Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11.Bölüm

@cigdemgah

Karısını seven bir adamın sevdiği ölüme giderken Allah’tan dileğinin ondan önce ölmek olduğuna şahit olunca fark ettim ki her aşığın dileği aynıydı. Şimdiye dek sabırsızlıkla beklediğim ölüm, benim dahi korktuğum bir şeye dönüştü. Onun adının ölüm ile aynı cümlede anılması fikrine alışamıyordum, alışamazdım. Biraz bencilce olsa da sevdiğim adamın benden önce ölmesi ihtimali dahi yurdumda yasa boğuyordu beni. Onun benden daha güçlü olduğuna hükmederek bende Allah’tan aynı dileği diliyorum artık. Çok ama çok kısacık bir zamanda karşıma çıkan Zeyd’in ölümünü görmektense Allah önce benim canımı alsındı... Ne kadar nasipsizmişim, bu yaşıma kadar karşıma çıkmamış olması başka nedir ki, ömrümün yarısı bitip kalan yarısını beraber geçirmek kısa bir zaman değil mi? Hah, tabi yarısı kalmışsa. Kaç nefes ömrümüz kaldı onunla? Daha ne kadar içimde ki aşkın kapıları onunla açık kalacak? Bilmiyorum ama artık yanımda olduğu her anın değerini bilerek, son günümüzmüş gibi yaşamaya karar verdim. Mutlu olmalıydık. Mutluluğu en çok, benden dahi çok, o hak ediyordu.

Elimde ki anahtarla dış avluya bakan küçük sayılabilecek taş evin önünde dikilip kahverengi panjurları sıkıca kapalı pencerelerde dolaşırdım gözlerimi. Taş duvarlar hala asaletini koruyordu eskisi gibi, koyu ahşap pencerelerin krem taşlarla oluşturduğu ahenk bir fotoğraf karesi gibi hoş görünüyordu göze. Evin arka tarafı orta avlunun içine bakıyordu. Orada ki iki pencerede sımsıkıya kapalıydı. Ve pencerelerine tırmanmış Aslan Pençesi pencereleri camları görünmez bir hale getirmişti. Sanki eve hiç insan eli değmemişti. Basamaklarda kalın toz tabakası, kapının önünde kurumuş çiçekleri içinde tutan uzun iki saksı, ölmek üzere can çekişen bir kiraz ağacı vardı. Zeyd’in onu bu halde gördüğünde hemen sulayacağı fikri aklıma geldi, ağaçlar çiçek açmalıydı çünkü özellikle de kiraz ağaçları... Ardından ilk iş saksıları yeni çiçeklerle dolduracaktı eminim. Her vakit bulduğunda da sulayacaktı.

Bismillah diyerek anahtarla açtım kapıyı ve yoğun bir rutubet kokusu ile karşılandım. Kapıyı gıcırdatarak ardımdan kapatıp etrafa bakınmaya başladım. Giriş küçük sayılırdı, yüksekçe bir ahşap fiskos ortadaydı ve üzeri tozlu beyaz bir örtü ile kapatılmıştı. Uzanıp örtüyü kaldırdım, altından bakır bir vazo çıktı. Her cuma içine yerleştirilecek olan çiçekleri bekliyordu. Ardından kapının yanında ki vestiyere baktım, sonra yukarı çıkan merdivene, sol tarafımda mutfak duruyordu kırık mutfak dolabının kapakları son menteşelere tutunmuştu. Eşyalar yoktu. Sadece küçük bir masa ve dört sandalye bulunuyordu. Büyük penceresi içeri güneş ışığının bir damlasını dahi almayacak şekilde kapatılmıştı. Sağ kapıya yöneldim bu defa büyük bir salon salondu orası da. Koltukların yüzleri yırtılmış pamuklar fırlıyordu her yerinden. Dolu bir vitrin gözüme çarptı. İçine eski bir porselen yemek takımı konulmuştu. Duvarda olan konsolun üstünde birkaç porselen tabakta eski tip hat yazısı bulunuyordu. Eski bir halı yuvalanmış ve kenara alınmış orata sehpanın üzerine konulmuştu. Salondan çıktım ve yukarı çıkan merdivene yöneldim. Üç açık kapı vardı. Biri büyük bir yatak odasıydı ve eskimiş mobilyalarla döşenmişti. Diğeri daha küçük olan odada bir masa sandalye ve boş bir kitaplık duruyordu. En küçük oda ise kiler olarak bırakılmış fazla olan eşyalar konulmuştu. İçeriye bir göz attım. Uzun iki abajur, üç tane ayağı kırılmış sandalye, işe yarar bir koltuk, bir sehpa birkaç çiçek bulunan tablo, birkaç biblo, nargile takımı, bir iki halı. Kapının ardında duran kâğıtlarla kaplı bir paket gözüme çarptı, kâğıdı yırtıp ne olduğuna baktım ve Kaplumbağa Terbiyecisi’nin bir kopyası olduğunu görünce gülümsedim. Zeyd’in onu haklı bulduğu pencere yazısına baktım ve onu kullanmak için bir kenara ayırdım.

Hemen işe koyuldum çünkü Zeyd’e sürpriz yapmak istiyordum. Şuan çok mühim işleri için yeni ofisindeydi ve akşama kadar da yoğun olacaktı. Bende bundan istifade ederek anahtarı almış ve eve bakmaya gelmiştim. Zeyd bunu beraber yapacağımızı düşündüğü için etkinlik gününden sonra ki günü yani üç gün sonrayı bekliyordu ama ben beklemek yerine ona hediye olarak bir ev vermek istiyordum. Evi bendim ona göre, bu yüzden evi ben yapacaktım. Tüm her şeyi bu eski, tozlu bir dönem fotoğrafını andıran evi yaşanılabilir bir hale getirmeye çalışacaktım.

İlk olarak evde ki tüm çekmeceleri karıştırdım. Tabak, çanak, bıçak, örtü, eski kitaplar ve birkaç araç gereç buldum. Ardından tüm pencereleri açtım ve tüm güneşin evin içine dolduğunu görünce mutlu oldum, bu evi en çok bu yüzden sevecektim. Aynı zamanda bozulmuş tesisatı ve elektrik sistemi için daha önceden çağırdığım ustalar geldiler ve işe koyuldular. Onlar işlerini yaparken Muaz’ı aradım. Vakıftaki etkinlikler için kullandığımız tamirat malzemeleri ile birlikte bana yardım edecek boşta olan birkaç yardımcı göndermesini istedim. Betül’den temizlik malzemelerini alıp kızlardan ikisini çağırdım.

Betül gelip koltukların halini gördüğünde yeni bir takım almak istedi lakin bunun mümkün olmayacağını söyledim. Zeyd şuan zor bir durumdaydı ve fuzuli harcamalar yapamazdım. Aklıma vakfın deposunda fazla olan boyalar geldi. Geçen yıl köy okulları için gönderdiğimiz boyalardan üretim hatası bulunun kolileri atmak için ayırmıştık ama ben bir türlü atmaya yanaşmamıştım. Şimdi işe yarayacaklardı. Evi ustalar bırakarak çıktım ve o gelmeden Zeyd’i görmek için ofisine gittim. Alçak tahta kapıyı görünce gülümsedim. Sevgili Avukat Zeyd Hazar’ın eşsiz işlere imza atan hukuk ofisi bu küçük kapının ardındaydı. İçeri girmeden hemen önce dikkatimi tabela çekti. Siyah zeminde kırmızı yazı ile RED hukuk bürosu yazan tabelanın yerini ahşap mütevazı bir tabela almıştı ve üzerinde Hâl Hukuk Bürosu yazıyordu. Birkaç dakika oraya baktım ki küçük kapıdan Abdurrahman çıktı elinde boş çay bardakları ile. Şaşırarak sordum:

“Hayırdır Serçe, ne arıyorsun burada?”

