Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10.Bölüm

@cigdemgah


Zamanın da yakın bir arkadaşımdan ‘kalbim büzüldü’ sözünü işitmiştim. Onun bunu manen söylediğini biliyordum ama hep abarttığına hükmediyor onun fazla duygusal olduğunu düşünüyordum. Zira bir kişinin insanın kalbini büzebileceğine imkân vermiyordum. Duygularını anlatmak için bu benzetmeyi yapmış, acı çektiğini sandığı için gözyaşı dökmüştü. Acı çektiğini sanmak… Ne kadar da küçümseyici bir söz oldu bu. Hamdım tabi, öyle sanıyordum. Meğer bir insan da kalbinizin büzülmesine sebep olabiliyormuş. Zeyd’i kapıda yara almamış tek bir uzvu kalmamış halde görünce büzülen kalbin ne demek olduğunu anladım.

Ene’l Mahbûb benzetmesini evvelden öylesine dile almıştım. “Ben sevgiliden gayrı değilim. Ben sevgiliyim.” demenin ciddiyetini büründüm o an. Zeyd karşımda perişan bir durumda iken kaç gündür kalbimin ne halde olduğunu onda gördüm. Meğer kalbim o zaman o şekilde vücut bulmuştu. Kapıda Can’ın koluna girmiş zar zor ayakta duran adam Zeyd değildi, aynada kendine bakan bendim. Gökyüzünden düşen rahmet damlaları içime düştü birer birer, sanki birer kordu da düştüğü yeri kavurdu, iç yurdumu yaktı. Bir gök gürültüsü eşlik etti Zeyd’in bana değen kara bakışlarına. Onun gözlerinde beni, halimi çoktan anlamış manâya takılıp kaldım. Gözlerinde şükrün nidalarını gördüm, bulanık bir perdenin ardında gibi. Ona benim de gözlerim eşlik etti lakin yaklaşamadım. Sanki kımıldarsam onun canını bir kez de ben yakacaktım, canım yanacaktı.

Can’ın ardında Mirza vardı ve daha önce Talha’nın yanında gördüğüm diğer iki kişi. Yavaşça içeri aldılar onu. Muaz, Zeyd’in kolundan tutarak yürümesine yardımcı oldu. Eve doğru yol aldıklarında benim yerimden kımıldayamadığımı, geri de kaldığımı fark eden sadece Zeyd oldu. Ama ancak o evden içeri girdiğinde kendime gelebildim yeniden, derin bir nefes aldım ve yüzümü gökyüzüne döndüm. Gözyaşlarımın eşlik ettiği yağmur tanelerinin ardından içimden Allah’a şükrettim. Bir rahatlamanın verdiği halsizlikle uyumak ve Zeyd’e gitmek isteği arasında ikisini de es geçerek vakfın mescidine yürüdüm. İkisinden de önce Allah’a yönelmek, içimde ki birden uçuveren korkunun geride bıraktığı duygu kırıntılarını temizlemek bana daha iyi gelecekti. Kaç rekât şükür namazı kıldım Zeyd’i hayatta tuttuğu, bana geri getirdiği için Allah’a bilmiyorum. Lakin iyice geçen yorgunluğumun ardından gönlümün sükununun sevince dönmesi ile selamımı verip bitirdim namazımı.

Vakıftan çıkıp hala çiseleyen yağmurda hızla eve vardım annem salonda oturmuş Kur’an okuyordu. Odaya girdiğimi görünce bakışları bana değse de okumasına devam etti. Aynı anda mutfak kapısında Betül belirdi ve beni kolumdan tutarak yanında sürükledi ve sitemkâr sordu:

“Nerelerdesin sen? Beklediğin yoldan gelmiş, o kadar badire atlatmış sen iş diyerek vakfa mı gittin?”

“Nerede Zeyd?”

“Senin odanda.”

Betül’ü ardımda bırakarak koşar adım çıktım merdivenleri. Taş evin ikinci katında bulunan küçük odamın kapısının önünde sakinleşmek için bir iki saniye bekledim. Bir İnşirah okuduktan sonra ancak elim vardı da indirebildim kapının kolunu ve gözlerim yavaşça değdi ona.

Zeyd benim yatağımda uzanmış, üzerine çok sevdiğim yeşil battaniyem örtülmüş. Yüzü pencere tarafına dönük, sargıya alınmış sol kolunu göğsünün üzerinde tutmuş, diğer eli yatağın üstünde. Zayıflamış gördüm onu, bitkindi çehresi, avurtları çökmüş, gözaltları morarmış. Yanına yaklaştım usulca uyandırmamaya çalışarak. Saçlarının ucundan tırnak uçlarına dek onu inceledim. Neredeyse uzamış saçlarının yorgun bir şekilde kendini bırakışını beş, sağ kaşının üstünde bandajın altından bile belli olan kabuk tutmuş yarasını on, dudağının üstünde ki küçük yaraları on beş, boynunda ki yaraları yirmi, elinde ki sargıyı yirmi beş dakika boyunca izledim. Dışarıda hafif bir gök gürültüsü duyuldu. Zeyd uykusunda huzursuzca kımıldandı, anlamsız bir şeyler mırıldandı. Yutkunarak yatağın ucuna onu rahatsız etmeden oturdum. Yatağın üzerinde duran eline baktım. Serçe parmağından itibaren sırasıyla üç parmağı sargıya alınmıştı. Bakışlarım benim üç parmağıma gitti. Kısa bir nefes aldım. Gözümde bir damla yaş düştü. Onu hissettim. Hissetmek… Usulca dokundum ona, eğilip belli belirsiz bir buse kondurdum acı görmüş parmak uçlarına. Sessizce düşüyordu gözyaşlarım ki Zeyd’in canının acısına dokunuyordum. Mırıldanmaya başladım o uyumaya devam ederken.

“Ne fark ettim biliyor musun Zeyd? Acın acım, sevincin sevincim, varlığım varlığın içinmiş. Zeyd… ben senin adında ki her bir harf için bile ayrı bir sevda taşıyorum artık içimde. Nasıl dert bu, ne güzel dert… Zeyd… Benim Zeyd’im. Hiç yakışmamış sana bu hâl. Bu sargılar, yaralar, acılar… elimde olsaydı seni gün yüzüne dahi çıkarmazdım da, gelmedi elimden seni acıdan ırak tutmak. Zeyd… ben çok korktum. Bir çocuğun korkusu gibi kuş yürekli bir korku bu... Seni kaybettiğimi sandım. Zeyd ben çok kötü bir haldeyim; öyle bir alışkanlık oldun ki sen sonrasını nasıl yapacağım artık. Nasıl oldu da sevdirdin kendini bana, canının acısını hissedecek kadar nasıl sevdim ben seni? … Zeyd biliyor musun? Hoca Sina bir keresinde demişti ki bana ‘senin ruhun bekleyişte’ neyi bekliyorum diye sorduğumda ‘ruhun onu tanıyor’ demişti. Zeyd… şair haklıymış; Ruhum ruhunu tanıdı. Ben seni istemediğimi söyleyip dururken kalbim meğer bu inat için çırpınıyormuş. Evvelden o seni tanımış, hep seni beklemiş ve şimdi seni bulmuş. Zeyd benim kalbim artık bende değil gitti, senin oldu. Şükürler olsun ki senin oldu. Amenna.”

Zeyd uyumaya devam ederken bende ne kadar diretsem de gözümden düşen yaşlarla onu izlemeye devam ettim. Ara ara kaşlarını çatarak anlamsız mırıldanması dışında, hareket etmiyordu. Bir ara onlarca anlamsız mırıldanmanın arasında adımı duydum. İçimde ki gülistan da bir tomurcuk daha açtı. Elime aldığım parmaklarındayken bakışlarım işaret parmağı kımıldandı ve elimi tutmaya çalıştı. Bakışları aralandı, homurdandı, gülümsedi, belki rüya sandı ve uykusuna devam etti. Bundan cesaret alarak elini kavradı elim, sıkıca tuttum. Eli avuçlarımda bir yarım saat kadar daha oturdum. Zeyd’in alnında ki ter damlacıklarını sildim, ateşi vardı. Bir koşu gidip bir bez getirdim. Zemzem ile ıslattım ve Zeyd’in ateşinin düşmesi için bezi alnına koydum. Diğer yandan da şifa vermesi Allah’ın adını tespihe başladım tıpkı küçüklüğümde annemin bize yaptığı gibi. O an bir rüzgâr esti bir ferahlık yayıldı etrafa. Üşümesin diye ayaklanıp pencereyi kapattım. O anda duydum özlediğim sesini:

“Gazel.” sesi var ile yok arasında ve pürüzlü, zorluyor kendini belli, hemen ona döndüm. Gülümseyerek yanına gidip yatağa oturdum, alnında ki bezi aldım ateşi düşmüştü nihayet. Elini avuçladım yine.

