Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@cigdemgah

İnsan kendi dünyasını kendi seçer ve ben kendi seçimimi onun gözleri saydım. Fani bir şeye olan her sevgi ölüme mahkumdur. Beşerde ki aşk, kulunda Yaradan’dan gördüğümüz bir zerreye duyulan muhabbettir. Zeyd’in ruhu Yaradan’ın nurundandı ve ben o nuru görüp aşık oldum. Böylece benim ona olan sevgim ebedi bir muhabbete dönüştü. Gönül yurdumdan bir kuş havalanıp onun gözlerinden içeri daldı. Onun yurdunda bir yer edindi kendine ve bir daha bana dönmeyeceğini anladım. Ene’l-Mahbûb derdine düştüm ben. Artık Zeyd’den gayrı değildim.

Yumuşak kumların üstünde, onun kolunun üstünde başım, gözlerim bir an onun yüzünde bir an da arşı izlerken geçen her dakika da bir rüya aleminde gibi hissediyor ve uyanmaktan korkuyordum. Başım dönüyordu, mutluluğun fazlası demek baş döndürüyordu. Bunu da onunla öğrendim. Zeyd’in yanımda olan varlığıydı beni hayalden ırak tutan, başımın ağrısını bir gölgeden farksız kılan. Uzanıp elini tuttum bir kez daha kontrol ederken onu. Kulağımda uğuldayan sert rüzgarın sesi vardı. Alemde hiçbir ses ahengi denk değildi bu ana. Yüreğimin en ücra köşesinde ki o sırrın yanına koydum bu güzelliği de. Zeyd’in sesi geldi kulağıma:

“Kaplumbağa terbiyecisi. Haklıymış.” dedi bakışları tekrar bana değerken.

“Ne?”

’şifâü’l-kulûb likâü’l-mahbûb’ diye yazıyor ya tabloda ki kapıda. Haklıymış.” gülümsedim ve usulca anlamını fısıldadım.

Kalplerin şifası sevgilinin yüzü iledir. Öyle mi?”

“Öyle. Kalbim şifa buldu. Elhamdülillah.”

Şükrüne en derin hislerim ile eşlik ettim. Yüzümle şifa bulduğunu söylüyordu ama heyhat asıl şifa onun kalbinin benim için var olduğuydu. Zeyd’e bunu söylemek istediğim sırada birinin seslendiğini duydum. Zeyd uzandığı yerden doğruldu ve sesin geldiği yöne baktı. Bir kum tepeceğinin üzerindeydik ve tepenin sonunda bizi buraya getiren araba duruyordu. Hemen yanına ise konaklamak için küçük iki çadır kurulmuş ve bir ateş yakılmıştı. Bizim maruz kaldığımız şiddetli rüzgara ve soğuğa oranla aşağısı daha dingindi. Üç tepeciğin ortasında kaldıkları için rüzgar onlara dokunmadan yanlarından geçiyordu. Uzun bir süre yukarıda kaldığımız anı ve insanları unuttuğumuz için adam sonunda dayanamamış seslenmişti. Zeyd de bunu anlayınca gülümsedi:

“Sabit dayanamadı yine. İnelim mi? Çok üşüdün hem sen.”

“Olur.”

Ayağa kalkmama yardım etti. Biraz zorlanarak da olsa sonunda tepeden indiğimde az önce gözlerim bağlı iken nasıl buraya kadar çıktığıma hayret ettim. Gözler görmeyince o zorluğu biraz daha hafif karşılıyor. Zeyd düzgün bir Arapça ile Sabit’e teşekkür edip ondan bir çanta ve gaz lambası aldıktan sonra yanıma geldi. Rüzgara arabayı siper edip ardında kurdukları ilk çadır şoför ve Sabit içindi ikincisi ise ben ve Zeyd için. Bize ayırdıkları çadır iki kişinin sığabileceği büyüklükteydi ancak. Zeyd elinde ki lambayı çadırın bir köşesine bıraktı. Ardından çadırın fermuarını çekince dışarıda ki rüzgarın uğultusu kalın bir ıslığa dönüştü. Sarındığım ikinci battaniyeyi açıp diğer yarısını Zeyd’e örttüm. Elleri buz gibiydi. Zeyd Sabit’in verdiği çantadan termos ve birkaç kutu çıkardı. Yiyecek ve içecek getirmeyi dahi ihmal etmemişti. Onun bu özverili haline gülümsedim. Termosun kapağını açarken sordum.

“Ne zaman döneceğiz?”

“Sabit biraz bekleyip gün doğumuna doğru yola çıkalım dedi. Zaten yaklaşık bir saat var.” Elinde ki sıcak çay koyduğu karton bardağı bana uzattı:

“Her şeyi düşünmüşsün.”

“İç. İçin ısınsın. Hasta olacaksın diye endişelenmeye başladım. Ellerin hala buz gibi.” Buharı tüten bardağı kavradığımda Zeyd’in haklı olduğunu anladım. Üşüdüğümü ancak farkına varmıştım. Zeyd az önce onun dizlerine örttüğüm battaniyeyi tekrar üstüme örtünce çekiştirerek bölüştüm. Ardından kendine de bir tane çay doldurdu.

“Ama hasta olmama değer. Ömrümde bunun gibi kaç manzara görebilirim ki.” Zeyd elinde ki bardağı yanına bıraktı ve tuttuğum sıcak çay bardağını tutan ellerimi kavradı, gözleri bana takıldığında bakışlarımız kesişti.

“Ben birçok güzel şey gördüm bu yaşıma kadar ama hiç biri az önce yüzünü gördüğüm anda ki kadar güzel değildi. Sanki ben bu yaşıma kadar hep o yüzünü görmeyi beklemişim de sonunda görmüşüm. Benim için değeri soluk aldığım her an kadar değerli.” başımı ellerimize çevirdim.

“Aslında sen beni gördün hem de iki kez.” Zeyd şaşırdı.

“Ne zaman?”

“İlki, aylar önce bir sabah medreseye babamı görmeye geldiğin bir gün. Sabah namazından sonraydı, hava da yağmurluydu. Medrese boştu okuma kampı günleriydi. Ben mutfaktan çıktığımda sen de kapıdaydın Beni görünce-“

“Cemile kadın sandım.” Zeyd kısık bir sesle gözlerini kapattı sanki o anı hatırlamaya çalışır gibi. Güzel bir gülümse oluştu sonra yüzünde.

“Evet. Yüzüme bakmadın hiç.”

“Sende hiç konuşmadın ama.”

“Şaşırmıştım seni görünce, ayrıca bana bakmamanda beni çok etkilemişti. Seni genelde kendinin yakışıklı olduğuna inanan herkesin gözü üzerinde sanan kendini beğenmiş bir tip olarak görüyordum.”

“Ne kadar yersiz önyargılar.”

“Maalesef yakışıklı olmanız dışında hepsini yersiz çıkardınız.” Zeyd bakışlarını kaçırdı. Utandı! Canımın içi… Benden utandı. Benden kaçırdığı bakışlarını görmek için başımı eğdim ama gülerek konuyu değiştirdi.

“Peki sen ne arıyordun o saatte orada?”

“Duvarda ki Vav hattını yeni bitirmiştim.”

“Sen mi çizmiştin?”

“Evet.” Zeyd uzanıp parmak ucumdan öptü.

“Subhanallah! O gün ki umutsuzluğumun geçme sebebi senmişsin demek. Bende nasıl oldu da böyle kolay geçti diyordum.” gözümü kısarak ona baktım. İnanmadığımı görünce başını eğip beni bakışları ile ikna etmeye çalıştı: “Ciddiyim.”

“İkincisi de döndüğün gün vakıfta.” Zeyd kaşlarını çatarak düşündü anlamadığını görünce devam ettim: “Odama geldin. Beni Zeynep sandın ve ‘Gazel’e geldiğimi söyleme sürpriz yapacağım dedin.’” Zeyd başını eğerek ellerimizin arasına saklandı. Sesli güldü. Tekrar kalktığında yanağında ki uzun çizgi içimde bir tufan kopardı.

“Aptal olduğumu düşünmüşsündür ama senin o olacağın aklımın ucundan bile geçmedi. Ben yine yüzünü kapatmış, gözleri ile beni selamlayacak olan karımı görmeyi umuyordum çünkü.”

