Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@ceylanrona

8. Bölüm Yollar


Çok klişe bir laf vardır; hayatın bize ne sunacağını asla bilemeyiz. Gerçekten de öyleydi. Zamanın akıp birikeceği yeri bazen hiç tahmin edemiyorduk. Oluşturduğu gölet, yansımasında bize neler olacağını bazen çok kısa gösterebiliyordu. Kimi zamansa yalnızca kendimizi izliyorduk dalgalanan yüzeyde.

Kıvrımlar kontrolüm dışında dudaklarımda yer edindiğinde gözlerime doğru yolculuk ediyorlardı. Tam olarak nerede olduğumu bilmesem de güzel bir yer olduğunu anladığım bu mekan beni heyecanlandırmıştı.

Servet demişti adına, bir süredir arkamda sessizliğini koruyan Akın. Kimin veya neyin servetiydi acaba? Belki de yalnızca adı buydu. Doğrusu bunun bir önemi yoktu.

“Böyle bir şey beklemiyordum.” Yavaşça hala arkamdaki konumunu koruyan Akın’a doğru döndüğümde tebessümümü gizlemiyordum.

“Biliyorum. Şaşırtmayı severim desem?” Bulaşıcı bir hastalıkmış gibi sıçradığında ona da tebessümüm omuzlarını silkerek konuşmuştu.

“İnanırım.” Tekrar karşımızdaki alana doğru döndüğümde benden izinsiz öne atılan adımlarıma engel olmamıştım.Yavaşça yürümeye başladığımda tek kelime etmeden arkamdan geliyordu. Nereye gideceğimi bilemesem de ileriyi merak ettiğim büyük bir gerçekti.

“Sana buranın tam olarak işlevini anlatmadan önce biraz gezdireyim diyorum. Ne dersin?” Akın hiç duymadığım sevecen ses tonuyla konuştuğunda yanımda yürüdüğünü anlamıştım.

“Hem gezdir hem açıkla derim.” Omuzlarım tahterevalli gibi aşağı yukarı hareket ettiğinde rüzgarın önüme üflediği saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırmıştım usulca.

“Çok şey istiyorsun.”

“Niye beceremez misin?”

“Beceririm. Hem de çok güzel. Ama o zaman bir gizemi kalmaz. Sıkıcı olma.”

“Ne bu gizem merakı?” Soruma karşılık olarak yalnızca omuz silktiğinde gözlerim onda takılı kalmıştı. Hala yavaş adımlarla yürümeyi sürdürdüğümüz sırada bu dikkat dağınıklığı ayağımın bir taşa takılmasına neden olurken hafif sendelemiştim. Bir anda elleri bana doğru uzanmış, dokunmamıştı. Anında toparlandığımda bana köprü gibi bağlanmak için hareket eden, daha tutunmadan kopup uçuruma düşen ellerine çıkmıştı bakışlarım. Tanıdık olmayan bir his ormanımda esmeye başladığında derince yutkunmuştum. Sanki sınırlarımı, kurallarımı ona teker teker anlatmıştım. Sayfaları yırtılan, yıpranan kitabı kucağına bırakmıştım. Bir hukuk öğrencisinin maddeleri ezberlediği gibi o da hepsini ezberlemişti. Davranışları, duraksamaları bir tırtıl gibi zihnime tırmanıyordu. Ya yaprakları kemirecek ya da kendine yuva edinecekti.

Saniyenin birkaç sayı üzerinde gezindiği o kısa sürede hızlıca toparlanıp önüme döndüğümde büyük bir havayı içime hapsetmiştim. Akın benden önce yürümeye kaldığımız yerden devam ettiğinde artık yolu gösterebilirdi. Az önceki bende ismi olmayan yabancı duygunun izleri kalırken üzerimde bunu düşünmek istemeyerek anahtarı soru işareti olan bir odaya kilitlemiştim. Sessizliğimizi koruyarak sürdürdüğümüz birkaç dakikalık yolun sonuna geldiğimizde başından beri gördüğümüz o ortadaki binanın önüne varmıştık.

“Beni burada biraz bekleyebilirsen gidip geleceğim. Sorun olur mu?” diye sorduğunda sesindeki sevecenlik uçurumun ucunda sallanan birine atılan halat gibiydi. Elimi uzatsam, tutsam bir devrim başlatacaktım kendimde. Hissediyordum.

Tutmadım. Kaldırmadım elimi.

