@cielo_corea
|
İyi okumalar Yaşamak o kadar da zor değildi aslında. Yaşamayı becerene kolaydır hayat, güzeldir, vazgeçilmezdir. Derdi olmayan anlayamaz derdi olanı. Arkadaşı tarafından ihanete uğramayan bir kişi, ihanete uğrayan birini anlayamaz. Geçer gider bir şey olmaz der ve konuyu kapatır. Aç olmayan biri, aç olanı anlayamaz. Açlıktan ölmez ya der ve susar. Derdi olmayıp derdi olanı anlayan da vardır. Empati. Ama derdi olan biri derdi olan birini çok iyi anlardı. O da anlamıştı beni. Çünkü tamamen olmasa da aynı şeyleri yaşamıştık. Ama o daha çok acı çekmişti. Acı; kalpte de yaşanırdı, vücutta da yaşanırdı. Ama ben en çok kalbimden yara almıştım. O da en çok kalbinden yara almıştı. Ama başarmıştık o acılarımıza rağmen yaşamayı başarmıştık. Baba ne demek anne diye sorduğum da daha dört beş yaşlarındaydım. Ama o günler dün gibi aklımdaydı. Annenin ne demek olduğunu biliyordum çünkü annem hep yanımdaydı. Baba, çocuğu ve eşi olan bir birey demek kızım demişti annem. Sonra anneme, o zaman benim babam baba değil demiştim çocuk aklımla anneme. O ne demek öyle kızım demişti annem de bana. Ben de anneme, ama anne babam hep bana benim kızım falan yok diyor demiştim ama o zaman onun ne kadar ağır bir cümle olduğunu bilmiyordum. İşte o zaman fark etmiştim benim babam yoktu. O da anlatmıştı bana babası hep ona, benim oğlum değilsin git kimin oğlu olacaksan ol dermiş. Onun da babası yoktu. Beni acıtmıştı bu cümle ama onu acıtmamıştı. Bana anlatırken bile yüzünde mimik oynamamıştı bile. Alışmıştı çünkü… Telefonun ekranına bakarken bir kez daha duygulanmıştım. Her gün aynı saatte arardı beni. Bugünde gecikmemişti. Dudağıma küçük bir tebessüm kondurdum ve telefonu açıp kulağıma koydum. Ayıcık arıyor… “Nasılsın şeker?” diye sordu sitemli bir ses tonu ile. Hep sitem ederdi ya da sitem edecek bir şey bulurdu. Ofisten çıkarken valeden arabanın anahtarını aldım ve arabaya doğru ilerledim. “İyidir ağabey senden?” diye sordum. Ona abi dememden nefret ediyordu. Sinirle nefesini verdiğini duydum. Arabanın kilini açtıktan sonra şoför koltuğuna oturup anahtarı yerleştirdim ve arabayı çalıştırdım. “Kızım ne istiyorsun sen benden bilmiyorum ki? Yani ben sana ne yaptım da sürekli beni sinir eden şeyler buluyorsun?” dedi hafif kızgın bir sesle. Ne yani sinirlenmiş miydi? Kıkırdadım. “Ödeşiyoruz işte sende benim sevmediğim şeyleri yapıyorsun.” dedim hafif sitemli bir sesle. O beni sinir ederse ben de onu sinir ederdim. Telefonu telefon tutacağına yerleştirdim ve eve doğru sürmeye başladım. “Senin anladığın ödeşme tarzına sıçayım,” diye kızdığında kıkırdadım. Onu sinir etmek en sevdiğim şeylerin başında geliyordu. Işıklarda durduğumda sesini duydum, “ha bu arada akşam sendeyiz.” dediğinde kendime kızdım nasıl unuturdum. Bugün o, abisi ve en yakın arkadaşım Hayal bana yemeğe gelecekti. “Unuttum deme yoksa ölene kadar dalga geçerim.” dedi. Unuttum dersem ölene kadar dalga geçerdi ve bundan mutluluk duyardı. “Unutmak mı? Hah şuan markette içecekleri ve atıştırmalıkları alıyorum.” diye bir yalan söyledim. Onun diline düşmek isteyeceğim son şey bile değildi. “Külahım nerede?” diye bir soru sordu. Sanırım yalan söylediğimi anlamıştı. Anlardı o beni. Hep anlamıştı. “Anladın dimi?” diye sorduğumdu olumlu mırıltılar çıkartınca ona hiçbir zaman yalan söyleyemeyeceğimi anladım. “Akşama daha çok var,” dedim kısık sesle. “Bir yere gideceğim sonra eve geçerim o çok sevdiğin yaprak sarmasını yaparım. Olur mu?” Biliyordu. Akşam olmadan gideceğim yerin neresi olduğunu ne yazık ki yine o biliyordu. Katiyen yalan yapmayacaktım marketten satın alacaktım. “Tamam.” dedi sadece ne diyebilirdi ki. Gitme mi? Gidersen canın yanar mı? “Görüşürüz o zaman.” dedim ve telefonu kapattım. Derin bir nefes aldım