Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm

@cigdemgah

Soğuk zeminin üzerinde kaç saattir hareketsiz bir şekilde yatıyorum emin değilim. Ara ara uykuya yenik düşen bilincim yavaştan kendine gelmeye başladı tekrar. Sağ bacağım tamamıyla uyuşmuştu. Kımıldamaya başladığım anda zaten bitkin olan bedenime acı veriyordu. Parmak boğumlarım bembeyaz kesilmiş ve tırnak uçlarım bakımsızlıktan yer yer siyahlaşmıştı. Daha önce hiç bu kadar kirli hissetmemiştim kendimi. Titreyen ellerimle yerden destek alıp zorla ayağa kalkmaya çalıştım ama aç, susuz ve yorgun bedenim buna müsaade etmedi ve ellerimin dermanı kesilmiş bir halde tekrar soğuk zeminle buluştu başım. Yaklaşık beş metre kare olan bulunduğum küçük hücrede, kapının hemen önünde, yerde uzanmış vaziyetteydim. Ve eğer burada uzanmaya devam edersem; merhametten gram nasibini almamış, beni buraya getiren adamlardan biri kapıyı açtığın an, ki yüzlerindeki sarsılmaz nefret ve tiksinmeyle duvara kapıyı geçirircesine açıyorlar, kaburgalarıma değen kapı kemiklerimin hiç birini sağlam bırakmayacaktı.

Zorla yeniden ellerimi toz zemine koyup kendimi odanın en köşesinde duran ve bir ayağı kırık tahta sıraya doğru sürüklemeye çalıştım. Hareket etmeye başladığım an daha önce burkulan sağ bileğimde ki yer acıyla sızladı. Kuruyan boğazımdan boğuk bir inleme çıktı. Hiç hareket etmeden bir süre acının dinmesini bekledim ve tekrar bedenimi sürükleyerek ilerlemeye başladım. Sonunda yerden yarım metre yükseklikte olan sıraya tutunup sol bacağımdan destek alarak oturmayı başarabildim. Duvara yaslanarak derin bir nefes aldım. Başımda ki artık rengi solmaya yüz tutmuş şalımın ön tarafından çıkan birkaç tutam saçı geriye doğru ittim. Üzerime baktım, annemin çok ısrarı üzerine aldığım onun çok sevdiği elbisem toz içinde kalmıştı. Eteklerinde ki tozu silkeleyecektim ki buraya geldiğimden bu yana başlayan bir öksürük krizine girdim, titreyen ellerimle ağzımı kapatıp öksürmeye başladım. Gittikçe şiddetlenen öksürüklerim gözlerimden yaş gelinceye kadar devam etti ve nihayet kesildiğinde bende bitik haldeydim. Karnıma saplanan derin bir ağrıyla kollarımı kendime doladım ve daha fazla dayanamayıp yarısı kırık olan sıraya başımı dayayıp yarı uzandım. Bitkin bir haldeyken bu duruma dayanabilmenin tek çaresi uyumaktı. Gözlerimden akan yaşı daha fazla durduramadım. Güçlü durmakta ki maharetim son demine ulaştı, sabrım ve dayanma gücüm yavaşça tükeniyordu.

En son bana bir tabak çorba ve yarım ekmek getirmelerinin üzerinden epey bir vakit geçmişti. Son iki gündür ise açlıktan ölmek üzereydim. Nerde olduğum hakkında ise tek bir fikrim bile yok. Tanımadığım ve hiç de iyi görünmeyen bir grup eli silahlı adam beni buraya getirdiklerinde arabada gördüğüm en son tabela İskenderun’du. Sonrasında ise geniş avlulu ve yüksek duvarlı eski bir taş evde açtım gözlerimi. Etrafımda ki adamların hepsi Arapça konuşuyordu ve benim anlamadığımı sanıp bazen ahlaksızca şeyler söylüyor, aralarında gülüşüyorlardı. Bir sürü erkeğin içinde ki tek kadın olduğumu sanırken bulunduğum hücreye konulmadan önce benim gibi sürüklenen bir iki kadın daha gördüm. Bir evden daha fazla odaya sahip olan bu garip yerde bir sürü hücre vardı ve benim gibi kadın erkek birçok rehin insan.