“Ben burada çalışıyorum artık Gazel abla,” diyerek başka bir şey demeden acele ile ayrıldı yanımdan.

İçeri girdiğimde gerçekten de şaşırdım. Ufak bir sekreter masası konulmuştu koridora. Masanın hemen üstünde minik kafesinde bir kuş vardı. Tabi ki Abdurrahman’ın masasıydı. Yıllar önce çeşit çeşit şekerlerin sergilendiği vitrin yarıya kadar flu bir tül ile kapatılmış karşılıklı şık koltuklar atılmış. Bir kitaplık duvar dibine konulmuş ve tavana birkaç avize asılmıştı. Gerçekten de burası bizim şeker dükkânı mıydı? Bu kadar şık tasarlanacağını elbette tahmin etmiyordum. Sıralı üç kapı vardı ve hepsi farklı renkteydi. Kırmızı kapının üstünde Bilge’nin, beyaz kapının üstünde Mehmet’in ve sonda ki siyah kapının üstünde ise Zeyd’in adı yazıyordu. Sadece üç avukatımız var derken Can gerçekten de haklıymış. Son olarak içinde mırıldanmaların geldiği gri bir kapı vardı ve kimsenin adı yazmıyordu. Muhtemelen toplantı için kullandıkları odaydı. Usulca tıklattım kapıyı ve açtım. Zeyd, Bilge, Mehmet, Can ve tanımadığım iki adamın bakışları bana döndü. Toplantılarını böldüğüm için utanarak sessiz bir özür dileyip hemen kapattım kapıyı. Aynı anda Zeyd de ardımdan geldi yüzünde mutlu bir ifade ile:

“Canım,” dedi: “hoş geldin.”

“Böldüm değil mi?”

“Hayır, ara vermek için fırsat kolluyordum.” Ellerini belime koyarak bana sarıldı gri çekildiğinde uzanıp alnımdan öptü: “Sana bir çay ikram etmek isterdim ama maalesef ki çok vaktim yok.”

“Yemek yedin mi?”

“Daha değil önce halletmem gereken bir iş var.”

”Para kazanayım derken açlıktan öldürmezsin kendini umarım.”

“Bugünlük ölmem… Bu arada akşam geç geleceğim. Önemli bir şirketin hukuk danışmanlığı için konuşmaya gideceğim. Eğer anlaşırsak birkaç yıl rahat edeceğiz.”

Sıkıntılı ses tonu kalbime dokundu. Geçim derdi olduğunu fark edince merhametim gün yüzüne çıktı onun o endişeli haline dokunmak istedim ve uzanıp yanağından öptüm. Zeyd’in gözlerinde ki endişe silindi anlamsız bir hal aldı aklı bulandı ki öylece ne diyeceğini bilemeden baktı birkaç saniye.

“İnşallah olacak, Allah işini rast getirsin.” dediğimde hala bulanık bakışları ile bana bakıyordu. Az sonra bakışlarını kaçırarak zihnini toparlamaya çalıştı derin bir nefes aldı ve bana sarıldı yine bir şey diyecekti ki Bilge kapıdan seslendi:

“Zeyd hemen gelmelisin, Faruk Bey telefonda.”

Zeyd’in bakışları bana kaydı, onu ittirerek göndermek zorunda kaldım, bende tıpkı onun gibi ayağımı yerlerde sürünerek ve akşam onu göreceğim fikri ile kendimi teselli ederek vakfa gittim. Etkinlik gününe iki gün vardı ve öncesinde yapılacak müzayede için gidip tamamlanmış haline bakmak zorundaydım.

İkindi vakti yorgunluktan bitap, üç mekân gezip aksamış hazırlıklarla uğraşırken ustalar arayarak elektrik ve tesisat işinin bittiğin söylediler. Toz kir de temizlenmişti ve sıra boyadaydı. Hemen eve gittim. Elimizde ki boyalar birbiri ile uyumsuz ama kendi içlerinde çok güzel renklerdi. Ayrıca tüm odaya yetecek kadar da değillerdi bu yüzden karışık boya kullanacaktık. Ben karar vermeye çalışırken kapı çalındı ve ufak tefek yuvarlak yüzlü şirin bir kız gülümseyerek bana baktı.

“Merhaba, Mercan ben.” şaşırarak önce süzdüm kızı sonra onu kimin çağırdığını sormak aklıma geldi ki hemen ardımdan Arif’in sesini duydum.

“Gazel abla, Mercan benim kız kardeşim. Kendisi iç mimar. Tasarım, dekorasyon, dizayn işlerinde çok iyidir, yardımı dokunur diye gelmek istedi.”

“Peki, hoş geldin gel bakalım.”

“Hoş buldum, sizinle tanıştığım için memnun oldum Gazel hanım, hanım mı diyeyim yoksa Arif gibi abla mı diyeyim. Uygun olur mu bilmiyorum, size aslında daha tanışmadan kanım kaynamıştı aslında Arif liseden beri sizin yanınızda çalıştığı ve benimde bursumu siz verdiğiniz için yakın sayılırız bu yüzden size abla demekten çekinmeyeceğim. Arif’ten bir evi yeni baştan düzelttiğinizi duyunca hemen yardıma geldim bir nevi vefa borcumu da ödemiş olurum. Söylediği gibi iç mimarım ben. Özel bir şirket içinde çalışıyorum aynı zamanda onların mobilya tasarımcılarından biriyim. Ayrıca Eskici adında da bir dekorasyon dükkânım var. Evlerde kullanılmayan tüm mobilyaları, geri dönüşümle yenileyerek tekrar satıyorum. İnşallah size de yardımcı olabilirim. Şimdi hemen işe başlayacağım çünkü…”

Kızın söylediklerine yetişemeden bakışlarım Arif’e kaydı o ise mahcup bir şekilde omuz silkti sonrasında Mercan hala konuşarak içeri girerken bıkkın bir şekilde mırıldandı:

“Hiç değilse aklı çenesinden daha iyi çalışıyor, biraz sabredin.”

Aslına bakarsanız Mercan’ı sevdim. Çok konuşuyor olabilir ama o kadar canlı bir hayat enerjisi var ki onu dinlerken aslında ne dediğinden çok gülüşlerine ve mimiklerine odaklanıyor insan konuşkan hali ile bile insana kendini sevdiriyor. Tuhaf bir kızdı ve bu kadar kelime kullanırken yapacağı işi merak ettim. Mercan tüm evi gezdi ve hangi duvarı nasıl boyayacağımız hakkında birkaç bilgi verip ayrıldı yanımızdan ardından tekrar geldiğinde kucağında bir çuval patates ve ardında bir kamyonet vardı. Kamyonet birbirinden alakasız birçok eşyayla doluydu. Mercan’a bu eşyalara gerek olmadığını, zahmet etmemesini söyledim lakin getirdiğin eşyaların hiçbirinin sıfır olmadığına beni ikna etti ve bana içinden sadece önemli değil sözünü anladığım bir destan ile cevap verdi. Boya işi bittiğinde karanlık çok çökmüş saat ilerlemeye başlamıştı. Mercan hepimize artık gitmemizi söyledi kendisi tek başına çalışacakmış devamında. Onu orada bırakırken eline birkaç patates alıp merdivenleri çıktığını gördüm.

. . .

