@cglaylmazzz
|
Asra, danışanının sesini duymaz oldu. Ya da belki de fark etmemek için çok çaba harcıyordu. Kafası, yıllardır alıştığı ofis kokusuyla dolmuştu: eski bir kitap, taze kahve ve solmuş not kağıtları. Kollarını masasına yasladı, derin bir nefes aldı. Danışanının kelimeleri, Asra'nın kulaklarında bir uğultuya dönüşmüş gibiydi. Yavaşça, her zamanki gibi hiç duymamış gibi yaparak dinlemeye devam etti.
Kadın, gözleri dolmuş, başını öne eğmişti. "Ama ben... her şeyi doğru yapmaya çalıştım, Asra Hanım. Sadece... boşlukta kayboluyorum."
Asra, her zamanki gibi sakin ve dikkatli bir şekilde yanıt verdi. "Boşluk, bazen bir anlam arayışıdır. Ama bu arayışa odaklanmak yerine kaybolduğunuzu hissediyorsanız, belki de başka bir şeye odaklanmalısınız. Kendinize."
Kadının gözleri biraz daha parladı. "Ama nasıl? Nasıl? Kendi içimi bulamıyorum."
Asra, derin bir sessizlikle ona baktı. Konuşması gereken her şeyin ötesindeydi. Gerçekten, kadının yaşadığı boşluk onun yalnızca bir yansımasıydı. Bu dünyada herkes, bir şekilde birbirinin aynasıydı. Ama Asra'nın görebildiği tek şey, kendi içindeki derin yaralardı.
Bir yudum kahve içti. Kendisini, duygusal karmaşaların ve insanların ne kadar kırılgan olduklarını görmenin ötesinde buldu. Her gün aynı hikayeyi duymaktan, aynı çaresizlikleri görmekten yorulmuştu. Kadınlar... Kendi cinsinden olmasına rağmen, Asra, onlara ait duyguların arasında kayboluyordu. Çekişmeli ilişkiler, kaybolmuş hayaller ve ardında bir sürü yaralı kalp.
Ama bir şey vardı, derinlerde, yavaşça büyüyen bir huzursuzluk. Asra, sabahları artık kendisini aynı şekilde hissetmiyordu. Daha önce her şeyin mantıklı olduğu o dünya, birdenbire parçalanmıştı. Sanki, bir şey eksikti. Ve o eksik, bazen gözlerinin önündeydi. Bu o kadar belirgindi ki, Asra'yı gerçekten fark etmeye zorlayan bir şeydi.
Kadın yine ağlamaya başlamıştı. Asra, kadınlara dair ne kadar çok yazık bir durum varsa, ona kayıtsız kalamayacağını fark etti. Ama... Belki de burada, yardım edemediği bir noktaya takılıp kalmıştı. Kendi kendine, "Eğer ben, birini kurtarmak için burada değilsem... Ne yapıyorum?" diye düşündü.
Kadının sesi kesildi, derin bir iç çekiş duyuldu. Asra, gözlerini tavana dikerek, danışanının sesini dinlemeye devam etti. Her kelime, derin bir çığlık gibi çınlıyordu kulaklarında. "Ne yapacağımı bilmiyorum," dedi kadın, "Beni kimse anlamıyor."
Asra, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Bütün bu hikayeler, hepsi birbirine benziyordu. Kadınlar ne zaman bir boşlukta kaybolmuş olsalar, birbirine benzeyen o yalnızlıkları buluyorlar, etraflarındaki herkese yansıttıkları güven maskeleri, birer hayalet gibi içlerinden geçip gidiyordu. --- Bugün de bitmişti işte. Saatin kaç olduğunu bile bilmeden, yorgun argın masamdan kalktım. Gün içinde yüzlerce kelime duymuştum; hepsi birbirine karışmıştı artık. İnsanlar hep aynı dertlerle geliyor, hep aynı çözümleri bekliyordu benden. Ama ya benim çözümlerim? Kendi hayatım için bir cevap bulmayı ne zaman başaracaktım?
Arabaya atladığımda, gökyüzü yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. İstanbul trafiği... Her zamanki gibi kımıldamıyordu. Direksiyonu sıkıca kavradım ve derin bir nefes aldım. Bu kadar yoğun bir günün ardından eve gitmek bile lüks geliyordu. Arabadaki sessizlik huzur vericiydi ama aynı zamanda tedirgin ediciydi.
Telefon çaldığında neredeyse irkilmiştim. Ekranda "Aylin" yazıyordu. Açtım.
"Abla, ne zaman geleceksin?" Sesindeki o heyecanlı tını beni hep güldürürdü ama bugün sadece bir iç çekmekle yetindim.
"Yoldayım, ama trafik berbat. Bir saate anca varırım."
"Ama yemek yaptım! Soğuyacak," dedi Aylin, biraz sitemkâr bir tonla.
"Sen başla yemeğe, ben gelince yerim. Ellerine sağlık," dedim gülümseyerek. Onun bu çabasını seviyor ama bazen de fazla düşünüyor olduğunu hissediyordum. Belki de bu, benden gördüğü bir şeydi.
Aylin, çocukken hep neşeliydi. Anne ve babamızın yokluğunu hissetmesin diye her şeyi onun için yapmaya çalışmıştım. Ama bugünlerde, onun da bir şeyleri içten içe özlediğini hissediyordum. Bunu konuşmaya cesaret edemediğimizi ikimiz de biliyorduk.
