@cigdemgah
|
Sabahın yedisinde; kendi arabasıyla bizi hafta sonu daveti için almaya gelmiş, geceden uykusuz olduğunu belli eden kızarmış ve bir tık daha koyulaşmış safir gözleri, tahminimce düzeltmeye üşenmiş dağınık saçları, iki gündür değiştirmediğini belli eden kıyafeti ve sert yüz ifadesi ile kapıda bekleyen Berzah’ı gördüğümde kalbim sıkışarak göğüs kafesimin derinliklerine saklandı. Yanımda duran Derya ile Berzah’ın iki günü çifte kumrular gibi geçirecek olmalarına parmak basan sevgili yengemin ikisini baş başa bırakmamam konusunda beni üstü kapalı tembihlemesini anımsadım. Sağ gözüm seğirtti. Derin bir nefes alıp Derya’nın Berzah’ı gördüğü için aydınlanan yüzüne, içi gülen gözlerine baktım. Kendimi bu şekilde motive etmeliydim. Ötesine tüm duygularımın sesini kısmalı, aklımın odalarını kilitlemeliydim. Saat 08:30. Daha önce bir kez daha gelmiş olduğum Berzahların çiftlik evinde bana ayırdıkları evin en ücra köşesinde ki küçük odadayım ve odayı endişe ile tavaf ederken ayaklarım zemini neredeyse aşındırmıştı. Daha geleli bir saat bile olmamıştı ama benim tüm hücrelerim patlayacak kıvama gelmişti ve koskoca iki gün nasıl geçecekti endişeleniyordum. Geldiğimizde bizi Şükran teyze ve Emir karşıladı, onlarla vakit geçirme fikri beni biraz olsun rahatlatmıştı ama bu rahatlama Berzah’ın hemen yanımda ki odada kaldığını öğrenmem ile yine uçup gitmişti. Duvarların kaç santim olabileceği hesaplarını bile yapacak kıvama gelmiştim. Tırnaklarımı birbirine geçirirken nihayet volta atmayı bıraktım. Kahvaltıya gitmem gerekiyordu ama iştahım başını alıp karşımdaki dağın ardına saklanmıştı. Sakinleşmem ve başka şeyler ile kafamı doldurmam gerekiyordu. Yatağa oturup dayımın gönderdiği zarfı çantamdan çıkardım ve şık bir kâğıda zarif el yazısı ile yazılmış mektubu bir kez daha açtım. “Hare, Bu sana elden yazdığım ikinci mektubum. Sana attığım onca e-postadan cevap yok ve aramalarımın hiçbirine geri dönmedin. Galiba diğerleri gibi bu mektuba da cevap vermeyeceksin. Cenazeye gelemediğim için bana kızgınsın biliyorum ama senden beni dinlemeni ve beni bağışlamanı rica ediyorum. Çok üzgünüm. Seni yalnız bıraktığım için günlerce kendimi affetmedim. Bu yüzden beni değil de amcan da kalmayı tercih ettin biliyorum. Bunun için sana kızmıyorum, buna hakkım yok. Sıhhatim iyi olmadığı için yolculuk yapmam yasak ama ilk fırsatta soluğu yanında alacağım. Ben sadece senin için endişeleniyorum, sen bana Leyla’nın emanetisin ve seni oralarda bir başına bırakmış olmak beni kahrediyor. Lütfen ne olursa olsun burada bir ailen olduğunu ve bir dayın olduğunu unutma. Beni affetmeni ve bana ulaşmanı umut ediyorum kızım. Sevgilerle, dayın Beşir.” Beşinci defa okuduğum mektubu tekrar katlayıp masanın üzerine koydum. Dayımı en son birkaç yıl önce İstanbul’da bize ziyarete geldiğinde görmüştüm. Annemin ailesinden tanıdığım dahası annemle irtibatta olan tek kişiydi Beşir dayım. Tabi bir de küçük teyzem Safiye vardı ama onunla da sadece birkaç kez telefonda konuşmuştuk, onun dışında bir muhabbetimiz yoktu. Dayım ailede annem ile en çok benzerliği olan kişi hem de şaşırtıcı derecede bir benzerlik bu. Annem, babamla evlendiğinde tüm aile onu reddederken dayım ailesinin yaptığına karşı çıkmış, annem evlendikten sonra bile onunla irtibatını kesmemiş ve öyle de devam etmiş. Dayımdan sonra da teyzem annemle konuşmaya başlamış. Annem ailesinin kendisi ile görüşmeyi reddetmesine sessiz kalıyor, onlara kızmıyor ama içten içe kahroluyordu. Birkaç kez de annesini aradığını görmüştüm. Ahize elinde sessizce bekler karşıda ki sesleri dinlerdi. Bazen konuşmaya çalışırdı ama daha bir iki kelime edemeden telefon yüzüne kapanırdı. Onun o halini gördüğümde içim ezilirdi benimde, ona kol kanat germek ister, hüznünü dağıtmak için çırpınırdım. Annem her ne kadar aksini yapmaya çalışsa da sevgili anneannem Fadi’yi, diğer teyzelerimi ve dedem Habib’i daha tanımadan sevemeyerek büyümüştüm. Annemi üzüyorlardı bu yüzden benim için iyi insanlar değillerdi. Bu yargımı dayımın son yıllarda ki ziyaretlerinden sonra yıkmıştım tabi. Bana gizlice gönderilen hediyelerinin diğer akrabalarımdan olduklarını biliyordum ama bunu ne dayım dile getirirdi ne de ben kimden geldiğini sorardım. Var ile yok arası bir bağdı bizim ki ve tabi ki cenaze için hiçbiri gelmemişti. Başsağlığı için ise yine dayım ve teyzem dışında kimse aramamıştı. Ne kadar çok beklediysem de dayım gelmemiş beni hayal kırıklığına uğratmıştı. O kadar zamandan sonra şimdi aldığım mektup bir boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Biraz duygulanmıştım çünkü dayımı bende çok özlemiştim ama ona kırgındım. En çok annemi sevdiğini söyler dururdu babasına rağmen annemi terk etmeyen tek kişiydi ama biricik kardeşi öldüğünde cenaze törenine gelmemişti ve daha yeni kanatlarım koparılmışken beni