Zeyd gece eve gelmedi. Beni aradığında sabah ezanı okunuyordu ve kendisi ofiste sabahlamıştı. Onu görmeye gittiğimde ise misafirleri vardı ve sadece uzaktan birkaç dakika onu seyredip geri vakfa döndüm. İlk işim Betül ve Zeynep ile birlikte gidip eve bakmak oldu. Kapıdan girdiğim anda donup kaldım. Kapının ardında ki dün eskimiş duvar menekşe mavisine boyanmış ve açtığım kapının ardından başlayan çiçek açmış bir badem ağacı dalı resmedilmişti. Kahverengi vestiyer koyu ahşap renge boyanmış eskisinden daha şık duruyordu. Salonda ki dün bıraktığımız sarı ve krem boş duvarlar küf yeşiline boyanmıştı. Odada ki mobilyaların birkaç parçası dışında hepsi çıkarılmıştı. Betül’ün seslenişi üzerine mutfağa gittim. Kırık dolaplar tamir edilmiş dolaplar beyaza boyanmış, çini işlemeler ile süslenmiş yeni fayanslar döşenmişti.

“Bunların hepsini bir günde mi yaptılar gerçekten?”

“Sen gittikten sonra Mercan çocukları çağırmış sabah ezanına kadar çalışmışlar bitirmek için. Maşallah pek bir maharetli kız.”

Merdivenlerden yukarı çıktım. Odalarda ki duvarların sanki bir duvar kağıdı döşenmişçesine desenlendiğini gördüm. Yerde duran yarım patates dikkatimi çekti eğilip kaldırdım. İlkokulda yatığımız patates baskısı resimler aklıma geldi. Mercan da duvarda ki küçük çiçek desenlerini o şekilde yapmıştı. Yatak odasında başlığın dayatıldığı duvarda bir kiraz ağacı resmi işlenmiş ve çiçekleri dağıtılmıştı. Çalışma odası griye boyanmış masa ve kitaplık onarılmış pencerenin önüne iki kiremit rengi koltuk konulmuş. Evim, Zeyd ve benim evim çok ama çok güzel olmuştu. Aşağıya indiğimizde açık kapıda kıvırcık saçları ve uykusuz çehresi ile Mercan belirince dayanamayarak gidip ona sarıldım.

“Sen ne kadar güzelleştirmişsin bu taş yığınını. Ev çiçek açmış sanki.”

“Beğenmene çok sevindim, abla. Aslında Arif tüm gün sade ve şık olsun, abartma, renklendirme onlar fazla renkliliği sevmezler gibi bir sürü şey anlattı ama çiçekleri sevdiğinizi çalışma masanızın üstünde duran resimlerden anladım, aklımda daha başka şeyler de vardı ama elimizdekiler ile de ancak bu kadar oldu. Arif yeni bir şeyler almamam konusunda beni sıkıştırınca sadece olanları kullandım. Keşke daha fazla seçenek olsaydı o zaman daha harika şeyler de yapabilirdik ama böyle de çok güzel oldu. Şimdi kapının önünde ki eşyaları taşımamız gerek sizin için çok çok güzel hediyelerim var-“

“Mercan, tamam güzelim.” dedim onun susmasını beklemek uzun sürecekti çünkü: “Şimdiye kadar bizim için çok şey yaptın zaten daha fazlasına gerek yok.”

“Hayır hayır, ben hiç yorulmadım. Size bu şekilde yardım etmek beni çok mutlu etti. Hep size ben ve abilerim için yaptıklarınızdan dolayı teşekkür etmek istemiştim şimdi bunu yapmak beni çok memnun etti. Tüm bunları bana ve diğer kardeşlerime okuma imkanı verdiğiniz hep destekçimiz olduğunuz için bir teşekkür sayın. Ayrıca merak etme eşyaların hiçbirine para harcanmadı hepsi geri dönüşümlü el emeği; Eskici Mercan Dekorasyon.” dedi şirin bir şekilde kollarını açıp kendini göstererek. Birkaç dakika ona baktım. Arif’in diğer iki abisinin ve kardeşi Mercan’ın okumasına vesile olan sevgili babamın kurduğu Vakıf bana böyle güzel geri döndüğü için gururlandım.

“Ama yine de bunun karşılığını vermek isterim; ilk fırsatta.”

“Belki. Şimdi eşyalara bir göz atalım.”

Taşınan tüm eşyalara bakınca hepsi birbirinden alakasız parçalar olduğunu gördüm. Benim için oturulması ve kullanışlı olması çok önemliydi lakin Mercan salonu öyle güzel yerleştirdi ki hepimiz eşyaların eski ve yeniden onarılmış olduklarından şüphelendik. Son olarak üzerinde küçük çiçek desenleri olan Betül’ün evimizden getirdiği perdeleri de astık. Zeynep ve Rana eski evimizden taşıdığımız mutfak eşyalarını da yerleştirmeyi bitirdiklerinde ellerinde çay ve kurabiyeler ile geldiler ve yorgunlukla kendimizi yere attık. Mercan internet sayfasına koymak için evin fotoğraflarını çekerken içimden şükür duaları okuyordum. Zeyd’i akşam buraya getirdiğimde ne hissedeceğini düşünüyordum. Beğeneceğinden emindim. Bizim evimizi ben ona hediye ettiğim için biraz daha gururlandım.

. . .

Akşam için güzel bir sofra hazırlamama yardım ettiler kızlar. Zeynep birkaç mumu fenerlere yerleştirip bıraktı. Evi güzelce havalandırıp misk kokuları ve çiçekler ile donattık. Zeyd güzel kokuları severdi. Son olarak yatak odasına çıktım. Temizlenmiş, yeni çarşaflar serilmiş, eşyalar yerleştirilmişti. Yatak odasının pencereleri ve çalışma odasının minik balkonu orta avluya baktığı için Zeyd’in görme ihtimali üzerine onları hiç açmamıştık. Şimdi Zeyd’in buralarda olmadığından emin olduğum için pencereleri ardına kadar açtım. Avluda ki büyük sarmaşık pencereleri kaplamış neredeyse bir perde olmuştu. Çalışma odasının küçük balkonunda eskimiş ahşap iki sandalye dışında bir şey yoktu. Orayı da temizleyip kilerde duran fiskosu alıp iki sandalyenin ortasına yerleştirdim. Eylül akşamları oturup muhabbet edilecek ve çay yudumlanacak bir balkondu ve bunu ilk fırsatta Zeyd ile yapacaktım. Güzel olan yanı ise avluya bakan tek balkonun bizim evimizde olmasıydı. Bunun ayrıcalığını ise yağmurlu ve karlı havalarda görecektik.

Nihayet kızlar eve gittiğinde bende evimin kapısını kapatarak Betül ile çıktım. Anneme ve Muaz’a yaptığımız güzelliği öve öve bitiremeyen Betül sonunda Muaz ‘dan Mercan’dan yardım alma sözü aldı. Onlar konuşurlarken benim aklım hala Zeyd’deydi. Gecikmişti, onu aramak için telefonumu alıp kapıdan çıkmıştım ki o da medrese kapısından içeri geldi. Beni görünce yüzünü bir gülümseme kapladı, sıcacık. İçimde bir çiçek daha açtı. İyice uzamış saçı esen hafif rüzgarda savruluyordu. Zeyd eli ile geriye itti alnına düşen tutamları. Elinde evrak çantası ve cübbesi vardı. Giydiği takım elbisesi içinde gelen bu adamın benim kocam olmasını nasip eden Allah’a hamdolsun dedim içimden. Yanıma yaklaşınca etrafa bakındı kimsenin olmadığını anlayınca uzanıp sıkıca sarıldı bana. Kollarımı beline doladım. Başını gömdüğü boynuma bir buse kondurdu ve geri çekildi.

“Bir yol gözleyenin olması çok güzel.”

“Geleni beklemekte öyle... Hoş geldin.”

“Hoş buldum…” sustu gözlerimin içine baktı bir süre. Bir şey diyecekti ama vazgeçti. Onun yerine sordum:

“Neden medrese kapısından geldin?”