“Söyle canım,” dedim canıma… “acıyor mu bir yerin.” Yutkundu ve zorla gülümsedi.

“Canın oldum ya, artık geçti.” Güldüm.

“Çok şükür iyisin.”

“Sen peki? Yüzü gözü şişmiş güzel karımın. Çok mu ağlattım seni?” Başımı iki yana salladım ve bakışlarımı eğdim: “Kızgın mısın bana? Çok korkmuşsundur.”

“Korktum. Hem de çok ama Allah seni bana geri getirdi.”

“Özür dilerim.” başımı sallayarak gülümsedim ona.

“Affedildin.”

“Ama yine ağlıyorsun.” bir nefes alıp gözümde ki yaşı sildim. Zeyd parmaklarının sarılı olduğu elini bana doğru kaldırdı ama acı ile yüzünü buruşturdu. Uzanıp elini tuttum önce sonra usulca yanına uzandım başımı ve omzuna koydum. Zeyd memnun olduğunu belli eden bir bakışla bana baktı.

“Bu defa sevinçten.” dedim. Zeyd bana dönerek başıma bir buse kondurdu. Bir süre sessiz kaldık ikimizde, sonrasında biraz sakinleşince sordum: “O belgeler bu kadar önemli miydi, canına kast edecekleri kadar.”

“Onlar için önemli. Adamın şirketi, itibarı söz konusu… ama söylemiştim sana bana bir şey yapamazlar.” Yerimden doğrulup ona baktım alaycı bir şekilde bakışlarım yaralarının ve sargıda ki kolunun üstende durdu. Bakışlarımı anlayınca gözlerini devirdi: “İtiraf edeyim bende bu kadarını beklemiyordum. Beni konuşturma konusunda biraz ileri gittiler.”

“Ya sana bir şey olsaydı?”

“Eğer kader de varsa-“

“İhmalsizlik edip ölüme yürüyerek nasıl bunu kaderle bağlaştırabiliyorsun. Allah bu canı sana git kendini kurşunların önüne at diye mi verdi Zeyd, nasıl böyle söyleyebilirsin?”

“İhmalsiz değildim, neler olabileceğini az çok tahmin ediyordum ve tehlikeli bir duruma karşı önlem almıştım. Lakin bu defa bir aksilik oldu.”

“Ben yine de mesleğin gereği dahi olsa kendini ölmek tehlikesi ile karşı karşıya getireceğin bir dava almanı anlayamıyorum.” Zeyd’in yüzünde hüzünlü bir tebessüm belirdi. Bir süre sessiz kaldı adından ciddi bir sesle konuştu:

“Ben avukat olmaya babam ya da annem istediği için karar vermedim. Kimsesiz bir çocuğun bir ekmek için akşama kadar bir dükkânı paspaslayıp sonra adamın ona bir ekmek yerine bayat yarım ekmek verdiğine şahit olduğum an karar verdim. Bu adalet miydi? Eşitlik mi? Çok düşündüm. Zenginlik yahut yoksulluk bunun seçimini çok çalışarak ya da çalışmayarak yapabiliriz bunu beşerde seçebilirsin ama içi kötülük dolu bir kişi senin çabanı hiçe sayarak sana hak ettiğini vermemesi eşitlik demek değil vicdansızlıktır ve adaletsizliktir. Eğer o kişi hak ediyorsa ben onun hak ettiğini alması için elimden geleni yapmak için kendime söz verdim ve daima inandığım davanın peşinden gittim. Adalet; eşitlik demek değil hak edene hak ettiğini vermektir. Kim hangi iyiliği hak ederse mükâfatını, hangi kötülüğü hak ederse mücazatını almalı, ben bunun için hep çabaladım. Elbette bu dört dörtlük değil. Adalet konusunda hiç kimse hz.Ömer olamaz ama ben insanlar için elimden geleni yaptım ve yapacağım. Buna kendimi hırpalatmak dayak yemek dahil olsa da.”

“Ama insan kaderlerinde ne yazarsa onu yaşarlar senin dediğin gibi Zeyd. Bazen ne kadar çabalasan da adil olmayı beceremezsin… peki ya bunun yükümlülüğü ya da çabalarının boşa gitmesi?”

“Vicdanım rahatsa, elimden geleni yaptığıma eminsem ve buna rağmen kaybedersem bunu mertçe karşılarım.”

“Bu yenilgi ölüm olsa bile mi?”

“Ölüme daima eyvallah demeyi babandan öğrendim ben.”dei bir çırpıda. Daha aklımdan geçerken dahi sevmedim ölüm ve Zeyd’in adının aynı cümlede olmasını. İçim ürperdi. Bakışlarımı kaçırıp bir istiğfar çektim.

“Allah bizi gereksiz endişelerden ırak tutsun ama korkum yersiz değil.” Zeyd tebessüm etti yine yattığı yerden doğrulmak için hareketlendi, yardım edip yastıklarını düzelttim.

“Ben seni seviyorum. Allah’ın kalbime izin verdiği kadar çok… ben bunun için çabalıyorum ve görüyorum ki benim bu çabam senin kahverengi dallarına pembe çiçekler açtırıyor. Benim sanki bu hayatta ki gayem bu gibi senin yanında olacağım. Hem bir şey Allah’tan geliyorsa korkma.” Kesinlikle haklıydı ama ben kalbimde ki o karanlık yanı atamadım, kuyumun içindeki karanlığın üstünü şimdilik kapadım. Gözlerim dolunca o görmesin diyerek başımı eğdim yine. Zeyd uzanıp beni kendine çekti ve sarıldı: “Gözlerin ıslanmasın, Allah beni senin güzel kalbin için korur.”

. . .

Sabah ezanı ile gözlerimi açtığımda Zeyd uyuyordu. Sessizce kalktım yanından ve aşağı kata inerek önce namazımı kıldım. Ardından Betül’ün kahvaltıyı hazırlamasına yardım ettim. Muaz acele ile kahvaltısını yapıp çıktı bende vakıfta ki günlük işlerimi Betül’e havale ederek annemin geceden Zeyd için yaptığı çorbayı aldım ve yukarı çıktım. Gün doğmak üzereydi odamın kapısını açtığımda Zeyd’i yere serdiği seccadenin üzerinde sessizce dua ederken buldum. Sağ dizini katlamış, sarılmış olan sol bacağını uzatmıştı. Sessizce elimde ki tepsiyi bir kenara bıraktım ve namazını bitirmesini bekledim. Duasını bitirince bana baktı.

“Allah kabul etsin.”

“Amin.” Ayağa kalkmasına yardım ettim ve yerdeki seccadeyi katlayarak dolabın bir köşesine koydum. Zeyd sandalyeye otururken çalışma masasının üzerine yemeğini koyuyordum.

“Daha iyi misin?”

“Uzun zaman hareket etmeyince biraz zorlandım. Bacaklarım beni taşımayacak sandım bir ara ama şükür ki öyle olmadı.”

“Şimdi güç toplaman lazım, o yüzden iyice dinleneceksin.”

“Bana sen mi hemşirelik yapacaksın?”

“Başka birini mi istersin?” Hemen başını salladı:

“İstemem. Sen bana kâfisin.”

O yemeğini yerken bende onu izledim. Dudağının kenarın da ki yara sıcak çorba ile yanınca yüzünü buruşturdu ama ben yanında olduğum için acı çekmiyormuş gibi davranıyordu. Onu konuşturarak biraz oyaladım, böylece çorbası yavaşça soğudu ve o da içebildi. Henüz mutfaktan Zeyd için vitamin ilacı almış yukarı çıkıyordum ki kapı zili çaldı ve Mirza yanında takım elbiseli ciddi bir yüz ifadesi olan bir adam ile geldi. Mirza’nın ettiği hürmete bakılırsa önemli biriydi gelen adam. Onları Zeyd’in yanına çıkardım. Zeyd adamı görünce yerinden doğrulmaya çalıştı ama adam hemen onu eli ile durdurdu. Aynı anda Mirza bir sandalye çekerek adamın oturmasını sağladı. Adam oturdu ve bir nefes aldı ardından Zeyd’i inceledi.