kafese tıkmalarına izin vermişti. Beni yalnız bıraktığı için onu affedemiyordum. Amcam benimle ilgilenmezse mutlu olabilirdim ama konu dayım olunca görmezden gelemiyordum. Ona en ihtiyacım olan zamanda beni bir başıma bırakmıştı. Onu bir daha asla anmayacağıma, öyle bir dayım olmadığına söz vermiştim kendime ama bu mektup ile birlikte o söz uçup gitmişti. İçimde o boşluğu doldurmaya çabalayan ses onu aramamı söylüyordu. Telefonumu elime alıp Selen’i aradım ve dayımın numarasını bulmasını istedim yaklaşık on beş dakika sonra Selen’in verdiği iki numaradan birini tuşlayıp beklemeye başladım ama o kadar çalmasına karşın kimse cevap vermedi. Ardından ikinci numarayı tuşladım o da uzunca çaldı ama sonunda telefonu Arapça konuşan muhtemelen sekreter olduğunu tahmin ettiğim bir kadın açtı: “Evet?” dedi. “Hayırlı günler ben Beşir Abdullah’ı aramıştım.” “Ben sekreteriyim, nasıl yardımcı olabilirim?” “Ben Hare. Beşir Abdullah’ın yeğeniyim dayımla görüşebilir miyim?” “Leyla hanımın kızı Hare Karan mı?” “Evet,” “Ah! Hare hanım, Beşir bey uzun zamandır sizden telefon bekliyordu sonunda ona ulaşmanıza çok sevinecek ama ne yazık şuan o burada değil. Bir iş seyahatine çıktı. En erken bir hafta sonra döner ama mutlaka aradığınızı söyleyeceğim.” “Anladım, peki ona ulaşabileceğim bir numara alabilir miyim?” “Elbette ama ulaşabileceğinizi sanmıyorum.” Yeni numaraya bakıp iç geçirdim. Sanırım bunca uğraş Allah’ın bana ona ulaşmasan daha iyi olur deme şekliydi. Numarayı yazdığım kâğıdı katlayıp onu da çantama koydum ve korkunun ecele faydası yok deyip kahvaltıya gitmek için bir besmele çektim. Yemyeşil bahçede hazırlanmış kahvaltı masasına yaklaşırken yine kahvaltıya en son ben geldiğim için kendime bir kez daha kızdım ve galiba boş olan tek yerin Berzah’ın yanı olması da bana Allah'ın tedbirsizliğim için verdiği cezaydı. Herkes kahvaltıyla meşgul iken Berzah'la sandalye arasında gidip gelen bakışlarım sonunda mağlup oldu ve sessizce onun orada olmadığını farz ederek oturdum. Benim oturmamla Berzah’ın bana dönen bakışlarını görmezden gelerek Derya’ya gülümsedim. Çayımı henüz yudumlamıştım ki Zehra Hanımın ilk iğneleyici lafı geldi: “Keşke daha erken gelseydin Hare, Şükran hanımın anılarının çoğunu kaçırdın. Ah! Bu kız hep böyle işte.” bakışlarım yavaşça onu buldu hiç haz etmediğim o yapmacık neşesi ne zaman yerinde olsa bana laf kondurmadan duramadığını biliyordum bu yüzden yorumuna sessiz kaldım. Benimle birlikte Derya’nın da yüzü düşmüştü, hoşnutsuzluğunu belli ederek annesine bakıyordu. Şükran teyzenin gülümseyerek: “Aman canım önemli mi sanki, Hare kızım eğer isteseydin kahvaltını odana da getirtirdik.” deyip göz kırpışına gülmemek için kendimi zor tuttum, etrafımda ki soğuk rüzgârları biraz olsun dağıttı. O Sırada Berzah’ın da bana baktığını gördüm. İkinci defa bu kadar yakındı bana ve sabah güneşinde safir gözleri tüm güneşi yutmuş gibi parlıyordu. Berzah sabah ki kıyafetlerini değiştirmiş. Saçına başına özen göstermiş. Bu görüntüsü ile sanki… Hemen donan gülümsememle başımı önüme eğdim. Olmaması gerektiğini bininci defa kendime hatırlattıktan sonra tekrardan kahvaltıma devam ettim. Amcamla Berzah’ın iş konuşmalarını dinlemek için ağırdan aldığım kahvaltımdan başımı kaldırdığımda masada sadece ben, Derya ve Berzah kalmıştık. Bakışlarım ikisi arasında gidip geldi ve kendimi fazlalık gibi hissetmeye başlayınca onları baş başa bırakıp bırakmamam gerektiğini düşünürken Zehra hanımın sakın ikisini baş başa bırakma fısıltıları zihnimde yankılandı. Onları geriye ittim ve hemen ayağa kalktım. Heyecanla kalktığım masada aceleci davranmam çatalımı yere düşürmeme neden oldu. Utanarak almak için eğildim o sırada Berzah da düşen çatala uzandı ve ben ulaşamadan yerden kaldırdı, doğrulmadan hemen önce bana doğru fısıldayarak: “Konuşmamız gerek.” dedi. Tabi ki buna evet cevabını vermeyecektim, veremezdim. Hiçbir şey söylemeden arkamı döndüm. O sırada Kerim de bize doğru geliyordu. Bana gülümseyerek: “Günaydın.” dedi. “Günaydın.” burada ne işin var der gibi baktım çünkü Kerim bu ortama girmeyeceğini bağıra bağıra söylemişti, bakışlarımdan anlamış olacak ki gözlerini devirdi: “At binmek için öneride bulundular koşarak geldim. Bir de sen varsın diye en azından sıkılmam dedim." Kerim, Derya ve Berzah beraber at bineceklerdi ve sanırsam bende onlara katılacaktım. Bu düşünceyi tarttım, at binmeyi severdim. Lisedeyken babamla beraber bazı hafta sonlarını at çiftliğinde geçirirdik ama uzun zaman olmuştu tabi yine de bunu tekrarlamak iyi gelebilirdi. Kerim izin isteyerek yanımda ayrıldığında bende odama çıkıp kıyafetimi değiştirdim. Tekrar evden çıkmadan önce salonda amcamı gördüm. Yalnızdı. Murat’ın banka hesaplarının olduğu dosyayı ve kayıtları bulmam için elimi çabuk tutmamı söyleyip durduğu için bir an önce şirkette işe başlamak