Telefonu kapattım ve radyoyu açtım. Birkaç eski şarkı döndü. Yol boyunca camdan dışarı baktım, kırmızı fren ışıkları, soluk sokak lambaları ve sürekli akan insan kalabalığı... Hepsi bir tablo gibiydi. Sanki herkes aynı döngünün içinde, hep aynı şeyleri yapıyordu. Ben de o döngüde bir figür olmuştum işte.
Kendi kendime düşünmeye başladım. İşim güzel, hayatım düzgün, sözlüm var... Peki neden içimde bu garip eksiklik hissi vardı? Hayatım boyunca eksikliklerle mücadele etmiş biri olarak, artık tam olmayı hak etmiyor muydum?
Araba aniden durduğunda kendime geldim. Korna sesleri birbirine karışıyordu. "Haydi, haydi," dedim kendi kendime, ilerlemeyen trafiğe sitem ederek.
Eve vardığımda üzerimdeki yorgunluk daha da ağırlaşmıştı. Aylin kapıyı açtı. Her zamanki gibi neşeliydi. Onu böyle görmek güzeldi, ama bu bile beni tam anlamıyla mutlu etmiyordu. İçimde, henüz tanımlayamadığım bir boşluk vardı. Ve bu boşluk, gün geçtikçe daha da büyüyordu. Ayakkabılarımı çıkartıp mutfağa yöneldim. Ocakta kaynayan çorba, bir yandan taşma sinyalleri verirken, diğer yanda tezgâhta yarısı doğranmış bir domatesle başı boş bırakılmış bir salata kasesi duruyordu. “Aylin!” diye seslendim mutfağa doğru. “Şu çorbayı taşırmadan bir kez olsun bırakmayı deneyecek misin?” Hızla odasından koşarak geldi, bir eli telefonunda, diğer elinde kulaklığıyla. “Ama abla, salatayı yetiştirmeye çalışıyordum!” diye savundu kendini, kaşlarını çatarak. Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Şimdi mutfak yandı diye bahane mi yapacaksın?” dedim, o da sırıtıp çorbanın altını kapatmaya koyuldu. Yemek masasında oturduğumuzda Aylin’in enerjisi hiç azalmamıştı. Çatalıyla salatasını karıştırırken gözü bir yandan telefonundaydı.
“Abla, bugün biri bana mesaj attı, inanamazsın!” dedi, gözleri parlayarak.
“Ne dedi?” diye sordum, ilgileniyormuş gibi yaparak.
“Bir çiçekçi, yanlışlıkla başka bana mesaj atmış, ama sonra özür dileyerek konuşmaya başladı! Çok tatlı biri olabilir.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Tatlı biri mi? Daha sesini bile duymadın. Belki de çiçekleri kurumuştur?”
Bir anda kahkahalarla güldü. “Aman abla, hep mantık hep mantık! Biraz romantik ol ya!”
Birlikte güldük, masayı toplarken birbirimize takıldık. Aylin’in neşesi eve yayılan müzik gibiydi; bana o an yaşadığımız sıradanlığın ne kadar değerli olduğunu hatırlattı.
Yemekten sonra kanepeye yayıldık. Aylin birkaç eski fotoğraf bulmuş, onları gösteriyordu. “Bak, bu senin lise zamanların!” dedi, kahkahasını zor tutarak.
“Saçlarım nasıl böyle olmuş?” diye sordum, bir yandan da utançla gülerek.
“Bence zamanının ikonuydun!” diye dalga geçti.
Saat gece yarısına yaklaşırken, uykum iyice bastırmıştı. “Tamam, Aylin, ben artık yatıyorum,” dedim, ama kalkmamla Aylin’in yastığı fırlatması bir oldu.
“Hayır! Bir film daha izliyoruz!” diye bağırdı, kahkahayla.
Sonunda, salonda uyuyakalan ilk o oldu. Üzerine battaniye örterken gülümsedim. Aylin, dünyadaki en güzel karmaşaydı. --- Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açtım, alarm çalmadan uyanmıştım. Uykumu tam alamamış olmanın verdiği yorgunlukla bir süre yatağımda hareketsiz kaldım. Telefonumu elime alıp saate bakarken ekranda beliren isim içimi sıkıştırdı: Levent. Daha sabahın bu saatinde ne istiyor ki? Derin bir nefes alıp telefonu açtım.
"Günaydın, Asra. Uyandırmadım değil mi?" Sesi her zamanki gibi kendinden emin, ama içinde bir diken vardı sanki.
"Hayır, zaten uyandım." Sesim her zamanki gibi sakin çıkmaya çalışsa da içimdeki gerginliği gizlemek zorlaşmıştı.
"İyi. Bugün akşam görüşelim mi? Bir şeyler konuşmamız lazım." Bu cümle Levent'ten duyduğum klasik bir girişti. 'Bir şeyler konuşmamız lazım' onun "kontrol sende değil" deme şekliydi.
"Bugün biraz yoğunum, yarına bırakabilir miyiz?" Bir anlığına sessizlik oldu. Levent'in sessizlikleri, duymak istemediği bir cevabı aldığı anlarda daima biraz tehditkâr olurdu.