Hala ilk geldiğim gün ki gibi ölümüne korkuyordum, endişeliydim. Sığınacak, yardım dileyecek, beni bir an önce kurtarması için yalvaracak Rabbimden başka hiç kimsem yoktu. Uyuyor, uyanıyor, ağlıyor, dayanmaya çalışıyor ve dua ediyordum. Allah’tan dayanma gücü diliyor, bana buradan kurtulmam için küçücükte olsa bir umut bir ışığı göndermesini niyaz ediyordum.

Ağlamanın da tüm aşamalarını geçmiş, artık ağlamamam gerektiğine karar vermiştim çünkü içine düştüğüm durumu düzeltmeyeceğine kesinlikle ikna olmuştum artık. Güçlü durmam gerekiyordu bunu hatırlatıp duruyordum kendime. Beni yılmamış gördükçe daha da öfkeleniyorlardı, bunu anlayabiliyordum. İçinde bulunduğum durumun tek hoşnut olduğum yanı buydu.

Buraya gelmeden önce gördüğüm son tanıdık yüz amcam Nadir Karan’ın sırıtan yüz ifadesi idi. Beni bu adamlara teslim ettiğinde ölüm fermanımı imzalamıştı çoktan. Benim ortadan kalkacağım, tüm mal varlığımızın hepsinin ona kalacağı ve hep hayalini kurduğu zenginliğe erişeceği için oldukça keyifli olan o son, emeline ulaşmış ifadesini unutamıyordum. O an küçüklüğümden bu yana kendisinden haz etmesem dahi amcam olarak kabul ettiğim adamdan kesinlikle nefret etmiştim. Beni büyük hayal kırıklığına uğrattığına şaşırmamam gerekirdi ama hiç sevmese dahi, üvey de olsa abisinin hatırası olan yeğenine ölümü reva görmesi beni her düşündüğümde dehşete düşürüyordu. Artık o gözümde mutlak bir kötülüğe bürünmüştü ve değil amcam onun da beni bildiği gibi hiçbir şeyimdi.

Annemin adı; Leyla Abdullah'tı. ve kendisi aslen bir Arap. İstanbul Üniversitesinde öğretim üyesiydi. Babamla tanışıp evlendiklerinde ailesi onu bir Türk ile evlendiği için reddetmiş ve o zamandan bu yana uzak ülkesini terk etmiş, bir daha oraya dönmemişti. Annem meşrep ve mizaç olarak çok asil bir kadındı. Yüzünde ki o hep duran belirsiz gülümseme, her zaman merhametin parladığı gözleri, oturuşu, duruşu, karakteri her şeyiyle vakurdu. İnce ruhluydu. Sadece babamın anlayıp kendi sevgisine sarıp kıyamadığı kadar naif bir kadındı.

Babam ise Hicaz Karan. Şirketin yüzde yetmiş pay sahibi. Benim onurlu yıkılmaz kalem, zirvesi puslu heybetli dağım. Şimdiye kadar bildiğim her şeyi bana öğreten insan. Her hali tavrı ile annemin bir kopyası gibiydi ama annemin aksine fazla olan en önemli özelliği çok sabırlı olmasıydı. Bana en çok bunu öğretmek istiyordu. Beklemeyi, umut etmeyi, hemen olmazsa pes etmemeyi bilmeliydim ona göre. Ama ben sabırsızın tekiydim. Çok şey bilirdi, benimde onun gibi olmam için uğraşıp durur, bana sürekli yeni bir şeyler öğretmek niyetindeydi. Elimden geldiğince ona layık bir evlat olmak için her defasında büyük bir azimle öğrettiği her şeyin fazlasını yapmaya çalıştım. Daha yapacağımız onca şey varken aniden annem ile hayatımdan ayrılışları tüm düzenimi altüst etti.

Şirketin geriye kalan hisseleri üvey amcam Nadir Karan’a ait. Kendisi Hatay’daki, babam ise İstanbul’daki şirketin başındaydı. Amcamı son on beş yıldır bir kez olsun görmedim. Ta ki o güne, anne ve babam iki ay önce bir trafik kazasında vefat ettikten hemen sonraya kadar. Onların öldüğü günün sabahı babamla şirket hisseleri için yıllardır konuşmayan amcam birden yetim ve öksüz kalan yeğenine sahip çıktı. Benim için Hatay’dan kalkıp İstanbul’a geldi. Anne ve babamın defin işleri bittikten bir süre sonra hava almam gerektiğini söyleyerek yalnız başıma kalmamam için beni de kendisi ile peşinden Hatay’a sürükledi.