istiyordum ve bunu amcama konuşmanın şimdi sırası diyerek yanına gittim. “Amca, şimdi sırası değil ama sana söylemek istediğim bir şey var?” elinde ki gazeteyi bir kenara bırakıp gözlüklerini çıkardı. “Tabi, neymiş söyle bakalım.” “Biliyorsun tüm gün evdeyim, burada yapacak hiçbir işim yok. Okulum, evim, tüm düzenim İstanbul da. Tüm işler başıboş duruyor öylece. Daha fazla böyle süremez. Bir yerden başlamam lazım. Senin de izninle İstanbul’a dönmek istiyorum. Ölene kadar burada sizinle yaşayamam.” “Tabi ki de haklısın Hareciğim, ama seni yalnız göndermeye içim elvermiyor en azından bir süre daha burada kalsan. İşleri dert etme nasıl olsa bir şekilde hallolur sen kafaya takma. Kendini tamamen iyi hissene kadar burada kal. Tabi evde canım sıkılıyor diyorsan bizim merkezde ki ofiste sana bir oda hazırlayalım ne iş yapmak istiyorsan yaparsın olur mu?” “Çok memnun olurum.” Pazartesi başlayacağım sözü verdikten sonra amcamın yanından ayrıldım. Elbette ki yarın biletini ayarlayalım demesini beklemiyordum. Beni hiçbir yere bırakmayacağını elbette biliyordum. Burada kalmaya dayanabildiğim kadar dayanmalıydım ve bir an önce hesaplarda ki gizli kaynakların nereye gittiğini bulmalı ve bunu Selen’e söylemeliydim. Ancak öyle yasal olarak ona dava açabilir ve amcamı saf dışı bırakabilirdik. Koridoru geçtikten sonra Şükran teyzeyi odasından çıkarken gördüm. Oda önce etrafa bir göz attı başı ile onu takip etmemi istedi. Aynı evin içinde yaptığımız bu gizli gizli buluşmalar beni güldürdü ama yine de sessizce onu takip ederek misafir odalarından birine girdim. Epey süren bir hal hatır faslından sonra Şükran teyzeye olanları anlattım, yüzünden bana çok üzüldüğünü görüyordum. Uzanıp bana sarıldı ve iyi dileklerde bulundu. Yanından ayrılmadan önce Şükran teyzeye çoktandır aklımda olan ve cevabını merak ettiğim soruyu sordum: “Berzah’a neden Nadir Karan’ın yeğeni olduğumu söylemedin?” Şükran teyzenin gülen yüzü hüzünle kaplandı, birkaç dakika düşündükten sonra cevap verdi: “Bilerek söylemedim kızım, en azından o zaman bilmeselerdi senin için daha iyi olurdu. Seni bizimle Allah rastlaştırdı, hele bir bakalım da sonuç ne olur dedim.” “Berzah bilseydi ne olurdu ki?” Şükran teyzenin hüznü yerini bu defa derin düşüncelere bıraktı. Buruk bir gülümseme kondu dudağına. "Eğer Berzah bilseydi seni amcana karşı kullanırdı." dedi ve bu konuda oldukça ciddiydi. Yine hiçbir şey anlammış gibi ona baktım. Aklımda ki çizgiler yavaşça birleşti böylece Berzah’ın amcamla bir sorunu olduğuna emin oldum. Beni kullanacağını düşündürtecek kadar ne alıp veremediği vardı ki? Peki ya Derya onu da kullanıyor muydu? Amcam kızını kendi eliyle Berzah’a sunmuştu ve o da kabul etmişti. Görünüşe göre her şey normaldi ama Şükran teyzenin söylediğinden sonra içimden bir his bunun bildiğim gibi olmadığını fısıldadı. Ardından Şükran teyze bu defa gözlerinin içiyle gülümsedi: "İyi ki de söylememişim. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum kızım. Berzah'ın da artık bir şeylerin farkına vardığı umudundayım ama inşallah bu defada geç kalmaz." dedi. Aklımda yeni bir soru zinciri oluşması kaşlarımı çatmama neden oldu. Neyin farkına varması gerekiyordu ve daha önce ne için geç kalmıştı? Sorular biriktikçe beynimin içinde bir kütle oluşuyor, dönüp duruyor ve gittikçe büyüyordu. Bir an patlayacakmış gibi hissettim. Ona sormak üzereydim ama dışarıdan birinin seslendiğini duyunca hemen ayaklandı ve odadan çıktı. Evden çıkıp atların olduğu ağıla vardığımda Kerim çoktan oradaydı. Beni görünce gülümsedi ve el sallayarak yanına gitmemi istedi. Ne Berzah ne de Derya ortalıkta görünmüyordu. Onlar gelmeden bir iki tur atıp biraz kendimle vakit geçirebilirdim diye niyetlenmiştim ki uzaktan geldiklerini görünce erken sevindiğimi anladım. Kerim daha yanımıza gelmelerine fırsat vermeden bağırarak konuştu: “Berzah! Şu arkada ki kıratı ben alıyorum yanındakini de Hare. Biz bir iki tur atalım siz de takılın." Kerim’in bu asi çocuk tavrı Berzah'ın bayağı canını sıkmıştı. Öfke kusan gülümsemesini bir tek ben mi görüyorum diye baktım ama öyle görünüyordu, Kerim de Derya da farkında değildi. Berzah ve Derya arasında üçüncü kişi olmak ve Kerim ile bitmeyecek bir tur yapmak arasında kötünün iyisini seçip Kerim’in ardına takıldım. Ben arkamı dönüp giderken Berzah bize doğru yaklaşmıştı ve yumuşacık bir sesle Derya’ya: "Sen girişte ki veranda da otur, ben bir tur atayım." dedi. Bir şey oturdu kalbimin tam ortasına yine. Kelebeklerim bu defa kendileri yavaşça içimin gölgelerine çektiler. Ardıma bile bakmadan Kerimin söylediği ata yaklaştım. Ona dokunduğumda epey bir huysuzlandı. Uzun siyah yelesini okşadım. Uzanıp alnından öptüm. Elimde ki havucu barış simgesi olarak ona verdiğimde az da olsa kendimi sevdirmiş gibiydim. Yularını elime aldığımda eyerin üzerine