“Beklerim.” Tek kelimelik cevabım onu yalnızca hafifçe gülümsetirken ben yine bir girdaba doğru kayıyordum. Dudaklarındaki kıvrımlara bir dal misali tutundu bakışlarım. Onları kırarcasına kapadığımda gözlerimi Akın’ın çakıl taşlarını ezen adımlarının sesini duyabilmiştim. O yanımdan ayrılırken ormanımda gezinen ceylanlarla içsel bir sohbete başlamıştım. Bana ne olduğunu sorguluyordum. Onlar ise yalnızca tebessüm ediyorlardı. Kendime nasıl gelebileceğimi öğrenmek istiyordum. Buna gerek olmadığını belirtiyorlardı. Sessizce zemindeki çakıl taşlarını izlediğim dakikaların ardından kulaklarımın dünyaya açılmasını sağlayan daha önce duymadığım biriydi.

“Merhaba yenge, ben Arda. Akın ağabey hemen gelecek. Bu gün sizi ben gezdireceğim.” Kahve gözleri simli kalemle çizilmiş genç, büyük bir gülümsemeyle bana bakarken şaşkınlık mermer üzerinde yayılan su gibi suratıma bulaşmıştı. İkinci sözcükten sonrasını doğru düzgün anlayamazken göz kapaklarım iyice aralanmış, kaşlarım yükselmişti.

“Ben bir koşu gidip geleceğim. Hemen geliyorum.” Dudaklarım yaratılıştan hiç ayrılmamış gibi öylece karşımdaki adının Arda olduğunu söyleyen gence bakıyordum. Onun gözleri hızlıca arkamda bir yere kaydığında birkaç şey söyleyip koşarak gitmişti.

Hala aynı ifadeyle kala kaldığımda taş olup düşmüştü yere düşüncelerim. Çok değil, hemen sonra Akın’ın yanıma geldiğini duymamla düzeltmiştim mimiklerimi. Başımı oldukça yavaş bir biçimde ona doğru döndürüp, kaldırdığımda dudaklarım asfaltın üzerindeki şeritler gibiydi.

“Az önce yanıma gelen her kim ise ona neyi nasıl anlattın bilmiyorum ama bana yenge dedi. Bir açıklaman var mı?” Elimi kaldırıp arkamı işaret ederek konuştuğumda kaşlarımdan biri diğerini beklemeden hareket etmişti.

“Senin benim sevgilim, hatta sözlüm olduğunu söyledim.” Omuzlarını silkerek sanki çok normal bir şeymiş gibi konuşmuştu. Kelimeleri nefes boruma tıkamışlar gibi aniden öksürdüğümde gözlerim sonuna kadar açılmıştı.

“Ne? Anlamadım!” Vurgunun kırbaç gibi çarptığı sesimle inanamayarak ona baktığımda yalnızca gülümsüyordu. Bu sinirlerimi halay takımı gibi kol kola bana doğru çekmeye yetiyordu. Fakat sakinleşmeliydim çünkü dostuma bir söz vermiştim. Delilik yoktu. Sinirlenmek de yoktu. Uslu durabilirdim…

“Seni böyle tanıttığım için teşekkür edeceksin. “ dediğinde gözlerinde ciddilik parıltı olmuş süzülüyordu.

“Pardon ama niye?” Kollarımı göğüslerim altında toplayıp dikleştiğimde saçlarımı geriye yatırmıştım.

“Buraya öyle herkes elini kolunu sallayarak gelemiyor. Geliyorsa da çıkması zaman alıyor. Kimseyi zorla getirmiyoruz. Biz teklifi sunuyoruz, kabul edene yerimiz çok. Buradaysan, buranın bir parçasıysan aklına eseni yapamazsın. Açıklama yapmak durumunda kalabilirsin. En önemlisi de burada herkes bir aile gibi olduğundan o sıcak kucaklaşmalara maruz kalabilirsin. Kim olduğu fark etmeden.” Sakince açıklamasını yaptığında bir şeyler eksik gibiydi.

“Yani?” O boşluğu doldurmasını isteyerek direttiğimde bu defa beyaz dişleri gülüşünün ardından görünüyordu.

“Açıklama yapmaktan, başka insanlarla kucaklaşmaktan, özgürlüğünün kısıtlanmasından hoşlanmadığını düşünerek benim sözlüm olduğunu söyledim…” Kendimi tutamayarak araya girdiğimde avuç içimi anlımla tokalaştırmıştım.