ve yolumu mezarlıkların olduğu yere çevirdim. Ağlamayacaktım. Ama her düşündüğümde gözümün dolması pek de başarılı olduğumu söyleyemezdi. Küçüktüm belki de daha annesine doyamayan bir kız çocuğuydum. Sevdiğim herkes benden gitmişti. Ama o gitmedi, gitmesin o benden. Giderse yapamazdım. Giderse yaşayamazdım. Giderse korkardım. Ben yanındayken korkma demişti bana bir keresinde. Çocuktum, çocuktu. İnanmıştım ona. Arabanın frenine bastım ve arabanın camından izledim o mezarlıkları. O anıları. Belki de yarım kalmışlıkları. Ama izledim. Bir şey yapamadım. Kimse yapamadı. Yapamazdı. Yan koltuğumda duran iki demet çiçeği aldım ve arabanın kapısını açtım, çıktım dışarı. Kapıyı kapattım ve küçük adımlarla ilerledim o yolunu ezberlediğim mezarlara. Biraz daha ilerledim ve o iki yan yana durmuş mezarlara baktım. Mezarların üstünde ki çiçeklere baktım. Bu çiçekleri sadece ben ve o koyuyorduk. Başka kimse koymuyordu. Bir demeti solumdaki mezarın üstüne koydum ve gülümsedim. Ah benim güzeller güzeli ikinci annem. Annem değildi. Babamla da birlikte olmamıştı. Ama annemle çok yakınlardı. Teyze derdim ona. Annemle çok yakın oldukları ve aynı anda öldükleri için mezarları yan yana olsun istemiştim. O da öyle istemişti. “Sözünde duran bir insan değilim bu yüzden onları asla affedemeyeceğim,” düzelttim. “oda affetmeyecek.” dedim. “Biliyor musun Narin teyze? Sen gittiğinden beri hiç mantı yemedi. Bende yemedim.” Mantı Narin teyzemin çok güzel yaptığı bir yemekti. Mezarının üstündeki isme bir kez daha baktım. Öfkelendim, sinirlendim o ismi oradan söküp çıkarmak istedim ama olmadı. Yapamadım. Durmuş eşi Narin Yıldırım. Sağımdaki mezara bakmaya cesaretim yoktu. Hiç olmamıştı bu yüzden ilk Narin teyzeme çiçeğini verirdim. Elimdeki çiçeği kafamı yavaşça o mezara çevirdikten sonra mezarın üstüne koydum. Gözlerimin dolmasını engelleyemedim. Doyamamıştım ben anneme doyamamıştım. “Geldim annem. Ama yine ağlayarak geldim. Affet anne seni koruyamadığım için.” dedim tüm içimde biriktirdiğim acılarımla. Gözlerim bu seferde annemin mezar taşındaki isme gitti. Ahmet eşi Leyla Keskin. Yine sinirlendim. Her adını duyduğumda ya da bir yerde adını okuduğumda tiksindiğim iki insan vardı. Biri annemin eşi, değeri ise Narin teyzemin eşi idi. Cenazelerine bile uğramayan kişilerin soy isimlerini almamalıydılar… Gözlerimdeki yaşlar daha hızlı arttığında ayakta duracak gücüm yoktu ama dayanmıştım. Annem bana hep, güçlü ol derdi bu yüzdendi insanların yanında güçlü durma çabalarım. Sadece onun ve annemin mezarının yanında dayanamıyordum, kendim oluyordum. Mezarlığın başında bir araba durdu. Adım sesleri benim olduğum yere doğru geldiğinde onun kim olduğunu anlamıştım. Adım seslerine kadar ezberlemiştim onu. Demir Baran Yıldırım. Omzumun arkasından ona baktığımda o sert yürüyüşü ve kendinden emin adımlarıyla bir kere daha ona hayran kalmıştım. Sert yüz hatları ve taramak için tenezzül bile etmediği dağınık saçları… Gözleri yanaklarımdan süzülen yaşlara kaydığında adımları hızlandı. Ağlamama katlanamazdı. Gözleri kahverenginin en koyu tonuna sahipti ve siyah saçları, Allah benden alıp sana vermiş dedirtiyordu. Elleri cebinde ve dik duruşuyla gözleri kendi üstüne çekmekte üstündü. Yönümü tamamen ona döndüğümde tam karşıma geçmişti. “Ayıcık?” diye sordum. Ona hep ayıcık derdim. O da bana panda derdi. Anısı vardı, onunla benim birlikte çok anımız vardı. Bir elini cebinden çıkarttı ve gözleri gözlerimi buldu. “Sana demedim mi ben yokken ağlama diye?” Sorusuna karşı sadece susmuştum elini kaldırıp yanağımdaki yaşları sildi. “Silemiyorum gözyaşlarını yanında değilken,” derin bir nefes aldı ve yanağımdaki eli belime gitti. Beni kendine doğru çekti ve sarıldı. “ağlama kadın.” Sesi çaresiz çıkmıştı. Kafamı