birinden vurgulu sesimin ardına gizlenmiş boynu eğik kız kendini belli etmek istiyordu. İlk defa… “Telefonlarımız aynı değil.” Kaşlarım tırmandılar yukarı. Yaşam bulan gerçek pir çekiç gibi çarptı zihnime. “Çok güzel. Aferin Asu sana. Bir şarj taşımayı beceremiyorsun.” Kendi kendime söylenmeye başladığımda beni duyup duymaması o an umurumda bile değildi. Bu yaşıma gelip bir kabloyu taşıyamadığıma inanamıyordum. Gerçi normal zamanda çok ihtiyaç duymuyordum… “Gittiğimiz yerde mutlaka buluruz. Dert etme.” Duygu yoksunu ifadesiyle yolu takip ederken gözlerim kayıyordu ona doğru küçük bir çocuk gibi. “Dert etmiyorum.” Bir anda omuz silkerek söylediğim şeye kulaklarım kapanmıştı. Duymak istemiyorlardı. Benim bile inanmayacağımı bildiklerinden. Kendime söylediğim kandırmaca sözlerden uzak durmak istediklerinden… “Eminim…” Eğlenir gibi işittiğim sesine tezat olan hatlarında asılırken gözlerim, dudaklarım dişlerimin arasında esirdi. Bir güz sabahı esen rüzgar gibiydi geçen birkaç saniyenin etkisi. “Nereye gittiğimizi söyleyecek misin artık?” Sessizlik boynuma asılan bir kanca olurken onu kırmak istemiştim. “Gidince öğreneceğini söyledim. Yani hayır.” Tavrı hala derisini değiştirmeden cevaplamıştı beni. “Sana neden güvendim ki..” Onun duymayacağı kadar kısık konuşmuştum. İçimden… Neden ona güvenip peşinden gitmiştim? Bana zarar verme niyetinde olabilirdi. Bunca sene kendimi uzak tutarken bu tarz şeylerden, değişen neydi? Ben miydim? Karşımdaki insanın etkisi mi? Her ikisi de mi? Bilmiyordum… Öğrenmeye çalışmıyordum. “Bana biraz kendinden bahseder misin? Madem bir yola girdik. Yanımda yürüyenin kim olduğunu bilmek isterim.” Cümleleri ilgiyi anımsatan bir mektup gibiyken sesi, yalnızca konuşmak isteyen parktaki bir insan gibiydi. Aracın tekerlerinin toprak zeminde ilerlediği şu saniyelerde böyle bir soru beklemiyordum. Başımı hafifçe ona doğru çevirirken düşündüğüm bir şey yoktu. Ağaçların gökyüzünü arkasına alıp gizlediği, güneşin dallar arasından bir mil gibi düştüğü yolda ilerlemeye devam ederken artık nereye gittiğimizi sorgulamaya başlamıştım. Belki de geç bile kalmıştım… “Daha yürüdüğümüz bir şey yok.” Yalandı. Çoktan geçmiştim yanına… Bunu bu kadar kolay kabul ettiğimi dile getiremesem de böyle bir gerçek vardı. “Tamam, yok. Ama kesinlikle olmayacağını da söyleyemezsin. Ne de olsa şu an benim arabamdasın. Benimle neresi olduğunu bilmediğin bir yere gidiyorsun. Ve ben yan yana yürüme ihtimalimin bulunduğu kişileri de tanımak isterim.” Sessizlik üzerime bir tül gibi süzülmek isterken onu daha havadayken küle çeviren bir iç sesim vardı. Dünyama arkasında bavulunu sürükleyerek giriş yapan birisi göründü uzaklardan. Yüzünü tanımak, sesini duymak, adını öğrenmek istemiyordum. Ama tahmin ediyordum. Hatta ne kadar istemesem de biliyordum. “Hakkımda yeterince şey biliyorsun.” Omuz silkerek konuştuğumda sesim bir bedene bürünüp, kilometrelerce koşmuş gibi yorgundu. Kısıktı. “Adın, soyadın, okulun, görünümün dışında arkadaşlarının yanında sevecen, güler yüzlü bir kız olup karşı cinsine karşı