“Beni göreceğin için çok heyecanlıydın sanırım.”

“Öyleydim. Senden uzak olunca çok özlediğimi fark ettim… Artık yapamam Gazel... Senden uzak kalmak istemiyorum.” utanarak başımı eğdim. Zeyd yüzümü görmek için tekrar eğildi: “Ve… sende beni çok özlüyorsun. Bir gün bile görmezsen dayanmazsın.” başımla onayladım onu. Özlediğimi elbette biliyordu. Başımı kaldırdım.

“Aslında seni en başta hep suçladığım için biraz utanıyorum.”

“Utanma, acın tazeydi ve kendimi sana hiç anlatmadım.”

“Yine de tüm olanlar için abimin yanına seni de koydum hep sanki bu durumda Yuşa biraz aklanacaktı da tek sen suçlanacaktın mahkememde ama Zeyd neler olup bittiğini bilmeden de ben sana inandığımı fark ettim. Ben senin babam için elinden gelen her şeyi yaptığına inanıyorum.”

“Allah bizi birbirimize olan inancımız ile sınamasın… Allah şahidimdir, çabaladım ama Hanif baba bana hiçbir yol bırakmadı. Kendi rızası ile kalmak istedi. Beni sırf bu davadan uzaklaştırmak için Ankara’ya gönderdi. Mirza ile Can ben yokken Hanif babanın verdiği işlerle uğraşırken aklanması için bir delil buldular ama… geç kaldık.”

“Babam hani mektubunda diyordu ki ‘ben yolumu gördüm göreceğim kadar’ o an belki de vazgeçtim suçlamalardan. Her şeyin sonu ancak Allah’a varır.”

“Özür dilerim.” başımı sallayarak ondan bakışlarımı çektim. Gözlerimin dolduğunu görmemesi için başımı eğdim.

“Her şey için teşekkür ederim Zeyd. Beni böyle incelikler ile sarıp sarmaladığın için.. Kelimelerimin satır aralarını dahi anlayabildiğin için… Beni sevebildiğin için, eşim olabildiğin için.”

“Asıl benim teşekkür etmem gerekiyor sonunda gönül kapında beni daha fazla bekletmediğin için. Ben zaten evvelden seni seviyormuşum. Sanki Allah beni ruhumu seni seveyim diye yaratmış.” gülümsedim.

“Her defasında nasıl oluyor da bu güzel cümleler kurabiliyorsun.”

“Çünkü seni seviyorum. Hem sen de böyle güzel cümleler kuruyorsun. Mesela benim söylediğim on kelimelik bir cümle, seni beni gördüğün an solda ki kaşının biraz daha yukarı kalkmasına gözbebeklerinin büyümesine kirpiklerinin telaşla yukarı inip kalkmasına bedel… Bu Zeyd ben seni özledim demek. Ben seni duyabiliyorum.” Gözümden bir damla yaş aktı daha düşmeden Zeyd yakaladı yanağımdan: “En güzel şükür bir damla gözyaşıdır.” güldüm:

“Elhamdülillah.” Zeyd yüzümü avuçladı:

“Aslında güzel olduğunu biliyordum ama gülümseyişin… içimde bir şeyleri uyandırdı sanki… En son annemle konuştuğumda senin yüzünü gördüğünü söyledi ve dedi ki “Zeyd oğlum, karın çok güzel.” Haklı olduğunu yine biliyordum ama şimdi… off… benim karım çok güzel.”

Kiraz ağacımda artık çiçek açmadık dal kalmadı. Kalbim kapılarını Zeyd’e sonuna dek açtı. Onu seviyordum. Onu sevmemem imkansızdı, Zeyd sadece kendi ruhunun beni sevmesi için yaratıldığını sanıyordu ama benim ruhum onun için vücuda büründürülmüştü. Şimdiye dek içimde verdiğim boşuna savaşın mağlubiyeti beni memnun etmişti. Elimi tutan elini tuttum ve Zeyd bundan cesaret alarak uzanıp alnımdan öptü ardından da beni kendine çekip sarıldı. Zeyd’in kollarında gözlerimi kapattım. Aklımda ki tüm ihtimaller silindi kötülükler yok oldu, sevdiğin insan sana derman olur diyen annemin sesi kulaklarımda yankılandı.

Yaklaşık bir saat sonra geri dönüş için tekrar bizi bekleyen uçağa bindik. Zeyd bir an olsun elimi bırakmadı. Onun bu haline gülmeden edemedim ama hoşuma giderek ona ayak uydurdum ve elini daha sıkı tuttum. Bizim yeni evli çift halimize hostes bile alttan alttan gülmeden edemedi. Zeyd oturduğu koltuktan bana döndü. Bir on beş dakika daha bana bakmaya devam ettiğini gördüm kaşlarım çatık ona baktım, önüne dönmesi için ikaz ettim. Bir yandan da gülüyordum. Hala bakmaya devam edince gülerek yüzüne uzandım ve başını çevirdim. Zeyd birkaç saniye sonra tekrar bana döndü.

“Ah,” dedi gözlerini kapatıp yutkundu, sonra tekrar açtı: “çok güzelsin.”

“Önüne dön artık, utanıyorum.”Zeyd sahte bir ciddiyete büründü.

“Doğru. Yüzünü eskitirsem ya.” güldüm oda bana eşlik edince derin bir nefes aldı ve Allah’a hamd ettik aynı anda. Zeyd’in omzuna başımı yaslarken içimden birkaç dua okudum.

Havaalanında Zeyd ile el ele çıkış kapısına doğru yürüyorduk. Az ötemizde takım elbiseli bir adam bize doğru yaklaşırken Zeyd bir anda durdu, yüzü değişti elimi daha sıkı tutuşundan ters giden bir şey olduğunu anladım. Ardından telaşla etrafına bakınmaya başladı yüzünün beyaza çaldığını gördüm. İçimi bir huzursuzluk kapladı. Adam belli bir mesafe de durdu.

“Zeyd bey,” dedi elinde ki telefonu uzatırken. Zeyd elimi bıraktı ve uzatılan telefonu aldı. Ahize kulağında iken birkaç saniye dinledi karşı tarafı, çehresi karardı bakışları bana kaydı ama uzun sürmedi ve sadece tamam diyerek telefonu tekrar adama uzattı.

“Ne oluyor Zeyd?”dedim korkarak. Zeyd zoraki ve sahte bir gülümseyiş takındı bu halini hiç sevmedim.

“Benim bir müvekkilim ile görüşmem gerek, acil. Mirza kapıda bekliyor şimdi sen doğruca medreseye git. Ben geri dönüp seni oradan alırım. Tamam mı?”

“Tamam değil. Sen olmadan hiçbir yere gitmiyorum.”

“Gazel. Lütfen.” gitmeye niyetlendi, elini tutarak durdurdum.

“Ben korkuyorum. Gitme Zeyd.” bakışları yumuşadı Zeyd’in, uzanıp alnımda öptü. Geri çekilecek sandım ama kulağıma fısıldadı:

“Hemen, Talha’yı ara ve belgeler için geldiklerini söyle.” geri çekildiğinde gülümsüyordu: “Korkma, döneceğim, uzun sürmez. Seni evden alırım.”

Benden cevap beklemeden Zeyd az arkasını dönüp gitti. Birkaç dakika öylece donakaldım. Zeyd’in peşine takılmak ve dediğini yapmak arasında gidip geliyordum ama Zeyd sözünü tutardı, geleceğim demişti ve gelecekti. Bu yüzden dediğini yaparak çıkış kapısına yöneldim Mirza ile kapıda karşılştık. Telaşlı hali elbette açık ediyordu iyi şeylerin olmadığını.

“Mirza?”

“Zeyd nerede?”

“Az önce bir adamla gitti. Neler oluyor? O adam da kimdi?” Mirza’nın yüzünde ki ifade ile içim söndü gökyüzüm karardı.

“Sana bir şey söyledi mi?”

“Talha’yı ara belgeleri almak için geldiler, dedi. Ne belgesinden bahsediyordu?” Mirza Talha’ının adını duyar duymaz telefonunu çıkardı. Birkaç saniye sonra karşı taraf açtı telefonu: “Reis Zeyd’i aldılar… Havaalanında… Tamam.” Telefonu kapatıp bana döndü: “Gidelim buradan Gazel, hemen.”