“Geçmiş olsun Zeyd. İyi misin?”

“Sağ olun başsavcım, daha iyiyim.” sessizce bir köşeye çekilip onları izlemeye başladım. Adam ciddiyet ve samimiyet arasında gidip geliyordu bu da onların daha önce bir muhabbeti olduğunu gösterirdi. Adam ceketinin düğmesini açarken rahatlamış gibi konuştu:

“Bu defa beni gerçekten korkuttun. Deli olduğunu biliyordum ama bu saçmalığa kalkışacağını düşünmemiştim.” Zeyd’in gözleri bana kaydı. Aynı anda Savcı’nın bakışları da beni buldu. Bu hareket savcının sözlerinin üzerini örttürdü Zeyd tarafından, ben ise onun kendini bileyerek tehlikeye attığından emin oldum. Zeyd gülümseyerek ve konuyu değiştirerek bizi tanıştırdı:

“Eşimle tanışın, Gazel. Gazel, Başsavcı Mehmet Varol. Kendisi aynı zamanda aile dostumuz olur.”hafif bir memnuniyet ifadesi ile adama gülümsedim:

“Memnun oldum.”

“Bende kızım.” dedi gülümseyerek ardından tekrar ciddi maskesini takarak Zeyd’e döndü savcı: “Dosyalar nerede?”

“Merak etmeyin emin ellerde. Ofisinize döndüğünüzde bir ıhlamur isteyin size ikram edecekler.” Savcı başını sallayarak gülümsedi.

“Koruma altındasın merak etme. Artık kılına tek zarar gelemez.”

“Berzah’ın duruşması ne zaman?” Mirza cevap verdi:

“Cuma günü. Her şey hazır ben-”

“Ben gideceğim.” dedi Zeyd Mirza’nın sözünü keserek. Savcı kaşlarını çattı.

“Sen bir süre ortalıkta dolaşma.”

“Hayır başsavcım. İzniniz olursa bu işin sonunu görmek istiyorum.”

“Peki, ama emniyette olduğundan emin ol.” Savcı ayağa kalktı ve geçmiş olsun diyerek gitti.

Zeyd’in bakışları üzerimdeyken onun bakışlarını yok saymaya çalıştım çünkü üzüntüm yine baş göstermişti. Zeyd’e getirdiğim vitamin ilacını ona uzattım. Usulca içti ve tek söz söylemedi çünkü derdimi biliyordu. Az sonra ayakucuna oturdum. Yine sessizce bana bakmaya devam etti. Bakışlarım yerde ki el yapımı hediye halıdaydı ezbere bildiğim çiçek desenlerine Zeyd’in adını ve tasamı işliyordum nakış nakış gözlerimle. Dalıp gitmiştim içimde ki uzanan yollara ki sesini işittim.

“Aşk mıdır ki can-ü dil mülkünü yağma eyleyen

Aşk mıdır sinem içre gelip de cân eyleyen.”


Daldığım yollardan çıktım. Yüzümü bir yumuşama aldı gülümseme eteklerimden tuttu. Zeyd’in gönlümü almaya çalışmasına ılıyan kalbim tasalardan yaka silkeledi. Yan gözlerle ona baktım.

“Kim demiş bunu?”

“Muhibbi”

“Gönlümü iki dizeyle mi alacaksın ey aşık?” Zeyd güldü, yaraları çiçek açtı o anda. Hemen ekledi ardından:

“Ey tabib elden gelirse yaremi gel emleme

Yar elinden gelmedir bu yareyi merhemleme (Seyrani)”

Kelime kelime gülümsedim. İçimin şiire bu denli sevdalanacağını bilmezdim. Yüzünde ki ifade beni çoktan yumuşatmış gönlümü almıştı. Hoş kırılmamıştım ki ama yine de bendeydi naz sırası, karşılık verdim o susunca:

“Pür âteşim açdırma sakın ağzımı zinhâr

Zâlim beni söyletme derûnumda neler var (Leylâ Hanım)”

Zeyd bir an dondu ardından bir gülümsedi ki yüzünde ki çiçekler gülistana döndü sanki bir an aydınlandı ve gözlerim kamaştı. Genzini temizledi ve hemen karşılık verdi.

“Yoluna cânum revân itsem gere cânâ didüm

Yüzüme bin hışm ile bakdı did cânun mı var. (Bakî)”

Birkaç saniye ne söylemek istediğini tarttım ama tam anlayamadım. Kızgınlığıma dem vuruyordu ne cevap vereceğimi düşünüyordum ki Zeyd bir beyit daha söyleyerek susturdu beni.

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb

Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır. (Fuzuli)”

Sustum. Biliyordum ki onun aklında ki cümleler ile yarışamazdım bu yüzden tebessüm ettim sadece. Daha da devam edecekti ama daha önceden açık olan kapı tıklatıldı ve sözleri yarım kaldı. Can başını uzatarak içeriye bir göz attı ve hemen arkasında Talha belirdi. Ayağa kalkarak biraz kenara çekildim ve Talha’nın Zeyd’i görmesine izin verdim. Talha yatağın baş ucuna geldi ve Zeyd’e eğilerek bir göz attı.

“Görünürde pek bir şey yok.” eli ile Zeyd’in bacağına vurdu ve Zeyd yüzünü buruşturdu ne yaptığını sormak için bir adım atmıştım ki ikisi gülmeye başlayınca durdum.

“Arkamda sen varken bana bir şey olmaz.” Talha rahat bir nefes alarak Zeyd’in ayak ucuna oturdu. Zeyd Talha’nın yüzüne bakınca kaşlarını çattı: “Ne bu hal? Evlilik sana yarar diyordum ama daha beter olmuşsun.”

“Bir rahat vermiyorsunuz ki? Berzah efendi ayrı Yavuz efendi ayrı Zeyd efendi ayrı… Hanginize yetişeyim?” Zeyd Talha’nın omzuna dokundu:

“Eyvallah. Dert oldum başına.”

“Oldun. Oğlum sen hiç mi akıllanmayacaksın?” Zeyd geçiştirdi:

“Allahu âlem. Neyse, başsavcı geldi belgeleri bugün teslim alır. Duruşma öne alınacak mahkemeye ben çıkacağım.”

“Daha iyileşmedin bile.”

“Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, burada bırakamam.” Talha bakışlarını kaçırdı:

“Kuyruklardan biri sadece…”

“En azından biri gitti. Berzah bir çıksın bakalım ne yapacağız?” Talha cebinde çalan telefonunu çıkardı ama cevaplamadı. Ekranı Zeyd’e gösterdi Zeyd ifadesiz bir yüzle baktı ekrana ardından Talha ciddi bir ses tonuyla konuştu:

“Erkan eninde sonunda sana tekrar dönecektir.”

“Merak etme Berzah izin vermez. Belgelerin peşinden göndereceğiz.”

“Nasıl?”

“Berzah anlatır. Hem onu boş ver babanla konuştun mu? Neden beni korudu?”

“Korumak için değil, Bekir seni alıkoymasını istemiş.”

“Sebep?”

“Bulunca sorarız. Cafer almış seni Erkan’ın elinden ama yalnız değilmiş onlarda.” Zeyd bir an düşündükten sonra bakışları bana döndü. Aklına yeni gelmiş gibi sordu:

“Yuşa’ya sen mi haber verdin?” başımla onayladım. Talha’nın da bakışları bana döndü:

“Yuşa? Abisi mi? Onun burada olmadığını sanıyordum.” yutkunarak cevap verdim.

“Değildi beni görmek için uğramış bende ona Zeyd’den bahsettim. Seni bulduğunu ama elinden başkalarının aldığını söyledi.” Talha tek kaşı hava da Zeyd’e döndü:

“Bizi bulan her kadının da aslında karanlık bir tarafı yok mu sence?” Zeyd güldü:

“Kader çekiyor galiba.” Talha gülerek ayağa kalktı.