Bana düşmanmışım gibi varlığımdan rahatsız olduğunu her defasında belli ederek bakan sevgili yengem Zehra Hanım ve büyük kuzenim Kerim’in yanında hiç rahat etmedim. Bana başımda ki örtüden ve sahip olduğum kendilerinin sandıkları şirket hisselerinden dolayı nefretle bakıyorlardı. Küçük kuzenim Derya hariç. Benle yaşıt sayılırdı, kıvırcık siyah saçları, sürekli gülümseyen yüzü ile nasıl oluyor da bu ailenin bir ferdi oluyordu her defasında şaşırıyordum. Gidecek olduğum güne kadar sabretmemi sağlayan tek kişiydi kendisi.

Hem annem ve babam yoktu hem de hiç istenmediğim bir yerde zorla kalıyordum. Kaç defa İstanbul’a dönmeyi, aile dostumuz olan Kamil amcamın yanına gitmek istediğimi, onların her zaman yanımda olacaklarını, beni yalnız bırakmayacaklarını söylediysem de amcam kabul etmedi ve hep bir bahaneyle beni yanında tuttu.

Hatay’a ilk geldiğim zamanları amcamın beni Kerim ile yakınlaştırma çabalarından uzak kalarak geçirdim. Aslında Kerim’in de benden haz aldığı falan yoktu. Tuhaf biriydi aslen benden nefret etmiyordu ama bazen bunun için kendini zorluyor gibiydi. Babasının ısrarları ile beni ve Derya’yı bir yerlere çıkarıyor, benimle ilgileniyormuş gibi gösteriyordu. İstemeyerek de yapsa arada bir kibar davranıyordu ve emindim ki bazen bizimle zaman geçirmekten keyif alıyordu. Asıl patlak veren olay orada ki otuz birinci günümde oldu. Bunaldığım için yürüyüş yapmak istemiş ama hava kötüleyince çok geçmeden eve geri dönmüştüm. Amcamların büyük çiftlik evine girdiğim sırada, holde Kerim’in bağırışını duydum.

“Benden bu kadar, istediğin her şeyi yaptım… Olmaz baba, olamaz… Ölürüm, o başı kapalı bağnaz kızla evlenmem.” demişti.

Bana bağnaz demesine değil de evlenme kısmına takılmıştım ben. Amcamın ona benimle evlenmesi konusunda baskı yaptığını öğrenmiştim. Tahmin ediyordum ama bunu birinci ağızdan duymak bana durumun ciddiyetini göstermiş ve bu beni daha da rahatsız etmişti çünkü değil Kerim’le evlenmek evlilik bahsini bile anacak halde değildim. Daha anne ve babamın kırkı yeni çıkmışken ne evliliğinden bahsediyor bana sormadan nasıl böyle bir karar verebiliyorlardı. İçeri girip Kerim’e böyle bir şey olmayacağını, bunu istemediğimi söyleyecektim ki amcamın sonradan söylediği söz kanımın vücudumdan çekilmesine neden oldu:

“Başka seçeneğimiz yok. Tüm hisseler kızın üstünde… Şirket için onunla evlenmen şart. Sen hisseleri aldıktan sonra bir şekilde kızın çaresine bakarız.”

O an hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir darbe yedim. Amcamın sırf babamın hisseleri bana kaldı diye bana yapmacık bir samimiyet göstermesi çok ağrıma gitmiş, sırtımdan bıçaklanmıştım. Sırf hisseler için yeğenine ilgili amcayı oynadığını ve hisseleri aldıktan sonra da beni başından savacağını artık biliyordum. Bunu duymam üzerine bir dakika daha kalmak istemedim o evde. O gece sabaha kadar düşündüm. Mantıklı hareket etmem gerekiyordu. İlk iş en yakın arkadaşım ve Kamil amcanın tek kızı olan Elçin’i aradım. Ona durumu üstünkörü anlatıp benim için iki gün sonraya bilet ayarlamasını istedim. Nadir amcamın durumu anlamasını istemiyordum çünkü eğer öğrenirse dönmemem için elinden geleni yapardı. Bu yüzden sessizce halletmiştim, sonrasında Kamil amcam endişelenip Elçin’i ve oğlu Murat’ı beni alması için Hatay’a göndermişti. Murat benden iki yaş büyüktü. Beraber büyüdük sayılırdı ve eğer bütün bu yaşananlar olmasaydı belki de onunla şuan nişanlı olabilirdik.

