Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12.Bölüm

@cigdemgah

İki gün boyunca Zeyd’in bana her bakışında, göz bebeklerinde ki titrek bir mum alevi gibi salınan endişesini görüyordum ve benim de kör kuyularımın diplerine sakladığım, attığım endişem çırpınıyor, gözlerime tırmanmaya çalışıyor ve Zeyd’in endişesine yetişmek için çabalıyordu. Lakin ikimize de bir endişe yeterdi, ikimizden birinin daha güçlü görünmesi gerekti. Zeyd’in kalben daha iyi hissetmesi, rahat etmesi için kendi duygularıma bir perde çekmeliydim. Zeyd’in de tıpkı benim gibi gözlerimden anladığını, konuşmasam da duyduğunu, dile getirmesem de aslında ne hissettiğimi bildiğini biliyordum. Onun da bana aynı şekilde davrandığını görebiliyordum. İkimizin arasında gizli bir duygu oyunu dönüyordu ve ikimizde hilekârdık, haberdardık ama sessizce oyuna devam ediyorduk. Yükünü katlamak yerine sırtlamak için elimden geleni yapmaya kararlıydım tıpkı onunda benim yükümü paylaşmaya kararlı olduğunu biliyordum.

Sabah kahvaltısı için mutfağa gittiğimde Zeyd’i elinde kupa, masa başında kâğıtların üzerine eğilmiş gördüm. Adliye de duruşması olduğundan giydiği takım elbisenin kravatı boynunda gevşekçe duruyordu. Tıraş olmuş, saçlarına özenle şekil vermişti bugün. Mutfağın büyük penceresinden içeriye giren güneş gölgesini duvara vuruyor. Gölgesi duvarda sanat eserine dönüşüyordu. Elindeki kupanın sıcak buharı yukarı dalgalandıkça duvarda ki gölgesine bir canlılık veriyordu. Bu manzarayı saatlerce izleyebileceğim düşüncesi geçti aklımdan. Gördüğüm en etkileyici manzaralardan biriydi Zeyd Hazar’ın gün doğarken pür dikkat okuduğu dava dosyasına eğilen hali, duvara vurduğu gölgesi, saçları, kirpikleri, burnu, kulakları, dudakları, çenesi, boynu, elleri, parmakları... Ardından elimde tuttuğum telefonun kamerasını açtım ve fotoğrafını çektim. Deklanşör sesi ile Zeyd’in bakışları kağıtlardan koparak bana döndü. Ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi birkaç saniye baktı. Yakalanmanın verdiği utançla telefonumu ardıma sakladım ve dudaklarımı ısırdım. Elinde ki kupayı masaya bırakıp ardına yaslandı ve ciddi bir tavırla konuştu:

“Türk Ceza Kanunu Madde 134: Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal eden kimse, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.”

“…!” ona anlamadan baktım.

“İzinsiz birinin resmini çekerseniz yani hanımefendi.” dedi fotoğraf çekmeyi sevmediğine atıfta bulunurken:

“Ama o kadar güzel durulur mu?” dediğimde ciddiyeti dağıldı:

“Güzel benden incinir.”

“Asıl güzele derman olursun.”

Birkaç saniye baktı öylece bana sonra hüzünlü bir tebessüm belirdi dudağında, ayağa kalktı yavaşça ve bana doğru geldi. Omzumdan dökülen uzun saçlarımdan bir tutamını geriye itti. Eğilip usulca omzuma bir buse kondurdu ardından. Geri çekildiğinde gözlerinin içi gülüyordu. Gözlerinde ki karanlıklara asılı yıldızlar bir yanım bir söndü. Sarıldım ki çaydanlıktan gelen ıslık sesi ile ocağı kapatmaya gittim. Ardımdan yanıma gelirken sesi duyuldu:

“Gölgesinde otur amma

Yaprak senden incinmesin.

Temizlen de gir mezara

Toprak senden incinmesin.”

Dönüp ona baktım. Tek elini mutfak tezgâha yaslayarak bana doğru eğildi ve başımdan öptü. Okuduğu Abdurrahim Karakoç’un şiirinin diğer mısrasını da ben getirdim:

“Yollar uzun, yollar ince

Yol kısalır aşk gelince

Yat kurban ol İsmail’ce

Bıçak senden incinmesin.”