"Peki, Asra. Ama çok uzun sürmesin." Telefonu kapattım ve derin bir nefes verdim. Elimde olmadan başımı yastığa gömdüm.
Eskiden, Levent'i tanıdığım ilk zamanlarda, bu sesi güven verici bulurdum. Onun ilgisi beni mutlu ederdi. "Bana değer veriyor," diye düşünürdüm. Ama artık aynı ses, üzerimdeki bir baskı gibi geliyordu. Önceden hayranlık duyduğum bu kendine güven, şimdi beni sorgulatan bir ağırlık olmuştu.
Levent benim ilk ilişkimdi. Sözümüz ilk başlarda bir masal gibi gelmişti; kendimi sevgiyle örülü bir güvenlik çemberinde hissediyordum. Ama zaman geçtikçe, o çember daralmaya, nefesimi kesmeye başladı. Kimi zaman verdiği kararlarla, kimi zaman konuşmalarında saklı bir emir tonuyla beni kendisine bağımlı kılmaya çalıştığını anlamıştım. Düşüncelerimi bir kenara bırakıp yataktan kalktım. Yeni bir gün, yeni bir başlangıç. Ama Levent'in gölgesi zihnimin köşesinde hâlâ ağır ağır dolaşıyordu. Şimdi ne yapıyordum? Her zamanki sabah rutiniyle hazırlanıp işime mi gidiyordum, yoksa Levent’le ilgili bu hislerim başka bir şeylere mi yol açacaktı? Gardırobun önüne geçip dolabı açtım. Renk renk, desen desen kıyafetler düzenli bir şekilde asılı duruyordu. Elimi birkaç elbisenin arasında gezdirdim. Bugün ne giyeceğime karar verememek gibi küçük bir lüksüm vardı, çünkü her biri özenle seçilmişti. Giyinmek, kendimi ifade etmenin bir yoluydu benim için. Sonunda gözüme düz kesim, bebek mavisi bir gömlek ilişti. Kumaşı hafifti, üzerimde hiç ağırlık yapmıyordu. Altına siyah, yüksek bel pantolonumu seçtim. Kaliteli bir görünümle rahatlığı birleştiren bu kombin, iş ortamı için hem şık hem de ölçülüydü. Ayaklarıma ise zarif bir çift bej topuklu ayakkabı geçirdim. Aynada kendime bir göz attım; kumral, sarıya dönük solgun renk saçlarım, ince dalgalarla omuzlarıma dökülüyordu. Doğal ama dikkat çekici bir hava katıyordu bana. Gözlerim, soluk yeşil renkleriyle sık sık dikkat çekerdi. Çoğu insanın bakışlarını gözlerimde hissetmek beni biraz tedirgin etse de zamanla bu durumu avantaja çevirmeyi öğrenmiştim. Yüzümdeki ifadeyse her zamanki gibi sakindi; ama her sakinlikte bir fırtına gizlidir, değil mi? Kıyafetlerimi giyerken, aklımdan geçen düşünceler kendimi nasıl algıladığımı bir kez daha sorgulattı. Ben kimdim? Bir psikolog olarak, başkalarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyordum. Ama kendi içimde kaç sorum vardı? Dışarıdan her şey tam ve kusursuz görünüyordu. İyi bir kariyer, zarif bir görünüm, düzenli bir hayat... Ancak bu düzenin altında, bazen tanımlayamadığım bir boşluk vardı. Gömleğimin düğmelerini iliklerken yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. “Belki de bugün yeni bir şeyler olur,” diye düşündüm. Gardıroptan sevdiğim minimalist altın kolyemi alıp boynuma taktım. Küçük bir detay gibi görünüyordu, ama bir insanı gösteren şey detaylardır. Son olarak bir parfüm sıktım; içimi açan ferah bir çiçek kokusuydu. Hazırdım. Aynada kendime bir kez daha bakıp derin bir nefes aldım. Giyinmek sadece bir rutin değildi; o gün kim olacağımı seçmek gibiydi. Ve bugün, güçlü bir kadın olmayı seçiyordum. Evimden çıktığımda sabahın serinliği yüzüme çarptı. Sokak henüz uyanmamış gibiydi; kuş sesleri bile tembel bir melodiyle çevremi dolduruyordu. Anahtarlığımı çantamdan çıkarırken bir an durup etrafıma baktım. Sokak lambalarının ışığı hâlâ yanıyordu, ama günün ilk ışıkları bu aydınlatmaya meydan okuyordu. Arabamı evin önünde bıraktığım gibi buldum. Bu eskimiş görünümlü Siyah arabam , benim küçük dünyam gibiydi. Hem bana ait hem de dış dünyanın bir parçası. Kapıyı açıp içeri oturduğumda alışıldık deri kokusu burun deliklerimi doldurdu. Anahtarı kontağa takıp motoru çalıştırdım, hafif bir mırıltıyla araç canlandı. Radyo, bir önceki gün bıraktığım yerden çalmaya başlamıştı. Hafif bir caz melodisi... Tam sabah enerjisi için yeterli. Telefonumu torpidoya koyup güvenli bir yere sabitledim. Günün ilk mesajları çoktan düşmüştü, ama dikkatimi dağıtmamak için şimdilik görmezden geldim. Direksiyona ellerimi koyup yola çıktım. Sabah trafiği başlamıştı bile. İstanbul’un o kaotik, ama