göğsüne yerleştirirken daha çok ağlamıştım. Bende kollarımı ona sardım ve “Ağlamadan duramıyorum.” dedim sadece. Parmakları saçlarımın uçlarına dokundu ve saçımı sevmeye başladı. Saçlarımı severdi hep; babam sevmese bile o severdi. “Sen nasıl ağlamıyorsun? Nasıl dayanıyorsun annenin yokluğuna?” Narin teyzem oğluna ağlamamayı nasıl öğretmişti? “Bende ağlıyorum ama senin yanında ağlamıyorum.” dedi saçımı okşarken. “Hem senin yanında ağlayıp tavan kadar olmuş egomu ezdirmeye niyetim yok.” dediğinde kıkırdadım. Evet, egoistin tekiydi. Egosunu kaldırabilen yalnızca üç kişi falandık. Ne söylerseniz söyleyin üstüne alınma gibi bir durum mevcut değildi onun hayatında. Ondan ayrıldığımda elimle yanağımdaki yaşları sildim. “Sen ve şu hiçbir yere sığmayan egon,” dedim sakin bir sesle. Annesinin mezarına döndüm. “oğlunuza katlanamıyorum, o bazen hiç çekilmez bir insan oluyor.” diye onu annesine şikâyet ettiğimde arkamdan sesini duydum. Annemin mezarının tam karşısında durdu ve üstünü gösterdi. “Lordum, ben kıyafetimi daha bu sabah ütülü bir şekilde giymiştim. Kızınız sağ olsun,” beni gösterdi. “kıyafetimin ütüsünü bozdu birde yetmezmiş gibi sümüğünü de kıyafetime sürdü.” Bir kere o kadar fazla ağlamamıştım. “Ve dediğiniz o son sözü gerçekleştireceğime pek inancım yok.” dediğinde gözlerimi devirdim. Annemin dediği o son cümle… “Merak etme,” deyip annesinin mezarına doğru ilerledim. “benim de annenin dediği son sözü gerçekleştireceğimize pek inancım yok.” dedim. Güldü, gülüşü büyüdü. Narin teyzemin dediği o son cümle… “Hayır, anlamıyorum küçük yaşımızda bize nasıl böyle şeyler derler.” dediğinde bende gülmeye başladım. Annem ve Narin teyzemin son cümleleri bizim için olmuştu. Annem ölmeden önce elini yanağıma koymuş ve ikimize bakmıştı. Sonra birden, Baran evladım, kızım sana emanet ve evlenecekseniz birbirinizle evlenin, demişti sert çıkan sesiyle; emir veriyordu. Narin teyzemde daha kötüsünü ortaya koyarak, Evlenin, vasiyetim bu ve çocuk yapacaksanız da birbirinizden olsun, demişti. Tabi biz o zaman ki çocuk aklımızla ne dediklerini tam anlamamıştık ama annelerimizin son sözlerini de hiç unutmamıştık. Gülüşüm yavaş yavaş solduğunda aklıma onların ölümü geldi. Tabi biz o günü onların ölüm günü bildik. O gün ölmeseler bile biz o günü onların ölüm günleri olarak tarihe kazıdık. Annem, acaba canı çok yanmış mıydı? Peki, Narin teyzem? Annem o gün çok büyük ve gür bir çığlık atmıştı bu yüzden sesi gitmişti. Bize bunları dedikten sonra sesini kaybetmişti ve o gün babam tarafından kaçırılarak işkence çektirilmişti. Annemin ölüsü bir ay sonra bulunda ama vücudu çok kötü bir durumdaydı bu yüzden araştırdılar parmak izleri sadece iki kişiyi gösteriyordu; Durmuş Yıldırım ve Ahmet Keskin. Onun annesi iki kurşunla hayatta kalmıştı, kalmaya zorlanmıştı. Gözlerimin dolduğunu hissettim ama bir şey yapmadım çünkü o benim her şeyimi bilirdi. Ağladığımı görmüştü, güldüğümü, intihar girişiminde bulunduğumda intihar edeceğimi anlayan tek kişiydi o. Kendimi tükettiğim zamanı bilirdi o. Beni bilirdi neyi ne zaman yapacağımı, ne zaman ne isteyeceğimi. Sadece bir kez göz göze gelmemiz yeterdi onun için. “Gidelim, daha sana sevdiğin yaprak sarmasından yapacağım.” dedim ağlamak istemiyordum. Gözleri gözlerimden hiç ayrılmazken bir anda elleri yanaklarımı buldu. “Ağlamak istiyorsun ama neden ağlamak istemiyorsun?” beni bilmişti. O anlardı beni. Bu adam hayatımdaki en büyük şansımdı. “Hadi gidelim.” Dedim burnumu çekerek. Bir adım geriye gitti ve gözleri boşluğa odaklandı. Ne düşünüyordu, aklından neler geçiyordu bilmiyordum ama sadece öylece durmuş boşluğu izliyordu. Bakışları bana kaydı. "Sen git, ben sonra geleceğim." dedi.
Evet ilk bölüm bu kadardı. Görüşlerinizi belirtmeyi unutmayın.
|
0% |