Zeyd’in gece karası gözleri kısıldı sabah şiir dozumuzu da aldığımız için uzanıp bu defa ben alnından öptüm ve güldüm. Tekrar konuşmaya niyetlendi ki telefonun zil sesi böldü sözünü. Masada duran telefon ekranında Can yazdığını gördüm, cevaplayarak çıktı mutfaktan. Bende önce Zeyd’in masaya dağıttığı duruşmaya dosyayı topladım ardından kahvaltı sofrasını hazırladım.

. . .

Akşama doğru Zeynep’in vakfa gelmesini dört gözle bekledim çünkü Zeyd’e bahsettiğim dervişi bulmak için Evren hocaya danışmamız lazımdı. Arşivden sorumlu olduğu için tüm kayıtları o tutardı. Evren hoca iki gündür il dışındaydı ve telefonda konuşulacak bir mesele olmadığı için dönmesini beklemek zorundaydık. Vakfın misafir salonunda Muaz ile kafa kafaya vermiş kış dönemi ders programını hazırlamasına yardım ediyordum. Muaz artık iki ders yerine tek derslere gireceği için bir hoca eksiğimiz vardı ve yeni bir öğretmen bulmak için geç kalmıştık.

“Aslında sen yapabilirdin ama Kur’an dersi için yalnızca kayıtlı olanlar değil dışarıdan öğrencilerde aldık.” dedi sıkıntısını dile getirerek.

“Vakıfta da kimse yok. Acaba ilan mı versek?”

“Geçen defa ilan vererek aldığımız diplomalı hocanın biz ortalıkta yokken avluda verdiği söyleşisini unutma.” aklıma o utanç verici an geldiğinde bir istiğfar çektim. Kur’an dersi için medreseye aldığımız birkaç diplomalı ilahiyat hocası dersini vermek yerine gençlere ateizm ile ilgili bir konuşma yaparak kendi fikirlerini onlara benimsetmeye çalışmıştı.

“Allah’a şükür ki Hoca Sina oradaydı, yoksa medreseye aldığımız hoca ile imtihanımız kötü olurdu. Adama verdiği cevaplar hala konuşuluyor.”

“Onun sadece İslam ve edebiyat alanında alim olduğunu düşünürdüm. İmam-ı Gazzâlî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî gibi birçok âlimin ezberden okuduğu satırları ile adama öyle cevaplar vermişti ki hala aklımdan çıkmıyor.

“Neyse ki İslam’a uzanan kılıçlara kalkan olarak yetişen ilmin peşinde olan insanlar var.” Muaz başı le onayladı ve geriye yaslandı.

“Onlardan biri şimdi çıkıp gelseydi elinden öperdim.”

“Maalesef ki çoğu hocanın derdi medrese ile anılmak. Sadece reklam için geliyorlar.”

“Bir şeyler yapmak lazım yoksa güvenilir bir öğretmen ‘ben geldim’ diyerek şu kapıdan girecek değil ya.” dediği anda kapı açıldı ve Zeyd geldi:

“Ben geldim.” Muaz da bende birbirimize baktık ikimizin aklından da Zeyd’in gelmesinin tevafuku geçiyordu ve aynı manalı bakışlar ile ona döndük. Zeyd ikimizin yüzünde oluşan aydınlanmadan bir şey anlamadan baktı: “Neden öyle bakıyorsunuz?”

Sonra ki bir saat Muaz’ın, Zeyd’i ikna etme çabaları ile geçti ve tabi ki evet demekten başka seçeneği yoktu. Zeyd de diğer seçilmiş öğrenciler gibi Kur’an dersini babamdan almıştı ve bunun hakkını hem zekâsı hem ilmi hem de hitabeti ile kat be kat veriyordu. Bu işin hakkından geleceğine bende Muaz da inanıyorduk. Zaten tek ders olacağı için haftada bir gün üç saat gibi bir süresini ayırması da yetecekti. Zeyd ne kadar ders vermek için evet dese de ders ücretini teklif eden Muaz’ın ısrarına hayır dedi. Bu iş için ücret almayacaktı ve bu konunun ısrar edilmemesi konusunda kararı netti. Bu güzel anlaşmanın karara bağlanması ile birlikte bizi teşekkür için eve yemeğe davet eden Muaz ile çıkmak için ayaklanmıştık ki Zeynep geldi ve Evren hocanın da hemen yanında olduğunu gördük böylece Muaz’ı yalnız göndermek zorunda kaldık. Evren hocanın her zaman ki gibi vakti yoktu ve onu bekletemezdik. Bu yüzden beklemeden Zeyd ile konuyu açtık.