“Artık gitmeliyim. Yine uğrarım, iyice dinlen avukat, Berzah’ı bir an önce oradan çıkarmalıyız. Ortalık çok dağıldı.” Zeyd ona malı bir şekilde bakınca Talha çaktırmadan Can’ı gösterdi. Zeyd mesajı aldı. Talha gittikten sonra Başından beri kapının önünde durmuş hiç konuşmadan dinleyen Can’a baktı Zeyd bakışları şefkatle yumuşadı gülümsedi:

“Ağlayacaksan dışarı çık.” Can şakasına karşılık vermeden sessizce bekledi, öfke ile çenesini kastı bir şey demeden gözlerini kaçırdı. Zeyd için çok endişelenmişti onu anlıyordum o da tıpkı benim gibi şimdi eğerleri ve nedenleri topluyor ama bir sonuca ulaşamadığı için öfkeleniyordu. Zeyd de bunu anlayınca şakayı bir kenara bıraktı: “Sana verdiğim işi hallettin mi?” diye sordu bu defa karşılık gelmeyince Zeyd tekrar sorusunu yineledi. Can ona bakmadan cevap verdi:

“Hangi iş?”

“Can!” Zeyd’in ciddi sesi ile Can’ın bakışları ona döndü: “Cevap ver.” Can bir süre boş gözlerle baktı ardından içindekileri döktü:

“Gerçekten çok bencilsin. İyilik fedakârlık vefa diye ortada dolaşıyorsun sözde herkesin iyiliğini düşünüyorsun kendini tehlikeye atarak ama senin kötü olman hepimizi kötü yapıyor bunun farkında olarak aynı hataları nasıl yapıyorsun?”

“Can, abicim-“

“Annemin yine tansiyonu çıktı babam bir haftadır yemek yemiyor ve aramadığı kimse kalmadı. Mirza günlerdir eve gelmiyor. Gazel’i söylemiyorum ne yemek yiyor ne uyuyor ruh gibiydi ve sen başkalarının iyiliğini düşünürken bizi soktuğun bu durum için yine kader mi diyeceksin?”

“Başa döndük yine.”

“Dönelim Zeyd Hazar. Başından beri hak ve adalet diyorsun. Bizim manevi kötülüğümüze olan kastın bir mahkeme de ne kadar ceza alır.” Zeyd’in bakışları değişti: “Seni seven bir insanın korkudan çaresiz bırakman hak mı? Bizi tüm planlarının dışında tutman eşitlik mi?

“..!”

“Ben senin bu defa öldüğünü sandım.”

“Gel buraya.” Can onu duymazlıktan geldi. Kımıldamayacaktı. Zeyd zorlanarak ayağa kalktı ve topallayarak Can’ın tam karşısına geçti. Elini Can’ın ensesine koydu ve gözlerinin içine baktı.

“Hepsi için özür dilerim. Sizi üzdüğüm, kızdırdığım, incittiğim, kötü hissettirdiğim için. Ama Can ben Zeyd’im. Senin abin, Mirza’nın kardeşi, anne ve babamın oğlu, Gazel’in kocası(burayı gülümseyerek söyledi) olan Zeyd. Eğer ben sadece sizi düşünüp o belgelerin peşinden gitmeseydim aynada kendi yüzüme bakamazdım ve sizin bildiğiniz Zeyd olamazdım. Sadece Berzah için değil sizin ve kendim için. Sizi çok düşünüyorum, sizin için çok üzülüyorum ama mutlu olabilmemiz için senin de en iyi bildiğin şeyi yapıyorum…”dedi ve cümlesini Can tamamladı:

“İnandığın şeyin peşinden git.” Zeyd gülümsedi ve elini Can’dan çekti.

“Şimdi önce yerime dönememe yardım et ve sonra işleri hallettin mi rapor ver?” Can kısa bir nefes aldı ve hemen yelkenleri suya indirdiği için kendine kızan bir tavırla Zeyd’in koluna girerken diğer yandan anlatıyordu:

“Mirza kalan çalışanların girişlerini yaptı. Ofisi boşalttım, eşyaları topladım, tüm ödemeler yapıldı. Ortaklık sözleşmesi gereği senin de bildiğin gibi Deniz’e ve Bilge’ye biraz borçlandık Bilge de sıkıntı yok ama Deniz’i önceliğe alıp onu aradan atmakta fayda var yoksa kılıç biliyor benden söylemesi. Ofis için etrafa bir göz atarken harika bir yer buldum. Bu kez hayır diyemeyeceksin.”

“Neresi?”

“Vakfın yan sokağında ki boşalmış şeker dükkanı.” Bende Zeyd de ona şaşkınlıkla baktık.

“Şeker dükkanı mı?”

“Bizim boş duran dükkan mı?” Can onayladı.

“Evet. Dükkân dememe bakma insan dekore etse müzeye çevirir o kadar harika hem ben Muaz ile konuştum ve kirada da indirim aldım.” Zeyd’in bakışları bana döndü:

“Senin için uygun mu?”gülümseyerek cevap verdim:

“Elbette, seninle komşu olmayı çok isterim.”

“Tamam o halde. Hemen bir bak tadilat gerekli-“

“Hallettim. Tüm dekor yarına hazır, müze gibi ofis açtım sana öbür gün yeni ofisin açılışını yaparım. Biri beleş diğeri indirim ile çalışan sadece üç avukatla ne yapabiliriz hep beraber göreceğiz. Allah’tan Mehmet hala yanımızda yoksa kirayı bile ödeyemeyiz.”

“Allah kerimdir.”

“Muhakkak. Lakin banka hesabında sadece arabanın benzin parasına yetecek kadar paran kaldığını söylemeliyim ve baştan söylüyorum arabamı yeni aldım vermem.” Can sonda ki kuralı söyleyince Zeyd ona durup tek kaşı hava da baktı. Can bir kez gülümsedi ve bu gülümseme ile arabasını vermeyeceği aşikârdı Zeyd bunu anladı ve üstelemedi:

“Çık Can.” Can sözünü ikiletmeden hemen çıktı. Zeyd sabır diler gibi mırıldandı. Ona yaklaştım.

“Bende ki kartta-“

“O senin Gazel. Ben bana düşeni gereken yere ilettim.”

“Yine de ihtiyaç-“

“İhtiyacın olursa kullanırsın o vakit... Bir de sana söylemem gereken bir şey daha var. Evi boşaltmamız gerekiyor satışa çıkardım.”

“Neden? Sen evini seviyordun.”

“Başka bir yere taşınsak daha güvenli… hem sadece taş yığını, başka bir çatı altında seninle her evi severim ben artık.”

“Peki, o halde başka bir taş yığını bakalım.” dinlenmesi için odadan çıktım.

. . .

Üç gün içinde Zeyd az da olsa toparlandı sayılır. Yüzünde ki yaralar tamamen kabuk bağlamış ve iyileşmeye yüz tutmuş, eklem ağrıları yavaşça geçmeye başlamıştı. Bu arada bürosunda ki tüm çalışanlarını aile şirketine aktarmış kendi arkadaşları ile ortak işlettikleri hukuk bürosunu kapatmış Mehmet ve Bilge ile birlikte bizim eski şeker dükkânını küçük bir ofise dönüştürmüşlerdi. Zeyd’in evde ki istirahati boyunca vakıfta ki ve medresede ki hemen hemen herkes geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuştu, dergâhtan ancak tabut içinde dışarı çıkarım diyen baş imam Hacı Veysi amca dahi Zeyd’in hatırı için beş dakikalığına uğramıştı. Onu karşımda görünce epey şaşırmıştım yıllardır bulunduğu dört duvardan dışarı çıkmayan adam Zeyd için kapımıza gelmişti.

Zeyd’in çalışkan olduğunu bilirdim ama Berzah’ın duruşmasına hazırlanırken geceleri beni yanından kibarca gönderdiğinde buna bir kez daha şahit oluyordum. Biraz alınganlık göstermiyor değildim çünkü yüzünü göremez hale gelmiştim. Lakin yine onun telefon konuşmalarına ve bilgisayar üstüne eğilmiş, ona göre çok çok önemli işlerine şahit olmamı istememesinden olduğundan emin olduğumdan bu alınganlığım onun uzun süre sessiz kalışına olan merakım ile aralık kapıdan onu uyuyakalmış görünce hemen geçiyordu. O zaman onu uyandırmadan önce önünde açık duran dosyalara üstten bir göz atıyor, ne ile uğraştığını anlamaya çalışıyordum ama anlayabildiğim tek şey yerine oturmayan banka hesapları gizli belgeler kamera görüntüleri parmak izleri sonuçları vs. kayıtlı bir sürü kâğıt yığınıydı. İşini iyi yapan biri olduğuna emindim hatta daha ilk gün nereden geldiğini dahi anlamadığım bir yığın dosyanın başında onu gözünde gözlüklerle dikkatle bir kâğıdı okumaya uğraşırken görünce beni gülümseten o görüntüsünü bir kenara attım ve daha ilk gün onun Berzah’ı kesinlikle serbest bıraktıracağını anladım.