“Bugün Abdurrahman’ın babasının kazasında sorumlu olan şirkete açtığımız davanın duruşması vardı. Ve tabi ki Zeyd Hazar duruşmadan galip çıktı.”

“Gerçekten mi? Zeyd bu çok güzel. Şükürler olsun. Öyle sevindim ki anlatamam.”

“Çok şükür bunun üstesinden geldik.” uzanıp yanağından öptüm.

“Gururlandım. Beni yanıltmadın.” Zeyd’in gözleri yine derin bir duygu ile kaplandı. Bana biraz daha sokuldu:

“Gazel… diyorum ki bizde evimize mi geçsek? Karımla baş başa kalmak istiyorum artık.” tam zamanı diyerek derin bir nefes aldım.

“Peki hadi gidelim.”

“Hemen mi? Kalınmaz ki şimdi orada, temizlik tamirat falan gerekmiş.” kulağına doğru fısıldadım.

“Tozlu kirli olsa da ikimiz yan yana olacağız ama.” Zeyd’in bakışları değişti, yutkundu ve elimden tutarak kapıya yöneldi:

“Gidelim öyleyse.” Zeyd çantasını ve cübbesini eline aldı evimizin arka tarafının olduğu yere, balkona gözü değdiğinde bir an durdu, sandalye ve masaya baktı yine de bir şey demedi ve kapıdan çıktık. Kapıya kadar heyecanla ve sessiz bir şekilde ilerledik. Anahtarı Zeyd’e verdim beklemeden kapıyı açtı. Evimize ilk adımı beraber atmamız için elimden tuttu. Bismillah diyerek içeri girdik.

Zeyd, karşısında beklediği tozlu eski kirli ev yerine aksi bir manzara ile karşılaşınca biran şaşırdı. Ayakkabılarımı çıkarışımı izledi, ardından oda ayakkabılarını çıkardı. Ona verdiğim terlikleri tanıdığında soran gözlerle bana baktı. Sadece gülümsedim. Zeyd tavana baktı, vestiyere baktı, ortada ki fiskosa ve üzerinde ki vazoya, içine yerleştirdiğim taze çiçeklere baktı, en son kapının ardından başlayan badem ağacına baktı. Çiçek desenlerini izledi birkaç saniye. Salona gidince durdu hazırlanmış yemek masasını görünce yüzünde ki soru dolu ifade yerini mutluluğa bıraktı.

“Gazel?” dedi onun en uzun ve en güzel gazeli olmak isteyeceğim bir sesle.

“Beğendin mi?” Zeyd gülümsedi başını eğdi, derin nefes aldı ve elleri ile gözlerini ovdu, bana döndü bir şey demden uzanıp sımsıkı sarıldı. Omzumdan öptü, ardından çekilip şakağımdan öptü, yanağıma bir buse kondurdu ve yine öptü.

“Sen daha güzelsin.” dedi yüzümü avuçlarken. Tekrar sarıldı. Sanki çok güzel bir çiçek kokluyormuş gibi derin bir soluk aldı: “Senin kokun daha güzel. Bana bakan gözlerin, elimi tutan elin, beni bekleyişin, karşımda gülümseyişin, adımı seslenişin daha güzel, sen diğer her şeyi güzelleştiriyorsun.” başımın üzerine çenesini dayayınca boynunun gömülmek için en iyi yer olduğuna karar verdim.

“Hani demiştin ya yurdum sensin diye. Bende sana hediye olarak bir ev veriyorum Zeyd Hazar. İçinde ben varım.”

“Sen benim ömrüme ne güzel geldin… Ne güzel evim oldun… Ne güzel benim oldun… Canım, canımdan içre… seni çok seviyorum.”

“Sen bana geldin, iyi ki geldin. İyi ki beni bırakmadın, beni sevdin. Elhamdülillah.”

Zeyd’in bakışlarında ki o mana on binlerce kelimeye, şimdiye kadar yazdığım tüm sayfalara denkti. Mutluluğun huzura dönüştüğünü edecek bir kelime bulamayana kadar devam ederken şükrüme anlamıştım. İçimde ki şükrün sonuna geldiğimde geri çekildim. Zeyd ile güzelce yemek yedik yine hiç konuşmadık. Sonra ona evi gezdirdim. Yatak odasına gelince bir an durdu ve bana baktı izin almak istermiş gibi. Elinden tuttum ve ona izin verdim. Zeyd eğilip öptü beni. Demişti ki sen istemeden sana dokunmayacağım. Onun elinden tutup ona izin verdiğimde, yüzüne gülümsediğimde benim de artık istediğimi anlamıştı. Bugün ona içinde ben olduğum bir ev vermiştim ve artık yurdunun sahibi bendim, benim yurdumun sahibi de o. Gerçek bir mana yüklenilecekse ve söylenilecekse o ana, ben artık gerçekten o oldum ve onun oldum.

. . .

Sabah namazından sonra Zeyd ile beraber başladığımız hatmin bir kaç sayfasını okuduktan sonra yürüyüş için çıktık evden. Saat çok erkendi ve zaten her köşesini bildiğim semtimizin güzel sokaklarında dolaştırdım Zeyd’i, sonrasında sahile kadar epey yürüdük. Geri dönüşte artık yavaş yavaş uyanan şehirde Zeyd ile güzel bir manzarada kahvaltı yaptık. Ardından eve dönmeden markete uğrayarak mutfak malzemelerini hallettik. Elimde tuttuğum yedek anahtarlardan birini Zeyd’e uzattığımda elimden tutup parmak ucumdan öptü. Aklıma gelen diğer fikirle çantamda duran onun bana hediye ettiği beyaz arabanın anahtarını da uzattım. Anahtarı alırken gülerek söylendi.

“Anlaşılan artık evin reisi sensin. Kartlar sende, araba sende, evi hallettin. Kendimi işe yaramaz gibi hissediyorum.”

“Böyle düşünürsen üzülürüm ama. Bunların hepsini beni sevgine ikna etmene say.” güldü.

“Sayılmaz bu çünkü ben kimseyi ikna etmedim. Sen kendi hür iradenle sevdin beni.”

“Doğru. Seni sevdim. Açtırdın gerçekten de…”

“Ne açtı?”

“Kiraz ağacım çiçek açtı.” Zeyd hikayeyi bilmiyordu ama değinmek istediğim sevgimi anladı.

“Baharın Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” Ona sımsıkı sarıldım. Uzun bir süre de geri çekilmeden kokusunu içime çektim, tıpkı onun yaptığı gibi.

. . .

Güzel ve huzurlu günlerin başlangıçları ve sonları aynı gibidir. Gülümsemeler, sarılmalar, beraber yürüyüş yapmalar, kitap okumalar, aynı müzikleri dinlemeler, sevdiğimiz filmleri izlemeler daha çok anı biriktirip birbirimize daha çok bağlanmamızı gerektiren her şeyi bu güzel günlere sığdırdık. Derler ki başlayan her şeyin bir zaman takıldığı engeller, tökezlediği zamanlar olurmuş. Ben bunu hep bekledim. Zeyd’in ve benim hikâyemizde her şeyin bu kadar rayında güzel gitmesini beklemiyordum. İçimin bir köşesinde bohçalanmış hazır bekleyen endişe hep diriydi. İkimizin imtihanını hep bekliyordum. Olacağından emindim, beraber atlatacağımızdan da emindim. Taki Zeyd’in bir başka imtihanının çoktan başlamış olduğuna şahit olana dek. Hem de benden çok ama çok önce bir bulutun içindeymiş Zeyd. Ona göre ben onun sonradan gören gözleri, başına gelen aklı, atan kalbi olmuşum. Lakin olayların başlangıcını bilmediğim bu kaosta Zeyd’in yerini ise sonradan öğrendim.

