@cigdemgah
|
Ben, Hare Karan. Bugüne kadar hep anne ve babama layık bir evlat olmaya çalıştım. Öyle bir anne ve babaya sahip olduğum için kendimi hep şanslı hissettim. Annemin din konusunda ki fikirlerinden ötürü hep onu örnek alarak yaşadım. Onun inançlarını esas aldım. Lise de tıpkı annem gibi başörtüsü takmaya başladığımda çevrem buna çok şaşırsa da ben annem gibi olmaktan hep gurur duydum. İçinde bulunduğumuz cemiyet, modernlik üzerine kurulmuş ironi düzen, ben kapandıktan sonra gerçekleri önüme sermeye başladı. İlk gördüğüm; büyük bir yaratıcının emirlerini bilip de uymayan, benim gibilere yobaz adını taktıkları ama kendilerini sözde çağdaş olarak nitelendiren dar kafalı insanların yaşadığı hayatın amaçsızlığıydı. Başlarına gelecek azabı kendileri için daha da alevlendirecek şekilde büyütmeleri bana daima üzüntü veriyordu. Onlar için gerçekten de dua ediyordum. Sevdiklerimin bile bile kendilerini ateşe itmeleri ve benim bu duruma seyirci olmam, onlar için elimden hiçbir şey gelmemesi bana azap veriyordu. İçinde bulunduğum modernliğin elverdiği kadar din konusunda hassasiyetli davranmaya çalışıyordum. Bu hassasiyetim başkalarının bakış açısı ile geri, dar kafa, bağnaz ya da yobaz gibi kelimelere bürünüyordu. Bundan rahatsızlık duymuyordum. Başımda saçlarımı saklayan bir örtü bulunuşu, erkeklerin elini sıkmayışım ya da erkeklerle fazla münakaşa etmeyişim onlardan farklı kılıyordu beni ve etrafımdaki arkadaş sayısını büyük ölçüde azaltıyordu. Tek dostum Elçin’di. Yaşam tarzımız, giyinişimiz, düşüncelerimiz ne kadar farklı olsa da birbirimizi çok seviyorduk. Beraber büyümüştük. Elçin, Kamil amcamın benimle yaşıt olan kızı ve mimarlık ikinci sınıfta okul arkadaşım. Anne ve babamı kaybettikten sonra bu hayatta ki tanıdığım güvenebileceğim nadir insanlardan biri. Diğerleri ise Elçin’in babası Kamil amca, annesi Lale teyze ve abisi Murat. Murat’ın beni beklediği havaalanına gidemeyişim onda ve diğerlerin de nasıl bir tepki yaratmıştır bilemiyorum. Son on bir gündür benden haber alamayınca ortalığı ayağa kaldırmışlardır diye tahmin ediyordum ama sonuca bakacak olursak bu sessizlik onların da pes ettiğini gösteriyordu ve ya amcam olacak adam benim öldüğüme bir şekilde onları da inandırmıştı. İnanmaları gerekti çünkü ölmüştüm ve içinde bulunduğum karanlık hiçte cennete benzemiyordu. Sanırım cenneti, son kez gördüğüm safir mavisi gözleri yüzünün bütünü ile karşımda görerek tatmıştım. Madem Allah’tan geliyor ben bu karanlığı da kabullenirdim. Nasıl olsa cenneti bir kez tatmıştım ve Allah birazcık elem çektirse çokça mutluluk veriyor, çokça mutluluk verse hemen ardından değerini anlamamız için elemini çektiriyordu. O halde bu karanlığında sonu aydınlıktı. Bundan emindim. Kulağıma birkaç ses çalındı. Şayet Araf karanlıkta duyulan sesler değil ise galiba hala yaşıyordum. Yine iki ayrı ses vardı. Biri tanıdık, kadifemsi bir sesti diğeri ise yabancı. Hızlı soluk alıp verişlerini duyabiliyordum bu da yakınımda olduklarını gösteriyordu. O yabancı ses: “Kadını vurmuş şerefsiz.” dedi nefes nefese. Duyduğum Türkçe kelimeler tüm hücrelerimi şaha kaldırdı. Türkçe konuşan insanlar duymanın beni bu kadar mutlu edeceğini asla tahmin etmezdim. Bu Allah’ın bana gönderdiği ikinci bir ışıktı ve benim bu ışığa tutunmam gerekirdi. Eğer onlara sesimi duyurabilirsem yardım ederlerdi ya da inşallah ederlerdi umudum o yöndeydi. Ve ya rüya görüyor da olabilirdim, değil mi? Rüya da olsa karanlığa düşmenin yabancı iki sese tutunmaktan daha iyi olmadığına karar verdim. Kendimi zorlamaya çalışırken bu defa o kadifemsi ses konuştu: “Ölmüş mü?” diye sordu o da soluk soluğaydı. Birkaç adım sesi… Ardından daha yakından gelen bir sesle konuştu: “Acele etmeliyiz Emir, hadi gidelim.” Adının Emir olduğunu anladığım o yabancının sesi halime acır gibi çıkmıştı. Bir kez daha ölüp ölmediğim kavgasını es geçip Allah’tan sesimin çıkmasını diledim ve benim bile zar zor duyduğum bir iniltiyle: “Yardım-” demeyi başarabildim. Sesimi duyduklarını başucuma gelen ayak seslerden anladım. Bu Emir denen adam olmalıydı ve heyecanla konuştu: “Türkçe konuştu. Demek ki bizden, yardım edelim Berzah.” dedi. Demek ki diğer kadife sesli adamın adı da Berzah’tı. Yüzlerini görmesem de seslerden hangisinin Berzah hangisinin Emir olduğunu ayırt edebiliyordum. Berzah sıkıntıyla nefesini verdi: “Alnında mı yazıyor? Belki de Türkçe biliyor.” yardım etmeye niyeti yok gibiydi. “Sen yardım etmezsen ben ederim... Zaten sınırı geçtik mi gerisi kolay... Diğerleri bekliyor.” dedi Emir. Koluma birinin dokunduğunu hissettim. Sanırım Emir’di bu. Ne yapamaya çalıştığını düşünürken tüm vücuduma yayılan sıcaklığa bedenim daha fazla dayanamadı. Yavaş yavaş sesler de kaybolurken son kez Berzah’ın sesini duydum: “Zaten yaralısın bırak ben taşırım.” . . . Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey tavana sıralanmış kavaklardı. Açılmamak için benimle savaş veren gözlerimi zorladım. Yavaş yavaş görüntüler netleşmeye başladığında ise hissettiğim tek şey ağzımdaki acı tat ve boğazımın kuruluğuydu. Yutkunduğumda sanki boğazımda küçük iğneler batıyormuş gibiydi. Sağ bacağım ve sol kolum uyuşmuştu. Kaynağını bilmediğim bir acı vardı bedenimde, inceden bir sızı yayılıyor tüm bedenimi dolaşıp yavaşça kayboluyordu. Uzun bir uykunun sonunda ki mahmurluk vardı üzerimde, tüm vücudum şişmiş gibi hissediyordum. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştım ama görüntü yerine aklımda sadece bir çift safir mavisi göz ve tanımadığım iki ses vardı. En son ben öldüğümü sanıyordum ama Allah dualarımı duymuş ve bana bir ışık göndermişti. Görünüşe bakılırsa son anda o ışığa tutunmuştum. Hala nefes aldığım için içimden Allah’a hamt ettim. Bakışlarımı tavandan çekip etrafa göz attım. Küçük taş duvarlardan örülmüş bir odaydı. Benim bulunduğum tek kişilik yatak odanın sol köşesindeydi. Yatağın hemen yanında küçük bir komodin vardı. Yere eski bir kilim serilmişti. Kapının karşısında ki büyük açık pencereden içeri süzülen hafif rüzgâr beyaz tül perdeyi havalandırıyordu. Pencereden yemyeşil bir bahçe görünüyordu. Yeşilliğin arkasında ise büyük bir dağ tabloluk manzara sergiliyordu. Yanımdaki komodinin üzerine bir sürahi ve bir bardak konulmuştu. Su dolu sürahiyi görünce oraya doğru uzanmak istedim ama ani hareket ettiğimden dolayı sol omzumdaki şiddetli ağrı buna izin vermedi. Elimi omzuma attığımda ince elbisenin altında sargı olduğunu fark ettim, en son vurulmuştum. O an her şey hızlı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. O cehennemden kurtulmuştum ve hayattaydım. Şükür namazı kılmam gerektiğini aklımın bir köşesine kaydettim. Beni buraya o tanımadığım iki adam getirmiş olmalıydı. Neresiydi burası ve o adamlar kimdi? Aklımdaki sorular daha çok ağrıya sebep oluyordu. Tereddütle açık kapıya doğru seslendim: “Kimse yok mu?” Birkaç dakika geçti ardından içeriye orta boylu, yuvarlak yüzlü, üzerinde borda bir elbise ve beyaz bir tülbent olan tombul bir kadın girdi. Ellili yaşlarda görünüyordu. Beni görünce yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi. Uyandığıma mutlu olmuş gibiydi. Bu yabancı kadının sıcaklığı tedirginliğimi alıp beni biraz olsun rahatlatmıştı. Kadın yanıma geldiğinde gülümsemesi genişledi ve parlayan gözleri kısıldı. “Uyanmışsın çok şükür.” dedi. Sesindeki sıcaklık uzun zamandır yetim kalmış yüreğime bir ılıklık yaydı. “Ben neredeyim?” “Güvendesin kızım korkma artık. Yorma şimdi çok kendini, dinlen iyice.” “Ben buraya nasıl geldim?” sesim zar zor çıkıyordu. Kadın sorumu yanıtlamak yerine biraz önce uzanmak istediğim sürahiyi eline alıp bardağa su doldurdu ve gülümseyerek bana uzattı. Bir yabancıdan duyduğum ilgi gözlerimi doldurmuştu. Son günlerim saydığım zamanlarda ölüme alışmaya çalışmış, kimse ile görüşmeden kendi zihnimle konuşarak yaşamayı başarmış bir psikolojideydim ve karşımda ki kadının bana şefkatle yaklaşmasına ihtiyacım varmış gibi kendimi hemen kaptırabilirdim. En son bana böyle şefkatle bakan kişi annemdi. Annem aklıma gelince gözlerim doldu ve çabalasam da tutamadım gözyaşlarımı. Başıma gelen olaylardan ve onları çok özlediğimden gözyaşım dam damla akmaya başlamıştı. Babamın kızım demesini, annemin gülümseyişini, normal hayatımı her şeyi çok özlemiştim. Daha onların bile yokluğuna alışamamışken, hala yas tutuyor olmam gerekirken üstesinden gelmeye çalıştığım birçok şey vardı. Şuan yabancı bir evdeydim ama bundan sonra ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Yapayalnızdım, hayatta ki tek sahip olduğum insanlar