Mirza hiç soruma cevap vermeden otoparka yöneldiğinde ardında yürüyordum. Henüz arabaya vardığımız anda ki birkaç adam etrafımızı sardı. Mirza önüme geçerek adamlara baktı. İçlerinden biri lakayt bir şekilde konuştu:

“Hiçbir yere gidemezsiniz, en azından birkaç saat.” Mirza sinirle güldü.

“Çekil önümüzden gidelim Okan.”

“Maalesef izin veremem. Özellikle de hanımefendi.” dedi bana bakarken Mirza beni görmesini engellemek için görüş alanımı kapattı.” Okan yanında duran adamlardan birine işaret verince adam bana doğru bir adım attı. Mirza:

“Sakın ona dokunayım deme.” yutkunarak geri çekildim. Adam duymamış gibi bir adım daha atınca Mirza adama bir yumruk attı hemen akabinde Okan belinden çıkardığı silahı Mirza’ya doğrulttu. Ben küçük bir çığlık atarken Mirza namlunun ucunda olduğuna hiç de şaşırmamıştı.

“Ölmek için güzel bir gün.” dedi Okan. Mirza daha eğlenir bir sesle cevapladı.

“Onu vuramayacağını ikimizde çok iyi biliyoruz. Çekil yolumuzdan gidelim.”

“Onu vuramam. Ama senin için bir bahane üretebilirim.”

“Okan-“

“Kes zırvalamayı ve şimdi ilerle bir süre misafirimsiniz.” Mirza bir adım geri çekildi ve bana döndü adamın dediğini yapacaktık. Mirza bana bir bankı gösterirken fısıldadım.

“Polisi arayalım ya da güvenliğe seslenelim.” Mirza düz bir sesle yürümeye devam etti:

“Ölmelerini istiyorsan seslenebilirsin.”

. . .

Kırk sekiz dakika sonra beklemekten sıkılmış bir halde tekrar Zeyd’in gittiği kapıya bakarken az sonra bir iki araba hızla bize yaklaşmaya başladı. Mirza gelenleri tanıdıkları karşılamak için derhal ayağa kalktı. Araba henüz durmuştu ki Talha öfkeyle indi. Benim bile tüylerimi ürperten bu öfkeli adamı gören Okan’nın duruşunun değiştiğini gördüm. Bir iki adım gerilediğinde Mirza arkasına geçerek onu durdurdu. Talha öfkeyle bize yaklaşırken yanında üç adam daha ondan bir nebze daha az korkutucu olarak yanımızdaki adamların başında dikildiler kaçmalarını engellemek için. Talha o öfkeyle gelip Okan’ın boğazına sarılınca olduğum yerde donup kaldım.

“Her taşın altından çıkar oldun sen bu ara.” adam kurtulmak için çırpındı. Okan boğulmak üzereydi ve Talha onu bırakmıyordu. Birinin onu durdurmasını bekledim: “Nerede Zeyd?” Talha’nın sorduğu soruya cevap veremezdi adam öyle ki nefes alamıyordu ve suratı moraramaya başlamıştı. Benden önce Talha’nın arkasında ki adam yetişti:

“Talha! Bırak da konuşsun.” Talha adamın söylediğini dinleyerek bıraktı Okan’ı fırlatırcasına bıraktı. Ardından geri çekildi:

“Sen sor bakalım Yavuz efendi?” Yavuz bir adım attı aklından her ne geçiyorsa güldü ama aynı anda bakışları bana kaydı ve kaşlarını çatarak Talha’ya döndü Talha’nın da bakışları beni buldu.

“Sen yanında mıydın Zeyd’in, Gazel?”

“E-evet.” Yavuz Okan’a yaklaştı insanca.

“Okan, sen kime çalıştığını söyle bize. Bizde seni serbest bırakalım.” Yerde diz çökmüş olan Okan gözlerini Yavuz’a çevirdi ve güldü bu konuşmayacağının işaretiydi. Talha da bunu anlar anlamaz bir hışımla Okanın’nın yüzüne bir tekme savurdu. Adamın çenesinden kanlar aktığını görünce tüm uzuvlarım dehşete düştü. Benim için son hamle Yavuz’un belinden bir silah çıkarıp adamın önünde eğilip şakağına dayamasıydı. Onu durdurmak için atıldım ama Mirza anında kolumdan tuttu ve bana susmam için işaret yaptı. Talha devam etti.

“Tasman bu kez kimin elinde söyle güzelce soruyorken.” Adamın korku dolu gözleri Talha’daydı. Yavuz’dan değil ama Talha’dan korktuğu aşikardı. Konuşmak ile konuşmamak arasında gidip geldi. Talha da bunu anladığı için tehditkar konuşmaya devam etti: “Beni tanırsın değil mi Okan? Dediğimi yaparım ve eğer ki ben Zeyd’i senin işkence masalarından birinde bulursam bu aleme yemin olsun ki derini yüzer seni dar ağacında sallandırırım. O zaman parasını yediğin hiçbir … seni elimden alamaz. O yüzden söyle şimdi, nereye götürdün Zeyd’i.”

Gözlerim kulaklarıma değen işkence kelimesi ile donup kaldı. Bunu yapamazlardı değil mi? Zeyd’e hem de… benim Zeyd’ime… Ona kıyamazlardı. Gözlerimi Talha’dan zar zor ayırıp onun karşısında iki büklüm duran Okan’a baktım. Hala ağzından kan akıyordu. Adam Talha’dan aldığı tehdidin boşuna olmadığını anlamıştı ki ondan bakışlarını çekti yere bakıp kısa bir nefes aldı ve hemen konuştu.

“Ben değil. Ben almadım işi. Bana mail ile ulaştılar, sadece Zeyd’i alıp adamına teslim ettim. Birkaç saat da karısını tutun dediler. O kadar. Gerisini onlar halledecek.”

“Kim, kim? Bana bir isim ver ki seni bırakayım.”

“Yemin ederim bilmiyorum. Sadece teslim ettim ben.” Talha bir süre düşündü ardından adamın ceplerini karıştırıp telefonunu çıkardı ve Yavuz’a uzattı.

“Mail’e bak bakayım bir şey çıkacak mı? Bahadır sizde bunu alın.”

Adamı yaka paça peşi sıra götürürlerken bende artlarından bir süre bakakaldım. Neler olup bittiğine bir anlam veremiyordum. Yerimden de kımıldayamıyordum. Az önce zorla oturduğum banka çöktüm. Mirza, Talha’nın yanına gitmiş ona bir şeyler anlatıyordu. Sağımda bulunan Talha ile gelen ve birbirine beneyen iki geç çocuktan biri diğerine sordu:

“Abi niye bu kadar sinirli bu gece?”

“Anlamadım ki, en son şu burnunu kırdığı adam geldi eve, sonra Feza yenge bayıldı ne olduysa, ondan herhalde.”

“Bir gün yüzü göremedi adam ya.”

Bakışlarım istemsiz onlara döndüğünde ikisi de onları duyduğumu anlamış olacak ki sustular. Ardından Mirza tekrar yanıma geldi. Talha ve yanında bulunan adamlarda arabalarına binip hızla uzaklaştılar. Mirza:

“İyi misin?” diye sordu, usulca doğruldum.

“Değilim, ne oluyor? Zeyd kaçırıldı mı gerçekten?”

“Merak etme Talha onu bulacak.”

“Ama nasıl oldu bu? Kim, neden?” Mirza soruma cevap vermedi ama aklımda son gezisi dönüp dururken ona döndüm yine: “Berzah. Onun yüzünden. Nerede o şimdi?” Mirza derin bir soluk aldı:

“Tutuklandı. Cinayetten.”

“Ne?”

“Gidelim yolda anlatırım.”