“Çaycı Derman’ı diyorsunuz… hımm… Uzun bir zaman oldu Gazel, hala kayıtları duruyor mu bilmiyorum ama sizin için bakacağım.” Zeyd sordu:

“Peki kendisini şahsen tanıyor musunuz?”

“Sadece tövbe alan eski bir mahkum olduğunu biliyorum.”

“Peki, teşekkür ederiz.”

. . .

Sonra ki gün ikindi namazından sonra Zeyd’in ofisinde iken Serçe elinde bir kâğıtla geldi. Söz verdiği gibi Evren hoca adamın adresini bularak bize göndermişti. Zeyd ile vakit kaybetmeden verilen adrese gitmek için yola çıktık.

Uzun ve sessiz bir yolculuktan sonra neredeyse şehir dışında, denize yakın bir semtin tepesine kurulmuş eski bir çay ocağıydı vardığımız adres. Kış olduğundan dolayı büyük bahçesi çevrilmişti ve çevresi neredeyse ıssızdı. Zeyd etrafa biraz bakındıktan sonra tabelasız kapısını ittirip içeri girdiğinde hemen ardındaydım ve dışarısının ıssızlığının zıddı olarak içeride bir kalabalık ile karşılaştık. Şimdi gerçekten çayhanenin bahçesindeydik ve sırtı bize dönük insanlar bir sohbetin ortasında gibilerdi.

İçerde birçok yeşil bitki vardı ve iki büyük ağacın gövdesi de kapatılan bahçenin içinde kalmıştı. Orta da bir fıskiye vardı ve akan suyun sesi ile bir köşeye konulmuş büyük kafesten gelen kuş cıvıltıları insanın ruhuna hitap ediyordu. Hemen ardında bir adamın belirli makamda okuduğu bir ezgi yükselmeye başladı kalabalıktan. Biraz ilerleyince sesin sahibinin otuzlu yaşlarında genç bir adam olduğunu fark ettim ve adamın okuduğu ezgi ise Ebubekir Kasidesi idi. Orada bulunan herkes pür dikkat adamı dinlerken kimse içeri girdiğimizi kimse fark etmedi. Adamın sesinin ahenkli tınısı orada ki herkes gibi ben ve Zeyd’i de sarıp andan kopardı. Kuş cıvıltısının ve akan suyun sesinin hitabı ruhuma bir sis gibi dağıldı, yurdumun etrafını sarıp o nazlı, gizli saklı tutulan duygularıma değdi. Eskinin tozlu ve hüzünlü hatırası belirdi gözkapaklarımın altından, eskiden medresenin avlusunda yapılan sohbetlerde söylenilen kasidelerden biriydi adamın karşımızda ilahi bir makamla okuduğu kaside. Sözcükler birbirini tamamlayıp bizim kulaklarımıza değene kadar yürüdüğü yolları beraber yürüyormuşçasına bir his yüklenilip kalplerimize yöneltti duraklarını ve sonuna kadar durmadan aktı. Ben ve Zeyd sessizce dinledik adamı son noktayı koyup bir Salat-ü Selam çekene kadar. Amin’inden sonra adam bakışlarını bize döndürünce orada ki herkesin çehreleri de yeni ve yabancı olan bize döndü. Zeyd başını eğip bir selam verdi:

“Selamünaleyküm.” Adam tebessüm ile elini kalbine götürdü:

“Aleyna aleykümselam. Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk. Davetsiz geldik kusura bakmayın, lakin bir dost meclisine geldiğimizi bilmiyorduk.”

“Estağfurullah, meclisin sahibi biz değiliz ki bize kusur işlemiş olasınız. Burada diğer her yer gibi her misafire açıktır. Davete gerek yok.”

“Eyvallah, Allah razı olsun… Biz Hâl Dergâhı’ndan geliyoruz ve Çaycı Derman’ı arıyoruz, doğru mu geldik?” adam dergâhın adını duyunca yüzü aydınlandı.