bir o kadar da canlı havası kendini hissettiriyordu. Yanımdan geçen arabaların her biri ayrı bir hikaye taşıyor gibiydi. Kimi işe geç kalmış, kimi çocuklarını okula bırakıyordu. Kırmızı ışıkta beklerken dikiz aynasından kendime bir göz attım. Göz altlarım biraz yorgun görünüyordu, ama bu beni rahatsız etmedi. İşim yorucuydu, evet. İnsanların dertlerini dinlemek kolay bir şey değildi. Ama garip bir şekilde bu beni hayatta tutuyordu. Kendi hayatımdaki karmaşayı bir kenara bırakıp başkalarının dünyasına dokunmak... Sanırım, bu benim kaçış yöntemimdi. Yeşil ışık yandığında, bir kez daha derin bir nefes alıp gaza bastım. İş yerine yaklaşırken kafamda günün programını gözden geçirdim. İlk seans dokuzda başlıyordu, ardından bir dizi toplantı ve randevu... Bir süre sonra rutinleşmiş gibi görünen bu döngü, aslında her gün farklı bir mücadele sunuyordu. Arabayı otoparka çekip motoru kapattım. Camlardan dışarı bakarken birkaç saniye kendimi bulmaya çalıştım. İş yerimin binası, devasa bir yapıydı. İçeride beni bekleyen şeylerin ağırlığını düşündüm. Çantamı alıp dışarı adım attığımda, yeni bir günün başlamış olduğunu hissettim. Rutin bir sabah gibi görünüyordu, ama ben rutinlerin arkasında saklanan küçük mucizelere inanırdım. Belki bugün onlardan biriyle karşılaşacaktım. --- Ofise adımımı attığımda, girişteki resepsiyonist masasına doğru yöneldim. Masanın arkasında oturan Zeynep, hemen başını kaldırıp bana gülümsedi. O kadar doğal bir gülüşü vardı ki, sabahın o erken saatlerinde bile içimi ısıtabiliyordu. Zeynep, sekreterlik yapmasının yanı sıra, ofisin ruhunu temsil eden, herkesle kolayca kaynaşan biri olmuştu. Hızlıca cevap verir, şık ve dikkatli olurdu. Çalışanları tanır, birinin bir sorunu olduğunda hemen elinden geleni yapar, ama öte yandan kendine de bir sınır koyardı. "İyi sabahlar Asra, nasılsın?" dedi, sakin ama enerjik bir şekilde. "İyi sabahlar Zeynep, iyiyim, biraz yorgunum ama alıştım," diye yanıtladım. Zeynep’in gözleri sabahın ilk ışıklarında parlıyordu, sanki tüm güne yayılacak bir iyimserlik taşıyor gibiydi. "Bugün bayağı bir yoğun geçecek gibi," dedi. "İlk seansın 9:30, sonra biraz ara var, ama akşam saatlerine kadar görüşmelerin var, biliyorsun." "Harika, o zaman biraz dinlenebilirim," dedim. Bugün yine terapilere doyamayacağımı, sabahki görüşmeyi dört gözle beklediğimi düşündüm. "Ben de ofisin monotonluğundan sıyrılmak istiyorum doğrusu," diye devam etti Zeynep, birkaç dosya karıştırırken. "Ama iş, işte... Beni de zorlayan bir yoğunluk var." Zeynep'in söyledikleri aslında pek de yabancı değildi. Kendi rutinim bile çoğu zaman bana bir kaçış gibi gelirdi. Ama Zeynep bir başka insandı, kararlıydı ve çoğu zaman zorlandığında bile sesinden bir titreme duymazdınız. Onun sabahları gülümseyerek söylediği küçük şakalar, işe başlamadan önce o rahatlatıcı konuşmalar, herkesin ihtiyacı olan bir şeydi. "Bugün benden bir şey istemeyecek misin? Örneğin, biraz daha erken başlamamı veya toplantıya senin yerini alıp gitmemi," diye takıldım. Zeynep hafifçe gülümsedi ve gözleri parladı. "Bunu yapacak kadar cesur değilim Asra, ama belki bir kahve alır mıyım? Birkaç saatlik çalışmadan sonra, belki bana da biraz enerji gelir." "Tabii, tabii, kahve için her zaman," dedim. "Ben de bir yudum alırım." Zeynep’in enerji dolu ruh hali ve günün başında küçük bir sohbetin verdiği hafiflik, bana her zaman yardımcı olmuştu. Günün kalanında ne olursa olsun, biraz olsun sabahın o sakin, sıcak anını düşünerek başlayacaktım. Odamın kapısını açarken, yine o daralmış havayı fark ettim. İçeri adımımı atarken, rutininin bir parçası gibi, hemen camları araladım. Dışarıdaki taze havanın odayı doldurmasını sağlamak gibiydi. Birkaç derin nefes aldım, gözlerimi kapattım ve o anın huzurunu içselleştirmeye çalıştım. Sonra hafif bir klasik müzik melodisinin yankılandığı odada, yavaşça yükselmeye başlayan "ambient" bir tını, bana her zaman ilham verir. İşime başlamadan önce bu sakinlik, bana güç verir. Yeni bir sayfa açma zamanıydı; bugün de, tıpkı her gün olduğu gibi, bir başka hayatla yüzleşecektim. Bir