Can günde üç defa uğruyor Zeyd’in yanına. Hepsi Zeyd’e rapor verip istediklerini getirip, yeni işler almak amacıyla. Öyle bir ilerleme, gelişme, sonuç ile çalışıyorlardı ki ben bazen önceki işleri halledip etmediklerini merak ediyordum.

Elimde ki kahve tepsisi ile odaya girdiğimde Zeyd’i az önce bıraktığım masa başında bulamadım. İçime hemen üşüşen korkunun kuşlarını karşıladım ve hemen banyoya yöneldim ama yoktu. Seslendim bir iki kez ama cevap sadece sessizlikti hemen merdivenlerden aşağıya indim. Salonda yoktu. Koridorda Betül’ü gördüm.

“Zeyd’i gördün mü?” diye telaşla soruşuma karşılık kaşları çatıldı ve eli ile yarı açık dış kapıyı gösterdi.

“Az önce çıktı.”

Hızlı adımlarla dışarı çıktım, hava kararmaya yüz tutmuştu. Taş avluda henüz aydınlanan lambaların altında bakışlarım Zeyd’i aradı, bulamadı. Korku ile etrafa bakındım gözlerime doğru yükselen yaşları tuttum ve hareketsiz öylece kaldım. Kulağıma bir hışırtı geldi bakışlarım hemen evin sol tarafında ki komşu evi bizim evden ayıran, eskiden bisikletimi koyduğum dar bir koridora benzeyen araya kaydı. Çalılıklara doğru bir adım attım ve az önce üstüme üşüşen tüm o kuşlar uçuverdiler. Zeyd, giymesi için ısrarla eline tutuşturduğum kahverengi hırkasını omzuna rastgele atmış havanın soğuk olduğunun bile farkında olmadan giydiği incecik beyaz tişörtü ile yüzünde huzurlu bir gülümseme, bahçede ki iki küçük kedi yavrusunun önüne bir kap süt koymuş onlar sütünü içerken yavaşça başlarını okşuyor. Gülümseyerek izledim onu. Mırıldanarak kedilere yavaş olmalarını ikisine de yetecek kadar süt olduğunu söyledi. Orada gözlerimi kısarak ona baktım. Ona içmesi için verdiğim boş süt bardağı hemen ayakucundaydı ve süt şuan iki küçük kedi yavrusunun iştahla içtikleri akşam yemeği olmuştu. Hırkası omzundan düşe yazınca tutmak için hareketlendi ve bakışları beni buldu. Gözlerinde suç işlemiş bir çocuğun yakalandıktan sonraki o muzip bakış vardı. Ağırlığımı bir ayağıma verip ona baktım:

“Tüh, yakalandık.” dedi şirin olmaya çalışarak.

“Demek o sütlerin hepsi başkalarına akşam yemeği oluyordu.” ayağa kalkıp ellerini birbirine vurarak cevap vermek için zaman kazanmaya çalıştı, bir yandan da kara gözleri gökyüzündeydi.

“On beş yaşıma kadar çok süt içtim.”

“Eee,”dedim bakışlarımı yumuşatarak: “Şimdi benim elimden içtiğin kadar lezzetli miydi her biri?” Zeyd’in yüzü değişti. Gülümsemesi utangaç bir tebessüme dönüştü ve elleri ile oynamaya başladı. Utandırdım onu… Bana cevap verirken bakışları gözlerimin içine değdi. Usul usul iki adım da yanıma geldi.

“Değildi.”

“Hırkanı da giymemişsin. Havanın soğuk olduğunun farkında değil misin?” gözleri yine o utangaç duygu ile doldu. Tebessümü derinleşti: “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordum:

“İnsan ne kadar güçlü durursa dursun bir başkasından gördüğü saf şefkatle karşılaştığında içi tarumar oluyor. Şu mübarekler gibi oldum bak.” dedi gözleri ile iki küçük kedi yavrusunu göstererek. Güldüm. Diyecek bir şey bulmadan öylece gözlerinin içine baktım. Zeyd’in gülüşümün ucunda duran gözleri de parladı. Bir aydınlandı sanki içinde bir havai fişek gösterisi vardı. Sonra gözkapakları indi ve gösteri son buldu. Bakışları elime takıldı.

“Bana mı?” diye sordu. Elimde tuttuğum kahve tepsisini o an fark ettim. Zeyd’i bulamamanın verdiği korku ile aşağıya inerken bir yere bırakmayı akıl edemeden elimde kahve tepsisi öylece atmıştım kendimi dışarı. Neredeyse yarısı dökülüş içi kahve dolu fincanlara baktığımda utanarak bakışlarım Zeyd’e döndü.

“Acele ile gelince döküldü biraz.”

“Ellerine sağlık.”

Zeyd gözlerini yüzümden çekmeden koluna astığı hırkasını giyindi önce. Ardından elimde ki tepsiyi aldı. Elimden tutarak yavaşça evin önünde ki banka gidip oturdu. Bende hemen yanına oturdum. Fincanlardan birini elime verdi ötekini ise kendi aldı. Huzurlu bir gülümseme ile yudumladı kahveyi. Bende ardından bir yudum aldım. Soğumuştu ama tadı güzeldi.

“Muaz bugün hiç gelmedi.” dedi bakışları büyük avluya açılan alçak kapıya takılınca.

“Bugün nöbetçi kendisi olduğu için erkenden çıktı. Herkes uyuyana kadar da gelmez.”

“O da mı öğrencilerle nöbet tutuyor?”

“Evet. Müdür diye kendisine iltimas geçilemez değil mi?”

“Oldukça adil.” dedi bir süre sessizce gökyüzünde yeni yeni belirmeye başlayan yıldızları izledi ardından bakışları bana döndü: “Ofise hiç gitmemişsin.”

“Sen yoksan neden gideyim?” Zeyd yine güldü:

“Güzel bir cümle kurmadan haber verebilsen keşke, aksi halde her defasında kalbimi çarptıracaksın.”

Karşılık vereceğim sırada alçak kapı aralandı ve açıldı. Siyah cüppesi içinde Hoca Sina belirdi kapıdan. Zeyd de onu görünce hemen ayağa kalktı. Hoca ağır adımlarla yanımıza yaklaştı.

“Muhabbetiniz daim olsun, ey Leyla ve ey Mecnun.” benzetmesine ikimiz de güldük. Önce Zeyd karşılık verdi:

“Daimi kabul olsun ey Derviş.” Hoca Sina’nın bakışları yumuşadı, bir saniye bana takıldı selamını bana ilettiğini anladım. Eski bir öğretiye icabet ederek muzip bir şekilde:

“Aşk olsun, hocam.” dedim. Hoca Sina’nın bakışları yumuşadı.

“Aşkın cemâl olsun.” selamın devamı için Zeyd’e baktı Zeyd ise hemen karşılık verdi:

“Cemâlin nur olsun.”

“Nûrun alâ nûr olsun.” derviş usulü selamı bitince Zeyd’e baktı yine Hoca Sina: “Sıhhatin iyidir inşallah.”

“Elhamdülillah iyiyim hocam. Sizi görünce daha iyi oldum. Siz nasılsınız?”

“Haddi aştık artık. Birkaç nefes kalmış, hamdolsun…”

“Buyurun bir şerbetimizi için hocam, sizi misafir edelim.”

“Eviniz barkınız var mı ki?” diye sorduğunda Zeyd ile birbirimize baktık. Hoca Sina da bizim gibi orta avluda bulunan müderris evlerinden birinde oturuyordu. Orta avluya bakan dört taş ev yan yanaydı ve kapısı içe dönüktü, diğer üç evin kapısı ise dışarıya bakmaktaydı ve kapısı dışarı bakan bekar hocalara verilen taş evlerden bir tanesi de Hoca Sina’nındı. Ev aradığımızı henüz kimseye söylememiştik nereden biliyor diye ben de Zeyd de soramazdık, ben merak da etmiyordum. Zeyd Hoca Sina otursun diyerek bankı gösterdi. Hoca gelip sessizce oturdu. Hoca Sina Zeyd’e yumuşak bir üslupla konuştu:

“Sizin gibi gençlere bir taş parçası da ev olur. Kalpten köprüler kurulur. Gönüllerden çatılar oluşturulur. Yürek yurdu yeter size bilirim lakin evimi barkımı size emanet etmek niyetindeyim.” Zeyd ile bakışlarımız yine kesişti. Onun akşamın bu vaktinde buraya gelme sebebini şimdi anlamıştım. Ben elbette ki bu teklifi kabul ederdim ama sözü Zeyd’e bıraktım. O sırada içeri geçip bir çay koydum Hoca Sina’ya ve Zeyd’e, kahve içmezdi bilirdim. Çayını verdikten sonra orada bulunun demir sandalyelerden birine oturdum ve ikisini dinlemeye başladım.