. . .

Kapı zili çaldığında mutfaktaydım Zeyd’i az önce uğurlamış kalan ev işlerini hallediyordum. Salon perdesinin aralığında kapıda ki kuryeyi gördüm ve hemen açtım kapıyı.

“Faturanız.”

Bir şey demeden elinde ki faturayı aldım ve adam hızla ayrıldı evimizden. Kapıyı kapatırken şaşırarak elimdeki elektrik faturasına baktım. İlginçti çünkü biz de dahil medreseye bağlı olan tüm evlerin faturalarını güvenlik kulübesinden Mehmet abi alır sonra bize teslim ederdi lakin daha önce ki su faturası gibi bu faturada eve bizzat gelmişti. Bir süre inceledim faturayı diğerini de ardından aklımda ki soruları sormak için Zeyd’in gelmesini beklemeye karar verdim.

Öğleye kadar vakıfta ki kalan işleri hallettim. O sırada Zeynep ve Arif büyük bir coşkuyla içeri girdiler. Şaşırarak ikisine aktım. Az sonra kapıda Betül ve Özlem de belirdi.

“Müjdemi isterim.” diye haykırdı Betül.

“Neler oluyor?” Özlem elinde ki tableti okumaya başladı:

“…Hâl Vakfı’nın 150.kütüphane açılışına katılan Eğitim bakanı ... Muaz Şems ve Gazel Şems Hazar jüri özel onur ödülüne layık görüldü …” kızlar çığlık atarken sadece gülümsedim. Özlem dudak büktü:

“Sevinmediniz mi Gazel hanım?”

“Aslına bakarsanız pek değil, eskiden böyle şeyler konuşulmazdı. Bir elin yaptığını diğer el bilmezdi bile. Şimdide böyle ödül peşinde koşan insanlar gibi sevinmek doğru gelmiyor bana.” Kapıda sessizce duran Arif konuştu:

“Muaz abi de aynen senin gibi oldu. Mahcup hissediyormuş böyle zamanlarda kendini. Ayıp olmasın diye ödülü almaya da beni gönderecekmiş.”

“Ne güzel benim ödülümü de Zeynep alsın.” Zeynep el çırptı. El hareketleri ile Arif’e konuşmayı yazacağını onunda okuyacağını söyleyen bir fetva verirken Arif’in ona gülen gözlerle baktığını da bir tek ben fark ettim gibi görünüyordu. Sevgi ne garip, sadece gözlerde bir kırıntısı olsa dahi kendini nasıl aşikâr ediyor. Belki bunu da sadece aşık olanlar anlayabiliyordu.

“Gazel, Zeyd söylemeyin dedi ama dayanamayacağım, kütüphanenin tamamlanması için o ve arkadaşları bağış yaptı.”

“Ne?” doğru, Zeyd’in kütüphanesini unutmuştum. Eve birkaç koli kitap getirmiş birlikte yerleştirmiştik ama ben diğerlerinin akıbetini sormamıştım.

“Duydun, sizin evde ki kitapların hepsini bağışladı. Allah razı olsun. Arkadaşları da tamamlanması için yardımda bulundu.” içimin en uç sahillerine kadar ılıklık yayıldı içimde gözlerime ulaştı ve kabardı.

Ayağa kalktım ve kızlara bir şey söylemeyerek vakıftan çıktım. Ana caddeden büyük yüksek taş duvarlı köşeyi döndüm. Beyaz Mercedes kapıdaydı. İçeri girdiğimde Serçe masasında yoktu, boş koridoru geçince ise Can’ı bir koltukta boyluca uzanmış gördüm. Saçı başı dağınıktı. Üzerinde ince bir tişörtten başka bir şey de yoktu ki havalar iyiden iyiye soğumuştu.

“Günaydın.” dedi mahmur bir sesle. Doğrulup gerindi.

“Öğle-i şerifleriniz hayırlı olsun Can bey. Bu saatte ne uykusu bu?”

“İki gündür uyumayınca böyle sersemliyor insan işte.”

“Zeyd’e seni çok yoruyor diye kızmamı ister misin?”gerçekten bu fırsatı kaçırdığına üzülmüş gibi bir surat ifadesi ile konuştu:

“Çok isterdim ama bu defa onun bir kabahati yok.”

“Müsait mi?”

“Yok. Bir şerefsiz var içeride onunla konuşuyor.”

“Kim?”

“Boş ver gel otur, işi bitene kadar bir kahve yapayım, benim de uykum açılır.” ben otururken o da ayağa kalktı ve esneyerek mutfağa gitti. Bir on dakika sonra elinde iki fincanla döndüğünde etrafta ki sessizliği sordum:

“Serçe yok mu?”

“Yok, izinli zat. Kardeşleri ile lunaparka gidecekmiş.” gözlerini devirdi: “Çocuğun lüksüne bakar mısın? Lunaparka gidecekmiş diye işe gelemezmiş. Ben bir gün ortada yoktum işimi ikiye katladı üstüne bir de dışarıda yattım.”

“Bize neden gelmedin?” bana yan yan baktı:

“Beni sokakta bırakan senin kocan. Mirza’yı ve Emel ablayı da tembihlemiş eve almasın diye.”

“O bir gün sen neredeydin?” yüzünde bir gülümseme oluştu. Elbette Melike!

“Bursa da, bir piyanistin konserinde.”

“Eğer bunu Zeyd’e anlatsaydın eminim dışarıda yatmazdın.”

“Belki de, ama bir önemi yok, nasılsa göremedim onu.”

“Neden?”

“Annesi Azrail kesildi başımıza senin şu müzayededen sonra kızı bir türlü yalnız bırakmadı. Eskiden üç dört metrelik mesafemiz vardı şimdi ona çıktı.” fincanda ki kahveye baktı ardından aklına gelen bir fikirle bana döndü ne diyeceğini bildiğim için baştan söyledim:

“Hayır, sizi görüştüremem.”

“Hayır elbette bunu istemiyorum sadece gidip bir nasıl olduğuna baksan.”

“Annesi benden haz etmiyor, Melike’ye bu konuda sıkıntı çıkarmasın sonra.”

“Yıllardır sıkıntı çıkarıyor zaten şimdi bir kez daha olsa onu öldürmez.” ona gözlerimi kısarak baktım. Akşamüzeri gidebileceğim aklıma düştükten sonra isteğini kabul ettim. O sırada Zeyd’in odasının kapısı açıldı, iki adam dışarı çıktılar. Can tavrını değiştirerek sanki adamların bana olan bakışlarını korumak için önümde dikildi. Kısa olan bana bakıp bir baş selamı verdikten sonra dışarı çıktı. Can ardından sessiz bir küfür savurdu.

“Kim bu?” diye sordum adamlar çıktıktan sonra.

“İlyas Özer, ortaklardan biri.”

“Ofise yeni ortak mı aldınız.”

“Hayır, masanın ortaklarından biri.”

“Masa?”aklıma gelen Zeyd’in söyledikleri ile Can’a ürkek bakışlar attım. Can soruyu anlayınca cevap verdi:

“Korkma, Zeyd’e köpek olmaktan başka bir şey yapmaz bu adam. Talha’nın gözüne batmış durumu düzeltmek için Zeyd’den yardım istiyor. E tabi Berzah olmayınca işler Zeyd’e kaldı.”

Bir şey demeden onu arkamda bırakarak Zeyd’in odasının kapısını çaldım ve içeri girdim. Zeyd beni beklemediği için şaşırdı ardından ayağa kalktı ve bana hoş geldin diyerek sıkıca sarıldı. Geri çekilip yüzüme baktı:

“Bu nasıl bir ifade öyle?”