artık yoktu. Şimdi çaresiz ve zayıftım. Her şey iyiyken birden bir başına kalmayı kaldırabildiğim için şimdiye dek şuan ağlayabilirdim bir yabancının yanında. Güvendeydim, onca zamanın sıkıntısının ardından sadece güvende olduğum cümlesinin beni rahatlatmasına gözyaşı döktüm. Gözyaşlarım hıçkırıklara dönüşürken karşımda ki tanımadığım kadın merhametle elini omzuma koydu. “Geçti güzel kızım, artık korkma.” Şiddetlenen ağlamamın üzerine kadın tereddüt etse de uzanıp bana sarıldı. Karşımda duran bu kadın ya da bir başkası fark etmezdi, benim şuan da bu samimiyete, birinin saçlarımı okşayıp geçti demesine, güvende olduğumu hissetmeye, teselliye ihtiyacım vardı. O yüzden o sarılış benim için merhemden farksızdı. Kadın geri çekilip tekrar su dolu bardağı uzattı bana. Gözlerimi silip, sudan bir yudum içtim. Tekrar konuşmaya başladı: “Seni buraya Emir’le Berzah getirdi. Yardıma ihtiyacın varmış yardım etmek istemişler. İki gündür buradasın. Omzundan vurulmuşsun ama mühim bir şey yok sıyırmış sadece. Bir haftaya izi bile kalmaz. Benim adım Şükran. Berzah’ın annesi sayılırım. İyice dinlen, kendini toparla. İstediğin kadar burada kalabilirsin, misafirimizsin.” Biraz durdu. Benden tepki bekliyor gibiydi ama tanımadığım dahası yüzünü bile görmediğim kahramanlarım hakkında yorum yapamıyordum. O anda karnımın gurultusunu duyan Şükran teyze gülümseyerek: “Acıkmışsındır sana bir şeyler hazırlayayım ben.” dedi ve tekrar odadan çıktı. Emir şu bana acıyan adamdı, Berzah ise diğeri. İki gündür burada kalıyordum. Şu görmediğim kurtarıcılarım Emir ve Berzah kimdi, neciydi, orada ne arıyorlardı bilmiyorum ama yardımları için onlara minnettardım. O anda üzerimdeki zümrüt yeşili elbise dikkatimi çekti siyah dalgalı saçlarım dağılmış gibiydi. Üzerimi inşallah Şükran teyze değiştirmişti ve umarım beni saçlarım dağılmış halde kimse görmemişti. Ben bunu düşünürken Şükran teyze elinde tepsiyle içeri girdi. Gülümseyerek yanıma yaklaştı ve tepsiyi önüme bıraktı. Tarhanayı görünce keyifle gülümsedim, çorbanın her türlüsünü severdim. Kaşığı elime alıp uzun süre aç kalmanın verdiği iştahla içmeye başladım. Tadı gerçekten çok güzeldi. Şükran teyzeye döndüm: “Üzerimi…“ “Ben değiştirdim kızım. Elbiselerini de yıkayıp ütüledim diğer odadalar. Üzerindekini de bizim çocuklara aldırttım.” “Teşekkür ederim.” dedim ona yük olmanın verdiği mahcubiyetle. Şükran teyze gülümseyerek omzumu sıvazladı. Hiç tanımadığı birine yardım ediyordu ve sanırsam sırf misafirim diye kim olduğum ya da orada ne aradığım hakkında tek bir soru bile sormuyordu. Beni evine almıştı ve güven vererek beni hoşnut ediyordu. Daha önceki çevrem asla bir yabancıya bu kadar samimiyet göstermezdi hatta yardım ederler miydi ondan bile emin değilim. Karşımda oturan buram buram şefkat ve merhamet kokan teyzeye yaptığı iyilik karşısında minnet duyuyor, borçlu hissediyordum. Şükran teyze bir şey sormuyordu ama gözlerindeki merakı görebiliyordum. Çorbamı içerken sessizce beni izledi. Son yudumu da aldıktan sonra ona döndüm. “Adım Hare,” “Maşallah, adında yüzün gibi güzelmiş.” dedi yine gülümseyerek ben bir süre sessiz kalınca devam etti: “Peki… Orada ne işin vardı?” Bu soruyu nasıl açıklayayım bilemedim yine sessiz kaldım çünkü cevabını nasıl vermem gerektiğini bilmediğim bir soruydu. Kadına birden amcam beni öldürtmek istedi desem tuhaf karşılar mıydı? Hatırlamak ya da olanları dile dökmek istemiyordum. Şükran teyze anlamış olacak ki: “Peki, ailen, yerin yurdun neresidir?” diye soruyu değiştirdi. “Hatay da bir amcam var. Anne ve babam... İki ay önce vefat etti.” sonlara doğru sesimin kısılmasıyla beraber yine gözlerim doldu. Oluşan sessizlikten sonra Şükran teyze uzanıp elimin üzerine usulca vurdu, teselli vermek istercesine gözlerime baktı. “Başın sağ olsun.” “Kısa bir süreliğine Hatay’da kalıyordum amcamların yanında. Benden pek haz etmiyorlardı. Yani amcam…” Birden susup yutkundum. Söyleyip söylemekte burada tereddüt ettim. Şükran teyze tekrar konuşacağı sırada dışarıdan biri seslendi. Yanımdan kalkıp dışarı çıktı. O sırada bende önümde ki tepsiyi alıp komodinin üzerine bıraktım. Birkaç dakika geçmişti ki Şükran teyze elinde siyah bir şal ile odaya geri döndü: “Kızım Emir geldi seninle bir konuşmak istiyor. İstersen bunu