“Hayır, neden sözlün? Çok yakın arkadaşım, dünya ahiret dostum deseydin olmuyor muydu?” dediğimde sesimdeki sitem atmak istediğim çığlıkla beraber boğuklaşıyordu.

“Olmuyordu. O da kurtarmazdı seni. Şu an kimse sana iki çift laf edemez ben izin vermedikçe. Yanına yaklaşamaz. Yürek yiyip de yanaşırsa sonucunu bilir.” İlk kelimesi dişlerini gizlemezken devamında dudakları bir perde gibi kapanıp örtmüştü onları. Söyledikleri aklımı bir kaşık gibi karıştırırken sessiz kalmayı tercih etmiştim. Yalnızca birkaç yaprak uçuşması kadar süren zamanda gözleri yeşillerime askı gibi takılmıştı. Yapraklar konduklarında yere mavilerini ince derinin altına gizlemiş, çıkarmıştı. Tam karşısına, başımın üzerinden, dikkatlice baktığında hafifçe onay işareti vermişti. “Gidelim mi?” diye sorduğunda dilimin düğümünü çözmeden kafamı oynatarak kabul etmiştim. Onun bir adım gerisinden ilerlediğim sırada etrafı inceleyerek ezdiğim çakılların üzerinde bulunan her yapıyı zihnime kazıyordum.

Akın bir süre sonra yavaşlamaya başladığında yanına geçmiş, durduğunda durmuştum. Az önce bana kendini tanıtıp “yenge” diye hitap eden gencin yanına geldiğimizi görünce istemsiz gözlerimi devirmiştim.

“Nereden başlayalım ağabey? Yenge sen söyle ilk nereye gitmek istersin?” Arda ikimize bakıp yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle konuştuğunda bana hala aynı şekilde sesleniyor olması başımı olumsuz anlamda sallamama nedendi.

“Hani sen izin vermedikçe kimse iki çift laf edemezdi?” İmalı bir tonda hafif parmak uçlarımda yükselip kulağına doğru fısıldadığımda Akın’ın, nefesiyle birlikte güldüğünü duyabilmiştim.

“Başla en yakın yerden. Bulaşma Asu’ya.” Akın bıyık altı sırıtıyorken başıyla hemen ilerindeki parkuru göstererek konuşmuştu. Bana yanaşmıyor oluşu bir nebze daha rahat olmamı sağlasa da hala kendimi ineler üzerinde geziniyor gibi hissediyordum.

“Sen nasıl istersen ağabey. O zaman birinci seviye eğitim parkurundan başlayalım.” Arda bize bakıp kendini sırıtmamak için tutuyor, başaramayınca da çaktırmamak için başını eğerek, bahsettiği yere dönerek konuşuyordu. Her ne kadar ne için bu hallere girdiğini bilsem de verdiğim sözü hatırlayıp sakin kalıyordum.

Yıpranan sayfalar ucundan yırtılmaya başlıyordu kuralların kitabında.

Öyle olmasak bile beni tanıttığı şekil çok yabancıydı bana. Fazla yabancıydı… Bunu kabullenmek istemiyordum. Göz yummak bile yoruyorken beni kabul etmek zordu.

“Burası 1H’ların eğitim gördüğü alan. 1A olana kadar burada devam ediyorlar. 1A olup da hala parkuru bitirme süresine ulaşamamışlarsa eğer 1AK olarak istenen noktaya gelene kadar devam ediyorlar.” Arda karşımda en fazla yüz metrelik engebeli parkuru işaret ederek açıklama yapmaya başladığında söylediği bazı şeylere anlam yüklemeye çalışıyordum. Biraz incelediğimde kolay olduğunu düşündüğüm eğitim alanının bahsedilen bitirme süresini merak etmiştim.

“Geçmeleri için gerekli süre ne?” Yeşillerim kum zeminli alanda dolaşmaya devam ederken sorduğum soruya Akın cevap vermişti hızla.

“25-30 saniye arası.” Kaşlarım normalden biraz daha fazla yükselirken anladım dercesine yalnızca oynatmıştım usulca başımı. “Peki ya sandığınızdan daha önce bu saniyeye ulaşırsa?” Sorular bir kitaplık olup önüme dizilmişlerdi. Kapağı hoşuma gidenini elime alıyor, onlara yöneltiyordum.