antipati duyduğunu hatta belki de nefret ettiğini biliyorum. Arabalara olan ilgin ve sevginin yanında spora olan yatkınlığını da unutmamak lazım.” Beni sandığımdan fazla tanıması bir taş gibi düşmüştü zihnime. Ben ona müsaade etmeseydim bilecekleri görünümümden başka bir şey olmayacaktı belki de. Bir rehber gibi bana açılan kapıların kilitlerini onun için çeviriyordum sanki… “Bunlar benim gözlemlediğim, senden öğrenmek dışında her şekilde öğrendiğim birkaç nokta. Benim bahsetmeni istediğim şeyler bunların dışında olanlar.” Akın ben sözcüklerimin yerini daha bulamamışken devam ettiğinde onun gibi ifadesizliğe çekilmişti çehrem. “Bence gereğinden fazla şey biliyorsun.” Omuz silktiğimde gözlerim dikiz aynasındaydı. “ Sana yardımcı olmalıyım. Anladım. Spor dallarından hangileriyle ilgilendin bu zamana kadar? Buradan başlayabilirsin mesela.” Israrcılığını saydam bir duvarın ardından sergilerken cümlelerinde, bakışlarım aynadan düştü. Cevap vermeden sessizliği apolet gibi omuzlarıma astığımda gözlerimin onda olan gezintisi devam ediyordu. “Cevaplar yüzümde yazmıyor.” Saniyelik yüzüne oturan sırıtış kaybolurken göz kapaklarım bir bakkal kepengi gibi kapanmıştı. Yanaklarıma sürtünen bir his, hızlandıkça ısıtıyordu. Benden uzaklaşması gerekiyordu. “Cevap vermek zorunda olduğumu düşünmüyorum.” Camdan dışarıyı izlemeye başladığımda arabanın yavaş yavaş durduğunun farkına varmıştım. Doğrulup etrafımıza bakındığımda ağaçlar ve onların arasındaki ince patika yol dışında hiçbir şey görünmüyordu. Tedirginlik karınca sürüsü gibi bedenime tırmanırken olası şeylere karşı yapabileceklerimi aklımın bir köşesine koyduğum tahtaya yazıyordum. “ Bu konuyu dönüş yoluna bırakıyoruz. Buradan sonrasını yürüyerek devam edeceğiz.” Akın kemerini çözdüğü sırada gökyüzülerini benden ayırmadan konuşmuştu. Bakışlarında esen güven, ormanımdaki yaprakları savuruyordu. Hala durumun esrarengizliği beni diken üzerine yuvarlasa da elimde olmadan rahat hissediyordum. Sırtıma tutunan bir kuş vardı. Kanatlarını bırakıp gökyüzüne karıştı. “Ne kadar uzaklıkta?” Aynı şekilde bende açtığımda kemerimi aynı anda inmiştik arabadan. Benim olduğum tarafa doğru geldiği sırada telefonumu çantama yerleştirirken sormuştum. “Adım hızına güvenerek konuşuyorum en fazla yedi – sekiz dakika.” Başımı kaldırdığımda Akın’ın ceketini üzerinden çıkartıyor olduğunu görmek gerilememe neden olmuştu. Zihnimde yankılanan çığlık kulaklarımı kapatma arzumu sunmuştu bana. Onun yanında bunu yapmak istemezken gözlerimi hızla kapatıp aklıma ilk gelen şarkıyı mırıldanmaya başlamıştım yalnızca benim duyacağım bir tonda. Notalar. Notaların iş birliği yaptığı sözcükler. Notalar ve sözcükler çığlıkları örttüler. Sadece birkaç satırı hatırlamam yeterli olurken derin bir nefes alarak gün ışığına kavuşmuştum. Tam karşımda dikkatle bana bakan Akın’ı görmek her ne kadar hoşuma gitmese de bozuntuya vermeden tebessüm etmiştim. “Gidiyor muyuz? Yoksa burada dikilmeye devam mı edeceğiz?” Omuzlarımı dikleştirdiğimde bana olta gibi tutunan bakışlarına, havalanan sağ kaşı da