“Doğru gelmişsiniz. Ben oğluyum, adım İshak. Biraz beklerseniz geldiğinizi haber verelim.”

Az sonra İshak ayağa kalkıp yanımıza geldiğinde etrafında ki kalabalık da biz orada yokmuşuz gibi kendi hallerine döndüler ve fısıltılı sohbetlere başladılar. Kuş sesleri ve fıskiyenin sesinden daha sessizdi fısıltıları eğer görmeseydik belki duyduğumuzu bile varsaymayacaktık. İshak yanımıza gelince Zeyd gülümseyerek onunla konuştu:

“Sesinizin zekâtını verdiniz az öce, maşallah.”

“Allah’ın adını andığımdan güzel gelmiştir kulağa, yoksa diğer seslerden bir farkı yok.”

Her kelimeyi vurgulayışı netti, tane tane konuşması onun konuşma konusunda bir kademe yukarı çıkarıyor sözü dinlenilen, kâmil bir adam olduğunu ortaya koyuyordu. Zeyd’e başka bir isteği olup olmadığını sorduğu sırada nereden haber aldığını anlamadan bize dönüp babasının bizi beklediğini söyledi ve elinde çay tepsisi olan bir genç kendisini takip etmemizi söyledi.

Dar bir koridordan geçtik ilk olarak ve demir bir kapının önünde genç kenara çekildi ve bize kapıyı açtı. Zeyd’in arkasından kapıyı geçtiğimizde çayhanenin terasına çıktığımızı anladım. Hava ağır ağır ilerleyen kara bulutlarla kaplıydı ve az sonra sağanak yağacak bir yağmuru gönderecek gibiydiler. Teras büyüktü ve manzarası boğaza bakıyor uzak şehir siluetini tüm görkemiyle önümüze seriyordu. Boş terasta bakışlarımı gezdirirken en köşede bir adamın secdede olduğunu gördüm, yavaşça doğrularak Ka'de-i Ahire ye geçti. Üzerinde beyaz bir cüppe ve sarık vardı.

Zeyd gibi bende daha fazla yaklaşmadan sessizce namazını bitirmesini bekledim. Adam son selamını da verdi ve duaya durdu. Uzun bir süre ayakta bekleyeceğimizi adamın seccade niyetine yere serdiği koyun postundan anlamıştım. Bu koyun postu üzerinde namaz kılan dervişlerden çok görmüştüm. Bunlar Mevlevi dergâhından olan dervişlerdi ve namaz ile bitiş arasını bir ömür saymak istediklerinden Allah’ın huzurundan dünyaya dönmek istememe arzusu içinde olmamalarından dua uzar ve ayrılış sonrasında hüzünle kendilerine gelemezlerdi. Öyle de oldu. Şükür ki ben ve Zeyd namazlarımızı kılıp öyle gelmiştik. Bekleyişimiz arasında Zeyd bir ara ardına dönüp bana baktı bakışlarından bekleyişin uzayacağını fark ettiğini anladım. Kaşlarını hafifçe kaldırdı ‘yoruldun mu?’ Bende başımı iki yana salladım ve gülümsedim. ‘yorulmadım.’ Bu bir yarım saat geçtikten sonra da tekrarlandığında yine aynı cevabı verdim. Az sonra bir rüzgâr esmeye başladı ve şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Bakışlarım Zeyd gibi gökyüzüne çevrildi, sanki ona çok yakınmışız gibi hissettim. Kara bulutlar üstümüzde dolanmaya devam ediyor, semayı kaplıyordu. İkinci bir şimşek çaktı uzaklardan ve ardından gök gürültüsü duyuldu. O anda nihayet derviş duasını bitirip ayağa kalktı.

Bizim oradaki varlığımızdan haberdardı ama görmemiş gibi davranıyordu. Az sonra yemenilerini ayağına geçirdi, namaz kıldığı koyun postunu kaldırıp özenle katladı ve koltuğunun altına koyup bize bakmadan terasın diğer köşesinde ki küçük ahşap kamelyanın altına geçti ve sedire oturdu. Elinde ki koyun postunu da yanına bıraktı ve yanında ki boş sediri gösterdi eli ile. Zeyd ile ayakta durmaktan yorulduğumuzu dervişin gösterdiği yere oturduğumuzda anladım.