al, başına takarsın.” dedi. Duyarlılığına içten gülümseyip şalı aldım. Saçlarımı rastgele toplayıp şalı taktım. Şükran teyze ile dar bir koridordan geçip geniş bir salona girdik. Yürümekte biraz zorlanıyordum hala bileğimde ve omzumdaki uzuvlar hafifçe sızlıyordu. İçeri geçtiğimizde orta boylu, iyi bir fiziğe sahip olan bir adam ayağa kalktı, Emir buydu demek. İlk gözüme batan şey yüzünde ki yaralar oldu. Morarmış, bazı yerleri yeşil olmuş yaraları beni kurtardığı günden hatıra olmalıydı. Üzerinde açık mavi polo yaka bir tişört ve kot pantolon vardı. Beni görünce o da tıpkı Şükran teyze gibi içtenlikle gülümsedi. Aslında Emir dışardan dergi kapaklarında ki bebek suratlı adamlara benziyordu. Yüzü gülümsediğinde daha da aydınlandı. Bana bakıp elini uzattı: “Merhaba, ben Emir.” uzattığı namahrem eline bakıp: “Bende Hare.” dedim Emir gülümseyerek elini geri çekti, devam ettim. “Size ve arkadaşınıza her şey için teşekkür ederim.” “Önemli değil yardıma ihtiyacın vardı yardım ettik, kim olsa yapardı.” İçimden keyifsiz bir kahkaha attım. Kim olsa yapmazdı, tıpkı o an yanında olan Berzah’ın yardım etmek istemediği gibi. Eli ile koltuğu gösterip oturmamı istediğinde Şükran teyzenin yanına oturdum. “Oraya ne için götürüldün?” Emir’in sorduğu manidar soru misafir olduğum kibar davranması gerektiği içindi, anlamıştım. Asıl soru seni kim, neden öldürtecekti. O halde ben soruyu anladığım gibi cevaplandıracaktım. “Yanılmıyorsam amcamın planı beni öldürtmekti.” Kurduğum cümleyi o kadar rahat bir şekilde dile getirmem beni de şaşırtmıştı sanırım bu anormal olaylara karşı kazandığım yeni bağışıklıktı. “Amcan neden seni öldürtmek istesin ki?” diye sordu Emir sesinde salt merak vardı, normal olarak şaşırmıştı. Babamın adını söylesem tanırlar mıydı acaba diye bir an düşündüm ama sonra vazgeçtim. Soruyu nasıl cevaplayacağımı düşünürken Şükran teyze benim yerime cevap verdi: “Annesi ve babası iki ay önce vefat etmişler kimsesi kalmayınca, o da amcasının yanına gelmiş. Galiba kızı yük olarak görmüşler, vicdansızlar.” Şükran teyzenin açıklaması üzerine ikimiz de ona döndük. Emir biraz acımış gibiydi bana ama ben şaşırmıştım çünkü Şükran teyzenin kurduğu cümle benim kurmaya çalıştığımdan daha mantıklıydı. Eksikti ama doğruydu. Eksikliği; yük ben değildim benim taşıdığım hisselerdi. Onlarda amcamlara değil bana yüktü. Hisseler için kurtulmak istenen yeğendim. Emir’in yüzün de tuhaf bir ifade oluştu. “Kimse yeğeni yük diye bu kadar masraflı bir ölüm planı yapmaz.” dedi düşünceli bir şekilde. Sonra olayı bir kenara itip bana: “Ağrın var mı?” diye sordu. Bu soruyu bekliyormuş gibi ağrılarım ben buradayım diye feryat etti. Hareket ettiğimden dolayı omuzumda ki ağrı artmıştı ve arada başımda da gidip gelen bir ağrı daha vardı. Başımla onayladım. Emir yanında ki çantadan beyaz bir ilaç kutusu ve bir dizine iğne çıkardı. “Bunlar ağrılarının dinmesine yardım eder.” dedi. Şükran teyze bana bakıp gülümsedi: “Emir doktor kızım. Yaranı da o tedavi etti.” dedi. Şaşkınlığım arttı. Benim öldürülmek için oraya gittiğimi biliyordu. Peki ya Emir ve Berzah, onlarda mı öldürülmek için oradaydılar? Aklımda ki soruları ağrılarım kesti. “Size nasıl teşekkür etsem bilmiyorum. Minnettarım. Her şey için çok sağ olun, yük oldum size.” dedim mahcubiyete bulanmış bir sesle. “Önemli değil güzel kızım. Biz üzerimize düşeni yaptık.” Şükran teyzenin söylediği şey üzerine ona gülümsedim. Sonra Emir’e döndüm: “Acaba telefonunuzu kullanabilir miyim, yakınlarıma haber vermek istiyorum.” Emir hemen cebinden telefonu çıkardı ve bana uzattı. Ardından ayağa kalkıp Şükran teyzeye döndü. “Sen rahatça konuş biz içeri geçelim.” dedi ve Şükran teyze onun aç olup olmadığını sorarken beraber odadan çıktılar. Bir süre bakışlarım elimde ki telefonda öylece bakakaldım. Kimi arayacağımı bilemiyordum. Tek akrabalarım olan beni öldürmek isteyen amcamı arayamazdım ama onu listeden çıkardığımda geriye hiçbir akrabam kalmadığını gördüm. Belki de Selen’i arayabilirdim babamın sağ koluydu bu yüzden elbette yardım ederdi ama onun da numarasını bilmiyordum. Aklıma sadece Elçin geldi. Yardım isteyebileceğim sadece onlar vardı. Numarayı tereddütle tuşladım ve arama tuşuna bastım. Üçüncü çalışta açmayacağını düşünüp tam kapatacakken