Araba da anlattı anlatacağı ne varsa Mirza ama hep bir ucu açık bıraktı. Doldurmuyordu boşlukları. Berzah’ın peşinde olan bir adamın Zeyd’i onun avukatı olduğu için kaçırma nedeni sevgili kocamda bulunan belgelerdi. Ne hakkında bile olduklarını bildiğim belgelerden dolayı Zeyd’i kaçırmışlardı çünkü Zeyd adamın ipini çekmişti. Mirza, Zeyd’in sağ salim geleceğini söylüyordu. Ona göre adamın tek amacı Zeyd’in Berzah’ı suçsuz yargılanmasını önlemek olduğuymuş ama sadece bu kadar olmadığına ben adım gibi eminim. Polise gideceğimi söylediğimde Mirza bu konuyu halledeceğini söyledi. Korkuyordum. Korkum içime yayılıyordu yavaş yavaş. Gözümden bir damla yaş düşerken içimden bir inşirah okudum ve bildiğim tüm duaları onun için mırıldandım.

. . .

. . .

Üç gün… üç yıl… üç asır… seven bir kalp azap içindeyken zaman kaç katına deviriyor kendini? İçim andan kopup kopup bir muammaya düşüyor, soluğumu kesiyor, içimin sızısını harlıyor ve beni korkunun içinde boğuyor. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Anlamıyorum. Etrafımda ki her şey bir oldubitti halinde sanki. Sabah oluyor sonra tekrar akşam. Sadece bir kişinin yokluğu etrafımda ki tüm varlığı alıp götürüyor. Bunun da korkusu var yüreğimde, meğer onu kendi bildiğimden daha çok seviyorum. Belki bu bildiğim bile bir bilinmezlik. Zeyd yok ben bir bunu biliyorum. Aynı arşın altındayız ama o iyi değil ben bunu da biliyorum. Göğsümün ortasında bir his var. Bir bedenin ağrısı sanki topyekun orada. Elim ayağım tutmuyor, Zeyd’e bir şeyler olmuş bunu hissediyorum. Sanki yüreğim bir gergefte. Parça parça çekiliyor. Zeyd’e bir şey olduğundan eminim ve bu gerçek benim yüreğimi dağlıyor.

Önümde ki rahlenin altında kavuşturduğum ellerimin parmaklarına bir sızı yerleşti önce. Üç parmağım sızladı. Önemsemedim. Canımın acısını unutturan ruhumun sancısı vardı. Bilmem kaçıncı kez okuduğum Kehf suresinin ortalarına doğru bir iki damla gözyaşım daha ıslattı Kur’an-ı Kerim’in yaprağını. Kesik kesik aldığım bir nefesin ardından gözlerim usulca kapandı iç yurdumun karanlığına döndüm yine. İçimde ki ıssızlık bir kez daha vurdu yüzüme. Aklım bin bir endişe sıraladı kalbime yük diye yine. Altında ezildim, nefesim kesileyazdı. Ümitsizlikten uzağa taşıdım yükümü ve içimden bir zikre başladım. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Elimden beklemekten başka hiç bir şey gelmiyordu. Sina hocanın bir zaman söylediği o cümle geçti içimden.

“El-intizâr eşeddü minen-nâr.” (Beklemek ateşten şiddetlidir!)

Zeyd… seni beklemek ateşten şiddetliymiş.

Ne yapabileceğimi düşünüp duruyorum ama hiçbir şey bulamıyorum. Kime ne danışsam hepsi bir ağız olmuş sanki ‘yakında bulunacak Zeyd’, ‘bugün bir yarın bir haber gelir’, ‘arıyor herkes üzme kendini’ cümlelerin bende bu kadar ehemmiyetsiz durduğunu da bilmezdim. Hepsi zihnimde bir boşluk... Elim kolum bağlı, ondan tek bir haber bile alamadan durmak beni çaresizce bekletiyor. Onun için hiçbir şey yapamıyor olmak beni âşıkların en kabiliyetsizi yapar. Öyle miydim? Gözümden bir damla yaş daha düşerken karar verdim. Öyleydim. Yavaşça ayaklandım önümde duran rahleyi katladım ve dergâhın kitaplığına yöneldim. Elimde ki Kur’an-ı Kerim’i rafa bıraktığım an bir şey düştü içinden. Uzanıp aldım. Küçük bir kâğıt parçasıydı. Açıp okudum.

“Konuşmamız gerek. Bugün saat bir de kapalı çarşıdaki Pehlivan Efendi’ye gel. – Yuşa ”

İki kez okudum elimde ki kağıdı. Yuşa, Zeyd’in suçlu olduğunun ispatını bulmuş olmalıydı ki beni buluşmaya çağırıyordu. Elimde ki kâğıdı hiç düşünmeden buruşturdum avucumda. Artık Zeyd’i gözümde kötü gösterecek tek bir delile bile inanmazdı bu gözlerim. Bu yüzden bu buluşmaya gitmeyecektim. Dergâhın kapısına yöneldiğim sırada birden aklıma gelen düşünce ile durdum. Yuşa! Nasıl da aklıma gelmemişti? O kafayı Zeyd’e takmış durumdaydı ve isterse onu bulabilirdi. Saate baktım neredeyse bir saat vardı buluşma zamanına. Fırlayarak çıktım orta avluya öyle ki telaştan yanlış kapıdan çıkmış medresenin içinden geçen kestirme kapısına girmiştim. Bir iki öğrenci beni yanlarından geçerken görünce şaşırarak baktılar. Onları elbette şuan gözüm görmezdi. Tam ikinci avluya geçecektim ki Muaz seslendi ardımdan:

“Gazel!” iki öğrenci ile büyük kapının önünde ayakta durmuşlardı ve ellerinde de içi dolu kasalar taşıyorlardı. Muaz taşıdığı iki kasayı arkasında duran bir öğrenciye verip bana doğru yürüdü bir yandan da üstünde ki tozu silkeliyordu: “Yine mi dergâhta kuran okuyordun?”

“Evet.” dedim acele ile.

“Ne bu telaşın? Zeyd’den bir haber mi var?” bakışlarım ile bizi dinleyen biri var mı diyerek etrafa bir göz attım Muaz da benim bu gizemli halime bir anlam veremedi ama Yuşa şuan bir kaçaktı ve onu ele veremezdim. Fısıltı ile konuştum.

“Yok. Yuşa. Buluşmak istiyor. Oraya gidiyorum şimdi.”

“Ne?”

“Sessiz ol. Zeyd’i bulmasını isteyeceğim.” Muaz hoşnutsuz bir ifade takındı, bana doğru eğilerek kısık sesle cevap verdi.

“O da ‘tamam bulurum’ diyecek, öyle mi? Zeyd’den nefret ettiğini bilmiyor musun?”

“Biliyorum ama Yuşa eğer isterse bulur Zeyd’i, başka şansım yok Muaz.” Muaz bir an çaresiz çıkan sesime inandı ve öfkesini bir kenara attı.

“Bu işten vazgeç derim kardeşim. Allah korusun polis seni de onunla birlikte yaklarsa yardım ve yataklıktan kendini nezarethanede bulursun.”

“Bunu düşünecek halde değilim. Zeyd yok. Tıpkı babam gibi birden gitti o da. Endişeden ölmek üzereyim. Korkuyorum Muaz. Gidip konuşacağım ve Zeyd için gerekirse Yuşa’ya yalvaracağım.”

Gözümde ki yaşı sildim ve Muaz her ne kadar benimle gelmek istese de zorla durdurdum, onu da tehlikeye atamazdım. Arabasını alıp yola koyuldum. Yuşa’nın söylediği buluşma saatini epey geçmiş olmasıyla birlikte kapalı çarşıya vardığımda söylediği Pehlivan Efendi’yi bulmak hiç de zor olmadı çünkü meşhur bir kahveciydi ve kime sorduysam hemen dükkânı tarif etti. Oldukça eski küçük dükkâna girmeden hemen evvel kapıda dururken aklıma Zeyd geldi. Onu ilk kez ofisinde görmeye gittiğim gün bana bir kahve tattırmıştı ve kapalı çarşıda özel bir kahveciden bahsetmişti. Burası orası mıydı? Bir an şaşırdım ama şaşkınlığım çabuk geçti.