“Selamünaleyküm.” dedi derviş tebessüm ile:

“Aleykümselam.” Bakışları çok kısa bir an bana kaydı ardından Zeyd’e baktı. Sonra bir şey demeden sessizce bekledi. Bir şimşek daha çaktı bir gök gürültüsü daha duyuldu. Dervişin bakışları göğe takıldı ardından kendi kendine mırıldandı.

“Zerreden kainata, damladan deryaya, bir kan pıhtısından vücuda… Bir bütün haline getirene bin şükür.” Zeyd de bende sessizce şükrüne ortak olduk.

“Bin şükür.”

“Nasıl güzel yaratmış Hak Teâlâ… ağaçlar ne güzel hışırdıyor, gök ne güzel karamış, yağmur damlaları ne güzel iniyor. Ne güzel zikrediyor…”sessizce fısıldadım Kelime-i Tevhidi.

“La ilahe illallah.”

“Muhammedür-resûlüllah.” diyerek şehadete tamamladı derviş. Ardından tekrar gökyüzüne baktı: “Kainatın ve bizim, maddenin ve zerresinin, gökyüzünün ve yeryüzünün, görünenin ve görünmeyenin, bilinenin ve dahi bilinmeyenin, iyiliğin ve güzelliğin, karanlığın ve aydınlığın, kurak bahçelerimize yağacak olan yağmurun, içimizde açan çiçeklerin ve önümüze çıkan dağların Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”

“Hamdolsun.” İle tekrar ortak olduk şükrüne dervişin. Ardından gülümsedi ve bize baktı:

“Hoş geldiniz. Ne güzel geldiniz, en güzel sanata tevafuk ettiniz.” günden, mevsimden, andan bahsediyordu. Zeyd’de buna şükretti:

“Gösteren Sanatkâra hamdolsun.”

“Hanif Zahide imrenirdim. Allah kalplerimizi kıskançlık hissinden alıkoysun. Söz vaktinde açılır tıpkı bu iklime büründüğünde yine kâinat, bulutlar yine semayı kapladığında ve yine böyle bir yağmur yağdığında burada sizin oturduğunuz yerde oturmuştu. Dedi ki bana Hanif Zahid b’ir sonra ki yağmurda vuslata ermiş olacağım’. Elhamdülillah, öyle de oldu.”

Bizi terasa getiren genç üç çay getirip önümüze bıraktı. Çaydan yükselen buhara bakınca havanın çok soğuk olduğunu anladım. Bakışlarım tekrar gökyüzüne gitti ve soğuğunu hissedemeyişime içimden bir besmele çekerek tekrar dervişe döndüm. Bakışlarımız kesişince tekrar tebessüm ile konuştu.

“Mana; batini ve zahiri olmak üzere ikiye ayrılır. Kalbe giden, iç alemde ki giz olan mana ve görünürde ki dışarıda ki mana. Beden ve ruh gibi… Fani olan insan batıni manayı bilmez, bilmediği gibi zahiri mana ile ilgilenir hep. Çünkü iç yurdunda bir alemi olduğunu keşfetmemiş insan sadece gördüğü dokunduğu, duyduğu mana ile, kılıf ile ilgilenir yalnızca. Batıni manayı bilenler ve onunla bir sonuca gidenler elbette yolun sonunda Asıl Mananın Sahibine varacaktır.”

Gülümsedim. Bu kadar soğuk havanın beni ve Zeyd’i etkilemiyor olduğunu dervişin de dediği gibi zahirde anlamak imkânsızdı. Çayımdan bir yudum aldım ve konuştum.

“Lakin bugün buraya gelme sebebimiz zahiri mana.”

“Mananın her iki türlüsü de fayda sağlar.”

“Eyvallah.” elimle Zeyd’i gösterdim: “Zeyd Hazar. Benim eşim. Davetsiz çaldık kapınızı kusurumuzu affedin.”

“Estağfurullah, af yalnızca Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Aksine, sefa getirdiniz.”

“Bizim bir maruzatımız var… ama aydınlıkta olan birine karanlıkta olanların yolu sorulur mu, bilmem.”