“Ç1H oluyorlar. Her durum Lis’leri farklı seviyeye çıkartıp düşürebiliyor.” Yine Arda’dan önce davranıp yanıtladığında beni Akın, cevapların içinde sorular beliriyordu.

“Lis ne? Her şeyi baştan anlatsan da bende sormasam keşke.” Bana verdiği azıcık bilgiyi

sürekli yinelemek canımı sıkıyordu.

“Lis burada eğitim alanlara deniyor. Beş ile yirmi beş yaş arasında bir sürü kişi var. Hepside kendi istekleri ile buradalar. Bunu daha öncede belirtmiştim.” Çıkışlarıma karşın çehresinde en ufak, öfkenin berraklığını taşıyan çizgiler oluşmazken dudaklarına yerleşen dönemeçler vardı.

“Evet. Anladım.” Gözlerimi parkurdan ayırdığımda Arda tekrar devreye girmiş, bizi yönlendirmeye kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı.

Buraya gelmeden önce zihnimin bir köşesinde çekmeceye kilitlediğim “neden buradayım” gibi sorgulayıcı şeyleri hatırladığımda bir süre daha onlardan uzak durmak istediğimi fark etmiştim. Mumların üzerine eriyen düşüncelerimle Arda’yı takip ettiğim sırada Akın’ın yanımda, aramızdaki mesafeyi koruyarak ilerliyor oluşu benden ona bir artı puan kazandırıyordu. Her ne kadar sözlüsü olarak tanıtmış olsa da beni bunu bahane edip kurallarımı çiğneyecek bir tavra yanaşmıyordu.

Kısa birkaç adımın ardından etrafı tellerle örülü içerisinde harap olmuş araçlar, yıkılmış duvarlar, paslanmış variller bulunan bir yerin önüne gelmiştik. Ne olduğunu tahmin etmeye çalıştığımda Arda’nın açıklama yapmaya başlamasıyla dikkatimi onun sözlerinin üzerine serip düşüncelerimin tasmasını çözmüştüm.

“Burası 1. Seviye açık hava talim alanı. Lis’lere gerçek silahla neredeyse aynı olan fakat yalnızca daha az zararsız mermiler atan silahlar veriyoruz. İki guruba ayırıp gerçek bir çatışmaya girdiklerinde neler olabileceğini öğretiyoruz.” Kulaklarım kelimeleri beynime yolcu ederken aynı zamanda önümdeki alanı inceliyordum. Arabaların camlarındaki, kapılarındaki, oyuk izlerinin nedenini daha iyi anlarken soru işaretlerinin olduğu kitaplığın önüne yavaş yavaş geri çekiliyordum.

“Burası birinci seviye ise başka bir yerde ikinci seviyesi olmalı. Bir önceki parkurda istenilen bir süre vardı. Bundaki olay ne?” Bu defa cevabın Akın’dan geleceğini bildiğimden gökyüzülerine bakıyordum. Kendime takılı kalmamayı hatırlatarak…

“Kazanan takımda kaç kişi kalırsa o takımda bulunan her Lis kalan kişi sayısı kadar puan alır. Kaybeden takımın Lis’lerinin üçer puanı düşer. Takımlar her seferinde de kura ile belirlenir. 25 puana ulaşan kişi diğer seviyeye geçme hakkı kazanır. “ Kaşları hafif birbirine yaklaşmış, mavilerini bana odaklamış, dudaklarına kıvrımları kabul etmeden ciddiyetle karşılık verdiğinde Akın; sessizce “hıım” demekle yetinmiştim.

Akın’ın cevabının akabinde birçok yere daha gitmiştik. Kendini Koruma Ve Dövüş Sanatları Binası, Yüzme Havuzu, Sanatsal Faliyetler Okulu, Teknoloji Takip Ve Kullanım Eğitim Merkezi, Lis Yaşam Sitesi, Akademik Okul, Paraşüt Atlama, Sürüş Pisti, 1. Seviye Poligon, Kesici Alet Kullanımı Derslikleri… gibi gibi mekanları görmüştük. Bazısının içine girmeden yalnızca işlevini öğrenmiş bazısını hem görmüş hem de gezmiştim. Bir ara Akın bunlardan birini denemek isteyip istemediğimi sormuştu. Her ne kadar istesem de erken döneceğimi söylediğim birileri vardı. Onları bekletmek istemiyordum. İlk geldiğimizde önünde beklediğim, Kurul binası olduğunu öğrendiğim yapıya doğru yürümeye başladığımızda aniden aklıma gelenle cama toslamış gibi irkilmiştim.