Küçük sayılabilecek eski nostalji bir dükkândı. Etrafta yan yana dizli ahşap raflar, raflarda sıralı rengârenk kahve kutuları, eski hat tabloları, yerdeki hal, etrafımı saran kahve kokusu… İnsanın merakını cezbediyordu. Kutuların arasında uzunca bir raf bir sürü farklı şekil ve boyutlarda kahve fincanları ile doluydu. Tıpkı bir koleksiyon gibi... Dükkânın baktıkça insanın ruhuna ince bir ney sesi dinletisi vardı ki içim kıpırdandı ve birkaç gündür uykusuzluğumun oluşturduğu yorgunluğum uçup gitti. Zeyd’in yokluğunun içimi bir zindana çevirişinin verdiği kasvet bir an dağıldı. Kaç gündür devrini şaşıran zaman tekrar aslına döndü. İçimden bir şükür çektim ve o an anladım. Buranın sahibi kesin bir dervişti. Bu hissi bilirdim. Nadir zamanlarda otururdu içime. Buranın ruhani atmosferi sahibindendi. Ehli Dost olanlar ancak bulundukları yeri sessiz bir nefesle ve görünmeyen bir huzurla ile doldururlardı. Etrafıma bakındığım an karşımda duran kapıda yaşlı bir adam belirdi, elinde tuttuğu iki fincanla. Tabi ki biri benim içindi. Geleceğimi biliyordu. Ben geç kalmıştım ama amcanın elinde ki kahvenin dumanı tütüyordu. Şaşırmadım çünkü ben hissikablelvuku dolu insanlarla büyümüştüm. Bana bakmadı yaşlı amca gözleri tuttuğu iki fincandaydı ve az ötemde duran tabureye oturdu fincanlardan birini önüne koydu diğerini karşısına. Yani bana. Orada yüzüme baktı. Gülümsedim çehresinde ki o nuru görünce. Bir ürperti geçti bedenimden babamın görüntüsü belirdi gözlerimin önünde, yanı başımdaymış gibi. Yaşlı adam gülümseyerek karşısında duran tabureyi gösterdi. Ayaklarım bu işarete itaat ederek ona yöneldim ve usulca oturdum.

“Hoş geldin kızım.” dedi fincanında ki kahveden bir yudum alarak.

“Hoş buldum.”

“Kahve sever misin?”

“Severim.”

“Peki nasıl bu fincana gelir bilir misin?” başımı iki yana salladım, bilmediğimi söyledim. Gülümsedi Pehlivan amca ve anlatmaya başladı: “Hiçbir şey yaratılışında mükemmelliğe erişmediği gibi bu mübarek te birden kahve diye gelmez önüne. Aşama aşama kendini bulur. Evvela böyle koyu kahve bir rengi de olmaz. Çekirdekler sarı, yeşil yahut kırmızı renktedir. Çeşit çeşit insan gibi... Önce çekirdekler toplanır, kabukları soyularak yıkanır. Kurutmaya bırakılır… Kuruduktan sonra kavrulma işine geçilir ve renginin en koyusunu bulana kadar kavrulur. Kahve çekirdekleri tamamen kavrulmadan evvel ilk çatlamalar meydana gelir. Bu çatlamalar olmasa ne tadı bizim dimağımıza değen o lezzete erişir ne de kahvenin kendisi olur. O yüzden bu çatlamalar kahvenin oluşması için önemlidir.”

“Anladım.”

“Benim adım Pehlivan.”

“Gazel bende.” gülümsedi Pehlivan amca.

“Hanif’in kızı Gazel.”

“Babamı tanıyor muydunuz?”

“Rahmetliyi Ehli Dil herkes tanırdı. Dünya sürgünü uzamadı, geride kalanlara ise keder oldu. Rabbim dayanma gücü versin.”

“Amin.”

“Burada herkes beni Kahveci Pehlivan olarak tanır. Hanif dost, kardeşim sayılırdı toprağı bol olsun. Sende kızım sayılırsın. Olursa bir gün bir derdin yahut sıkıntın, çekinme bana gel.”

“Allah razı olsun.” Pehlivan amca gülümsedi sonra ardına baktı.

“Şu taraftan, kahve çuvallarını az geçince ilk kapıyı açarsın.” dedi bir den bana neden geldiğimi hatırlatırken. Ayağa kalkacaktım ki Pehlivan amca durdur beni:

“Kahvenden içmedin hiç kızım.” ikramına biat ederek küçük fincandan bir yudum aldım. Tadı uzuvlarımı dondurdu. Bakışlarım anında Pehlivan amcayı buldu. Zeyd’i tanıyordu. Anlattığı kahvenin o ilk çatlamaları Zeyd içindi… Şaşkınlığım üzere gülümsedi yine.

“Siz Ze-“

“Yollar uzun, çetrefilli ama her başa gelene bela gözüyle bakmamalı insan. Bela vardır seni cehennem çukuruna atar. Kalbini yıkar, yakar. Zihnini bulandırır seni hasta eder, ruhunu emer. Ama bela vardır yolcunun sapan kalbini yola getirir, eğriyi düzeltir, hakikati gösterir, lütfa kapı olur. Kefaret sayılır. Öyleyse bela denir mi hiç? Denmez. İmtihan olur adı bu defa. İnsanız biz. Muhtacız. Acziyetini unutmayan, kendisine yönelen kula, Allah daima iyilikle muamele eder. Sınar ama sınadığına yol gösterir. Kalbini kavurur, çatlatır ki olgunluğa erişebilesin. Tevekkül et kızım çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”

Donuk bakışlarımdan düşen bir damla yaş ile bildiğim cümleleri duymanın verdiği hazza varan kulaklarım için hamd ettim. Pehlivan amcanın bir zaman babamı, Zeyd’i gören gözlerine baktım ardından onunla yolumu kesiştiren Allah’a yöneldim içimden. Secdeye varıp şükretsem sadece kırkta birine bile denk gelir miydi bu tevafuk?

Pehlivan amcaya bir şey demeden söylediği kilere yöneldim. Sözcükler hep duygularımı anlatmak için yetersiz kalıyordu yine sessiz kaldım bu yüzden. Ehli dil biri ile karşılaşınca dilimin tutulması da hep bundandı. Gözümde ki yaşı tuttum ve bulunduğum kapıyı açmadan önce aylar sonra göreceğim abim için kapının kolunu indirdim.

İçerinin loş ışığından da olsa onu görmek beni hiç olmadığı kadar kedere ve özleme boğdu. Onu görmeden önce içimde sadece kızgınlık vardı ama hepten dağıldı o an. Kırgınlığıma onu görmek merhem oldu. Ona doğru koşup boynuna sarılırken ağlayışımı da durduramadım. Babamın ardından abim kalmıştı benim sadece, varlığı ile yokluğunun bir olması ona olan sevgimi de özlemimi de azaltmıyordu hiç. Beni saran kollarından kurtulunca ona baktım ve şaşkınlıkla kalakaldım. Saçlarının sakalının ağardığını gördüm. Siyah gür saçlarının aralarına serpilmiş aklar sanki abimi götürmüş yerine başka bir abi getirmişti bana. Yüzü gölgelenmiş, avurtları çökmüş, gözünün feri gitmişti. Benim abim, canım abim son birkaç ayda on yıl yaşlanmıştı. Bakışlarımı fark edince utandı önce ardından gizlice gözünde ki yaşı sildi. Saçlarına düşen aklar mağrur duruşunu değiştirmemişti hiç demek. Bana baktı ardından gülümsedi güzelce o tanıdık tebessümü ile. Neyse ki gülümsemeler yaşlanmıyordu.

“Şükürler olsun geldin.” dedi elimi yanaklarımdaki yaşları sildim.

“Çok özledim seni abi.”

“Bende ama gel otur biraz soluklan.” sürükleyerek beni bir sedirin üstüne oturttu. Ellerimi tuttu: “Nasılsın? Annem, Muaz, Betül nasıl? Ya İsar büyüdü mü kerata?”

“Elhamdülillah iyiler hepsi. Annem her gece hala sana dua ediyor. Muaz hala senin resmini odasında gizlice saklıyor. Betül İsar ile uğraşıyor. Vakıf desen çok şükür işler yolunda, Medrese de Dergah da. İyi hepsi ama sen…” uzanıp saçlarına dokundum. Ne oldu sana demeye dilim varmadı. Onu suçladığım tüm zamanların yükü kalbimden bir an kalktı. Annemin benim öfkeme olan siteminin haklılığı kuruldu düşüncelerime. Yuşa’nın kederi benim ciğerimi dağladı. Gözümden düşen yaşı sildi usulca:

“Bende üzülünce böyle bir huy çıkıyormuş. Onu anladım babam…” getiremedi cümlenin devamını gözünden düşen yaşı gizlemek için yüzünü çevirdi.