“Belki de karanlıkta olan benimdir, zahirden konuşmamak gerek. Deyin bakalım maruzatınızı.” ardından Zeyd’e baktım ve anlatmasını istedim. Zeyd devam etti:

“Ben bir ipucu arıyorum çaycı derviş. Öyle bir düğüme ilmek olmuşuz ki artık çıkılmaz bir hal almış. Kökünden ipi kesmedikçe asla çözülmeyecek bir düğüm bu, ama kesemem. Bu düğüme bağlı ilmekler mühim, her ilmeği çözüp doğru bir şekle girmesi gerek ve ben bunu yapmak için ipin ucunu bulmalıyım. Lakin kimsenin ne karışmasını istiyorum ne de nereden başlayacağımı biliyorum. Eskilerden bir ilmek bulup önce anlamak gerek nasıl atıldığını öyle çözmeye başlamalı onu fark ettim... Yol ararken yolumuz buraya düştü. Sen bu ilmek nasıl atılır bilir misin?” derviş gülümsedi. Konuşmadan düşündü çayından bir yudum aldı. Birkaç dakika daha sessizce bekledikten sonra Zeyd’e baktı.

“Ben çok ilmek gördüm. Lakin nasıl atılır bilmem. İlmek atmayı bilenler bir mekâna, dört duvara sığmazlar. Sana şunu söyleyeyim, ilmeği atmak için ipin ucunu veren batınidir lakin düğümü atan ve gerisini getiren zahiri. Yani siz ipin ucunu görünende değil görünmeyende arayın.”

“Görünmeyen mi?” Zeyd dönüp bana soran gözlerle baktı. İkimizde bir şey anlamadan dervişe baktık. O da daha alaca bir tonda şöyle dedi:

“İshak ta bir zaman bir yol arıyordu, sonra yolu zamanda olmayanla kesişti. Yolu bileni buldu, size göstersin.”

Ardından çay bardağını bırakarak elinde ki tespihi giydiği cüppenin içine koydu ve gözlerini yumdu. Bu sohbetimizin bittiğini, gitme vaktimizin geldiğini gösteriyordu. Zeyd ile beraber sessizce ayrıldık terastan ve tekrar çayhaneye döndük. Sıcak sobanın ısıttığı içeriye girdiğimiz an ellerimin karıncalandığını, yer yer acıdığını hissettim. Dışarısının soğukluğunu üşüdüğümüzü o an fark ettik Zeyd ile. Onun da aklı karışmış gibi kaşları çatık ellerine baktığını gördüm. Bakışları benimkilerle buluştuğunda aklında ki sorular onu gülümsetti. Bakışları ardından etrafı ararken, anlamış gibi yanımızda İshak belirdi. Zeyd bir şey diyecekti ki İshak ona bir kâğıt uzatarak onun konuşmasının önünü kesti. Zeyd kâğıda bakarken İshak konuştu:

“Düğümlerin sahibi olan Allah’tır. Rabbim yardımcınız olsun.” Gitmek üzere niyetlendiğinde Zeyd sordu:

“İshak, eğer dile getirmeme müsaade varsa bir şey sormak istiyorum.” İshak ona dönüp sorusunu bekledi, Zeyd bir an sorup sormamakta tereddüt etse de sonunda sordu: “Baban neden dergâhtan kovuldu.”

“Ah, Zeyd Hazar… ah!”

Ardından bizi bırakıp gitti. Zeyd de bende arkasından baktık bir süre. Kimin ahı olduğu sorusu zihinlerimizdeydi lakin sorulmaması gereken bazı sualler vardı ve bu gün biz o suallerden zaten sorarak kotamızı doldurmuştuk. Başka birinin merakına da düşmüştük ama bunun cevabını hiç bilmeyerek bu soruyu da diğer cevap bulamamış sorularımız gibi iç yurdumuzun kapağı açılmayan kuyularına atarak yolumuza devam ettik.

. . .