Murat beklediğim günden bir gün erken geldi ve onun geldiğini amcam nereden haber aldıysa öğrendi ve elbette ki onun beni almak için geldiğini anlaması uzun sürmedi. Murat zorunlu katılmam gereken bir duruşma olduğunu ve benim dönmem gerektiği bahanesini öne sürdü. Amcam hemen kabul edince bende Murat da şaşırdık. Mutlu olarak ve rahatlayarak hemen valizimi hazırladım.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltıya indiğimde kimseden çıt çıkmıyordu. Masada ki gidişime üzülen tek kişi Derya idi. Gidişime ağlayacak kadar üzülmesi beni de kötü hissettirmişti. Onu daha sonra tekrar geleceğime ve isterse onunda beni görmeye geleceğine ikna ederek teselli vermeye çalıştım, ne kadar da zavallıca. Havaalanına gitmek için evden çıktığımda amcam beni şoförle yalnız gönderdi. Bunu bana alındığı için ya da gittiğimden dolayı planları bozulduğu için yaptı sanmıştım ama yanılmışım, o asla pes etmezdi. Araba uzaklaşırken amcamın sırıtan yüzü işte gördüğüm son şey oldu. Şoförün havaalanı yerine başka bir yere gittiğini anladığımda artık çok geçti. Bilmediğim bir yol ortasında durduk ve silahlı tuhaf kılıklı adamlar beni alıp başka bir arabaya bindirdiler. Sonra da bu yüksek duvarlı yer yer eskimiş ve yıkılmış eski bir kervansarayı andıran yere getirdiler.

Gözlemlediğim kadarıyla birçok küçük oda var ve adamlar odaları numaralandırarak isimlendiriyorlardı. Bana ismimi dahi sormak yerine yirmi üçüncü diyorlardı. Bu numara da benim hücremin adıydı. Bulunduğum hücrenin kubbeyi andıran yüksek tavanında ki küçük pencereden hiç değilse gece ile gündüzü ayırt edebiliyordum. Güneşin küçük pencereden yansımasından da saati anlayabiliyordum. Birkaç kez Teyemmüm ederek abdest alıp namaz kılmıştım onun dışında ise kılamıyordum. Çoğu kez takatim olmuyordu. İki günde bir, bir tas çorba ve yarım ekmek getiriyorlardı. Onun dışında tek farklı bir hareket bile yoktu. Ayrıca yüzlerinde de hep aynı ifade vardı; nefret ve kin.

Ölümüne itaat ettikleri efendi dedikleri biri var. Onun sözü burada ki adamlar için kanun. Amcamın Efendilerinin bir arkadaşı olduğunu söylüyorlardı kendi aralarında kim olduğum konusunu tartışırlarken ve buraya neden getirildiğim sorusunu bir adam benden önce Arapça olarak dile getirdi. Aldığı yanıt ise netti:

“Ölecek.”

Ölümümün böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Annemin Allah’tan herkese güzel bir ölüm vermesini dilediğini hatırlıyor ve bunun için dua ediyordum ama yazık ki bu şekilde olacak olması da kaderdi. Üveyde olsa amcam beni öldürmeleri için bu adamlara teslim etmişti ve tam on bir gündür ölmeyi bekliyordum. Beklememin asıl sebebi öldürülme emrimi verecek olan efendilerinin hala bulunduğum yere gelmeyişi.

Uzandığım tahta sıranın soğukluğu daha çok üşümeme sebep oldu. Engel olamadığım bir titreme tüm vücuduma yayıldı. Gözlerimi açmaya dahi halim yoktu. Son enerjimi de nefes alarak harcıyordum. Kapının birden açılma sesiyle gözlerimi zorla o yöne çevirdim. Yüzlerini tam olarak göremediğim iki kişi geldi. Kısa boylu olan adam bana bakıp Arapça konuşarak:

“Vakit geldi.” dedi.