“Yuşa sen babama-“

“Allah şahidimdir, Gazel. Annemin üzerine yemin ederim ki ben babama zarar gelecek hiçbir iş yapmadım.” Gözünden düşen yaş, sesinin çatallaşması… Hanif Şems’in oğlu, içimizde ki en sert kaya, demir yurdunu kimseye açmayan abim karşımda çocuk gibi beni iknaya çabalıyor.

“Ben… inanıyorum sana.”

“İnanıyor musun?” başımla onayladım gülümsemeye çalıştım.

“Ama kızgınım. Beni onca zaman bir başına bıraktın. Nasıl yanımda olmazdın?”

“Gelmedim değil, gelemedim. Polis, Vildan, Mert… Anlatacağım hepsini. Bana hak vereceksin eminim ama şuan buradan gitmemiz lazım. Pehlivan amcayı daha fazla zor durumda bırakmayalım. Hadi Gazel gel benimle.” Ayaklandı ama benim hala oturduğumu görünce bir an duraksadı. Tekrar gelip önümde diz çöktü: “Hadi abisinin canı, söz verdiğim gibi karşına kanıtla çıktım. Haklı olduğumu-“

“Gelmeyeceğim Yuşa. Buraya bana Zeyd’in suçlu olduğunu kanıtlaman için gelmedim.” Yuşa kaşlarını çattı ayağa kalktı ve önümde durdu bende ayağa kalktım.

“Anlamıyorum sen-“

“Dinle. Sana daha önce de söyledim seni dinleyeceğim ama şimdi senden bir istediğim var.”

“Nedir?”

“Önce söz ver, bana yardım edeceksin.” Yuşa zeki bir adamdı ve anında Zeyd ile ilgili olduğunu anladı. Yüzünde sahte bir gülümseme oluştu.

“Ne istiyorsun?”

“Zeyd yok.”

“Eee?”

“Basit bir konu değil lütfen ciddiye al. Kaçırıldı.” önemsemiyordu önemsediği tek konu benim ciddiyetimdi bu yüzden ilgileniyormuş gibi yaptı.

“Kim kaçırdı?”

“Bilmiyorum. Bir dava için il dışındaydı bir hafta sonra döndü ertesi gün havaalanında bir grup adam geldi ve aldılar.”

“Belli ki kocan birinin ayağına fena basmış. Merak etme geri gelir elbette.”

“Yuşa… Talha işkence görmesi ile ilgili bir şey söyledi. Bu adamlar çok tehlikeli ben-“

“Talha mı? Talha Bahremoğlu mu?”

“Evet. Tanıyor musun?”

“Tanıyorum.” Yuşa’nın yüzünün rengi değişti. Gözleri öfkeden çakmak oldu yine. Az sonra bana kızacaktı anlamıştım.

“Lütfen abi. Lütfen Zeyd’i bul.” Yuşa sinirle çenesini kastı gözümden düşen yaşlara baktı. Çaresizliğim elbette ki kalbine dokunacaktı emindim. Ben onun merhametinden bir parçaydım.

“Sen Talha’nın yasadışı işlere karışmış bir şirketi yönettiğini biliyor musun ve Zeyd’in onların avukatı olduğunu?” başımla onayladım. Öfke ile geriledi ve bağırdı: “Berzah Akad tutuklandı. Neden çünkü bir cinayet işledi. Talha Bahremoğlu’nun lideri olduğu bir masanın üyelerinden birini öldürdü. Bu masa ülke de yasadışı işlerin %70 inin döndüğü bir bataklık. Senin kocan bu masada bulunan liderin avukatlığını yapıyor ve sen bunları biliyorsun. Öyle mi Gazel?”

“Biliyorum ama-“

“İyi halt ediyorsun.” Öfkeden delirmek üzereydi, bir an üzerime geldi ama kendini frenleyerek geri çekildi. Berzah’ın cinayet işlediğini söylemesi içimi dondurdu ama hala inanmak gelmiyordu içimden.

“Şer sandığımız hayr, hayır sandığımız da şer olabilir.”

“Sen bu anlattığım üç adamdan ne hayrı gördün?”

“Ya sen, hani suçsuzdun?”

“Öyleyim.”

“Ama göründüğün değil.” Yuşa’nın yüzü taş kesildi. Bir kez daha onu Zeyd ile denk eylemem onu sarstı. Eminim onun sevgisini Zeyd ile paylaşmama kırılıyordu ama çabuk toparladı.

“Derhal o adamdan ayrılıyorsun. Hemen.”

“Yapamam.”

“Sakın bana onu seviyorum masalı anlatma artık.”

“Daha fazlası. Artık bütünüyle o oldum ben. Onu bırakamam Yuşa. Onu bırakırsam kendimi de bırakmış olurum.” Yuşa’nın yüzünde ki kan çekildi. Babamdan miras olan gözleri bulutlandı. Benim ciddi olduğumu anladığı an volta atmaya başladı küçük odada. Onu daha nasıl ikna ederdim bilmiyordum. Yuşa bir süre düşündükten sonra gelip karşımda durdu ciddiyetle.

“Bir şartla. Madem sen o oldun. Herkesin hayrı için kendini bırakacaksın. Zeyd’i bulacağım ama sende ondan boşanacaksın.” buruk bir gülümseyiş oluştu dudaklarımda.

“Yapmam.” Yuşa bunun üzerine derin bir nefes aldı ve gözlerinde ki öfkenin yerini bir acımak duygu kapladı. Bana içimde ki sevgi için acıdı…

“Sen ne yaptın kendine be güzelim? Doğru yapmazsın. Sen artık gözünün önünde Zeyd’in bir katil olduğunu görsen bile buna inanmayacaksın. Allah sonunu hayretsin kardeşim.” Gitmek için hareketlendiği sırada elinden tuttum:

“Hani küçükken benim için odamızı beyaza değil de pembeye boyamıştın, hep levrek yerine hamsi yerdin, köpek yerine kedi beslerdin. Sırf ben seviyorum diye. Sırf benim sevgim için sende severdin Yuşa. Benim için…”

“Artık büyüdük.” dedi elini benden kurtararak. Umutsuzdu emin oldum. Son kapım böyle kapandı. Yuşa kapının önünde durdu ve bana döndü: “Gidince senin sevmediğin her şeyi yapabilirim sanıyordum ama bir süre sonra senin sevdiklerinin artık benim için birer alışkanlık olduğunu fark ettim. Allah’a emanet ol kardeşim.”

Yuşa gitti ama Zeyd’i bulacaktı emindim.

. . .

İki koca gün daha geçti. Gün batmaya yakın vakfın hanımlar mescidinde Kur’an okurken Betül telaşla girdi odaya. İçimde ki sıkıntı hareketlendi onu öyle görünce duaya durdum. Ayakkabılarını çıkararak hemen yanıma diz çöktü. Elinde ki tuşlu eski telefonu bana uzattı.

“Muaz göndermiş bunu. Serçe getirdi. Kapıda bekliyor haber geldikten sonra ona tekrar vereceksin.” Dedi. Hemen aldım telefonu. Rahlede ki Kur’an-ı Kerim’in kapağını kapattım. Allah’ım… diyerek duaya başladım yine. Ümitsizliğe adım atmak üzereydim artık ve bir haber gelmeliydi ondan. Az sonra titredi küçük telefon avuçlarımda, titreyen ellerim ile cevapladım.

“Gazel,”

“Abi, ne oldu bulabildin mi?”

“Dün geceye kadar elimdeydi ama… Tuhaf bir şey oldu. Sen kocanın sadece bir kişi ile uğraştığına emin misin? Çünkü sanki bütün şehir adamın peşinde. Tabi yarısı öldürmek için.”

“Yaşıyor değil mi? Yuşa ne olur bana-”

“Dün geceye kadar ölmemişti ama fena hırpalamışlar. Öldürülmeden önce kurtardım kocanı.” Talha’nın ona işkence yapacaklarını söylemesi kulaklarımda yankılandı. Ciğerime saplanan bir bıçak birkaç kez döndü. Yutkundum ve yine gözlerimden yaşlar akmaya başladı.