“İmkân verilmiş ise sana bunu kullanmak düşer. Karnımız aç değil, sırtımızdan hırkamız eksik değil. Artık birkaç tuğladan başka bir şey değil nezdimde. Rahmetli bana burası senin evin diyerek anahtarını elime tutuşturduğunda istememiştim. Benim sılada bir barka ne ihtiyacım olsun. Kendisine de söyledim lakin hep bir ümit içindeydi. Kendimi bildim bileli buradayım… bir kırk seneyi aştım. Kimse kalmadı yola beraber çıktığım mübareklerden. Bir ben kaldım. Bende artık yolculuğa hazırlanmalıyım.”

Zeyd’in yüzünde ki ciddi ifadeden üzüldüğünü anladım yutkundu sadece. Ölüm kelimesi bazı insanların ağzına yakışmaz. Zeyd’in nezdinde Hoca Sina’nın da o insanlardan olduğunu anladım. Bakışları elinde ki çayda kaldı. Sessiz bir söz alışverişi başladı aralarında. Beyaz sakalını sıvazlayan Hoca Sina da bakışlarını taş döşemeye sabitledi. Kısık gözlerinin etrafında ki derin çizgilerin her biri bir yıla denkti. Onun hep gözleri nemli, acı çeken yanı içimi derin bir hüzne boğardı. Babam “vuslatı olmayanın yası payidar olur” demişti bir keresinde Hoca Sina için. Şu yaşıma kadar niçin yas tuttuğunu bilmezdim. Kimse bilmezdi babam dışında. Hoca Sina’nın bakışları beni buldu. Hissetmiş gibiydi sorumu, dilimin ucundaki o uçurumdaydı kelimeler lakin onun gözlerinde ki yas bir selam verdi yurduma ve içim sus pus oldu. Soramazdım. Lakin Zeyd o selamı bilmeden sordu:

“Artık söylemeyecek misin derviş bu yas nereye kadar?” bir tek Zeyd ve Muaz’ın babam gibi Hoca Sina’ya derviş dediğine şahit olmuştum. Onlarla aralarında bir bağ kuruyormuş gibi bu muhabbetlerine gülümserdi Hoca Sina. Derviş demediği zamanlarda hoca-öğrenci, sizli bizlilerdi lakin derviş dedikleri an onu o âlemden alırlardı.

“Zeyd-“ diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım lakin Hoca Sina’nın havaya kalkan eli beni susturdu.

“Bu kainatta ki en yüce duygu nedir?” Zeyd düşünmeden cevapladı:

“Aşk.”

“Neye Aşk. Nefsi duyguların beşere manâ yüklemesine mi yoksa kalbin Allah’a yönelmesine mi?”

“Elbette kalbin Allah’a yönelmesine...”

“Her fani bu karşılığı verir, beşere aldanır. Lakin bir yandan da baki olanın peşinde kifayet sağlaması için önce gönül beşerin sevgisini tatmalıdır ki gerçek aşk bir toz zerresi kadar nasıl olur onu anlasın.” Zeyd’in kaşları çatıldı söylenenleri bir hikâye ile bağdaşlaştırmaya çalışıyordu. Hoca Sina gülümsedi anlamlandırmasına ve elinde ki sadece bir yudum aldığı çay bardağını yanına banka bıraktı.

“Galiba bu defa anladım.”

“Eski zamanlarda bir melikin oğlu bir gün çarşıda gezerken peçesi düşen bir kızın yüzünü görmüş. Kız o kadar güzelmiş ki, aşık olmuş kıza ve onunla evlenmek istemiş. O kızın babası da bir camide imamlık eden bir şeyh imiş. Hemen şeyhin yanına gidip kızını istemiş. Şeyh melikin oğluna ‘kızımı veririm ama kırk gün namaz, oruç, zikir gibi ibadetleri benimle beraber yapacaksın’ diye şart koymuş. O da kızın aşkından kabul etmiş hemen. Melikin oğlu kırk gün kızın babasının arkasında namaz kılmış, ibadet etmiş her duasında kızı istemiş. Kızın adı da Visal'miş. ‘Bana Visal’i nasip et, beni ona kavuştur’ diye dua edermiş her gün, ama Visal'in anlamının “Allah’a kavuşmak” olduğunu bilmezmiş… Kırk bir gün geçmiş ama melikin oğlu kızı almaya gelmemiş. Artık kız sabredememiş camiye melikin oğlunun yanına gitmiş. ‘Sen benim için bu kadar zaman burada kaldın. Şimdi kırk gün geçti beni almaya gelmedin. O kadar da çok beni istemiştin. Şimdi ne oldu?’ diye sormuş. Melikin oğlu da bunun üzerine cevab vermiş:

‘Ya Visal, kuntu vasileten lil intisal Ve la te kuni vasileten lil intisal’ (Sen Hakkı bulmama vesile oldun, şimdi Hakla arama girme…)

Zeyd de bende öylece kaldık. Hoca Sina’nın aşk bahsine olan meylinin edebiyata düşkünlüğünün sadece bir sevgi olduğunu düşünmüştüm hep meğer ardında dağ kadar bir sevda varmış ama yine de bir yeri anlamadım bunu yine Zeyd dile getirdi.

“Bekleyiş En Sevgili’ye onun davetini beklediğini biliyorum, dünya bir sıla onu da anlıyorum. Peki ya yas? Visal’e ne oldu?”

Hoca Sina melikin oğlu değildi. Sevdiği kadın da Visal değildi. Zeyd dile getirmenin doğru olmadığını bildiğinden böyle sormuştu. Hoca Sina cevap verdi.

“Belki Dâru'l-mukâme ‘ de yol gözlüyordur.”

Kadın ölmüştü. İçimde bir yerler sızladı. Hüzün kapladı sanki bir an da etrafımızı. Üçümüz de derin bir âh’ın sessizliğe gömüldük ama sanki Hoca Sina’nın manevi iklimin sükutundan yükselen kelimelerin hepsini duyuyorduk. Üstümüze esen meltem ürpertti kalplerimizi. Zeyd de bende başımızı kaldırıp zamansız esen bu rüzgara bir anlam veremedik ama bakışlarım Hoca Sina’ya takılınca onun gözlerini kapatarak tebessüm ettiğini gördüm. Bir zaman derste söylediği o cümle aklıma geldi; “Âşık, maşukunu özleyince rüzgâr onun kokusunu taşır. Maşuk rüzgâra bulanıp aşığın yanaklarını okşar, kirpik uçlarından öper.” Ne demek istediğini şimdi anladım.

Hoca Sina yavaşça doğruldu ardından cebinden çıkardığı bir anahtarı Zeyd’e uzattı. Zeyd anahtarı aldı. Biraz da mahcup:

“Haddi aşınca başa bir çatı gerekmiyor mu ki Hocam?” dedi.

“Kâinat Allah’ın emrindedir. Çatı dediğinin de ham maddesi toprak değil mi ki? Tıpkı insan gibi… Yanında yoldaş var diye çatı olmuyor mu sana toprak?” Zeyd gülümsedi.

“Eyvallah, hocam Allah razı olsun.”

“Ecmain.” gitmeden evvel bana döndü bakışları: “Zor günler geçirdin güzel kızım ama Allah sevdiği kulunu imtihana tabi tutar. Öyle teselli et güzel kalbini. Hem rüzgâr hiç üzerine esmeseydi, yağmur yağmasaydı, kar tutmasaydı daha kötü değil miydi? "Rıza yolunda biraz cefâ gördük diye, Rahmâna naz mı edeceğiz?" demiş bir ehl-i dost.”

“Estağfurullah, naz ne haddime.” Zeyd konuştu.

“Dünya refah yeri değil ki hocam, Gazel de bunu gayet iyi bilir.” hocamın önünde ödevini bilen bir öğrenci gibi gururla cevapladım:

’Lâ rahate fid dünya’ diyor hadis-i şerif. (Dünyada rahat yoktur)” Zeyd’in gözleri parladı hocasının gözüne girmek için hemen cevapladı.