Elçin’in sesini duydum: “Alo,” uykulu sesi duygularımı depreştirdiğinden gözlerim doldu, çok özlemiştim. Gözümden akmak için hazır bekleyen bir damla yaşı geriye doğru ittim. “Elçin?” biraz sessizlik oldu sonra Elçin’in çığlığı üzerine telefonu kulağımdan biraz uzaklaştırıp gülümsedim ne olursa olsun heyecanlandığında bağırma alışkanlığını asla bırakmayacaktı. “Hare? Sen misin? Gerçekten sen misin?” dedi bağırarak heyecanlı ve şaşkındı. “Evet, benim.” “Nerelerdeydin Hare biz seni çok aradık kazadan sonra, hatta babam Selen Hanımla ile Hatay’a bile geldi. Senin öldüğünü düşündük çok korktuk Hare, Hicaz amcayla Leyla teyzenin emanetine dahi sahip çıkamadık diye. Çok ağladım senden sonra. Çok şükür yaşıyorsun. Çok şükür. Babaaaa… Anneee…” sesi kesik kesik çıkıyordu sonlara doğru, yüksek ihtimal ağlamaya başlamıştı. “Ne kazası?” “Ne demek ne kazası? Havaalanına gelirken araba uçurumdan nehre yuvarlanmış ya, sen içinde değil miydin? Günlerce seni aradık hala da arıyorlardı. Ama biliyordum emindim bundan. Senin ölmediğine bir ben inanıyordum biliyor musun? Allah’ım hala inanmıyorum. Gerçekten sensin değil mi?” gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Amcamın herkese benim kaza yaptığımı ve kaybolduğumu söylediğine inanamıyordum. “Elçin şimdi beni iyi dinle, ben ölmedim yaşıyorum. Şimdi Kilis’te bir yerdeyim birazdan sana adresi mesaj atarım. Lütfen Selen’i arayıp beni aldırtmasını söyler misin? Aklıma gelen tek numara senin ki idi.” buradan da hemen gitmeliydim eğer amcam burada kaldığımı bir şekilde öğrenirse bana yardım eden bu insanlara da zarar verebilirdi. Ne onları tehlikeye atmalıydım ne de daha fazla yük olmalıydım. “Selen hanım acil bir iş için yurt dışına gitti, hem burada olsa bile seni gelip almak bize düşer şimdi babama her şeyi anlatıp gelip seni alacağız, tamam mı?” “Zahmet etmeyin Elçin, bana bir bilet ayarla ben gelirim.” “Saçmalama Hare, hemen adresi mesaj atıyorsun bende babamın yanına gidiyorum. Hemen.” “Peki gönderiyorum.” “Hare?” “Efendim,” “Çok şükür ki yaşıyorsun. Seni çok özledim.” “Bende seni özledim.” Telefonu kapatıp sakinleşmeye ve Elçin’in söylediklerini hazmetmeye çalışarak biraz bekledim. Fark etmeden tekrar gözümden düşen birkaç damlayı elimle sildim. Yavaşça oturduğum yerden kalkıp Şükran teyze ve Emir’in gülme seslerinin geldiği mutfak olarak tahmin ettiğim yere doğru yöneldim. Boğazımı temizleyerek içeri girince Emir’e döndüm: “Rahatsız ediyorum ama acaba açık adresi aradığım numaraya gönderebilir misin?” dedim telefonu masaya bırakırken. Emir telefonu alıp Elçin’in numarasına mesaj attıktan sonra bana döndü: “Tamam gönderdim. Nereden gelecekler?” “İstanbul.” “En erken bir sonra ki gün gelebilirler. O zamana dek Şükran Sultana yarenlik edersin.” Gülümsedim. Biraz daha burada kalabilirdim. Hem kovsalar dahi buradan başka bir yere de gidemezdim, gidecek bir yerim yoktu çünkü. Emir yemeğini bitirip gitmek için izin istedi. Şükran teyze onu kapıya uğurlarken bende Emir’in salona bıraktığı ağrı kesicileri aldım. Şükran teyzeden izin isteyip kaldığım odaya geçtim. Uzanır uzanmaz da gözlerim sanki ağır bir yük taşıyormuşçasına hemen kapanıverdi. Son on üç gündür ilk defa kâbussuz, derin, güzel bir uyku çektim. . . . Sabah odama dolan hoş kokularla açtım gözümü. Yavaşça yerimden kalktım düne göre ağrılarım biraz hafiflemişti, daha iyi hissediyordum. Burnuma dolan nefis kokuları takip ederek mutfağa gittim, Şükran teyze beni görünce gülümsedi. “Günaydın Hare.” “Günaydın,” dedim bende gülümsemesine karşılık verirken. “Çok güzel kokular geliyor.” “Peynirli ve ıspanaklı katmer yaptım.” Kahvaltı masasını bahçeye hazırladık. Ev bir yazlık ev olmalıydı çünkü etrafta tek bir ev daha görünmüyor, uzun boş araziler uzanıyordu alabildiğince. Tek katlı, taştan döşenmiş, çatılı, küçük yemyeşil bahçeli, insana huzur veren bir evdi. Yemek yemeyi o kadar seven ben, karşımda ki sofrayı gördüğümde oyuncak almış çocuklar gibi gözlerim parıldadı. Hiç bekletmeden Bismillah diyerek başladım. Uzun zamandır hiç böyle güzel bir kahvaltı sofrasına oturmamıştım. Tıka basa yedikten sonra Şükran teyze masayı toplarken bende ona yardım ettim. Yıkanmış bardakları kurulayıp yerlerine dizerken aklımda ki soruları sormanın zamanı dedim: “Beni