“Az önce çıkan o adam kimdi?”

“Bir duruşmasına bakmamı isteyen biriydi ama reddettim. Yemek yedin mi?”

“Duruşması Talha ile anlaşılan.” Zeyd birkaç saniye sonra mırıldanarak Can’ı andı. Ardından bana döndü:

“Evet. Aralarında ki münakaşayı sonlandırmamı istiyor.”

“Yapacak mısın?”

“Hayır.”

“Neden? Düzen isteyen sen değil miydin?” birkaç saniye bana baktıktan sonra ellerini belimden çekip ceplerine koydu ve masaya yaslandı:

“Kommensalizm gibi. Yani köpekbalığına tutunup onun artıkları ile beslenen küçük balıklar gibi düşün. Köpekbalığı onları yemez ama kovmaz da. Şimdi köpekbalığı gelip onlarla muhattap olsa nasıl görünür.”anladığım tek şey Zeyd’in o adamı ciddiye almadığıydı. Üzerinde durmadım çünkü zannımca köpekbalığı Zeyd değil Talha idi. Ona bir adım atıp ellerimi omuzlarına koyarak boynunda birleştirdim:

“Aslında buraya teşekkür etmek için gelmiştim. Kütüphaneni bağışlamışsın.” Zeyd gülümseyerek ellerini belime koydu ve beni kendine çekti:

“Yüzünü gösterirsen hepsi senin demiştim.”

“Ve sözünü tuttun.”

“Yüzünü gördüm ve lütfuna mazhar oldum. O kitapları diyeti say.”

Diyet kelimesi bir kez daha ölüm kelimesini çağrıştırdı zihnimde. Ürperdim. Zeyd bunu fark edince kaşlarını çattı. Onu endişelendirmemek için sarıldım ona. O korkuyu içimde kör kuyuya atıp üstünü de kapattım.

. . .

Akşamüzeri söz verdiğim gibi Melike‘yi görmek için kendisini aradım ve sahilde görüşmemizi istedi. Arabayı park edip sahil boyunca yürüdüm. Hava soğuk olduğu için pek kimse yoktu etrafta. Paltomun yakasını kaldırarak üşümemek için kollarımı kendime sardım. Az sonra Melike’yi bir banka oturmuş denizi izlerken gördüm, benim aksime ince bir ceket vardı üstünde. Geldiğimi görünce bana döndü bakışları. Saçlarını omuzlarına kadar kestiğini gördüm. İçimden uzun ve güzel saçlarına yazık ettiğini düşünürken gülümsedi bana:

“Soğuk hava, gri gökyüzü, çiseleyen yağmur çok güzel değil mi?” banka yanına oturdum. Üzerinde ki hava anlattığı gibiydi iç yurduda aynı tek fark iyi kelimesiydi.

“Sen iyi misin?” yine bana döndü bakışları alaycı bir ifade oluştu yüzünde, bir an ürktüm. Bir hal olmuştu da ben bunu tahmin edemezdim. Derin bir nefes aldı, yüzünde ki o karanlık bulutun kalktığını gördüm.

“Onca yıl sonra, bu soruya dürüstçe cevap vereceğim; iyiyim.” bir adam bize elinde buharı tüten iki karton bardakla çay getirdi. Birini ben alırken diğerini Melike aldı ve iki eli ile tutup ellerini ısıttı.

“Saçlarını kesmişsin.”

“Evet, çok uzamıştı, artık kesmek gerekiyordu.” onun adına içimin bir köşesine bir endişe oturdu. Can’ı aramalı mıydım diye tereddüt ettim. Birkaç haftadır onu görmüyordu ve bu kıza ne olmuştu? Elimde ki çayı bir kenara bıraktım.

“Melike, neler olduğunu anlatmak ister misin?” Melike ayağa kalktı, uzun elbisesine birkaç yağmur damlası serpişti birkaç adım atıp uzaklaştı benden.

“Bu defa iyi bir şey oldu.”

“O zaman neden-“ telefonumun çalması ile sözüm yarım kaldı. Zeyd’di. Cevapladım, beni konuşturmadan nerede olduğumu sordu. Söyledim ve hemen telefonu kapattı. Melike tekrar bana döndü:

“Galiba cevabın geliyor.” neler olduğunu anlamadan ona baktım: “Biraz bekle.”

Bir on dakika geçmişti ki artık üşüyen ellerim karton bardağının ısısını tamamıyla almıştı. Ayağa kalkıp Melike’nin yanına yaklaştım ki ileriden Can’ın geldiğini gördüm Melike’de ona bakıp gülümsedi. Can yaklaştı, yaklaştı, onun hep durduğu belli bir mesafe de durmasını bekledim ama durmadı. Etrafıma bakındım. Bir iki koruma Can’ı görünce Melike’nin önüne geçip bir duvar oluşturdular. Can öfkeyle itti adamlardan birini:

“S…. git lan.” Adam tekrar ileri atıldığında Melike durdurdu onu:

“Bırakın, gelsin.” Şaşırarak ona baktım.

Can yüzü öfke ile kabarmış bir hışımla gelip karşısına geçti Melike’nin karşısına ve ilk gördüğü şey saçları olunca durakladı. Afalladı birkaç saniye, ne diyeceğini unutmuş gibi takılı kaldı bakışları o saçlarda. Ardından sinirle güldü, elinde ki yarısını yumruğu ile buruşturmuş kağıdı Melike’ye gösterdi:

“Ne demek bu?”

“Sana hediyem.” Can öfkeyle bağırdı:

“Hediye öyle mi? Böyle karşılık veriyorsun bunca zaman sonra. Yıllardır tek kelime etmedin şimdi böyle mi konuşuyorsun benimle. Her fırsatta korkuyla ağladın önümde benim bunu çözmeme fırsat vermedin şimdi-“

“Ben hiç korkmadım… Senden hiç korkmadım Can.”

O sırada omzuma dokunan bir el ile dönüp o kişiye baktığımda Zeyd’i gördüm. Beni sessizce ikisinden uzaklaştırdı. Bir çatının altına geçtiğimizde üşüdüğümü anlayarak bir elini omzuma sardı:

“Can’ın elinde ki o kağıtta de ne yazıyor? Melike ne yaptı ona?”

“Devlet şirkete ambargo koymuş. Yöneticilerinin ruhsal bozukluğu olduğuna dair bir kanıt verilmiş polise. Serap hanım kocasının imzasını taklitten ve tarihi eser kaçakçılığı yapmaktan tutuklandı.” yüzümde oluşan dehşet ifadesiyle ona baktım. Zeyd üzgün bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Melike annesini ihbar etmiş. Bugün savcılıktan yazı geldi Can’a yapılan suçlamalar kalktı. Dahası Melike şirkette ki hisselerini Can’a devretmiş.”

“Ama neden?”

“Beşerde insanlar sözde kendilerini uygun bir cezaya çarptırırlar ya hani. Melike de öyle yapmış.” korkarak ona baktım Zeyd’in donuk bakışları Can ve Melike’ye kaydı. Bu hikâyeni bir sonu olmasını temenni ettiğini biliyordum ve bir şeyleri düzeltenin Can olmasını istiyordu. Haklıydı bu yüzden ikisinin çözmesini beklemek daha akıllıcaydı. Can’ın bağırışını duyunca bakışlarım tekrar ikisine kaydı:

“Birini sevmeyi sen çok yanlış anlamışsın. Maddi bir bedel ödeyerek de vicdanın rahatlamaz. Kalp yükünü hisselerinle mi atacaksın? Beni düşündüğün için mi? Hani az önce dedin ya korkmadım diye? Korktun sen, hep korktun. Bana yaptığının utancından kopamadan beni sevmekten korktun sen. Bu yüzden konuşturmadın beni. Şimdi bu yaptığınla, aklında atamazsın hiçbir şeyi yüreğin hiçbir zaman hafiflemez. Sen kaçıp öyle olmasını umuyorsan buna ben izin vermeyeceğim. Her şeyle yüzleşeceksin.”