Şu bulunduğum yaşıyor sayılmadığım durumdan kurtulmak için ölüm fikri güzel geliyordu. Burada kaldığım süre boyunca kendimi bu fikre alıştırmıştım. İlk gün öleceğimi duyduğumda aklım almıyordu, korkuyordum ve hiç olmadığım kadar endişeliydim. Sürekli ağlıyor, dua ediyor, Allah’tan beni buradan kurtarması için bir yol diliyordum. Ölüme bu kadar yakın olmak ne kadar başlarda ürkütse de diğer tüm hissiyatlar gibi insan denen fani zamanla bu fikre de gerçek anlamda alışıyordu. Mesele illa bir gün öleceğiz psikolojisi değildi, şuan ya da iki dakika sonra öleceğim psikolojisiydi ve hiçbir insan bunu kolay kolay hazmedemezdi. Şimdi kalbimde oluşan rahatlıktan ve gayet sakin oluşumdan anladım ki şu hücrede geçirdiğim on bir gün benim için bir tedavi, ölüme alışama terapisi.

Adam yaklaşıp kolumdan tutarak beni oturduğum yerden kaldırdı ve ardı sıra sürüklemeye başladı. Hareket ettikçe ayağımda ki ve omzumda ki sızı şiddetleniyordu. Daha iri olan diğer adam öbür kolumdan tuttu, daha insaflı davranıyor sürüklemek yerine yürümemi bekliyordu. Titreyen ellerim ve tükenmeye ramak kalmış dermanımdan dolayı daha fazla dayanamadım. Uzun olan adama dönüp Arapça konuştum:

“Su.”

İkisi de şaşırarak bana baktılar ilk kez konuştuğum üstelikte onlarla aynı dili konuştuğum için şaşırmışlardı. Uzun olan adam tuttuğu kolumu bırakıp biraz ilerde ki masaya doğru ilerledi. Masanın üzerinde seramik testiden demir bir tasa su doldurmaya başladı. Hala diğer kolumu tutan adamın bana daha çok yaklaştığını hissedince tiksinerek ondan uzaklaşmaya çalıştım. Gözüm diğer adama kaydı hala suyu dolduruyordu. Bağırıp yardım istesem yardım eder miydi bilmiyordum. Uzaklaşmaya çalıştım, adam kulağıma doğru fısıldayarak:

“Aynı dilde konuştuğumuzu bilseydim seninle daha çok ilgilenirdim.” dedi.

Korkuyla su tası elinde olan adama baktım çığlık atmak üzereydim ki kolumu tutan adam arkadan gelen bir kuvvetle öne doğru yalpaladı ve düşeyazarken kolumu bırakmak zorunda kaldı çünkü arkadan başka biri ona çarpmıştı. Bu normal zamanlarda bilerek omuz atmak oluyordu. Çarpan adam bize döndü. Başına bağladığı lacivert puşi ile yüzünü kapatmış sadece gözleri görünüyordu. Uzun boylu, puşili adam kolumu tutan adama hiç bir şey demeden öylece baktı. Adam ise ona bakıp sinirle bir küfür savurdu ve ağzından tükürük saçarak konuştu:

“Önüne baksana.”

Puşili adam hiçbir şey demedi. Arkasını dönüp gideceği sırada gözleri birkaç saniye gözlerimle buluştu. Rengi yeni kararmaya başlayan ya da yeni aydınlanmaya başlayan gökyüzü gibiydi. O rengi bulabilmek için gün doğumunu ya da gün batımını en ince ayarından yakalaman gerekirdi. Rengin kelimeye dönüşmesi ise safirdi. Safir mavisi bu gözler beni bulduğunda açlığı da unuttum susuzluğu da. Hayatım da gördüğüm en güzel gözler bu yabancı adama aitti. İnsanı etkiliyor ve bir daha bakma isteği oluşturuyordu. O birkaç saniye içinde adam arkasını dönüp giderken gözlerimde ardından bakakaldı.

İri adamın suyu getirdiği elimde ki tastan kana kana su içerken Allah’a hamt ettim. Belki de bu son isteğimdi ve onu bana nasip etmişti. Zamanında bir iyilik yapmış olmalıydım çünkü bu adamların Efendisi beni öldürmek için bir gün daha bekleseydi açlıktan ya da susuzluktan da ölebilirdim.