buraya iki kişi getirdi değil mi? Biri Emir diğeri peki onu hiç görmedim?” “Berzah mı? Seni buraya getirdikten sonra gitti o… İşi vardı... Allah yardımcısı olsun.” dedi içten bir dua ile sesi sonlara doğru endişeli çıkmıştı. Bir şey söylemedim ama iyi şeyler olmadığını kadının yüzünde ki ifadeden anlamıştım. Şükran teyze ile kendime teşekkür niyetine bol köpüklü birer kahve yaptım ve güzel bir muhabbetle yemyeşil bahçede karşılık yudumlarken laf arasında bir sevdiğim olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Orada aklıma ilk Murat geldi. Daima yanımdaydı, görünüşüme saygı duyuyordu, beni anlıyordu. Babama kalsaydı çoktan bize damat olmuştu ama annem sevdiğim bir adamla evlenmemi istiyordu, tıpkı kendi gibi. Her ne kadar Murat’a küçüklüğümden bu yana gizliden bir sevda yaşayıp ona aşk mektupları yazıp, hiç vermeden yırtıp atsam da büyüyünce aslında onun aşk olmadığını anlamıştım. Benim aradığım başka bir şeydi, onu görünce yüreğim çarpsın istiyordum, rüzgâr şarkı söylesin, ay gözlerimde büyüsün, zaman dursun, gözleri beni benden alsın, içinde kaybolayım istiyordum tıpkı bana ‘Özgürsün.’ diyen celladımın safir mavisi gözleri gibi… Baktığımda zamanı unutayım istiyordum. O adamın nasıl da sevilesi gözleri vardı diye düşündüm kendi kendime. İşte o gözlerde zaman dururdu, an unutulurdu. “Gözlerde unutulan zaman sevgiyi çoğaltır.” Dalgınlıkla aklımdan geçen cümleyi seslendirmem üzerine Şükran teyze bana bakıp güldü. Utandığımdan başımı önüme eğip kızarmamın geçmesini bekledim ve sustum. Şükran teyze bakışlarını benden çekip uzaklara baktı: “Muhakkak.” dedi içli bir şekilde. Onun gibi bende evin önünde uzanan sıralı tarlalara bakıp, dalıp gittim. Tıpkı benim gibi ıssız ve kimsesiz duran tarlalara… Omzumda sızlayan bir yara vardı. Ruhumda ki ise dile bile alınmazdım. Tanımadığım bir kadının yanında oturmuş sanki hiçbir şey olmamış gibi sakin bir şekilde kahve içiyordum. Yetim ve öksüzdüm. Ruhumun içine büründüğü bedenden daha bir başına olduğunu hissettim. Üşüyor gibiydim. Ben kimdim? Kimsesizdim. Nereliydim? Yurdum yoktu. Etrafı saran o boşluk üşüyen ruhuma değindi. Sadece yanımda duran kadın değil kâinat bana yabancı oldu. Varlıktan soyundum da ruhumla bir toz zerresi kadar ehemmiyeti olmayan bir şeye dönüştüm. Bu yük önce omuzlarıma bindi ardından gözlerime. Ağladığımı Şükran teyze elime dokunup merhametle gözlerimin içine bakınca fark ettim. “Dayanacak gücüm kalmamış gibi.” kadın birkaç saniye gözlerimin içine baktı. “Allah taşıyabileceğinden fazlasını vermez. Geçecek…” önce elinde ki kahve bardağını masaya bıraktı ardından uzanıp beni teselli etmek için sarıldı. Bir insana verilebilecek en büyük teselli bir sarılmadır. Bende buna sığındım ve düşünmeden matemim için hep ertelediğim gözyaşlarımın akmasına müsaade ettim. Şükran teyze: “Ağla.” dedi omzumu usulca sıvazlarken: “Alışmak için hazmetmen lazım, hazmetmek için ağla.” Onun dediğini yaptım. Hazmetmek için ağladım. Annemin bir daha saçlarımı tarayamayacak olmasını, babamın her gece iyi geceler kızım deyip saçlarımı öpmeyecek olmasını, omzumda ki bir mirastan çok yük olan hisseleri, benden ölüme gönderecek kadar nefret eden amcamı, içimde ki burukluğu, yapayalnızlığı hazmetmek için ağladım. Mademki buna da alışmam gerekiyordu alışacaktım. Akşam yemeği vakti Şükran teyzeyle beraber bir güzel yemeklerimizi yiyip masayı topladık beraber bulaşıkları yıkayıp çay demledik ve sabah bahçede oturduğumuz sedire oturduk. Şükran teyze çok bilgili, konuşkan bir kadındı. Hele anlattığı bazı fıkradan farksız olaylara kahkaha atmamak elde değildi. Oturduğumuz o süre boyunca onu dinlerken uzun zamandır bulunduğum sessizliğin ardından sadece birini dinlemenin bile beni ne kadar mutlu ettiğinin farkına vardım. Şükran teyzede aslen Hataylıymış hatta biraz zorladıktan sonra bizzat olmasa da büyük dedemi tanıdığını öğrenmiştim. Şükran teyze kendinden bahsettikçe Berzah’ı daha çok anıyor onu andıkça da ben daha çok merak ediyordum çünkü ondan bahsederken içinden bir sevgi fışkırıyor gururla gözlerinin içi parlıyordu. Şükran teyzenin eşi askerdeyken henüz yirmi bir yaşında şehit olmuş, kendisi iki aylık hamileymiş o zamanlar. Kocasının ölümü daha tazeyken birde çocuğunu kaybetmiş doğduktan altı ay sonra. Eşini