kazınmış isim dikkatimi çekti: Akad. Soyadını verdiğine bakarsak Berzah’ın atına binecektim anlaşılan. Kerim ile ilk defa baş başa biraz zaman geçirmiştik ve ilk defa Kerim'i gerçekten keyifli görüyordum. Onun bu yeni keşfettiğim yanı bayağı eğlenceliydi. Keşke en başta gösterdiği düşmanca tavır yerine böyle davransaydı bana çünkü az da olsa bu samimiyetinde biraz geç kalmışlık vardı ama yine de bunu göz ardı edebilirdim. Birlikte geçirdiğimiz bir saatin sonunda beni attan düşürme çabalarından bindiğim atımı hızlandırarak kurtuldum. Bayağı bir bana yetişme girişimleri sonuç vermeyince Kerim de sonunda pes etti. Bindiğim at çok iyiydi, Berzah’ın ata neden soyadını verdiğini rüzgârı yüzümde hissedince daha iyi anlamıştım. Kerim’den epey bir uzaklaştığımı anlayınca Akad’ı yavaşlattım: “İyi iş çıkardın oğlum aferin.” deyip yelesini okşadım, biraz dinlenmesi ve su içmesi için sırtından indim ve göl kenarında biraz ilerledim. Etrafı incelerken sık uzun ağaçların ardından bir gülme sesi işittim. Merakla o yöne döndüm. Atın yuları da hemen elimdeydi korkan yanım eğer tehlikeli bir durum olursa hemen ata atlayıp kaçabilme hesabı yapıyordu ki Berzah görüş alanıma girdi. Bir eli ile yanında ki atın boynunu okşuyordu diğeriyle de telefonu tutuyor, bir şeyler söylüyor ve gülüyordu. Kahkaha attıracak kadar onu mutlu eden kimdi merak ettim. Onu ilk defa bu kadar keyifli görmüştüm ve benimde buna mutlu olacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi. Karanlıkta ki kelebeklerim yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Onu izlemeye dalmış ve yavaşça kötü olan ruh halimi geri de bırakmıştım ve yüzümde hafif bir gülümseme oluşmuştu. Onu daha iyi görmek için biraz daha ilerledim. Uzun zamandır ilk defa içimin soğuk, karanlık duran yanları günışığı almış gibiydi onu izlerken ve buna gerçekten ihtiyacım vardı. Üşüdüğüm onca zamana değin bu gülüş unutturuyordu bana hepsini. Subhanallah döküldü dudaklarımdan. Az sonra Berzah telefonu kapattı ama hala gülümsemeye devam ediyordu. Yanında ki atın yelesini okşadı. Dudakları kıpırdanınca atıyla konuştuğunu anladım. Bu manzarayı hiç bıkmadan seyredebilirdim ta ki Akad sesli bir şekilde kişnemeseydi ve Berzah anında çatılan kaşlarıyla bizim olduğumuz tarafa bakmasaydı. Yerin dibine girme isteği daha önce hiç bu kadar kabarmamıştı içimde. Bir umut görmemiş olsun diye hızla arkamı döndüm: "Hare!" diye seslendi Berzah tınısında ki şaşkınlık bana el sallarken. Gerçekten Berzah'a yakalandığıma inanmıyordum. Eğer Berzah'a dönersem tamamıyla rezil olacaktım tabi dönmesem de öyle olacaktı ama en iyisi onu görmemiş gibi saçma bir duruma girmekti çünkü onun yüzüne şimdi bakamazdım. "Elin adamını gözetlersen Allah cezanı böyle verir Hare." Dedi içimde gözlerini bana deviren Hare. Akad’a ters ters baktım: “Sırf sahibinin soyadını taşıyorsun diye taraf tutman doğru mu?” diye onu da azarlamadan edemedim. Tek seferde ata binebildiğim için kendimi tebrik ederken arkamdan hala seslenmekte olan Berzah'ı yok sayıp duymazdan geldim ve geldiğim yolu hızla geri döndüm. Hemen çiftliğe gitmek yerine biraz daha oyalandım çünkü yüzümün kızarması ve kendime kızma faslım ancak geçerdi, birkaç gün Berzah ile karşılaşmazsak daha iyi olacaktım. Berzah'ın ses tonu hala kulağımda çınlarken da fazla geç kalamayacağımı anladığımdan eve dönüş yolunu tuttum. Kimseye görünmeden Akad’ı yerine bıraktım ve dikkatlice odama yol aldım. Berzah ile karşılaşmadan önce ne kadar kaçabilirsem bana kârdı. Şükran teyze ile merdivenlerde karşılaşınca hemen Berzah'ın nerde olduğunu sordum. Evde olmadığını öğrenince derin bir nefes aldım. Bu akşam geçerdi çok şükür. Akşam yemeği sakin geçmişti. Yemekten sonra Şükran teyzenin ısrarı ile mutlu ailemle beraber karşılıklı kahve içmiştim. Şaşırtıcı derecede epey bir sohbet, muhabbet etmiş, gülüp eğlenmiş, konuşmuş ve gerçek bir aile gibi hissetmiştim. Şükran teyzenin sayesinde ne kadar yapmacık da olsa Zehra Hanım ve amcamın bu gece ki konuşmaları tavırları bayağı samimi ve gerçekçiydi. Nasıl olurda böyle mutlu olmak varken her zamanki kasvetlerine gömülüyorlardı bu insanlar, hiç anlamıyordum. Keşke hep böyle olsaydı diye düşünüyordum kahve faslını bitirip odamın kapısına varmışken. Kapıyı açıp içeri girdim, farklı bir koku geldi burnuma, bir yerlerden tanıdıktı ama anlayamayacak ve düşünemeyecek kadar yorgundum. Işığı açmak için elimi prize götürdüğümde prizin yumuşak ve canlı olduğunu hissetmemle birlikte ağzımdan çıkan çığlığı bastırmak için ağzıma kapanan bir çift el, ışığın açılmasıyla etrafın aydınlanması ve o tuhaf kokunun kime ait olduğunu kavramam, dahası korkmamın hoşuna gittiği için gözünün içiyle gülümserken "Şşş!" diyen safir okların sahibini görmem… Hepsi aynı saniyelerde oldu. Yüreğim ağzıma gelmişti. Ben tepeme vuran şaşkınlık ve öfkeyle