‘illâ fil âhire’ (ancak ahirettedir) diye deva eder ayet.”

Birbirimize gülümseyince övgü bekler gibi bakışlarımız Hoca Sina’ya kaydı. Bakışları yerdeydi ve yüzünde hep o tebessümü vardı. Ardından bir el selamı ile bizi ardından bırakıp alçak kapıya doğru yürüdü ve büyük avluya geçti.

. . .

Berzah’ın duruşmasının olduğu gün, uyuduğum salon kanepesinde gözlerimi açtım. Ezan saatine daha vardı ve etraf henüz karanlıktı. Uyumadan önce açık unuttuğum avluya bakan siyah korkuluklu pencerede perde hafifçe gidip geliyor ılık bir rüzgârı salona dolduruyordu. Ayağa kalktım ilk olarak banyoya gidip abdest aldım ardından da uyandırmak için Zeyd’in uyuduğu odama gittim. Kapının altından sızan ışığı görünce yavaşça açtım kapıyı. Zeyd masanın başındaydı. Kapı açılınca bakışları bana döndü. Ardından saatini kontrol etti ve kaşları havalandı.

“Hiç uyumadın mı?” diye sordum ona yaklaşırken. Kollarını esnetip bir yandan da esnerken kan çanağına dönmüş gözleri ile bana baktı:

“Son bir gözden geçirmek istedim, saati fark etmedim.” Sahte bir sinirle konuştum.

“Hiç uyumadan nasıl ayakta kalacaksın merak ediyorum.” Zeyd’in bakışları söndü. Gözlerinde ki bir ifade içime dokundu.

“Korkuyorum.” dedi küçük harflerle konuşarak: “İçimde tuhaf bir his var ya başaramazsam bu defa-“

“Şşş! Tamam.” dedim önüne diz çöktüğümde, ellerini tuttum ve gözlerinin içinde ki endişe ile çevrelenmiş göz bebeğine baktım: “Berzah senin için çok değerli olduğundan içinde ki heyecanı korku ile karıştırıyorsun sadece.” Bakışlarım sargılardan kurtulmuş sağ elinin parmaklarına takıldı. Serçe parmağının tırnağı ezilmişti ve doktorun getirdiği merhem işe yaramamış gibiydi. Ezilen tırnak mosmordu hala: “Sen elinden geleni yapacaksın bugün ve burada ne varsa (işaret parmağımla alnımı göstererek bir çizgi çektim) o olmaya devam edecek. Sen sadece bir aracısın ve eminim Allah senin dualarını ve çabanı zayi etmeyecektir Zeyd Berat Hazar.” adını duyunca yüzünde ki ifade değişti ve gülümsemeye başladı.

“Bana ilk kez Berat diye hitap ediyorsun.”

“Her yerde B. harfi varken görmezden gelemedim. Neden onu kullanmıyorsun?”

“Çünkü Berat ismi beni ünlü bir hukuk şirketinin yöneticisi yapacaktı. Hangisiyim sence ben?”

“Zeyd’sin. Benim Zeyd’im…” uzanıp iyileşmeye yüz tutan parmak uçlarından öptüm. Yaralarını sarmak ister gibi. O sırada eksik olan ve daha önce hiç aklıma gelmeyen bir şeyi fark ettim. Bakışlarım benim elime kaydı ama o da boştu. Zeyd bunu daha önce düşünmemişti şimdi de aklında yok gibiydi. Uzanıp yüzümü avuçladı ve alnımdan öperken fısıldadı:

“Elhamdülillah.” Aynı anda ezan okunmaya başladı ve Zeyd ezan duasını mırıldandı.

. . .

Mahkemeye gitmek için Zeyd’e Can ve Mirza eşlik edecekti. Zeyd’e onunla gitmek için ısrar ettim lakin bunu istemedi. İyice toparlanmıştı ve artık kendi başına bir tehlike olmadan hareket edebileceğini söylüyordu. Yine de duruşma çıkışında orada olacağımı ve onu eve götüreceğimi söyledim.

Öğleye doğru arabayı alarak adliyeye doğru yola çıktığımda Can’dan hayırlı haberleri almıştım çoktan. Berzah beraat etmişti ve son bir işlemden sonra hep beraber çıkacaklardı. Zeyd’in telefonu hala kapalıydı ve yine gereksiz endişelere kapılmadan önce onu görmek için acele ediyordum. Adliyeye yaklaştığımda kapıda ki kalabalığı gördüm. Koruma ve güvenlik çemberi oluşturulmuş ve adamlar sıkı bir duvar örmüşlerdi. Saate baktım Zeyd’in çıkmasına henüz on dakika vardı. Arabayı park etmek için gezinirken Zeyd’in acele ile adliye binasının merdivenlerinden aşağıya indiğini gördüm. Can’da peşi sıra geliyordu. Zeyd’in ifadesine bakılırsa kötü giden bir şey olduğu da kesindi. Zeyd bir yandan uzun merdivenleri iniyor diğer yandan Can’a acele ile bir şeyler anlatıyor öte yandan da cüppesini ve kravatını çıkarıyordu. Merdivenlerin sonuna geldiğinde kornaya basarak dikkatini çekmeye çalıştım. Zeyd’in bakışları hemen bana döndü ve koşar adım bana doğru geldi ve kapımı açtı.

“Acil bir durum var.” Beklemeden dediğini yaptım acele ile sürücü koltuğuna geçti. Can çoktan arabaya bindiği için bende beklemeden arka koltuğa yerleştim.

“Neler oluyor Zeyd?” Zeyd dikiz aynasından bana baktı bakışlarında ki korkuyu hissetmiştim. Onun yerine Can cevap verdi sualime:

“Bir saat önce bitti duruşma Berzah tutuksuz yargılandı. İmzaları atarken Hare ortadan yok oldu. Berzah’ta peşinden gitti, ne oldu bilmiyoruz ama Talha aradı, Hare vurulmuş hastaneye gidiyorlarmış.”

“Ne? Nasıl? Kim neden Hare’yi vursun?” tekrar Zeyd’in bakışlarının bana ulaşmasını bekledim ama bana bakmadı. Yine Can cevapladı.

“Mahkemenin aleyhinde olduğunu anlayınca Erkan Tuğ, Hare’yi tehdit etmiş olmalı. Hare de tabi saf hemen ne dediyse artık tıpış tıpış gitmiş ayağına adamın.”

“Hicaz bey.” dedi Zeyd Can’a yönelik. Hicaz bey kimdir diye düşünürken Zeyd devam etti: ”Babasını kaçırmış.”

“Olacak iş mi abi ya.”

“Hare iyi mi peki bir bilginiz var mı?”

“Emir kan kaybediyor dedi sadece.”

Suskunlukla geçen kalan dakikalarda hastaneye vardığımızda beklenen kişiler hala gelmemişti. Hare’nin kan kaybettiğini söylerlerken onlardan önce hastaneye varmamız durumu hiç de iç açıcı yapmıyordu. Zeyd yerinde duramıyordu, eli telefonda, gözü hastanenin yolundaydı. Can ayarlamaları yapmış müdahale için gereken kişileri toplamıştı. Tuhaf olan şuydu ki iki sedye vardı. Biri Hare içindi diğeri kim içindi onu soramadım. Saniyeler dakikalar geçtikçe beklemek tahammülsüzleşmeye başladı. Bende en az Zeyd kadar endişeli ve korkulu beklemeye başladım öyle ki Zeyd de ki heyecan bana da bulaştı ve yerimde duramadım. Çok geçmedi evvela ambulansın siren sesleri duyuldu Zeyd’in bakışları yola dikildi. Az sonra da iki ambulans peş peşe bulunduğum acil kapısına gelip durdu. Orada daha ne olduğunu anlamadan bir telaş koptu. Birden etraf kalabalıklaştı her şey bir çırpıda gerçekleşti. Ambulansın kapısı açılınca bakışlarım sedyenin üzerinde hareketsiz yatan Hare’yi buldu. Onu ilk kez görüyordum ve keşke bu şekilde görmüş olmasaydım diye düşündüm. Üzerinde galiba beyaz renkte şifon bir elbise vardı. Galiba diyorum çünkü göğsünden etek uçlarına kadar kana bulanmıştı elbise. Kırmızı sıvıya bulanmamış tek yer sağ koluydu ki elbisenin rengi öyle anlaşılıyordu. Başında ki kahverengi şalında elbiseden bir farkı yoktu. Yüzü gözü elleri kıyafeti her tarafta keskin bir kokunun yayıldığı kana bulanmıştı Hare. Doktor karnına baskı uyguluyor, sedyenin yanında duruyordu bir diğeri de elinde oksijen maskesi hemen başındaydı. Sedyeyi bir çırpıda indirdiler. Hemen yanı başında ise Berzah indi. Bakışları sadece Hare’deydi. Yüzü gözyaşları ile ıslanmış. Safir rengi gözleri acıya bulanmış siyaha çalıyordu. Onun da hali perişandı. Giydiği beyaz gömlek, lacivert pantolon vs. her yeri kan içindeydi. Elleri titriyor kendini bırakmamak için bilincini zorla ayakta tutmaya çalışıyordu. Bakışları Hare’nin yüzünde dilinde sürekli bir şey tekrarlıyor gibi mırıldanıyor ama ne söylediği anlaşılmıyordu. Acele ile Hare’nin peşi sıra hastaneye girdi.