Nihayet büyük bir kapının önünde durduk ve kapı açıldı. Adamlar beni içeriye iterken kendileri dışarıda kaldı ve ardımdan kapı tekrar kapandı. İçerisi beni hayrete düşürdü. Büyük bir salondu ve dışarıda ki kirlilikle alakasız derecede temiz ve ferahtı, beyaz mobilyalarla döşenmişti. İçeriye göz gezdirmeye devam ederken ortada ki büyük masa da oturan adamı fark ettim. Adam koltuğundan kalkıp hiç acele etmeden bana doğru yürümeye başladı. Oldukça pahalı bir takım elbise giyinmişti, saçları hafif uzun ve yer yer kırlaşmıştı. Yüzünde sakin bir ifade vardı ama bu tehlikeli bir sakinlikti. Ayakta bile zor duran halimle adam gözlerini üzerime dikmişken bir adım geri çekildim. Kendi kendine konuşur gibi:

“Şimdiye kadar açlıktan ölmesi gerekirdi, işi uzattınız.” dedi. Beni açlıktan öldürmeyi planladıklarını böyle öğrendim, şaşırmamıştım.

“Dayanıklı çıktı efendim.” dedi bir ses. Salonda yalnız olmadığımızı gördüm. Duvar dibinde sıralanmış bir grup adam vardı. Efendileri beni önemsizce süzüp tekrar masasına yönelirken eliyle rastgele bir adamı işaret etti:

“Sen, kızın işini bitir.”

Bakışlarım emir verilen adam bana doğru kaydı o bana yaklaşırken ben onun safir mavisi gözlerine takılmıştım. Yüzü kapalı olduğu için ne hissettiği ya da ne düşündüğü anlaşılmıyordu. Kim olduğunu ise hiç bilmiyordum. Gözlerinde ise o mükemmel rengi dışında hiçbir kıpırtı yoktu, sanki donmuş gibiydi. Sahi rengi gerçek miydi? Yine de hiç tereddüt etmeden silahını çıkarıp kafama doğrultması onunda diğerleri gibi sadece itaatkâr ve duygudan yoksun olduğunun bir kanıtıydı, gözleri gerçekmiş kaç yazar. Efendisi tekrardan buzdan adama:

“Ortalığı kirletme dışarda hallet.” dedi.

Adam emri alır almaz kolumdan tutup beni dışarı çıkarırken sessizce ona itaat ettim. Ana binadan da çıkıp beni girişin çaprazında bulunan uzak başka bir bahçeye götürdü. Sorgulayacak ya da çırpınacak halim dahi yoktu. Bir iki ağacın sıralandığı bir kuytuda durdu ve kolumu bırakıp karşıma geçti. Silah tutan eliyle diz çökmem için işaret verdi. Yine itaat ederek diz çöktüm.

Donuk bakışlarla adama baktım ve ona itaatime istemsizce gülümsedim. Bana silahı doğrultmuş safir gözlerde kısa bir an şaşırma gördüm ama hemen eski soğukluğuna geri döndü. Gözünün maviliği insanın içini üşütüyordu ama onun gözleri benim için son görüntü olacak onun elinden ölecektim. Bana helal olmayan bir adamın o buzdan gözlerinin ölüme giderken beni üşütmesine izin verdim. Tetiğe basacak kararlıkta gibiydi ve ben de ölümü kabullenmiş av gibi avcımın hamlesini bekliyordum.

Celladıma gülümserken bir an aklımdan yüzünü neden kapattığı sorusu geçti. Bu kadar güzel gözlere sahip olan bir adamın güzel bir yüzü olmalıydı zannımca ama yüzünde ki puşi bu güzelliğin devamını saklıyordu, onu gizemli kılıyordu. Saklayacak neyi vardı, merak ettim. Belki de kötü bir yara iziydi, o yüzden gizlemişti yüzünü. Bunları düşünürken tüm endişelerimin uçup gittiğini, sol tarafımda ki baskının kalktığını hissettim. Ölümün eteklerinde olduğum için miydi ya da Azrail başucumda durduğu için mi yahut da soğukluğu mu dondurmuştu hislerimi safir gözlerin? Karşımda ki safirden alev tetiğe bassa şimdi… Ölsem… Bu hiç sorun değildi. Ölüm bir kurtuluştu.