süre sonra, kapım hafifçe çaldı. Zeynep içeri girdi, elinde zarif bir çiçek vardı. Zeynep, en yakın iş arkadaşımdı, aynı zamanda ofisteki sekreterlik görevini de üstleniyordu. Gülümseyerek, "Levent göndermiş," dedi ve çiçeği masama koydu. Çiçeği dikkatlice inceledim, yapraklarını tek tek dokundum. Sonra Zeynep’in bıraktığı küçük notu fark ettim. Zeynep, "Bir not da var," diye ekledi. O an, notu açtım ve gözlerim hemen Levent'in yazdığına takıldı. "Bu sefer her şey farklı olacak, Asra. Güvenebilirsin." Notu okurken derin bir sessizlik çökmüştü. Levent’in yazdıkları, her zaman olduğu gibi kafa karıştırıcıydı. "Bu sefer her şey farklı olacak," derken ne demek istemişti? Beni mi, yoksa durumları mı? Güvenmek, ona olan mesafemi aşmak mıydı, içsel bir yakınlık kurmak mıydı? Her şeyin ortasında bir belirsizlik vardı, ama bu sefer bu belirsizliğin içinde bir anlam bulmaya çalışacağım gibi hissediyordum. Zeynep, sessizliğimi fark etti ve gülümsedi. "Bazen bir adım atman gerek, Asra. Harekete geçmek, düşüncelerinden önce gelir." Ona baktım, gülümsedim. Ama o gülüş, sıradan bir gülüş değildi. Derin bir düşünceyle, belirsizliğin karışımıydı. Zeynep, bu bakışımı fark etmeden, "Hadi, işe başla," dedi. Derin bir nefes aldım, notu masanın üzerine bıraktım ve odanın diğer köşesine yöneldim. İşe odaklanmak, her şeyin üzerini örtmek gibiydi; ama yine de aklımda, Levent’in söyledikleri vardı… Bu adamla tanışmamız bir tesadüften çok daha fazlasıydı. İlk karşılaştığımızda, her şey sanki bir filmi andırıyordu. O gün, iş yerimde bir seminer vardı. Herkes gibi ben de katılmak zorundaydım, ama her zaman olduğu gibi, kafamda başka düşünceler vardı. Seminer başlamadan önce, dışarıda biraz hava almak istemiştim. Dışarıda, bir banka oturmuş, önümdeki kağıtlara göz atıyordum. O an, bir gölge belirdi. Bir ses, "Bunu burada yapmanıza gerek yok, biraz daha rahat bir yer bulabilirim," dedi. Kafamı kaldırıp bakınca, gözlerim Levent’le karşılaştı. O kadar soğukkanlı ve sakin görünüyordu ki, insan onun bir iş görüşmesinde değil de, hayatı boyunca gittiği her yerde en rahat hisseden biri olduğunu düşünürdü. Koyu mavi takım elbisesi, üzerine giydiği sade gömleğiyle tam bir iş adamı gibi görünüyordu ama bir yandan da tanıdık bir samimiyet vardı. Onun yanında hiç yabancı hissetmedim, tam tersi, sanki her zaman oradaydım. Levent, gülümseyerek, "Kafede daha rahat olabilirsin. Hem bu seminer biraz sıkıcı görünüyor," dedi. O an, ona katıldım. Havanın serinliğiyle, birkaç adım atarak onunla birlikte kafeye yöneldik. Birkaç dakika sonra, seminerin hiç de ilginç olmadığına karar vererek kafede sohbet etmeye başladık. O kadar doğal bir sohbetti ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Onun hakkında ilk izlenimim şuydu: Oldukça zekiydi, ama zeki olduğunu ilk başta gösterme gereği duymayan bir insandı. Sorular sorarak, insanları anlamaya çalışan bir yapısı vardı. Fakat, her sorusu o kadar doğru ve yerindeydi ki, bir yandan da gizli bir çekiciliği vardı. Bu, bana her zaman biraz tuhaf gelir. Çünkü, bazen insanlar duygusal zekalarını, kibarca başkalarını anlamaya çalışarak gösterebilirlerdi. İlk tanıştığımız günden sonra, işler gitgide daha karmaşık hale gelmeye başladı. İlk başta onun sadece biri olduğunu düşünmüştüm; ama zamanla, daha fazla insanın etkisi altında kalmaya başladığını fark ettim. Kendi hayatımda neredeyse her şey yerli yerinde gibiydi ama Levent’in varlığı, bir şekilde içsel huzurumu sarsıyordu. Onunla her karşılaşmamda, tanıdık bir şeyler vardı, sanki geçmişte bir yerde tanımış gibiydik ama her seferinde bir adım daha yaklaşıyorduk birbirimize. O andan itibaren, Levent benim hayatımda bir yer edinmeye başlamıştı. Hem bir yabancıydı hem de bir o kadar tanıdık…
Düşüncelerimden sıyrılmamı sağlayan çalan kapı sesi oldu. Kafamı kaldırıp kapıyı açtım ve içeriye Murat Bey’in girdiğini gördüm. Gözlerinde yine o aynı kararsızlık vardı, ancak bu seferki daha derindi. Adeta kendini tanıyamayacak kadar bir boşluk içindeydi.
"Hoş geldiniz, Murat Bey," dedim ve hafifçe gülümsedim. "Nasılsınız?"