çok sevdiği için ondan sonra da bir daha evlenmemiş. Berzah daha küçükken onunda annesi vefat ettiği için Hatay’dan Şükran teyzeyi bulmuşlar ona hem bakıcılık hem annelik yapması için. O gün bugündür Şükran teyze Berzah’ı evladı gibi bilmiş, o da Şükran teyzeyi annesi yerine koymuş. Buraya kadar her şeyi normal bir şekilde anlatırken ben: “Peki, burada ne arıyorsun Şükran teyze?” diye sorunca yüzü düştü, gözlerinde ki o parıltı da uçup gitti. Cevap vermedi. Keyfinin kaçtığını, üzerine bir hüzün çöktüğünü görünce bende sorduğuma pişman olmuştum. Şükran teyze karanlığa doğru dalınca konuyu değiştirmek için esnemeye çalışarak: “Saat de ilerledi epey. Beklemekten yorgun düştük?” dedim daldığı yerden çıkıp bana tekrar gülümsedi. Biraz önceki hüzünlü hali hemen dağılıvermişti. “Hadi uyu, yarın almaya gelecekler zaten seni. Uykusuz görmesinler.” dedi ona gülümseyip boş bardakları alıp içeri doğru geçtim. O da arkamdan gelirken ona dönüp sordum: “Bir daha görüşür müyüz Şükran teyze? Ya da sana nasıl ulaşacağım ben? Bu iyiliklerinin karşılığını vermek isterim.” “Berzah’a söylerim sana numaramı versin. Araşırız. Baktık olmuyor yerimiz belli olunca sana adresi veririm beni görmeye gelirsin.” Yerimiz belli olunca lafına takıldım lakin az önce ki gibi olacağını düşündüğüm için üstelemedim. Şükran teyzeyi bırakıp odama gittim. Yorgundum ama uykudan eser yoktu. Dönüp durdum. Aklım yine aynı nağmeleri çalıp duruyordu. Bundan iki ay önce annem ve babamla, üç kişiye göre kocaman evimizde mutlu bir hayatımız vardı. Babam işine ve ailesine düşkün, saygın ve sevilen birisiydi. Dostları düşmanlarından kat be kat fazlaydı. Beni de annemi de çok severdi. “Harem…” derdi bana her defasında neden bana sert, kaya anlamlarına gelen bir isim koydun diye yakınırdım. “Hicaz‘ın kızına kaya gibi durmak yakışır.” derdi annem onun bu söylemine kızar “Asıl benim kızıma sevgi ve şefkatle durmak yakışır.” diye söylenirdi. Aramızda latife yapar bazen kahkahalara boğulurduk. Babam bir keresinde anneme “Her şeyimiz benim adıma binaen senin adın nasıl olur da Medine değil anlamadım” diye sahte bir şaşırmayla sormuştu. O böyle söyleyince annem de gülümseyip “Adını Mevla’nın evini koymuşlar, Allah sana bir Leyla göndermiş. Aşkın evine, aşkı bileni koymuş.” demişti. Hala aklımdan çıkmazdı o gün annemin babama bakışı. Onların arasındaki bu sevgi bazen gözlerimi doldururdu. Onların birbirilerine olan bağlılıkları beni hayrete düşürürdü. Esas olan sevgiydi, babamın anneme annemin de babama gösterdiği gibi koşulsuz güven, sadakat, bağlılıktı. Annem asıl huzurun İslam’dan geldiğini, bizim aramızdaki bağlılığın güçlenmesinde Allah’a olan sevgimizin esas olduğunu söylerdi. İkisini gördükçe baki olan sevgiye olan inancım artardı. Başkalarının aksine masallara inanan biriydim, umutluydum tüm bu zorlu günler geçince güneşli parlak günler gelecekti. Emindim. Gözümden bir damla yaş düştü yine. Onlardan geriye sadece anılarım kalmıştı ve Şükran teyzenin dediği gibi hazmetmem gerekiyordu. Hazmedince alışabilirdim. Babam arkasında emeğiyle bugünlere getirdiği kocaman bir şirket ve bana büyük bir hisse bırakmıştı ama ben buna dahi sahip çıkamıyordum. Babamın bin bir emek harcadığı şirket uzun yıllar ona kin gütmüş üvey kardeşine kalacaktı. Eğer babam hayatta olsaydı ve beni böyle görseydi eminim ki hayal kırıklığına uğrardı. O halde ben onu hayal kırıklığına uğratmayacaktım. Benim hakkım her ne ise onu geri alacaktım. Aklıma gelen fikir beni biraz ürkütmüştü zira intikam almak bir Müslümana yakışmazdı ama benim gayem amcamdan intikam almak falan değildi sadece onun aklını başına getirmekti, haksızlığa uğrayan taraf bendim o halde adaleti de arayacaktım. Bu düşüncelerle yatağıma uzandım. Allah’a dua edip gözlerimi kapadım. Bir yola girmeye karar vermiştim. Sonu hayır mı şer mi, bilmiyordum. Sadece hayır olsun dedim içimden. Hayrolsundu. . . . Sabah sessizce kalkıp banyoya gittim elimi yüzümü yıkayıp yarama pansuman yaptım. Sonra hemen mutfağa gidip çay demledim. Şükran teyzeye teşekkür etmek niyeti ile hemen işe koyulup güzel bir kahvaltı hazırladım. Ben çayları doldururken Şükran teyze mutfağa girdi. Kahvaltıyı gördüğünde önce biraz şaşırdı sonra gözlerinin içi ile gülümseyerek: “Maşallah bir de