O hissin verdiği lezzet ile gözlerimi ondan çekip yumdum. Şimdi beklediğim tek şey o gürültülü silah sesiydi. Kurşun tenime değse canım acıyacak mıydı? Belki canım acıyacak kadar zamanım bile olmayacaktı. İçimden saymaya başladım ama zaman geçiyor beklediğim o silah sesi gelmiyordu. Tekrar gözlerimi açtığımda celladımı etrafına bakınırken buldum. Tekrar bana döndü. Gözlerinde ki parıltıyı fark ettim. Kaşlarım çatık ona anlamadan bakarken Arapçanın en güzel telaffuzu için yaratılmış olduğunu sandığım sesi ile bana:

“Özgürsün.” dedi.

Daha ne dediğini dahi anlamadan etrafımı saran ani silah sesleriyle bir an afalladım. Karşımdaki buzdan adam geldiğimiz yöne doğru koşmaya başladı. Ben ölümü kabullenip onu beklerken o beni öldürmeyip ‘özgürsün’ demişti. Özgürdüm ve şu an gelen silah sesleri kaçmak için uygun bir ortam gibi görünüyordu.

Hemen yerimden doğrulup onun koştuğu yere ters istikamete doğru hızla yürümeye başladım. Kendimi ne kadar zorlarsam canım o kadar yanıyordu ve bileğimde ki sızı koşmamı engelliyordu. Sonunda ana binanın çıkışına vardığımda benim gibi bir sürü kişinin koşuşturduğunu gördüm. Aynı yöne doğru hızlandım. Kapıdan zorla çıktığımda nereye gideceğimi bilemeden öylece kaldım. Tüm herkes bir yöne doğru koşuyordu ve adamların onların peşine düşme ihtimalini göz önünde bulundurduğumda bu koşamayan halimle hemen avuçlarına düşerdim. İçimden Allah’a dua okuyup ters istikamete doğru yöneldim. Buradan uzaklaşıp ileride ki orman koruluğuna varmaktı amacım zannımca yol ormanın içinden geçiyordu. Oraya varabilirsem yarım ihtimal de olsa yardım bulabilirdim ama ondan önce ana binanın arkasında bulunan harabeleri geçmem gerekiyordu.

Tereddütle ilerledim ardından bir iki adım derken hızlanmaya başladım daha yolun yarısına ulaşmamıştım ki yaklaşan sesler duydum. Telaş yapıp daha çok hızlandım ve birden elbisemin eteğine takılıp yüz üstü yere düştüm. Bileğim şimdi sızlamıyor feryat ediyordu. Ayağa kalkmaya çalıştım. Arkama bir göz atıp yaklaşan seslere baktım. İki kişi bana doğru koşuyordu ve hemen arkalarında da bir kişi daha vardı. Beni yakalamamaları için kalan son gücümle koşmaya başlamıştım ki önce patlayan silah sesi sonra sol omzumda hissettiğim sıcaklık olduğum yerde kalmama neden oldu. İşte dedim. Son. Önce ölümü kabullenip boyun eğmiş, sonra yaşamak için çabalamıştım ama vaktimin dolmuş olduğu gün bugün ise kaçmak imkânsızdı, sonuç değişmeyecekti. Dizlerimin üzerine düştüm, ardından yere. Bakışlarımı gökyüzüne doğrulttum, celladımın göz rengine bürünmüştü o an gökyüzü. O ince renk tam da buydu. Ölüme yürürken acının ardı sıra dudağımda bir tebessüm oluştu ve omzumda ki sıcaklık tüm vücuduma yayılırken vuslat vaktinin yaklaşmasına sevinçle hoş geldin dedim:

“Eşhedü en la ilahe illallah… ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve-“

Şahadetimi tamamlayamamamın sebebi gökyüzü ile birlikte gördüğüm celladımın gözleriydi. İşte şimdi cennetteydim. Zira celladımın gözleriyle beraber yüzünün de gözümün önüne serilmesinin başka açıklaması olamazdı. Bir an nefesim kesildi acım son raddedeydi. Bu güzel yüz bu adama, son merakımı yenmem ve onun yüzünü görmem için ölüme bir hediye sayılması için verilmiş olmalıydı. O an ölümün en güzel hediyesini aldım, şehadetimi tamamlayarak:

“Resulühü.” dedim ve gözlerimi kapadım. Ölüm hoş gelmişti.


***


Loading...
0%