Murat Bey, kapıdan içeri girerken hafifçe başını sallayarak gülümsedi. "Hoş buldum, Asra Hanım. Her şey gibi... Yoğun. Ama bu aralar alıştım," diye yanıtladı. Sesi biraz yorgundu, ama aynı zamanda da kararlıydı.
"Bugün bir şeyler içmek ister misiniz? Çay, kahve, su?" diye sordum, her zaman olduğu gibi bir tür rahatlık yaratmaya çalışarak.
Gözleri bir an duraksadı, bir karar vermek istercesine bana baktı. "Bir bardak su alırım, Asra Hanım," dedi sonunda, ve odayı adeta kendi içine doğru bir adım daha atarak geçmeye devam etti. Masasına oturdu ve biraz bekledi, gözleri hala bende. Sonra, derin bir nefes aldı, ellerini hafifçe ovuşturdu ve sonunda başını kaldırıp bana baktı.
"Bu hafta bayağı zor geçti," diye başladı. "Gerçekten zor... Ama her zamanki gibi bir şekilde devam ettim."
Ona gözlerimle “devam et” dedim, sonra ise sandalyemi biraz daha yaklaştırıp sessizce dinlemeye başladım. Bazen, en iyi başlangıç, danışanınıza yalnızca sessizlikle eşlik etmekti. -- İş yerinden çıkıp arabama yöneldim. Cebimden telefonumu çıkarıp Aylin’e bir mesaj yazdım: "Geç geleceğim, merak etme. Kızlarla buluşacağım, akşam geç gelirim." Mesajı gönderdim ve telefonumu tekrar cebime koydum. Bugün biraz yoğundu, zihnimde bir sürü şey vardı ama şu anda akşam için planlarım vardı. Kızlarla geçireceğim güzel bir akşam beni bekliyordu. Belki biraz rahatlar, biraz olsun kafamı dinlendirebilirdim. Arabama bindim, kapıyı kapatıp kontağı çevirdim. Telefonumu tekrar çıkarıp müzik uygulamasını açtım. Güzel bir şarkı bulup açtım, sesini biraz daha yükselttim. Şarkının melodisi araba içindeki sessizliği doldurdu. Birkaç saniye sonra, müzik beni sarmaya başladı. Derin bir nefes aldım. Bu müzik, her şeyin geçici olduğunu hatırlatıyordu. İşte o an, kafamın karışıklığından, sıkıntılardan, her şeyden biraz olsun uzaklaştım. Araba yola çıktığında, müziğin her notası ruhumu bir adım daha özgürleştiriyordu. Bugün sadece bana ait bir akşam olmalıydı. Yavaşça trafiğe takılmadan ilerlerken,Şehir ışıkları, her geçen saniye biraz daha belirginleşiyordu. Birkaç dakika içinde kızlarla buluşacağım restorana varacaktım. Yemekler, içkiler, sohbetler derken, işten sonra bu gibi zamanlar bana çok iyi geliyordu. Bir süre sonra, önceden belirlediğimiz restorana vardım. Girişte Sude ve Ceren’i gördüm, henüz masalarına oturmamışlardı. Gülerek selamlaştık, hemen koltuklara yöneldik. Masada kahkaha ve sohbet bir arada yükselmeye başladı. Sude’nin neşeli, yüksek sesle güldüğü o anlardan birinde, Ceren birden “Geçen gün Levent’le bir araya gelmiştik ya, o zaman bazı gariplikler oldu sanki, ne diyorsunuz?” dedi. O an masadaki herkesin bir anda dikkat kesildiğini hissettim. Sude, hiç çekinmeden devam etti, “O kesinlikle çok farklı biri. Hani böyle başta çok kibar ve tatlı görünse de, sonrasında bir şeyler farklı oluyor, değil mi?” dedi. Birkaç saniye sustum. Levent’in biraz garip olduğunu kabul edebilirim ama bu kadar da üstüne gitmek gereksizdi. Yine de Ceren ve Sude’nin söylediklerine karşı bir şeyler hissettim. “Ne gibi gariplikler?” diye sordum. İstemeden de olsa, konuşmalarına dahil oldum. “Örneğin, hepimiz bir kafede toplanmıştık, değil mi?” diye başladı Ceren, “Levent sürekli telefona bakıp durdu, bir de fazla yakınlaştı, biraz rahatsız ediciydi aslında. Ve hep böyle kendini bir adım önde tutmaya çalışıyor gibi hissediyorum. Hani, biz kadınız, onu anlıyorum ama bazen aşırı ilgi biraz boğucu olabiliyor. Biraz fazla değil mi?” Bir an sessiz kaldım, ellerim masaya yaslanmış, düşünceli bir şekilde Ceren’in söylediklerini düşündüm. Aslında bir yandan haklıydı. Levent bazen fazlasıyla sahiplenici ve dikkat çekici oluyordu. Ama belki de Sude’nin söyledikleri doğruydu: “Bence biraz abartıyorsunuz. Kızlar, bazen bir şeyler olduğu zaman bize sormadan bile direkt düşüncelerimizi yanlış yönlendirebiliyorlar. Onun tarzı biraz böyle, evet. Ama o sadece seni umursuyor gibi görünüyor.” Sude başını