Berzah'a bakarken o gülümsüyordu: "Sakin ol. Korkma." dedi amacının beni bilerek korkutmak olduğunu saklamaya bile ihtiyaç duymayarak. İçimde ki zor tuttuğum onu öldürme isteği ile dolu Hare’yi gerilere itip ondan uzaklaştım. Bir iki dakika kendime gelmek için elimi yüzüme kapattım. Berzah'a döndüğümde bana olan bakışlarında bir yumuşama gördüm. Korkuttuğu için vicdanı mı sızlıyordu? Biraz önce ki korkudan donmuş kelebeklerim yavaşça mayışmış bir şekilde kanat çırpmaya başlamıştı ama bu bile öfkemi ve burada olmaması gerektiğini bastıramazdı. Öfkeli sesimi alçalttım: "Ne işin var senin burada?" gülümsemesi yerine geldi ve bana doğru bir adım attı: "Beni bir de yakından gör istedim." dedi imalı bir şekilde. Sabah ki olayı hatırlatmıştı. Utanarak bakışlarımı kaçırdım. "Sabah yanlış anladın. Tesadüfen seni gördüm… Kaybolmuştum… Yolu bulamadım… Seni görünce yolu sorabilirim diye düşünmüştüm ama sonra vazgeçtim." Berzah sanki masal dinliyormuş gibi bir gülümsemeyle bakıyordu. Bana olan her zaman ki sert bakışları yok, alay yok. Bunu anlamamam olanaksız lakin yine de sabah ki gibi duygularımla düşünemez hareket edemezdim. Kalbim gibi sesimi de bir ton yumuşattım. "Berzah burada olmaman gerekiyor." Beni duymamış gibiydi belki de dinlemiyordu. Hala aynı hüzünle bana bakıyordu. Gözümün içine bakmıyor da kalbimi görüyordu sanki. Bir şeyler geldi dilimin ucuna ama dudaklarım aralanmıyordu. Hiç istek yoktu içimde ona git demeye. Kelebeklerim, içimde ki duygu her ne ise en diplerine çekilmiş ve bu durumun ne kadar yanlış olduğunu bakışlarıyla haykıran içimde ki Hare bana acıyor. Evet, acınacak haldeydim ama Allah affetsin git diyemiyordum, desem dahi ses tonum bunu anlatamıyor tersini haykırıyordu ama olmalıydı. Bakışlarımı gördüğüm en güzel gözlerden ve en sevdiğim renkten çektim. Kaybettiğim sesimi bir yerlerden çekip çıkardım zorla: “Berzah!” dedim sesim mi çıkmıyordu yoksa o mu duymuyordu, bilmiyorum. Berzah tepki vermiyordu. Beni duymadığını varsayarak ona baktım. Hala aynı bakış vardı gözlerinde. Bu haline her zaman ki gibi yine bir anlam veremedim ama şimdi önemli olan onun biran önce bu odadan çıkmasıydı. Tekrarlayacaktım ama Berzah benden önce davrandı: “Murat ile aranızda gerçekten ne var?” ses tonu duygusuz ve ciddi bir şekilde bana bakıyor. İlk olarak doğru mu duydum diye bir süre ona baktım. Beni duyuyordu demek ama anlamak istemiyordu. Aklında her zaman ki gibi başka şeyler vardı. “Hiçbir şey yok.“ “Peki Kerim ile?” Her zamankinden daha karışıktı bugün, daha da anlaşılmazdı. İlla birileri ile aramda bir şeyler olduğunu mu düşünüyordu ama neden? Yoksa… Hare bile sesini çıkarmadı. Şu saatte bu adamın odamda ne işi varsa aynı sebepten soruyordu bu soruları da. Dürüstçe cevap verdim: “Onunla da bir şey yok.“ “O halde neden sana dokunmalarına, sarılmalarına, sürekli yanında olmalarına izin veriyorsun?” duygudan nasipsiz buz gibiydi sesi ama bunun yanında birde sitem vardı… Bu duygusunu anlamıştım ama bunu kabullenmem demek kendi duygularımı da tekrardan kabullenmem demekti. Bu yüzden ona ters olanı seçtim: “Kimseye izin verdiğim yok. Senin sandığın gibi onlarla aramda bir şey de yok. Bir şey olduğu varsa neden bu seni ilgilendiriyor bu kadar?” Berzah ifadesizdi sözde… Ama ben çoktan kaçmaya çalıştığım duyguyu görmüştüm onda. Yine de o benim soruma net bir yanıt vermedi. Aklı bir kez bir konuya saplandı mı oradan çıkamıyordu. “Bir daha sana dokunmalarına izin verme.” “Anlamadım.“ “Anlaşılmayacak bir şey yok Hare Hanım… Sana kimsenin eli değmesin...” “Peki. Sende dâhilsin buna.” Hiçbir şey söylemedi Berzah. Sadece yine o koyu birer kuyuya dönüşmüş gözleri ile bakmakla yetindi. İçimden ağlamak isteği kabardı. Bu kadar yakınımda olup da nasıl bu kadar uzak olabiliyordu, düşünüyordum. Neden sorularını atladım. Düşünmekten vazgeçtim ve kalbime Berzah’ın gözlerinin yüklediği taşın altında kalırken bakışlarımı ondan çektim. Gitmesini isteyecektim ki o hareketlendi. Komodinin üzerine bir paket bıraktı: “Al, bu senin.” dedi kapı yerine pencereye yaklaşırken odaya oradan girdiğini anladım. Çıkmadan hemen önce son kez bana döndü: “Bir de benden kaçmana gerek yok.” “Var, benimle bu şekilde görüşmeye bir son ver. Yakında Derya ile nişanlanacaksın ve eğer biri seni burada görürse hiç iyi olmaz.” “Gizlice birini izlemek bu söylediğinin dışında kalıyor o halde.” İmasını anladığım anda yine kızarmaya başladım. Elbette ki bunu söyleyecekti. Ben belki de meyil vermiştim onun bu haline. Diyecek kelime bulamadım Berzah’ta fark etmiş olmalı ki pencereden bir sıçrayışta çıktı. Son kez karanlıkta kaybolurken bana baktı. Bakışları kış ortasında badem ağaçlarına çiçek açtırırdı… Berzah çıktıktan sonra ben birkaç dakika bıraktığı siyah kutuya baktım. Küçük kutuyu iki elimle tutup siyah kadife kapağı kaldırdım. Gözüme değen