eşlik etmişti. “Ceketimi arabaya bıraktıktan sonra gidiyoruz.” Tereddüt kedi gibi tırnaklarını geçirerek sesine tırmanırken, sanki az önceki şeyi görmezden gelmesini istediğimi anlamasına rağmen, sergileyeceği tavırda kararsızdı. İstifimi bozmadan dudaklarımdaki kıvrımları koruduğumda ifadesini düzleştirerek arka yolcu koltuğunun kapısına uzanmıştı. Ceketi bırakıp kapıyı kapattıktan sonra arabayı kilitlediğinde devam etmeye hazırdı. Onun bir adım gerisinden takip ederek yürüdüğüm patika yolun etrafını saran ağaçlar devasaydı. Sanki dalları sonsuzluğa, kökleri dünyanın merkezine doğru uzanıyordu. İleriye bıraktığım ayağımın altında kalan doğanın parçaları her defasında değişik sesler çıkartıyordu. Ormanı bir sahne gibi kullanan kuşların cıvıltıları zihnimi okşarken ikimizde tek kelime etmiyorduk. Aklımda dolanan soru işaretleri kendilerini ses tellerime çarparken dudaklarımı birbirine mıhlayarak onlara engel oluyordum. “Gittiğimiz yeri şu anlık kimseye bahsedemezsin.” Sükunetimizi bozan taraf o olurken yeşillerim küçükken yağmurda cama düşen damlaları yarıştırdığımız gibi ona kaymıştı. Akın’a nazaran daha hızlı yürüdüğüm sırada tam yanında ilerliyordum. “Buraya gelmeden önce bizi duydun. Akşam Burçin’e her şeyi anlatacağım. Ondan bir şey saklayamam. Sinem’e de üstün körü bahsederim. Soracaktır ve yalan söyleyemem.” Oldukça normal bir tonda sıradan bir tavırla karşılık verdiğimde ona Bakışları üzerime düştü. “Ne dersem diyeyim onlara anlatacaksın…” Tebessüm etti. “Pekala yalnızca onlara anlatabilirsin fakat en ufak bir problemde sorulum göreceğim ilk iki kişi arkadaşların olur.” Elleri ceplerindeki sığınağa yavaşça sokulurken bakışlarını benden uzaklaştırdı. O an fark ettim ki gözlerini bende çok uzun süre tutmamaya dikkat ediyordu. Bunu kendi isteğiyle yapmaktan çok gereklilik olarak yapıyor gibiydi. Bundan rahatsız olabileceğimi fark etmişti. Sanki ruhumu çürüten şeyleri biliyordu… Tekrar sessizliği etrafımıza duvar gibi ördüğümüz sırada patika yolun sonu da gözükmeye başlamıştı. Ağaçların son bulduğu geniş bir alanı seçtiğinde ilk gözlerim, merakım hızımı arttırmıştı. Koşar adım ilerlerken, sakince devam eden Akın’ın biraz olsun önüne geçmiştim. Yaklaştıkça güneşin tam tepemizden yaydığı yakıcı ışığını daha net hisseder olmuştum. Yol boyunca ağaçlar bizi ondan korumuştu. Birkaç geniş ayak darbesinin ardından yolun sonuna geldiğimde karşımda gördüğüm şey beklenmedikti. Sağ tarafımızda birçok binanın düzen içerisinde sıralandığı bir alan, sol tarafımda büyüklüğüyle etkileyen bir engel parkuru vardı. Karşımda başka bir yapı bulunurken hemen çaprazında menzili uzun bir atış talimi noktası bulunuyordu. Biraz uzaktaki yan yana dizilmiş ağaçtan sütunları seçebilsem de ne işe yaradıklarını tahmin edemiyordum. Başımı hafif kaldırdığımda elimi gözlerime siper ederek gökyüzüne bakmıştım. Küçük uçurtmaların yanında birkaç paraşütçüyü de fark edebilmiştim. Önümüzdeki büyük yapı nedeniyle gerisini göremezken kocaman bir alana düştüğümden emindim. “Servete hoş geldin Asu Arnisa Sezen…” |
0% |