Melike ağlıyordu ama bu gözyaşlarının yanında bir de gülümseyiş eşlik ediyordu ona. Şiiri bitiren son kelime gibi… Melike şiiri bitirmek istiyordu belki ama Can buna müsaade etmeyecekti. Şimdi onun vicdanının rahatlamayacağını söyleyip onu buna ikna ederken aslında Melike’nin ondan gitmesinden korkuyordu.

. . .

Eve döndüğümüzde Zeyd de bende sessizdik. Can’ın hiçbir şeyi çözemeyişine üzüldüğünü biliyordum bu konuda elinden bir şey de gelmeyecekti ve benim karışmamı da istemiyordu. Öte yandan kendi sorunları da vardı. Akşam yemeği için sofrayı hazırlarken hala ağzını bıçak açmamıştı ve ben artık bu duruma üzülmeye başlamıştım. Elimde salata kâsesi ile ona bakarken düşüncelerinin omuzlarına bindirdiği o yükü paylaşmak istedim.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordum.

“Hiç.” Elinde ki bardakları masaya bıraktı.

“Anlat bana.”

“Neyi?” aslında hangisini demeliydi. Onun yerine ben birini seçip çıkardım.

“Eve gelen faturaları.” eve geldiğimizden bu yana ilk kez Zeyd’in donuk ifadesinin yerini bir başka ifade aldı ve o şaşkın ifade ile bana baktı. Ardından yarım ağız gülümsedi ve kollarını göğsünde kavuşturarak masaya yaslandı:

“Önce tahminleri duyayım.”

“Ya beni başka bir kadınla aldatıyorsun…” sağ kaşını kaldırıp devam etmemi istedi: “ya da masaya ihanet ediyorsun.” Zeyd güldü. Bu keyifsiz gülüş söylediğim tatsız şakanın ciddiyetine dokununca ürperdim ve onun konuşmasını bekledim.

“Otur sen ben sürahiyi alıp geliyorum .”

Dediğini yapıp oturdum, sofra hazırdı. Zeyd de az sonra gelince karşıma oturdu onun konuşmasını bekledim ama sessizliğine devam etti. Besleme çekip kaşığını çorbaya daldırdı da ilk yudumunu aldı ki elektrikler kesildi. İkimizde şaşırdık. Az sonra Zeyd’in gülme sesi bana gelince bende ona katıldım.

“Bu çorba da bir hikmet var.” dedi keyifle: “Ne zaman önüme indirsen elektrikler kesiliyor.”

“Hayrolsun.” Zeyd ayağa kalktı ona daha önce eski eşyaların arasında bulduğum gaz lambasının yerini söyledim. Gaz lambası ve elinde ki kibrit ile gelip fitilini tutuşturdu. Az sonra çehresi aydınlandı, onun yarı aydınlıkta bana bakan gözlerinde ki ışıldayan yıldızlar birer birer içime kaydı. Bir gülümsedi ki o gülüşe sarılabilirdim. Onun yerine uzandım ve onu öptüm. Zeyd gözlerini kısarak gülümsedi.

“Bize böylesi daha çok yarıyor gibi, ne dersin?”

“Seni o ilk karşılaştığımızda mum ışığında görmeliydim.”

“Ama siz hanımefendi, yüzünüzü görme bahtiyarlığından mahrum ettiniz beni.”

“O zamanlar sizinle yaşamaktan hicap duyacağımı sanıyordum.”

“Peki sonra.”

“Şad oldum.”

“Bilmukabele, sizi gördüm şad oldum.”

Çorba her zamanki çorba olmadı sonra. Zeyd ile mum ışığında o çorbanın tadı dimağıma hiçbir lezzetin vermediği bir tat verdi. Onunda aynı hissi yaşadığını yüzünde ki huzurla düşen gülüşten anlamıştım. Az sonra ikimize birer kahve yaptım ve çalışma odasında ki pencerenin önüne koyduğumuz koltuklarda karşılıklı otururken kahvesinde bir yudum alan Zeyd nihayet cevap verdi tahminime:

“İkinci seçenek.” sofrayı hazırlarken ona sunduğum ihtimallerden birini seçmişti. Yüzüne baktım ama bir şey anlaşılmıyordu: “Utku Komiser… faturalarla buluşma zamanını ve yerini haber veriyor.”

Su faturasında ki ileri tarih ve elektrik faturasında ki yanlış adres!

“Bugün gelende onlardan biriydi değil mi?” başıyla onayladı.

“Talha, Berzah… ikisine de söylemedim ama biliyorlar ve hiç sormadılar. İkisi için en az zararlı çıkacakları bir yol bulmaya çalışıyorum.”

“O halde bu ihanet sayılmaz.”

“Saklıyorum.”

“Sormadılar.”

“Berzah taraf seçmemek için, Talha ise karşı karşıya gelmemek için… Artık devir değişmeli. Birbirinin kuyusunu kazmak için sıra bekleyen bir oda dolusu silahlı, tehlikeli insanlarla toplanıp, ortaklık adı altında iş yapıp ve bunu perde altından yürüttükleri bu düzenden çıkmalılar.”

“Babanda o masa da. Suat bey ne yapmaya çalıştığını biliyor mu?” bakışlarını kaçırdı; bilmiyordu.

“Mirza ve Can sadece.”

“O yüzden mi şirketten iyice bağımsız oldun. Masanın liderinin avukatı olarak tüm okları kendine çevirmek için mi?”

“Zamanı geldiğinde öyle olacak.” bakışlarımı fark edince hemen devam etti: “merak etme Utku ile bir anlaşma yaptık. İşlemediğimiz hiçbir suçla itham edilmeyeceğiz. Herkes kendi günahının hesabını verecek.”

“Bu o kadar kolay olacak mı?”

“Hayır. Nerden başlayacağımı bilmiyorum. İpin ucunu arıyorum. Masayı dağıtacak tek kişi babam ama o hiç böyle bir şeye kalkışmadı babası da aynı şekilde ama ben yapacağım.”

Kararlıydı bu yüzden ona karşı çıkamazdım, onu yolundan da döndüremezdim. Daha önce adalet için her şeyi yapacağını söylemişti. Yapacaktı bu yüzden bir süre sessiz kaldım. Ardından karar verdim.

“Sana yardım etmek istiyorum.” dediğimde ciddi bir ifade ile bana döndü.

“Hayır.”

“Sana yardım edeceğim Zeyd.”

“Sana hiçbir şekilde karşı çıkmam ama o insanların arasına giremezsin. Kimin kızı olduğunu unutma sakın-”

“Sende… babamın oğlu olduğunun hiç farkında değil miydin? Kur’an okuyup, namaz kılmıyor musun, her gün Allah’a dua etmiyor musun, beni sevmiyor musun?”

“Evet ama-“

“Aması Zeyd, sen doğru bir yola girmek istiyorsun ve ben o yolda yürümen için elimden geleni yapacağım. Çünkü seni çok seviyorum.”

Zeyd’in bende ki bakışları parladı yumuşacık bir hal aldı. Gözlerinde var olan semada ki yıldızlar teker teker yanıp söndü. Bana ait olan, astığı o yıldız göz kırptı ve bana olan sevgisinin rengi simsiyaha büründü. Gece gibi örttü tüm göz bebeğini. Uzanıp ellerimden tuttu ve bir buse bıraktı üzerine. Bu da bir süreçti Zeyd için, ne yapmamız gerektiğini o masada ki insanları nasıl dağıtması gerektiğini bilmiyordum galiba o da henüz bilmiyordu ama öğrenecekti ve ona yardım edecektim. Son olarak ona sordum:

“Eğer bunu başaramazsan ve açığa çıkarsan ne olur.”