gümüş çerçeve ile bana gülümseyerek bakan anne ve babamın yüzü içimde ki tüm karmaşayı sonlandırıp üzerine bir perde indirdi, mutlulukla gülümsedim. Berzah bunu nereden bulmuştu yahut fotoğrafı nasıl almıştı bilmiyordum ama şuan beni dünyanın en mutlu insanı yapmıştı bunu göz ardı edemezdim. Artık bu çerçeveye her baktığımda gördüğüm sadece anne ve babamın fotoğrafı değil Berzah da olacaktı. Eskisinden daha çok parlayan çerçevenin gümüş işlemeleri üzerinde elimi gezdirirken bir yandan da Allah’a hamt ettim. Bir yarım saat kadar öylece oturup fotoğrafı seyrettim. İçimde ki tüm anlamsızlığı, yalnızlığımı, etrafımda ki kasveti, yorgunluğumu anne ve babamın önünde içimden dışarı attım. Sonra kalktım ve abdest alıp namazımı kıldım. Uzun zamandan sonra bir huzur doldu içime, yüreğim sızlamıyordu, içim acımıyordu, matemimden arınmış gibiydim. Berzah’ın neden böyle bir şey yaptığını artık düşünmemeye karar verdim. İyi ki yaptı, iyi ki Rabbim yapmasına rıza gösterdi. Düşüncelerimin vardığı son kanaat Berzah’ın merhametiydi. Bir gülümseme takıldı dudaklarıma yeniden yatağıma uzandığım sırada. Her ne kadar yarın tekrardan benim için hiçbir anlam ifade etmeyecek birine dönüşmek zorunda olsa da ben bugün Berzah’ı bir kez daha sevmiştim ve her ne kadar bugün yapmaması gereken bir şey yapıp beni mutlu etmişse de Berzah Ali Akad’a kalbim bir kez daha ısınmıştı. Buzdan bir dağ olmuş kasvetimin zirvelerinden görünen güneş yavaş yavaş eriyordu ve ben uzun zaman sonra ilk kez gülümseyerek başımı koyduğum yastıkta ellerimle sımsıkı göğsüme bastırdığım çerçeveyle, huzurlu bir şekilde gözlerimi kapatıp derin bir uykuya daldım. . . . Sabah epey geç çıktım odamdan, mutfak da Şükran teyze ve Emir’i görünce gülümsedim. Karşılıklı oturmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Yemek masası hazırlanmış, yemek kokuları yayılmaya başlamıştı. Şükran teyze beni görünce gülümsedi: “Günaydın kızım.” “Kusura bakmayın bu kadar geçe kalmak istemedim. Size de ayıp oldu.” dedim. Emir ağzında yemek varken güldü. “Bir şey olmaz canım, kendini nasıl iyi hissediyorsan öyle yap. Hadi çabuk otur sende Emir’e eşlik et bir şeyler ye.” keyifle masaya oturup böreklerden birine uzandım ardından kendime bir çay doldurdum. “Kimse yok mu?” diye sordum. Ortalık sessizdi. Şükran teyze çayını karıştırırken: “Zehra Hanımın sinüziti tuttu Nadir beyde onu hastaneye götürdü.” dedi endişeli yüz ifademe Emir cevap verdi: “Merak etme, benden daha sağlam, bir şeyi yok. Sadece ilaç alması gerekiyor ve bana bu konuda güvenmedi.” dedi, son söylediğini biraz bastırarak söylemişti. Bende gülümsedim sanırım bir doktor olarak gururu incinmişti: “Sakın kişisel algılama.” “Mesleği bırakmayı düşünüyordum.” dedi ağzında ki lokma hala bitmemişken, bende Şükran teyze de gülmeye başladık. “Peki Derya nerede?” diye sorunca Emir de Şükran teyze de gülmeyi bıraktılar. Rahatsız olmuşlar gibi birbirilerine baktılar. Şükran teyze zoraki gülümseyerek: “Sabah Berzah ile kahvaltıya gittiler kızım.” dedi. Kalbimin tam ortasına içime doğru yayılan bir şey düşmüştü sanki. Kelebeklerimin hepsi yere kondular tekrardan. Üzülmüş müydüm? Belki de kıskanmış? Ama bu duygularımı gömmeliydim. Derin bir nefes aldım ve istiğfar çektim. “Sizin şirketin dördüncü hissedarından haberin var mı?” Emir’in sorduğu soruyla ona döndüm. “Yazık ki evet ama kim bilmiyorum adını sır gibi saklıyorlar. Selen’i bile tehdit etmişler. Murat dosyanın da banka kayıtlarının da amcamda olduğunu düşünüyor ve benim onları almam gerektiğini.” Emir başı ile onayladı. “Doğru düşünmüş. Adım gibi eminim amcan merkezde ki ofis de saklıyor onları.” Emir in de bunları biliyor oluşu şaşırtıcıydı onlar neden ilgileniyorlardı ki? “Berzah amcanı sıkıştırıyor ama ser verip sır vermiyor. Yine de adamın kim olduğunu senden önce bulacağız gibi.” “Sanırım ajanlık yapma vaktim geldi.” dedim şakayla karışık meydan okurken Emir kahkaha attı: “İnşallah başını derde sokmazsın. Senin için dua edeceğim.” Yemekten sonra Emir gitti ondan hemen sonra Zehra Hanım ve amcam hastaneden döndüler. Bütün gün bir türlü düzelmeyen moralimi yalnız oluşuma bağladım ve başka da hiçbir şey düşünmedim, Akşama doğru evde ki ortamdan sıkılıp bahçeye çıktım. Bahçe doyumsuz derece de ferah ve güzel bir sonbahar bahçesi olmuştu. Hava kapalıydı ve yağmur yağacak gibiydi. Epey bir vakit oyalandıktan sonra üşümeye başladım ve verandaya çıktım. Büyük bahçe kapısının önünde siyah bir araba belirdi ve arabadan Murat indi. Haber vermeden geldiği için şaşırmıştım. Bana doğru gülümseyerek gelirken onu karşılamak için yürümeye başladım aynı zamanda ben onun elinde tuttuğu papatyalara takılmıştım. Papatyaları çok sevdiğimi elbette biliyordu. “Sürprizimi nasıl buldun?” dedi gülümseyerek yanıma ulaştığında. “Neden geleceğini söylemedin?” “Dedim ya sürpriz