“Nerede şuan Zeyd?”

“Erkan Tuğ’u tanıyor musun?”

“Hayır.”

“Tanımazsan daha iyi. Zeyd onun peşindeymiş. Berzah için ama adam zaten doğrudan Talha ile bağlantılı. Zeyd’i alıkoyan onlarmış ondan istedikleri bir şey var tabi kibarca sormamışlar. Yerini bulduk dün gece Zeyd’i tam aldık çıkıyorduk. Ortalık savaş alanına döndü. Bende ne olduğunu anlamadım. Hassanilerden Cafer’in adamları hem bize hem de tanımadığım bir grup adamın üstüne ateş açtı. Zeyd arada kaldı. Ne oldu ona bilmiyorum.”

Başım döndü, gözlerim karardı. İsimler zihnime değmeden uçup gitti ben sadece Zeyd’in iyi durumda olmadığına ve şuan nerede ne halde bilmediğime yandım. Yuşa beni arayıp hiç değilse dün geceye kadar Zeyd’in hayatta olduğunu bildiğini söylemesi ile ciğerimi söktü sanki ama ima ettiği şeye asla inanmadım.

“Ölmedi o. Yaşıyor.”

“Gazel oradan birinin sağ çıkması imkansız.”

“Yaşıyor Yuşa. Ona bir şey olsaydı bilirdim.” sessiz kaldı bir süre.

“Çok üzüyorsun kendini. Dinlen biraz. Hala mı uyumadın yoksa? Yemek yedin mi?”

“İyiyim.”

“Tekrar araştıracağım tamam mı, ama heba etme artık kendini.”

Bir şey demeden kapattım telefonu. İçimden zikre başladım. Dayanabilmek safhamı geçmiştim. Ellerimi yüzüme kapattım. Fark etmeden ileri geri sallanmaya başladığımı Betül omuzlarımdan tutup beni durdurunca fark ettim. Gözlerimin içine baktı.

“Sabret, elbet sana geri döndürecek Yaradan onu.”

Derin bir nefes aldım ve birkaç saattir oturduğum köşeden kalktım. Betül ayakta zor duran bedenime destek olup koluma girdi. Önce elimi yüzümü yıkadım ardından odama geçtiğimde Zeynep bana yemem için bir şeyler getirdi, başımda dikilip ısrar etti ama bir lokma bile almaya iştahım yoktu. Az sonra Cemile kadın elinde tuttuğu demir bir tas ile odama geldi. İçinde koyu renk bir sıvı olan bardağı önüme koydu:

“Hoca Sina gönderdi.” dedi. Donuk bakışlarımı çektim ondan yine içeceğim yok gibiydi ama Cemile kadın beklemeye devam etti: “Bir yudum bile almazsanız buradan ayrılamam.”

Sina hoca… Her gönlün perdesini bilir, tanır, dermanı gösterir… Acımı görmek onu huzursuz etmiştir eminim. Her mahlûkun kederi onunda omuzlarına yük, boyuna urgandı bilirdim. Bu yüzden elçime hak bırakmamak için beyaz keten mendilin üstünde duran demir tası kaldırdım. Bir yudum aldım, pekmez gibi şirin, tatlı sudan. Göğüs kafesimi ferahlattı sanki o bir yudum, içimden bir elhamdülillah çektim. Bardağı yerine bırakmak üzereydim ki mendilin köşesinde ki işlenmiş resmi fark ettim. Dağa doğru uçan bir kuş motiflenmişti; Simurg. Cansız bir gülümseme oluştu dudaklarımdai küçükken bize anlattığı o masal aklıma gelince. Simurg yuvasına dönüyordu mendilin üstünde ki resimde. Kıymetli mendilini bana göndermesine bir an şaşırdım ardından farkına vardığım gerçekle yerimden doğruldum. Gözümden bir damla daha yaş düşerken bu defa gülümsemem sevince bulandı. Anlamış gibi Cemile kadın da bana gülümsedi. Yüreğim uçsuz arşında bir ferahlama oldu orada. Sızlayan o üüç parmağımda ki sızı da kayboldu. Zeynep ve Betül birbirlerine bakıp bir şey anlamadılar ama hayra yorulduğundan eminlerdi. Tasın içinde ki şerbetin son yudumuna kadar içtim. Ardından eve gitmek için ayaklandım. Madem beklediğim az biraz zaman sonra gelecekti o halde onu evimde bekleyecektim. Ofisten çıktığım sırada eskiden öğrencimiz olan şimdi de vakıfta çalışan Arif belirdi kapıda, yüzünde ki ifadeye bakılırsa bir sorun vardı:

“Ne oldu Arif?”

“Gazel abla, hani vakfın, medresenin etrafında bir tuhaflık görürseniz söyleyin demiştin ya.”

“Ne oldu?”

“İki gün önce motorlu bir adam bizim ufaklardan birine içeride ki durumu sormuş. Cebine de birkaç kuruş sıkıştırmış. Bir daha o adamı görürse bana haber vermesini istemiştim. Adam burada.”

“Nerede?”

“Bizim şekerci dükkânının önünde. Dergâh kapısının sağ tarafında.” Eskiden bir şekercinin bulunduğu medreseye bağlı büyükçe tek dükkanımızdı Arif’in söylediği yer ve uzun zamandır boş duruyordu.

“Kameralar çalışıyor mu?”

“Oradakiler çalışmıyor, ilginçtir.”

“Tamam, Arif. Sağol haber verdiğin için.”

Arif gittikten sonra hemen telefonumu çıkardım ilk olarak Mirza’yı aradım ama açmadı hemen Can’ı aradım, aramam ile telefonu kapatmam bir oldu çünkü Can da tam o anda avludan içeri girdi. Yüzünde ki morluk dikkatimi çekti.

“Can?” bakışlarımı anlayınca başını salladı.

“Önemli bir şey yok. Nasılsın diye bakayım dedim.”

“İyi ki geldin tuhaf bir durum var.”

“Ne?” ona Arif’in söylediklerini anlattım. Can’a dergâha gidip pencereden adamı gözlemesini söyledim. Namaz vakti olduğu için ben gidemezdim. Can henüz gitmişti ki koşarak geldi. “Adam hareketlendi, takip edelim.”

Can hızla arabasına giderken bende peşinden koştum. Ön kapıyı açmak üzereyken Talha’yı gördüm hemen ilerimizde. Telaşımıza bir anlam veremedi ama o da beklemeden arabasına atladı. Siyah motosikletli adamı takip ederken Can Talha’ya telefonda olan biteni anlatıyordu.

“Adamın adı Tekin. Bizi Zeyd’e götürebilir.”

İçimde tuhaf bir his oluştu. Her şey çok kolay ve basit geliyordu. Sina hoca bana Zeyd’in geri döneceğinin yakın olduğunu anlatırken hemen olacağından bahsetmediğine emindim ama yine de bu durumun gerçek olması için, takip ettiğimiz adamın bizi Zeyd’e götürmesi için içimden dua etmeye başladım ve bu umuda tutundum. Uzun bir takibin ardından adam şehirden uzak sakin bir mekanda durdu. Araba durunca Can hemen kemerini çözdü.

“Sakın çıkma dışarıya. Ekstra dert olmak istemezsin değil mi?”

Can’ın ardından Talha, Yavuz ve bir adam daha ilerlemeye başladılar. Uzun bir yokuşu inince gözden kayboldular. Bir süre zaman geçti ama ne dönen oldu ne de bir hareketlilik. Beklemekten sıkıldığım ve o huzursuz edici hiç çoğaldığı an indim arabadan neler olduğuna bakmak ve gerekirse polisi aramak için. Yokuşu indim. Görüş alanıma karşılıklı durmuş adamlar girince durdum ve neler olduğunu izlemeye başladım.

Etrafa bakınca bulundukları yerin bir demirci olduğunu anladım. Talha’nın karşılık konuştuğu adamlardan biri harlı bir ateş ocağının başındaydı. Talha’nın sert çıkan sesini duymuştum ama ne konuştuğu anlaşılmıyordu. Talha eli ile arkasında ki adama bağırdı:

“Bahadır içeriyi kontrol et.” az sonra Bahadır geldi ve Talha’nın kulağına bir şeyler söyledi.