“Bu ihanettir.”

“Yani?”

“Ölürüm… ama yolum doğruysa Allah beni zayi etmez.” Babamın söylediği sözü ondan duyunca tüm korkum uçup gitti. Haklıydı, Allah kulunu zayi etmez.

. . .

Sonra ki gün öğle vakti işlerimi hallederek yemek için Zeyd’in ofisine gittim. Can, Mirza ve Zeyd kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı. Bir toplantıda olduklarını fark ettim. Ben içeri girince hepsi susunca konuyu anladım ve hala bakışları üzerimde iken hiç bozuntuya vermeden açtığım kapıyı kapatarak içeri girdim, Zeyd’in yanında ki boş bir koltuğa oturdum. Bakışlar hala üzerimdeyken Zeyd genzini temizleyerek yumuşak bir sesle konuştu:

“Canım, bizim iş ile ilgili konuşacak önemli konularımız vardı da acaba diyorum-“

“Konunu ne olduğunu biliyorum ve bu konuda ki düşüncemi dün sana söyledim.” Zeyd’in bakışları değişti kızdığını, itiraz etmek üzere olduğunu biliyordum. Can konuşmasaydı beni oradan gönderecekti de:

“Abim, yine kendin öldürtmek için plan yapıyor.” kaşlarımı çatarak Zeyd’e baktım:

“Ne demek bu, ne planı?”

“Masayı dağıtacak butonu arıyor.” Zeyd sesini kesmesi için onu ikaz etti.

“Can?”

“Ne? Dün gece eminim senin ölmemen için yatmadan önce dua etmiştir.” Can2ın patavatsızlıktan değil de bir çıkış yolu bulmak için seçenek aradığından bana anlattığını biliyordum Zeyd de biliyordu ama istemiyordu. Ona döndüm:

“Bak, Zeyd. Beni bir hayır vakfında çalışan basit biri gibi görebilirsin ama gerçekten yardım edebilirim.” Zeyd birkaç saniye bana baktı aradından Can açıklamaya girişti:

“Üyeleri masadan çıkacak birine ihtiyacımız var ama aradığımız adam yetmiş sene önce ölmüş.” Zeyd bir şey demeden koltuğunda ardına yaslandı. Can’a sordum:

“Kimse kendi isteği ile ayrılmaz mı? İkna etmeyi deneseniz.” Can güldü:

“Saf mısın? Milyonlarca liranın döndüğü bir masadan kim kendi isteği ile ayrılır. Millet oraya ortak olmak için neler veriyor biliyor musun?” şaşırdım.

“Bu paralar kimde peki?”

“Hepsi parayı toplayanın hesaplarında, o da ortaklara dağıtıyor.”

“Banka hesapları. Zeyd onlara ulaşamaz mı?” Zeyd güldü, Can da öyle.

“Gerçekten saf bu. Paralar devletin kontrol ettiği yerlerde tutulur mu? Yurtdışında ki bankalarda ayrı ayrı hesaplarda tutuluyor.”

“Hesaplara ulaşmak zor mu?”

“Kimin dağıttığını biliyorsan değil ama o en son adım. Şuan yapmamız gereken ilk adamı bulmak.” Zeyd derin bir nefes alarak Can’a döndü:

“En başından anlat.” Can oturduğu yerden öne doğru eğildi ve anlatmaya başladı.

“Bu masa dediğimiz olay basit bir karamasa değil. Kurallar birkaç mafya bozuntusundan çıksa da zamanla saygı duyulan bir hal almış. Millet ciddi ciddi uyuyor eğer uymazsan da ciddi ciddi cezalandırılıyorsun. O yüzden üyeler itinayla seçilir. On bir kişi olmalı, bir kişi lider olarak seçilir ki onda da en güçlüyü seçerler. Misal Nuh Bahremoğlu gelmiş geçmiş en iyi kabadayıdır ve en iyi reisti. Talha onun yanında midi boy kalır ki kaldı da liderlik elinden gitti. Şuan o masada ondan başka liderlik edecek adam yok. Fiziksel adam değil tabi. Neyse Talha ise lider olmayı reddetti. O yüzden Erkan Tuğ dilediği gibi borusunu öttürüyor ki artık ona da bir dur demek gerek iyice azıttı mesela geçen-”

“Can!”

“Tamam. Masayı dört kişi kurmuş. Talha’nın dedesi Ali Ethem Bahremoğlu, Erkan Tuğ’un babası Basri Tuğ, benim rahmetli dedem Mehmet Ilgaz ve İsmail Yılmaz. Şuan hepsi ölü. Mirasçıları yerlerinde oturuyor. Diğer üyeler ise oy birliği ile seçilenler. Hicaz Karan, Berzah Akad, Cemal Azadoğlu, Nida Sancak, Bekir Bertar, Zekeriya Olgun, İlyas Özer ve Vahap Aksoy.”

“Ama toplam on iki kişi oldu.” Can bir iki dakika düşündükten sonra cevap verdi.

“Hayır, on bir. çünkü İsmail Yılmaz masa da yok.”

“Neden?”

“Şu başta ki dört fani bu masayı kurarlarken aralarında bir anlaşma yapmış. Biri yönetecek, biri parayı toplayacak, diğeri fazlalıkları kaldıracak ve sonra ki arkayı temizleyecek. İşinde en iyilerini seçmişler.” düşünmem ve anlattıklarını oturtmam için biraz sustu. Ardından Zeyd’in ve babasının aile kütüğünün avukat olduğu aklıma geldi. Ona döndüm:

“Sen arkayı temizleyecek gruptansın yani.” Can güldü:

“Boşuna yedi göbek avukat değiliz ya.”

“Tamam, Bahremoğulları yöneten grup, Ilgazlar temizleyen. Geriye Tuğlar ve Yılmazlar kalıyor. Hangisi parayı alıyor hangisi ortadan kaldırıyor.” Can gözlerini kısarak bana baktı:

“Yalnız yengecim, bir yeri düzelteyim Yılmazlar parayı kaldırmıyor.”

“Ne kaldırıyorlar?” Zeyd yine bakışlarını kaçırdı. Çünkü onlar tetikçiydi.

“Paranın gelmesine engel olacak insanları kaldırıyorlar.” dedi Can soğukkanlılıkla. Yutkundum ve bu anlattıklarından rahatsız oldum. Bu insanlar kimdi ve kendilerini ne sanıyorlardı? Bakışlarım Zeyd’e kaydı onunda ciddi bir tavırla dikkatle beni süzdüğünü gördüm. Anladım ki amacı bu anlatılanlardan korkup geri çekilmem. Neye bulaşmak istediğimi görsün istiyordu. Güldüm. O da gülüşüme şaşırdı. Ardından Can’a döndüm:

“İsmail Yılmaz öldü, o zaman kim olmalıydı onun yerinde?” Zeyd cevap verdi:

“Bir oğlu vardı Barut ama duyan gören tanıyan hatta yaşadığını bilen bile yok.”

“Ne yapacaksınız peki?” Can sıkıntıyla cevap verdi:

“Eski kabadayılara sormak gerek ama maalesef ki etrafımızda tanıdığımız bir eski toprak yok.” aklıma gelen kişi ile güldüm.

“Ama benim var.” ikisi de şaşırdı: “Babamın Dergâhtan kovduğu bir derviş vardı.”

“Dervişler geçmişi eşelemezler, bu adam bize yardım eder mi?” güldüm.

“Bende gelirsem, yardım eder.”

. . .

Loading...
0%