diye. Bu sabah geldik. Elçin otel de şimdi. Berzah’ın çiftliğinde olduğunu duyunca gelip seni görmek istedim.” dedi. Elinde ki buketi bana uzatırken: “Umarım hala bu beyaz kelebekleri seviyorsundur.” gülümsedim, küçüklüğümde papatyalara beyaz kelebekler dediğim için benimle dalga geçip dururdu. “Teşekkür ederim. Mahcup hissettim şimdi.” “Saçmalama, bizim için değerlisin sen.” böyle hissettirdiği için minnet dolu ona baktım. Aynı anda bahçeye giren siyah BMW ile yüzümde ki gülümseme silindi. Berzah durmayı unutmuş gibi üzerimize sürdü arabayı ama neyse ki son anda frene basmayı akıl etti. Çatılmış kaşları, kısılmış gözleri Murat’tın üstündeydi. Dün beni ikaz ederken ki sesi kulaklarıma doldu, içimden bir ürperti geçti. Tedirgin hissettim. Derya arabadan inip yanımıza gelirken, Berzah sonradan indi arabadan ve yüzüne samimiyetten uzak bir gülümsemeyle Murat’a döndü ve elini uzattı. Murat ise Berzah’tan farksız zoraki bir gülümsemeyle kendisine uzatılan ele nezaket gereği karşılık verdi. Derya’nın gülüşüne takıldı gözlerim, çok mutluydu. Gözlerinin Murat’tan ayırmış bu defa elimde ki papatyalara bakan Berzah, Derya’yı çok mutlu ediyordu. Yüzümde halime acıyan bir gülümseme oluştu. Derya ile Murat hal hatır sorarken bende Berzah da sessizdik Murat bir şeyler söyledi ama anlamadım: “Hare, dinliyor musun? Seninle konuşmam gereken bir mevzu var, daha sonra ararım.” dedi başımla onayladım. Gülümsedi ve arabasına doğru yöneldi. Murat’ın ardından bakarken orada daha fazla kalmak istemediğimi hissettim. “Murat bende seninle geleyim yolda konuşuruz. Hem Elçin’i çok özledim, onu görmek istiyorum.” “Tabi.” ona beklemesini söyleyip hemen eve doğru yöneldim Derya: “Akşam yemeğine kalsaydınız.” diye ısrar etti: “Elçin’i görmem gerek. Evde görüşürüz.” dedim ve Berzah’a bakmadan ilerledim ama her ne kadar ona bakmadıysam da sırtıma saplanan okların Berzah’ın safir yayından çıktığını hissediyordum. Hemen salona gidip amcama ve Zehra Hanıma Murat ile gideceğimi söyleyip onay aldıktan sonra Şükran teyzenin daha fazla kalmadığım için alınmış bakışlarına dönüp onunla vedalaştım. Ardından odama gidip çantamı aldım, tabi komodinin üzerinde duran gümüş çerçeveyi de unutmadım. . . . Masam da ki saat 16:53’ü gösterirken ben elimde ki kalemle geçen saniyelere eş masaya ritim tutturmuştum. Sabah sekizden bu yana amcamın merkezde ki ofisindeydim ve bana ayırdığı masada öylece oturuyordum. Beş gün önce bana ne iş vereceğini merak edip beklerken tüm gün masada öylece oturacağımı düşünmemiştim ama ne yazık ki öyle olmuştu. Çiftlik davetinden bu yana her sabah amcam ile sabah ofise geliyordum ama ne bir işe yarıyordum ne de buraya geldiğimden bu yana amcamın odasına bakmaya bir fırsatım olmuştu. Bildiğim tek şey amcamın masasının altında ki çekmecelerdi bir şey çıkacağını sanmıyordum ama denemeliydim. Bulunduğum amcamın ‘burası artık senin odan’ dediği küçük odanın şehrin merkezinde ki ana meydana bakan penceresinin sunduğu manzara dışında günün hiç güzel bir yanı yoktu. Dün bütün gece telefonda Murat’tan amcamdan almam gereken belgelerle ilgili uzun bir destan dinlemiştim. Destan diyorum çünkü dün ne kadar önemli olduklarını varsayıp dinlediğim şeylerin bir kelimesini dahi şimdi hatırlamıyordum. İçimde bir sıkıntı vardı ve bir türlü geçmek bilmiyordu. Berzah’ı, Murat’ın beni almaya geldiği günden bu yana görmemiştim. Geçen hafta ki kaynaşma amcam ve Zehra Hanım için mükemmeldi, tabi Derya’yı söylememe gerek yok. O günden beri yüzünden gülücükler eksik olmuyordu. Sürekli gülümsüyordu, Berzah ile çok mutlu olduğu belli oluyordu ve dün gece ki Berzah ile yediği akşam yemeğinden sonra artık ayakları yere basmıyordu. Anlayamadığım şey bir gece de Berzah’a sırılsıklam âşık olmasıydı. Haklıydı, onun gözlerine iki defa bakıp âşık olmamak mümkün değildi ve ama o iki günde Cihan’ı unutup tamamıyla Berzah’a bağlanmıştı. Asıl imtihan ise bu pazardı; Berzah Ali Akad eve kız istemeye gelecekti. Son günlerde daha sıklaşan ağrılardan biri yine başıma saplanınca oturduğum sandalyeden kalktım ve küçük odanın içinde volta atmaya başladım. Oda artık dar gelmeye başlayınca koridora çıktım. Saat beş olduğu için ofis yavaştan boşalmaya başlamıştı. Amcamın odasının kapısını açık görünce oraya doğru yöneldim. Odada amcamın sekreteri Sevda Hanım elinde ki dosyalarla ayakta bekliyordu. Amcam ona son emirlerini verdi: “Sevda, sabaha o raporlar masamda olmalı, öğle faks atacaklar.” “Tek başıma raporu yarına yetiştiremem efendim. Bu saatte ofiste de kimse kalmadı.” ama amcam anlayacak gibi değildi, sıkıntıyla nefesini verdi, beni fark edince gülümsedi: “Hare, seni gördüğüm iyi oldu. Sevda’nın sabaha bir rapor hazırlaması gerekiyor. Ona mesaide yardım edebilir misin?” İşte fırsat. İçimde ki mutluluğu belli etmemeye çalışacak amcama gülümsedim: “Tabi, yardım