Ne olduysa orada oldu. Talha ikna olmamış gibi önünde duran demircinin üzerine yürüdü. Tehdit ettiğini anlamıştım. Ardından arkasına, Yavuz’a dönünce etraflarını birkaç adam sardı hepsinin de ellerinde demir sopalar vardı. Talha’nın üzerine yürüdüğü adam kendisine sırtını dönen Talha’nın omzuna az önce ateşin içinde duran demir çubukla vurunca donup kaldım. Talha acı ile yüzünü buruşturdu ama kendini çabuk topladı ve adamın ikinci darbesine karşı kendini korudu. Ortalık bir anda savaş alanına döndü. Can’ın eline demir çubukla vuran birini gördüm. Titreyen ellerim ile telefonumu çıkarıp polisi aradım ardından az önce Can’a vuran adamın bu defa da Talha’nın kafasına vurduğunu gördüm. Aynı anda bir silah patladı ve herkes dondu. Yavuz’un elinde patlayan silah Talha’ya vuran adamın eline isabet etmişti. O anda çil yavrusu gibi kaçışmaya başladılar. Yavuz vurduğu adamın üzerine gelip silahı başına doğrulttu. Vuracaktı.

“Yavuz bırak.” dedi Talha ondan beklemediğim bir hareket yaparak. Sanki konuşan az önce ki öfkeden köpüren adam değildi. Yavuz da şaşırdı ama dediğini yaparak adamı bıraktı. Bahadır telaşla Talha’nın başucuna geldi:

“Reis, başın kanıyor.” az önce ki hallerine tezatla döndüklerinde derhal arabaya bindiler. Can elini tutuyordu.

“Ben kullanırım.” dediğimde Can başı ile onayladı. Talha arabasına binerken seslendim: “Can’ın kolunun sarılması gerek sende doktora görünsen iyi olur. Vakfa gelin revirde doktor var.” Talha oralı olmadı onun yerine Bahadır cevap verdi:

“Olur.” Titreyen ellerim ile ve şahit olduğum dehşet verici o olaydan sonra araba sürmekte biraz zorlandım ama Can’da bende bunu düşünecek halde değildik.

. . .

Revir de ki doktor çoktan çıkmıştı tekrar çağırmamıza ise Talha kesinlikle izin vermedi. Başına değen demir çabuğa rağmen doktora gitmek istemeyen Talha’ya Bahadır dikiş attı, belli ki tıp eğitimi vardı. Sonrasında sırtında ki yanığa da tedavi uyguladı. Bende Can’ın elini sardım şükür ki ciddi bir şey yoktu ama canı fena yanmıştı ve oldukça sinirliydi. İşimiz bitince Can ile birlikte revirden çıktık. Bahadır da az sonra avluya çıkıp telefon ile konuşmaya başladı. Can’ın ceketini unuttuğunu söyle ile onu durdurdum ve revire ceketini almaya gittim. İçeri girmek üzereyken Talha’nın sesini duydum.

“Tuhaf. İlk kez ölümden korktum. Adam kafama vurunca gözüm karardı bir an sonra Feza belirdi önümde... Ölsem üzülür mü dersin?” Yavuz cevap verdi.

“Düşündüğünden bile çok ama sen son yaptığınla bir inciri berbat ettin dostum. Çok üzmüşsün kızı.”

“Üzdüm.”

“Hiç değilse bu gece eve gidip gönlünü al.” Talha hareketlendi.

“Önce Zeyd’i bir bulayım, sonra ilk işim o olacak.”

Sessizce ikisini bırakıp ayrıldım oradan. Can’a ceketini bulamadığımı söyledim. O da üstelemedi. Sonra eve gitmekten vazgeçtim ve orta avluya geçerken Can’ın da Talha ile çıktı. Böylece olaylı bir günü geride bıraktık ve ben yeni uykusuz bir geceye başlamak için odama gidip rahlenin başına geçtim.

. . .

Evde sabah ezanına dek ancak bir saat uyuyabilmiştim. Ezan okunmaya başladığı an oturduğum koltuktan kalktım. Namazdan sonra çıktım evden. Büyük avluya geçtim. Cemile kadın gördü beni. Bir şey diyecek oldu ama vazgeçti. Medrese de bu saatte Muaz beni görse eminim sıkı bir vaaz verirdi ama şuan onu da düşünmedim. Büyük koridordan geçip dergâha vardım, orada da Hüsnü amca etrafı temizliyordu. Beni görünce şaşırmadı başı ile selamladı sadece. Kadınların olduğu perdeli bölüme geçtim ve babamın en sevdiği rahlesinin üstüne koyduğum Kur’an-ı Kerim’i açıp yine Kehf Suresini okumaya başladım. Bir yarım saat sonra Cemile kadın bir tas çorba ve bir dilim ekmek getirip yanıma bıraktı. Zeyd… ağlamam şiddetlendi ve artık yaşlardan okuduğumu göremez oldum. Geriye yaslanıp sakinleşmeye çalıştım.

Geç bir vakit açtım gözümü uykuya düştüğüm yerden. Üstümde bir hafiflik vardı. Uyuşan sol koluma biraz masaj yaptım. Cemile kadının getirdiği çorba ve ekmek yoktu onun yerine bir şal örtülmüştü üstüme. Bir yel esti o anda nereden geldiğine bir anlam veremediğim. Bakışlarımı okşadı, yüzümü avuçladı, içime bir ferahlık yaydı. ‘Tek canı sağ olsun da; yel essin, kokusu gelsin’ dermiş eskiler. Böyle Zeyd’in kokusu doldu içime. Yutkundum. İçimin sızısını yokladım, acımın hafiflediğini gördüm. Göğsümde ki daralma kalkmıştı. Hemen kalktım yerimden bir heyecanla, ne yapacağımı bilemeden bir süre divane gibi dolandım. Ardından dışarı attım kendimi. Namaz için dergâha doluşmuş amcalar beni görünce şaşırdılar. Hızla geçtim medresenin koridorunu beni gören öğrenciler başlarını eğip hazır ola geçtiler. Az sonra büyük avludan orta avluya geçen küçük kapıyı geçtim ki Muaz’a çarpmamak için durdum. Yanında da hemen Betül vardı. Muaz sinirle söylendi.

“Sen iyice hesap şaşar oldun. Acın acımdır lakin bir daha vakitsiz geçmeyeceksin öbür tarafa.” beni bırakıp gitti. Betül de sitem etti kocasının ardından:

“Güzelim, az söz dinle. Bu kaçıncı. Evde otursan dinlensen ha? Namazını evde kılsan Kur’an-ı evde okusan olmaz mı?”

“Nefes alamıyorum Betül.”

Beklemeden eve gittim. Annem bir köşede namaza durmuştu. Usulca çıktım odama geçtim pencere önüne. Cevşen-ül Kebir açıp okumaya başladım. Üçüncü kez baştan almıştım ki ılık bir yel esti yeniden, başımı kaldırdım okuduğum kitaptan. Eğer delirmiyorsam Zeyd’in kokusu doluyordu içime. Ayağa kalktım hemen pencereye yürüdüm. Medresenin avlusu boştu öğrenciler dersteydi. Orta avluda çocuklar bir köşeye çekilmiş oyun oynuyorlardı. Vakfın terası ıssızdı. Derin bir nefes aldım. Bir rüzgar esmeye başladı aniden. Hava da ki nereden geldiği belli olmayan bulutlar etrafı sonbahar gününe çevirdi. Yağmur yağdı yağacaktı. Az sonra Muaz o koca gövdesi ile göründü kapıdan telaşla. Eve doğru bakınca beni gördü. Eli ile kapıyı gösterip koştu. Ardından büyük kapı açıldı. Muaz’ın gövdesinden ötesini göremedim ama hissikablelvuku, doldu içime o. Hızla açtım kapıyı indim merdivenleri.

Taş avlunun tam ortasında durdu ayaklarım. Aynı anda rahmet yağmurları düşmeye başladı usulca. Zeyd’imi gördüm.

. . .

Loading...
0%