sallayarak “Belki de. Ama bazen insanlar bir sınır koymalı, değil mi? Yani biraz mesafe olabilir. Benim için biraz mesafe önemlidir,” dedi. Bir an hepsi birbirlerine bakarak sessiz kaldılar. Herkesin kafasında biraz belirsizlik ve merak vardı ama her şeyin bir sınırının olması gerektiğine dair bir fikir ortaya çıkmıştı. “Bilmiyorum, belki de yanlış düşünüyorum,” diye devam ettim. “Herkesin farklı bir sınırı var. Bence Levent de sadece ilgisini belli etmek istiyor. Ama evet, bazen biraz fazlası olabilir, belki de yalnızca yakınlık görmek istiyordur.” Herkesin bakışları benden, birbirlerine geçti. Kısa bir süre sessizlik hakimdi, sonra hep birlikte bir şeyler söylemeye başladık, yeni bir konuya geçtik. Ama bir şeyler hâlâ kafamda dönüp duruyordu. Levent, fazla mı müdahaleci? Yoksa ben mi çok hassaslaşıyorum? Sude, şarabından bir yudum alıp Ceren’e döndü. “Ceren, geçen gün Mert’le içki içtikten sonra bir şeyler oldu mu? Ne oldu o iş?” diye sordu, merakla. Ceren bir an sessiz kaldı, sonra hafifçe gülümsedi. “O iş... Aslında, çok da ciddi değildi. Ama ben biraz da kafamda fazla büyütmüşüm. Mert’le daha çok yakınlaşmayı istemiştim ama sonra fark ettim ki, belki de bana o kadar da ilgi göstermiyor. Hani biraz mesafeli davrandı, daha doğrusu ben öyle hissettim,” dedi. Sude kafasını sallayarak, “Bence o yüzden soğudu zaten. Hani, bazen insanlar kafalarındaki planı hemen gerçekleştirmek ister ya, bence Mert biraz fazla baskı hissetti,” dedi. Ceren, “Evet, doğru. Ama o kadar da ciddi değildi. Biraz daha zamana bırakmak lazım diye düşündüm,” diyerek güldü. “Ama başka bir konu var, geçen gün Emre’yle de bir araya geldik, tanışmıştınız değil mi? Emre’yle vakit geçirmek kesinlikle çok keyifliydi. Ama ondan önce, biraz daha rahat olmak lazım. Hani, Mert’le o kadar takılmak da... belki de fazla gergin olmam gerektiğini fark ettim.” Bu sırada Sude'nin gözleri parladı ve “Emre, ha? O çocukla ilgili daha önce çok şey duydum ama daha yakından tanımadım. Bir ara görüşeyim belki, ne biliyim işte, Aşk filan he ne dersin ?” diyerek Ceren’e takıldı. Ben gülümsedim, çünkü herkesin biraz daha eğlenceli olmasından ve rahatlamasından memnun oluyordum. “Ama bence işin sırrı, çok fazla kafa karıştırmadan, doğal bir şekilde olmakta. Bazen insanlar hemen her şeyi kafalarına yerleştirmeye çalışıyor, ama hayat aslında ne kadar spontane olsa o kadar güzel,” dedim, biraz rahatlatıcı bir hava yaratmak için.
Ceren bir an düşündü, sonra başını sallayarak “Evet, bazen insanların her şeyden önce biraz rahatlamaya ve doğal olmaya ihtiyacı oluyor. Her şeyin aceleye getirilmesi, sonunda daha fazla karmaşaya yol açabiliyor,” dedi. Gülümseyerek ekledi, “Ama, işte o dengeyi bulmak da zor. Lanet olsun dengesiz adamlara” Ve masada herkes kahkahalar atarken, sohbet başka bir konuya kaydı. Klasik kadın sohbetleri başlamıştı. Yeni ilişkiler, eski arkadaşlar, gelecek planları... Herkesin hayatından bir şeyler paylaştığı, bazen de esprilerle geçen bir akşam oldu. Hızla zaman geçiyor ve akşamın keyfini çıkarırken, bir yandan da hayatın karmaşasından uzaklaşmak için biraz daha zaman geçirebilirdik. Restoran çıkışında, arkadaşlarıma vedalaştıktan sonra ince bir ürpertiyle yüzleşerek arabama ilerledim. Yağmurun ilk damlaları yüzüme çarptığında fark ettim ki gökyüzü benimle aynı ruh hâlinde; karanlık, öfkeli ve derin bir şeylere gebeydi. Anahtarı kontağa taktım, ama araba inadına sessizdi. Bir kez daha denedim, sonra bir kez daha... Hiçbir şey. Sanki bu gece, her şey beni sınamak için sıraya girmiş gibiydi. Taksi durağını aramayı denedim. Şehir bu saatte asla böyle sessiz olmazdı. Ama telefonumun ekranı sürekli "bağlanıyor" yazısıyla titreyip duruyordu, sanki şehir bütün kapılarını kapamış gibiydi. Caddede birkaç taksi ışığı aradı gözlerim, ama yalnızca yağmurun dövdüğü, bomboş bir sokak vardı önümde. Telefonumun şarjı o sırada tükendi; ben ise çaresizliğime bir yenisini ekledim.