ederim.” dedim kendimden emin bir şekilde. Saat dokuzu bulduğunda Sevda Hanım, bitirdiğimiz dosyanın kapağını kapattı. Bende bilgisayarda ki USB’yi çıkarıp kendisine uzatınca rahat bir nefes aldı. Lavaboya gittiği bir anı fırsat bilerek bende hemen çantasından amcamın ofisinin olduğu anahtarı aldım ve o gelmeden çantama koyup yerime oturdum. Sevda Hanım geri döndüğünde hemen toparlandı. Evde onu bekleyen iki çocuğu vardı ve yorgunluktan bayılmak üzereydi. Benim hareketsiz kaldığımı görünce sordu: “Siz çıkmıyor musunuz?” “Arkadaşımı aradım az sonra gelir. Onu bekliyorum.” Sevda Hanım anladığını belirtti ve odadan çıktı. Hemen telefonu çıkarıp Elçin’i aradım beni gerçekten almaya gelecekti çünkü amcamın ofisinde bir şey bulamazsam otele dönüp Murat ile birlikte durum değerlendirmesi yapacaktık. İlk çalışta telefonu açtı: “Elçin geldin mi?” “Evet aşağıdayım.” “On dakikaya çıkarım.” “Peki. Hare bir araba-“ Suratına kapattığım telefon Elçin’in sözünü yarıda kesmesine neden oldu ama şimdi buna zamanım yoktu onu sonra da dinleyebilirdim. Vakit kaybetmeden odamdan çıkıp amcamın odasının büyük kapısını açtım. Yavaşça içeriye girip kapıyı ardımdan kapattım. Benim odamın en az dört katı büyüklüğünde ki oda epey ferahtı tabi ama sadece sabahları şimdi kesinlikle karanlık ve ürkütücüydü, hatta soğuk bile diyebilirdim. Büyük masanın arkasında ki ağaç korku filmlerini anımsattı bana. Duvarı tamamen kaplayan ahşap bir hayat ağacı monte edilmişti büyük masanın arkasına. Köklerinden başlayıp uçlara doğru kalınlaşan ve tamamıyla ahşap, dikey eksene simetrik bir ağaçtı. İlk geldiğimde bayağı dikkatimi çekmişti. Pencereden süzülen ışık tam da masanın olduğu yeri aydınlattığı için şanslıydım çünkü ışığı açmak gibi bir lüksüm yoktu, odanın toplantı masasının olduğu diğer bölüm ise korkutucu derece sessiz ve karanlıktı. Yavaş ve ses çıkarmamaya dikkat ederek masaya yaklaştım önce üzerinde ki tüm dosyalara bir göz gezdirdim ama tabi ki hiçbir şey yoktu. Hemen altında ki çekmecelerden en üsttekinden başlayıp teker teker baktım ama yine bir şey bulamadım. Sol tarafta ki çekmecelere yöneldim ama onlarda da hüsrana uğramıştım. Yanda ki dosyalara, çaprazda ki dolaba her yere baktım ama nafileydi. Oda da şüpheli bir kasa bile yoktu. Ne yapacağımı bilemedim, son çare masanın altına dahi baktım ama sonuç olumsuzdu. Murat da Emir de belgelerin burada olduğuna adı gibi eminlerdi ama hiçbir şey yoktu ve ya ben bulamıyordum. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Masadan uzaklaşıp öfkemi bastırmak için elimle yüzümü kapattım. Öfkeleniyordum çünkü son çarem buydu eğer burada o belgeyi bulamazsam elimizde hiçbir şey olmayacaktı. Elimi arkada ki ahşap ağacın çıkıntılardan birine yaslayarak destek almak istedim ama elim boşluğa denk geldi ve duvar dibine düştüm. O anda canımın yanmasını bir kenara bıraktım çünkü bir ses işittiğimi sandım. Bir gülme sesi duyduğuma yemin edebilirdim. Dikkat kesilip yavaşça etrafa baktım ama odada kimsecikler yoktu tabi ki. Duyduğum sesi düştüğüm sırada sandalyenin kaymasına bağladım ve yavaşça ayağa kalktım. Sakar biri değildim ve nasıl olurda düştüm diye kafa yormaya başladım. Ağaç simetrikti ve yanda ki dalın oluşturduğu kördüğümün aynısına yaslandığıma adım gibi emindim. Tabi önce o kalın dalı bulunduğum tarafta da göremememi açıklamam gerekiyordu. Şaşkınca bir iki adım geri gidip ağacı incelemeye başladım ve gördüğüm şey karşısında hayrete düştüm. Her şey kusursuz bir simetriydi ve incecik bir göz yanılmasıyla simetri yukarıda ki dalı aşağıda daldaki çıkıntıyı yok ederek gölgelemişti ve bu yanlışlık bir usta tarafından öylesine yapılacak bir hata değildi. Elimle bulduğum farklılığın üzerine dokundum ve bir şeyle karşılaşma umuduna girdim. Kördüğüm olan dalın etrafında elimi gezdirirken bir pürüz dikkatimi çekti. Bir santimlik küçük bir koldu. Aşağıya doğru kolu bastırdım hemen bir açılma sesi geldi, gerileyip baktığımda ağaçtan gelen en kalın dalın yatay bir çekmeceyi oluşturduğunu gördüm. O an amcamın gerçekten kurnaz bir adam olduğunu anladım işte öyle önemli bir belge ancak böyle bir yerde saklanabilirdi. Şaşkınlığımı atlattıktan sonra gülümsedim rahat bir nefes alıp çekmeceyi açtım ama içinin boş olduğunu görmemle yüzümün düşmesi bir oldu. Çekmece boştu. İnanamayıp iyice içine baktım ama sonuç aynıydı. Yoktu ve içinde bulunduğumuz durum daha da zor bir hal almıştı. Belgenin burada olması lazımdı. Buraya kadardı. “Bunu mu arıyorsun?” Olduğum yerde kaldım. Hem yakalanma korkusu hem de duyduğum tanıdık ses kanımı dondurmaya yetmişti. Heyecanla elim titremeye kalp ritmim hızlanmaya başladı. Allah’ım ne olur deyip duaya başladım ve yavaşça geriye doğru döndüm. Elinde ki mavi dosya ile birleştiği karanlıktan sıyrılıp bir adım öne geldi. Benim bu adamdan kurtuluşum yoktu. |
0% |