Telefonu şarj etmeyi unutmuştum.

Bunu hangi akılla atladığımı sorgularken benden birkaç adım önde ilerleyen Akın’ın yanına varmıştım hızla. Telefonumu çantamdan çıkarırken dikkatini çekmek adına seslice boğazımı temizler gibi yapmıştım. Anında gökyüzülerini üzerime sererken adımlarını küçültmeye başlamıştı.

“Şarj kablosu isteyecektin benim için. Ben tamamıyla unutmuşum. Rica etsem bulabilir misin bir tane?” hafifçe gülümseyerek konuştuğumda kaşları kirpiklerinden uzaklaşmıştı. Dişleri yeşillerime merhaba derken dudaklarındaki kıvrımlara minik papatyalar ekilmişti.

“Rica etsen… Edersin tabii. Bulurum ben de. Dönerken arabada takarsın.” Gülümsemeye devam ettiğinde hafifçe başını sağa sola sallamıştı. Nazik, ılımlı bir tavrı benden beklemediği oldukça açıkken onu bu kadar güzel gülümsetmesinin nedenini kavrayamamıştım.

Hırçın olmaya devam et Asu. Onu gülümsetmekten, gülüşüne kapılmaktan vazgeç…

Gözlerimi aniden parlayan bir ışığa bakmışım gibi kaçırırken ondan, devam ettiğimiz çakıllı yolu seyretmeye başlamıştım. Bir an evvel eve gitmek istediğim tüy gibi süzülürken tenimde sıkıntıyla nefeslenmiştim.

Kurul binasının kapısına vardığımızda Arda bize veda edip yanımızdan ayrılmıştı. Akın bana şarj cihazı bulmak adına birkaç dakikalığına ortadan kaybolmuş, geri gelmişti. Telefonumu yeniden açabilecek olmam beni mutlu ettiğinde az önce ormanıma ekilen yeni duygu fidanını şimdi hissediyordum. Gülüşü poyraz estirirken tohumlar taşıyordu topraklarıma. Onu kabulleniyor olmak ağır geliyordu benliğime. Bunun bir gün elbet olacağını bilsem de bu kadar erken beklemediğim için rahatsız ediyordu. Yaprakları yıpranmış yasaklar kitabım rafından düşmek üzere bekliyordu.

Ona olan güvenim zihnime sarmaşıklarını dolamışken tavırları köklerini besliyordu.

Güneşin yarısı kaybolmuş, huzurla yerini Ay’a devrederken ağaçlar nedeniyle daha da kararan o orman yoluna geri dönmüştük. Bu defa onun önünde oldukça sessiz bir şekilde yürürken aklımı ölçen düşüncelerime engel olamıyordum. Onlar dudaklarımı iliklerken puslu hava görüşümü engelliyordu. Kafamı kaldırmadan devam ettiğim sırada anlımda hissettiğim sızıyla durmuş, başımı doğrultmuştum. Parmaklarımı anlımda gezdirirken şu an bir acı duymuyordum. Neyin sebep olduğunu merak da etmiyordum. Muhtemelen bir ağaç dalıdır diye düşündüğüm sırada Akın’ın yanıma gelmesiyle etrafımdaki atmosfer, sallanan yapraklar, öten kuşlar, alınan soluklar değişmişti. Yeşillerim ona doğru yol aldığında parmaklarımı anlımdan indirmiştim.

“Çizmişsin. Kanamıyor ama kızarmış. Acıyor mu? Veya yanıyor mu?” Anında durumu kavrayıp pür dikkat çehremde gezdirirken mavilerini hafif eğilmişti. Dediklerine mırıltılarla karşılık vermekten başka bir şey yapmayan ben, geri adım atmak istiyor fakat sanki bataklığa düşmüş gibi hareket edemiyordum.

Bir çiziği neden bu kadar abarttı diye düşündüğümde “Zehirli sarmaşık değil.”diye fısıldamasıyla çözüm bulmuş olmuştum. Eli, gözleri hala bendeyken çeneme doğru havalanınca refleks olarak milimlik geri çekilmiştim. Parmakları havada asılı kaldığında yutkunmuştu. Ademelmasının ne kadar belirgin olduğunu o an fark ederken gözlerimi yummuştum hızla. Bakmak, incelemek istemiyordum. Doğru değildi… Onun sesli bir nefesi ciğerlerinden kovduğunu duyduğumda yeşillerimi araladım. Zamanın benim için yanlış yoldan aktığı bir andaydım.