Bir süre durdum, düşüncelere daldım. Beklemekle bir yere varamayacağımı anlayınca, eve yürümekten başka çarem olmadığını fark ettim. Yürümek... Bu kelime, ömrümün her anında bir zorunluluk olmuştu. Hangi yolda olduğumu bilmesem bile hep yürümeye devam etmiştim.
Yağmur hızlandıkça sokak lambalarının ışığı bulanık bir perdeye dönüşüyordu. Bir ara sokağa saptım, çünkü düz yoldan gitmek artık daha uzun ve yorucu görünüyordu. O sokağın havası bir tuhaftı; sessizliği, adımlarımın yankısını ürpertici bir şekilde geri fırlatıyordu. Ve işte o anda gördüm. Kaldırımın kenarında bir kutu... Basit bir kutu ama aynı zamanda ürkütücü bir şey. Beynim o kadar çok fikir üretti ki; içinde ne olabilirdi? Bir çöp mü, yoksa masum bir kedi yavrusu mu? Ya da belki görmek istemeyeceğim bir şey... Bunu düşünmek bile midemi bulandırdı, ama aynı zamanda bir güç, beni ona yaklaştırdı.
Geçip gitmeye çalıştım. "Hiç bakma, Asra," dedim kendi kendime. Ama merak, insanın başına ne işler açar bir bilseniz... Bacaklarım bir iki adım daha ileri gitti, sonra istemsizce geri döndüm. Sanki içimdeki bir ses fısıldıyordu: "Görmek zorundasın."
Eğildim. Kutunun kenarına dokunduğum an tüylerim diken diken oldu. Nemli karton, yağmurun sertliğiyle yumuşamış, neredeyse dağılacak hâle gelmişti. Kutunun kapağını yavaşça kaldırdım. Ve işte o an, kalbim bambaşka bir ritimle atmaya başladı.
İçinde bir kitap vardı. Ama sıradan bir kitap değil... Cildi öylesine eskiydi ki neredeyse parçalanmak üzereydi. Kapak yazıları zamanın keskin eliyle kazınmış, hiçbir şey okunmaz olmuştu. Bu kitap, birilerinin ellerinde yüzyıllar boyunca dolaşmış gibiydi. Üzerinde garip bir enerji vardı; görünmeyen ama hissedilen bir ağırlık...
Kitabı elime aldığımda, içimde tuhaf bir huzur ve aynı zamanda korku hissettim. "Neden buradasın?" diye fısıldadım, ama tabii ki yanıt almadım. Fakat başka bir ses vardı içimde; garip, yabancı ama ikna edici bir ses: "Al."
"Al, nereye götürmem gerektiğini bile bilmiyorum," diye mırıldandım. Ama o ses ısrarcıydı: "Al, çünkü bu kitap seni buldu."
Yağmurun sesi, o anda kesildi gibi geldi bana. Dünya sanki etrafımda durdu ve sadece ben ve bu kitap kaldık. Elim istemsizce sımsıkı kavradı onu. Bütün korkularıma rağmen, o kitabı orada bırakmak mümkün değildi.
Bu gece her şey değişecekti. Neyi değiştireceğini bilmiyordum, ama kitabı kucaklayıp yağmurun altındaki yalnızlığıma yürümeye devam ettim.
🕯️
"Sonsuzluğun Tanıkları, hoş geldiniz. Bu yolculuğa birlikte çıkacağımız için gerçekten çok heyecanlıyım. Geçmişin derinliklerine, bilinmeyenin kollarına adım atarken, kalbinizle duyacaklarınız bir araya gelecek. Hazırsanız, size bambaşka bir dünyayı anlatmak için buradayım."
Ben bu hikâyenin yazarı. Asra’nın macerası, sıradan bir günde, sıradan bir kararla başladı. Ama onun gibi sıradan olan hiçbir şey yoktu. Yağmur altında eski bir kitabın kapağını kaldırmak, hayatını geri dönüşü olmayan bir yola soktu.
Bu hikâyeyi yazarken, geçmişle bugünün çarpıştığı bir dünya tasarlamayı hayal ettim. Asra gibi güçlü, zeki ama kendi içinde kaybolmuş bir kadının hikâyesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Onun hayal gücüne, zekasına ve kalbine tanık oldukça, hem bu dünyayı hem de kendi içinizdeki dünyayı yeniden keşfedeceğinize inanıyorum.
Bu bir zaman yolculuğu hikâyesi olabilir... ama sadece bu kadar değil. Bu bir aşk hikâyesi olabilir... ama sandığınızdan daha farklı. Bu bir keşif hikâyesi olabilir... ama önce kendini bulmanın yollarını sorgulayacak.
Asra’nın yağmur altında bulduğu o eski kitap, ona bir kapı açtı. Ama bu kapının ardında ne olduğunu bilmek, yalnızca kitabı okumaya devam edenlere düşer.
Eğer bir dünya yaratmaya hazır hissediyorsanız, bu yolculuğa benimle gelin. Yorumlarınızı, hislerinizi ve merak ettiklerinizi her zaman paylaşabilirsiniz. Çünkü bu sadece benim değil, bizim hikâyemiz.
Bir sonraki bölümde, Asra’nın o eski kitapla ilk gerçek bağını nasıl kurduğunu keşfedeceksiniz. Ama unutmayın, hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Şimdi size bir soru: Siz olsaydınız o kitabı alır mıydınız?
Sevgiler, Çağla
|
0% |