İshak’ın verdiği kâğıtta yazan isim; Kâhya idi. İsimle birlikte ise bir adres ve bir tür seri numarası yazıyordu. Onun ne anlama geldiği hakkında ise hiçbir fikrimiz yoktu. Ondan başka bir gün Zeyd’in ofisinde oturduğumuz sırada onun dalgınlığının sebebinin bu muamma olmadığını biliyordum. Bir hal vardı onda, sabah namazında secdeden geç kalktığında anlamıştım. Ya da selamdan sonra uzun bir süre seccadeden kalkmayışından. Onun gözlerinde ki kara bulutlardan akan yeni endişesinin, korkusunun farkındaydım. Farkındaydım çünkü bende aynı duyguları hissediyordum. Bunu yine de onunla paylaşmadım çünkü benden ona aktığına da emindim. Bu yüzden o inanmasa da iyiymiş gibi, korkmuyormuş gibi görünmek zorundaydım.

Benim bakışlarım onda onun bakışları dışarıda akan kalabalıkta iken odaya Can girdi. Ona bakakaldım çünkü her zaman bağladığı uzun sarı saçlarını ve daima uzun olan sakalını kesmişti. Onu tanıdığım günden bu yana ilk kez gerçek yüzünü görebilmek beni hayrete düşürdü. Suskunluğumu fark eden Zeyd de kimin geldiğine baktığında yüzü hala ifadesizdi ve hiç tepki vermeden tekrar önüne döndü:

“Sende kimsin, kardeşime ne yaptın?” Can ona yılgın ama heyecanlıymış gibi hissettirmeye çalışan bir sesle cevap verdi.

“Beğenmedin mi? Hep kesmemi söylerdin.” Zeyd’in yerine ben cevap verdim.

“Yakışmış. Demek sende nezarethanede yüzümü gördüğünde aynen böyle hissettin.”

Zeyd de Can da bu yorumuma güldüler. Ardından Zeyd ayağa kalktı ellerini ceplerine koyarak Can’a doğru yavaş adımlarla gitti:

“Adrese baktın mı?” diye sordu bir yandan.

“Baktım, bir kuşçu.”

“Kuşçu mu?”

“Evet. Kapalıçarşı’nın arkalarında. Hatta küçük bir dükkân… orada bir şey bulacağınızdan emin misiniz? Yani şu dervişin verdiği sahibi olmayan adres sizce de komik bir fıkra gibi değil mi?”

“Başka bir adres elinde var mı?” Can başını iki yana sallayınca Zeyd devam etti: “O halde bu yoldan devam edelim. Yavuz’u yokladın mı?”

“Çalıştım ama Yavuz niyetimizi anladı bence. O işlere hiç girme çıkamazsın diyerek beni tehdit etti.”

“O halde Talha bugün yarın gelir.”

“Leyla gittikten sonra reis ortalıkta görünmüyordu, zaten umarım ortaya çıkar artık.” Zeyd Can’ın tam karşısında durdu:

“Asude’ye git bana göndereceği eski bir dosya varmış onu hemen buraya getir. Sonra da şu adrese bir gidelim.”

Can onaylayarak çıkmak için arkasına döndüğünde Zeyd onun omzundan tutarak durdurdu. Can geri döndü. Zeyd ona gülümsedi ve küçük bir çocuk gibi kardeşinin saçlarını karıştırdı. Can’ın dudağında abisinden aldığı aferinin gururuna büründürdüğü hüzünlü bir gülümseme oluştu. Sonrasında çıkıp gitti. Can’ın ardından Zeyd dikilmeye devam etti bir süre ve mırıldandı.

“Melike’ye olan duygularının bu kadar derin olduğunu bilmiyordum. Takıntı, saplantı olduğunu düşünüyordum.” ayağa kalkarak yanına gittim.

“Seni insanların duygularını küçümsememe konusunda daha önce uyarmıştım.” Zeyd konunun değdiği yeri anlayınca hemen bana döndü:

“Deniz konusunun kapandığını sanıyordum.”

“Kapandı. Sadece örnek verdim.” bakışlarından kurtulmak ve konuyu kapatmak için başka bir soru sordum: “Leyla nereye gitti?”

“Yurtdışına, nakil için.” Daha önce Zeyd’in telefon konuşmalarından duyduğum parçalar bir araya gelince tekrar sordum:

“Feza ile mi gitti?”

“Evet.” şaşırdım.