“Başını biraz çevirir misin?” sorusu şefkat hatta belki de anlayışı çağırırken kendine, onay verircesine oynattığım başımla yanıtlamıştım onu. Dediğini yapıp sağa doğru yatırdım kafamı. Ardından sola doğru. Tekrar göz göze kalacak pozisyona geldiğimde minik kıvrımlara gebe kalan dudaklarıyla karşıladı beni. Benden uzaklaşıp dikleşirken “Bir sorun yok. Güzel. Seni sağlam teslim edeceğim.”diyerek ellerini ceplerindeki sığınaklarına yerleştirmişti. Arabaya kadar yan yana yürüdüğümüz patika son bulana dek ben düşüncelerimle boğuşmuştum. O ise sessizliğini korumuştu.

Araca yerleştiğimizde ilk işim telefonumu şarja takmak olmuştu. Açılmasını beklerken arkama yaslanıp yayılmıştım koltuğa. Beni cam şişenin içine hapseden cümleler vardı zihnimde. Şişeyi kıramıyor, onlardan kurtulmadıkça dışarıya da çıkamıyordum. Bana olan mesafesi, o sınırı koruma gayreti garipti. Hiç dokunmamıştı bana. Bu beni rahatlatıyordu. Kim bilir, güvenimi tetikleyende bu olabilirdi. Etrafımda kırmızı bir şerit vardı, onun ardında durması gerektiğinin farkındaydı.

Farklıydı. Sezilerimi yönlendiren değişik bir enerjiye sahipti. Onunla aynı ortamda olmak canıma şişler batırıyorlarmış gibi hissettirmiyordu. Sanki benim kitabımda onun için ayrı bir madde vardı ama benim haberim yoktu…

Akın beni okula bıraktığında araçtan inerken hiçbir şey dememiştim. Aynı şekilde o da. Kendi arabama binene kadar beni bekledikten sonra bir siluet gibi görüş alanımdan silinmişti. Üniversiteye gelene kadar kısa bir an zihnimdeki sessiz seslerden uzaklaşıp açılan telefonuma bakmış, Burçin’e dönüyor olduğumu haber etmiştim. Beni beklediğini soracağı ve hesap vereceğim çok şey olduğunu belirttiği cevap nitelikli mesajı yolladığında gülümsemiş, bir şey dememiştim.

Bahçe kapısından geçmiş, park yerine ulaşmıştım. Artık evdeydim. Güzel bir duşu hak ettiğimi düşünüyordum. Arabadan inip kapılarını kilitlediğimde yanıp sönen ışıklarını izledim. Acele etmeden ağır hareketlerle girişe doğru ilerliyordum. Taş yola bıraktığım her adım farklı sesler sunarken bana zihnimin doluluğuna anlam veremiyordum. Günün, gezinin sonunda ona sormam gereken bir sürü soru vardı. Orasının amacı neydi? Neden kurulmuştu? Beni oraya götürerek asıl göstermek istediği şey neydi? Birlikte çalışıp o kızı kurtarmak istiyordu. Ben ise tek olmayı düşledim her zaman. Beni ikna edeceğini söyleyip Servet’i sundu bana. Bundan çıkarmam gereken sonucu anlatmadan… Asıl kafa yormam gereken şeyleri bir kenarda unuttuğumu fark ettiğimde avuç içimi anlıma vurmuştum.

Dikkatimi toplayıp odaklanmalıydım.

Zihnim bir kutuydu. İçine koymam gereken asıl soruları, düşünceleri dışarıda bırakıp içini çöplerle doldurmuştum. Çöp kovası gibi karmakarışıktı aklım…

İçeri girip ayakkabılarımı çıkarttığım sırada adımın o naif, ince sesle can bulmasıyla kaldırdım başımı. Burçin bana doğru merdivenlerden koşarak inerken annem de mutfaktan çıkmış yanıma geliyordu. Bayhan ağabeyim onların trafiğine takılıp odasının kapısının önünde duraksama yaşadığında dönüp bana bakmıştı. Ona gülümseyip omuz silktiğimde aynı şekilde gülümsemişti.