Diğer sedyenin beklediği hasta ise orta yaşlı bir adamdı. Talha da onunla aynı ambulanstan inince onun Hare’nin babası olduğunu anladım. Zeyd’in yanına geldi:

“Hicaz abi ile sen ilgilen.” Zeyd onun gözlerinin içine bakıp kaşlarını çatarak sordu:

“Hare’ye bir şey olursa Berzah’ı nasıl durduracağız?” Talha yanından ayrılırken diğer yandan da cevap verdi:

“Dua edelim de bir şey olmasın. Yoksa Berzah’ı ben bile durduramam.”

Zeyd daha fazla beklemeden hastaneye girdi bende hemen arkasındaydım. Acilin karışmış havasına bakınca Zeyd gidip Berzah’ın karşısında durdu. Berzah gözlerini dikmiş Hare’ye müdahale eden doktorları izlemekteydi. Zeyd ona seslendi:

“Berzah iyi misin kardeşim?” Berzah onu duymuyordu. Hala mırıldanmalarına devam ediyordu. Yanına biraz daha yaklaşınca Zeyd’in mırıldanmasına kulak verdiğini anladım. Zeyd tıpkı benim gibi sürekli tekrarladığı şeyi anlamsız bir sözcük sandı lakin biraz daha dinleyince duydu. Sürekli bir dua gibi tekrarladığı şey şuydu: “ya'aburnee”

Onun ne demek olduğunu bilmeyen yoktu bizim eşrafta. Hoca Sina’dan az buçuk ders alan herkes o kelimenin anlamının aşığın sevdiğinden öce ölmek muradını taşıdığını bilirdi. Gözlerim Berzah’a takıldı yine. Onu en derin yanımdan tasdik ettim çünkü onun Hare’nin ölümünü görmektense ilk önce kendi ölümünü dilemesini anlayabiliyordum. Bende onun gibi Zeyd’in ölümünü görmektense kendi ölümümün sırasının öncelik olmasını isterdim. Aşığın tek bencilliği sevdanın burasındadır.

Zeyd de bunu anlayınca Berzah’ı sarstı:

“Berzah, kendine gel.” Berzah yine duymadı. Onu önünde duran manzaradan ayırmak fikri iyiydi bu nedenle kolundan tuttu ama Berzah inatla kalmaya devam etti. Sanki Zeyd onu Hare’den ayıracakmış gibi onu sertçe itti ve zikrini biraz daha sesli dile getirdi.

“ya'aburnee”

“Berzah, yapma böyle kardeşim, iyi değilsin.”

Bir kez daha kendine gelmesi için yüzünü kendisine bakmaya odağını değiştirmeye çalıştı Zeyd. Zeyd’in de eğer Hare orada can verirse Berzah’ın aklını oynatmasından korktuğunu anladım. Uğraşı bu yüzdendi. Berzah sert bir şekilde yine kurtardı kendini. Zeyd son bir çare olarak Beklemediğim bir şey yaparak Berzah’a bir yumruk attı. O da beklemediği için biraz yalpaladı. Ardından bakışları odağından çıkıp Zeyd’i buldu ve zikrini bitirdi. Zeyd onun doğrulmasına yardım etti. Ardından ensesinden tuttu:

“Bak bana, Hare’ye bir şey olmayacak. İyileşecek o. Tamam mı kardeşim?” Berzah sersemlemişti.

“Ben nasıl yaşarım Zeyd?”

“O gün sizin bahçede konuşurken Hare’nin bizi duyduğu günü hatırlıyor musun bana ne söylemiştin,” hatırlaması için bir süre bekledi:

“eğer Hare de beni severse bunun bedelini ağır öder.” diye mırıldandı Berzah.

“Allah kuluna bedel ödettirmez.” dedi Zeyd teselli etmek için: “Sadece imtihandan geçirir ve doğruysan sonunda kazanan sen olursun. Sen bu defa doğruydun Berzah, Allah seni zayi etmez.”

Berzah’ın yaşlı gözleri kısıldı ve yüzünü Zeyd’in omzuna gömdü. Aynı anda Hare’nin bulunduğu sedye hareketlendi ilk müdahalenin ardından doktor acilen ameliyata alınacağını söyledi. Berzah daha aklı başında bir halde onların peşinden giderken Zeyd ve bende Hicaz beyin yanına gittik. Doktoru iyi olduğunu sadece tansiyonu düştüğü için bayıldığını söyledi. Şükür ki adama bir şey olmamıştı. Zeyd sessizce şükür çekti ve mırıldanarak bir dua okudu. Tekrar Berzah’ın yanına gitmeden önce Talha’yı ve Iraz diye bir adamı aradı. O zamana kadar sessizce yanında duruyordum. Varlığımdan habersiz olduğunu sanmıştım lakin elimi tutarak yüzüme baktığında yanında olduğumu hissettiğini anladım.

Ameliyathane kapısında beklemenin eziyeti kadar dünya da daha tahammül edilemez bir bekleyiş görülmemiştir. Hare’nin kalabalık bekleyenleri bir duvarın dibine çökmüş Berzah bakışlarını karşısında ki duvara sabitlemişti. Kimseyi yine görmüyor, duymuyordu. Tam üç saat boyunca da hiç ama hiç kımıldamadı. Talha daha kalabalık bir grupla gelince başını kaldırıp ona umutla baktı Talha sessizce bir şeyler söyledi Berzah ise aldığı yanıtla duvara yumruk attı. Duvarda ki kalan kan izi acı için daha iyi bir mühür olamazdı. Bir yarım saat daha geçince Berzah’ın attığı yürüdüğü oridorda yankılanan adımlarının sesinden başka Şükran teyzenin sessiz iç geçmelerinin arasında kanedyenle otuzlu yaşlarında şık ve güzel bir kadın ürkerek sessizce koridoru döndü. Herkesin başı ona dönerken Berzah birden kadının üstüne yürüdü:

“Ne yüzle geliyorsun sen buraya?” kükremesi kadını sıçrattı. Zeyd ve Talha hemen araya girerek kadını korudular.

“Sakin ol Berzah Asude’nin ne suçu var.” Berzah bir kez daha üstüne yürüdü.

“O adamın kızı, en büyük suç değil mi bu?” Zeyd elini Berzah’ın omzuna koydu:

“Yapma kardeşim sakin ol.” Zeyd’in elini iterek tekrar Asude’nin üzerine yürüdü:

“Eğer Hare’ye bir şey olursa andım olsun babanı kendi ellerimle öldürürüm.” Talha onu zapt etmekte zorlanarak bağırdı:

“Berzah yeter. Tamam. Öfkelisin.”

“Bu olanları o baban olacak ş… ödetmezsem namerdim.” baba kelimesini iğrenerek tükürerek söyledi. Asude ise sessizce ağlıyordu. Onun niyetinde samimi olduğuna emin oldum.

“Özür dilerim.” dedi sessizce.

“Birde özür diyor.” dedi Berzah sinirle gülerek: “Defol git buradan.” Talha araya girdi yine ve kızı uzaklaştırdı. Berzah öfke ile daha da kabarırken ameliyathanenin kapısı açıldı. Ve doktor dışarı çıktı.

“Çok kan kaybetmişti. Ama kötü olanı atlattık. Önemli olan bundan sonrası, yoğun bakım servisine alacağız. Önceliğimiz hastanın hayatı bu yüzden ilk olarak onun durumunu kontrol altına almalıyız.” Berzah hemen atıldı:

“Görebilir miyim karımı?”

“Şimdilik sadece uzaktan.”

. . .

Loading...
0%