hamaratsın demek.” dedi. Kahvaltı yine epey keyifli geçti. Şükran teyze yine konuşmaları ve anılarıyla beni güldürmüştü. Bana iyi davranan, sahip çıkan, koruyan, yardım eden yabancı birinin sohbetini, konuşmalarımızı, bu rahat halimi özlemek ne kadar acayip olur bilmiyorum ama iki günde sanki uzun zamandır beraber yaşıyormuş gibi alışmıştım karşımda ki bu kadına. Bu yüzden kalan zamanımızı memnuniyetle geçirdim. Salonda yerimde duramazken Şükran teyze heyecanlı halime gülüyordu. Nihayet kapı zilinin çalmasıyla bir heyecan tüm bedenimi sardı. Elçin’i görme isteğim depreşmişti. Tanıdığım sevdiğim bir insanı görmek istiyordum. Şükran teyze ayağa kalkıp kapıya doğru gitti. Kocaman gülümseyen yüzümle kapının biraz gerisinde beklerken, o kapıyı açtığında kapıda Emir’i görmemle gülümseyişim solup gitti. Emir bunu fark etmişti: “Ne o beni gördüğünüze sevinmediniz mi?” dedi kollarını Şükran teyzeye sararken. “Olur mu kuzum? Hare kendi arkadaşını bekliyordu ondan. Hoş geldin, sefa getirdin.” dedi o da Emir’e sarılırken. Sonra bir şey hatırlamış gibi telaşla geri çekildi ve Emir’in ardı sıra baktı. Yüzü bembeyaz kesildi. Berzah’ı görememenin gözlerine bir korku taşıdığını fark ettim. Bu Berzah denen adam önemli biri olmalıydı. Öyle ki düşmanı da çoktu zannımca çünkü Şükran teyze sürekli onun iyi olması için dua ediyor adını anınca gözleri doluyordu. Sanki başına kötü bir şeyler gelecekmiş gibi endişeliydi her an. Şükran teyzenin bu tepkisi üzerine Emir güldü: “Berzah arka bahçede adamlarla konuşuyor, gelir şimdi.” Şükran teyze derin bir nefes aldı. Rahatladığını anlayabiliyordum onun bu şefkati beni gülümsetti, kadın fıtratında ki şefkat çocuğun parmak ucuna iğne dahi batsa sızlardı, acırdı. Annemden bilirdim. Şükran teyze ve Emir ile salon geçip tekrar beklemeye başladık. Emir, Şükran teyzeye tanımadığım birkaç isim ve olaylardan bahsederken ben sessizce onları dinliyordum. Şükran teyze: “AA gördün mü ilaçlarımı unuttum.” dedi tam ayağa kalkacaktı ki ondan önce davrandım: “Sen dur Şükran teyze ben getiririm, hem su içeceğim.” Gün boyu heyecandan sürekli su içmiştim ama sanki hala o hücredeymişim gibi susuyordum. Orayı hatırlayınca içime yine bir sıkıntı oturdu susuzluğuma susuzluk kattı. Bir an nefessiz kalmışım gibi hissettim. Aynı anda mutfak kapısına çarptım. Mutfağın kapısı ne zamandan beri orman kokusunu taşıyordu bilmiyorum ve bu has parfüm kokusu nasıl olurda insanı sarıyordu onu da anlamadım. Kokuyu içime çekerken gülümsedim. Bana rahatlık vermesi ise kokunun tanıdıklığıydı. İçimde ki tüm kara bulutlar yavaş yavaş dağılırken beynimin gönderdiği uyarıyla başımda şimşekler çaktı. Kapının kokusu olmazdı ve en önemlisi bu mutfağın kapısı yoktu. Hemen bir adım geri atıp da gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey bir çift erkek ayakkabısı oldu. Önce bir erkeğe çarpıp sonra onun kokusunun hoşuma gittiğine inanamıyordum. Utanarak lacivert takım elbise giymiş adamdan özür dilemek için başımı kaldırdım ve kokunun sahibinin safir gözler olduğunu gördüğümde donup kaldım. Kalbimde ki tüm kelebekler geri vites yapıp vücudumu terk ettiler. Tüm hissiyatım körelmiş gibi önce celladım sonra kurtarıcım olmuş, safir gözlerinin soğukluğu insanı donduracak kadar güzel olan adama öylece bakıp kalmıştım. Neler oluyordu hiçbir fikrim yoktu. İçimde ki sert bir kaya gibi duran Hare bile sessizleşmiş “Bu nasıl tevafuk.” diyordu. Susuzluğum bir şey miydi? Annemin anlattığı çöl gecelerinin lacivert örtüsü şuan karşımdaydı ve havada ki lacivert örtünün karanlığa sunduğu şiddetli rüzgâr beni serinleteceğine Kerbela kadar yakıyor, içimi kurutuyordu. Ben bu lacivert örtünün altında nefessiz kalır ölürdüm. Bu safir mavisi gözlerde susuz kalır can verirdim. Bu nasıl bir ihtiyaçtı? Beni öldüreceğini bile bile bu imtihana ihtiyacım varmış gibiydi. Bu nasıl bir duyguydu? Benim yıkılmamasını umduğum duvarlarımın hepsi yerle bir olmuştu. İşte şimdi o duvarların altındaydım bende. Birine ilk görüşte kalbinin çarpması demek böyle miydi? Artık ne mecalim vardı ne takatim. Başım dönüyordu. Dizlerimin bağı çözülürken yine hissettiğim tek şey düşmemem için bana dolanan bir çift kol ve duyduğum tek şey Şükran teyzenin hem sevinçli hem endişeli sesiydi: “Berzah, oğlum.” *** |
0% |