Burçin üzerime atlayıp kollarını boynuma dolarken annem arkasında kalmıştı. “Eğer o telefonuna yarım saat kadar daha ulaşamasaydım dediğimi yapacaktım.” Kulağıma doğru fısıldarken canım dostum, annem bizi izleyip gözlerine yıldızlar yerleştirerek tebessüm ediyordu.

“Görende aylardır görüşmediniz sanacak kızım. Daha sabah aynı okuldaydınız.” dediğinde annem, kısaca bakışmıştık. O benden uzaklaşırken anneme de sarılmış daha sonra odama çıkmak için merdivenlere yönelmiştik. Arkamızdan “Akşam yemeğine çağırdığımda masaya koşun. Birlikte olalım bu gün.” diye seslendiğinde canından parça olduğum, “Sen nasıl istersen!”demiştik.

Odaya adımımı atar atmaz dönüp “Dökül her şeyi.”diyen Burçin’e düz düz bakmış, kapıyı ardımdan kapadıktan sonra omzumdaki çantamı bir köşeye bırakmıştım.

“Sağ ol Geyik. İyiyim. Sen nasılsın?” Odamın boydan camının önünde bulunan armut koltuklardan birine kendimi attığımda imanın arı olup soktuğu sesimle karşılık vermiştim ona.

“Ben de iyiyim ben de. Uğraştırmadan anlat her şeyi en ince ayrıntısına kadar. Hadi.” Karşımdaki öteki koltuğa bıraktığında kendini heyecanı büyük kehribar gözlerine su gibi sızıyordu.

“Zırt pırt bölmeden dinleyeceksen başlayacağım. Yoksam yok.” Ellerimi önümde düz tutup kaldırırken birlikte denk geldiğimiz bir filmde duyduğum repliği taklit ettiğim an kıvrımlar ona solucan gibi sürünüyordu.

“Ben ve zırt pırt bölmek? Çok ayıp Arnisa hanım çok. En fazla yüz insan parmağını geçmeyecek kadar sorum var alt tarafı.” Minik ama zarif olan parmaklarını sayar gibi yaptığında çizdiği şirin tablo nedeniyle gülümserken “Çok az geçekten.” demeyi de ihmal etmemiştim.

Onun gülümsediğinde bütün neşemi bir kuyu gibi bana sunan sağ yanağındaki gamzeyi izlerken fark ettim ki Burçin’le sohbet etmek, birlikte olmak zihnimdeki çöple dolu kutuyu unutmama hatta boşaltmama yetiyordu.

Onun gibi bir dosta sahip olduğum için çok şanslı hissediyordum.

Aramızda geçen esprilerin durulmasıyla yaşananları anlatmak için sözlerimin kapısını aralayacaktım ki beni durdurmuştu. “Sen başlamadan önce söylemem gereken bir şey var. Bu yaptığımın hiç ama hiç ama hiiiiç doğru olduğunu savunmuyorum. Fakat eve geldiğimde ağabeyinin bahçede yaptığı telefon görüşmesine kulak misafiri olmuş olabilirim. Bunun nedeni de konuştuğu kişinin adıydı. Elimde değildi yani dinlememek…” Burçin törpüyle şekil verdiği tırnaklarıyla oynarken yanağındaki çukuru silikleştirdi. Ağız içinden konuşuyordu. Dediklerinin varacağı yeri düşündüğümde aklıma gelen şeyle kendime kızıp kafa yormayı bırakmıştım. Yalnızca onun söyleyeceklerini işitmeli, yorumda bulunmamalıydım.

“Boş ver nedenini falan sadede gel sen.” Yayıldığım yumuşak pufta doğrulduğumda yeşillerimi gözlerine sabitlemiştim.

“Ağabeyin Akın deyince yavaş yavaş yürümeye başladım. Arkası dönük olduğu içi beni fark etmedi. Birkaç şeyi duyabildim. Bir şirketten bahsetti. Orada buluşacaklarmış yarın. İlk başta dünyada bin tane Akın var. O olmayabilir dedim ama eve geldiğim gibi şirketin adını yazmamla fotoğraflarında senin elemanı görmem bir oldu. Altınay şirketinin CEO’su, sahibi Korel Akın Atay…” Boşalan kutu bir anda tepesine kadar dolup taştığında sözcükler bir araya getiremeyeceğim kadar ağırlaşmışlardı.

Ben ona giden köprüleri yıkmak için elime çekicimi aldığımda o, sonu bana varan başka yollar kazıyordu her defasında...

Loading...
0%