“Feza’nın boşanma kararı almalarına rağmen Leyla’nın yanında olması gerçekten çok güzel davranış. Allah razı olsun” Zeyd bir şey demeden bir boşluğa bakar gibi baktı. Onunda buna minnet duyamasını beklemiştim ama yüzü anlamsızlaştı. Hatta gözlerinde bir yerlerde bir rahatsız oluş sedim, tekrar şaşırdım. Hiçbir şey demeden gidip koltuğa oturdu bende ardından seğirttim ve yanına oturarak anlatmasını umarak yanına oturdum ama sustu: “Zeyd?”

“Hım.”

“..!” üsteleyici bakışlarım ile ona bakmaya devam ettim. Anlatmadığı şeyler olduğu belliydi.

“Hepsi Talha’nın planıydı.” dedi birden.

“Ne planı?”

“Talha, Feza’yı ve Leyla’yı buradan bir süre için uzak tutmak için ayarladı her şeyi. Önce nakil için hastaneyi sonra bu boşanma işini.” bir süre öylece onun yüzüne bakarak anlamaya çalıştım. Talha Zeyd’in planını biliyordu kesinlikle ve ona yardım etmeye karar vermişti bu yüzden de ailesine bir zarar gelmemesi için onları buradan uzaklaştırmıştı.

“Tek çözüm habersizce arkalarından iş çevirmek miydi? Konuşsa anlatsa açık olsa anlaşılmayacak mıydı?” Zeyd güldü.

“Ben sana uzak dur diyorum, duruyor musun?”

“Ben seni yalnız bırakmamaya söz verdim.”

“O da aynı. Tek farkınız şu; Feza’nın kolunda daha önce Talha’nın bir hasmı tarafından alıkonduğundan bir şömine maşası ile açılmış dört santimlik bir yara var.” inanamayarak gözlerim açılmış bir şekilde dinledim onu. Hayal etmeye çalışırken Zeyd bana bakıyordu. Zeyd devam etti: “Talha bunu bilmediği için adamı serbest bırakmıştı ama öğrendiği an gidip tekrar adamı buldu ve bacağını aynı maşa ile kırdı. Bıraksaydık öldürürdü de.”

“Zeyd bu-“

“Bunun gibi olaylara mahal vermemek için Feza’nın burada olmaması gerek. Talha’nın öyle hasımları var ki merhametten gram nasibini almamış.” Uzun bir süre bunu düşündüm ve Talha’ya ne kadar hak versem de bunu onaylayamıyordum. Çünkü benim de Zeyd’im vardı ve ben onu yalnız bir savaşın ortasında bırakmaktansa onun gözlerine bakarak ölmeyi yeğlerdim.

“Peki Feza nasıl kabul etti boşanmayı?”

“En son ki toplantıda bir karışıklık çıktı. Talha da üyelerden birine silahla ateş etti Feza da bunu gördü. Katilsin diyerek onu terk etti.”

“Ne? Gerçekten de birini öldür mü?“

“Tabi ki hayır, sana onun kötü biri olmadığını söyledim. Adam ölmedi ama Feza öldü sandı. Talha da bunu beklemediğinden epey hayal kırıklığına uğradı sonra bunu bahane ederek kızı kendinden uzaklaştırdı.” onun memnuniyetsiz bakışlarından buna dahil olmak istemediğini anlamıştım ama olmuştu. İstemese de bir başka kalbin kırılmasına seyirci kalmıştı.

“Yine aynı şeyi yaptın değil mi?” diye sorduğumda anlamayarak bana baktı, gözlerim doldu onun üzüntüsünden ama devam ettim: “Hare’ye yaptığının aynısını.” sözlerimin anında yolunu bulup vicdanına değerek ona yüklendiği yükü gözlerinde gördüm. Bakışlarını çekti benden.

“Yaptım.”

“Birinden gerçeği saklıyorsun diğerine yalan söylüyorsun. Neden?”

“Onların iyiliği için... Yanlış insanlara denk geldiler ikisi de. Bu yanlışın doğruya çevrileceği güne kadar yaşamaları gerek çünkü. Berzah da Talha da benim gibi bu kadar kayıtsız değil Gazel. Benim yok ama onların birçok hasmı var. Ben istediğim için o masaya oturdum ama onlar zorunda kaldılar. Benim ailem başkalarının hırsları, planları üstüne ölmedi ama onların ki öldü. Erkan Tuğ şuan Berzah’ın peşinde, onu bulduğu yerde öldürecek. Hare’ye yaptığını kendi gözlerinle gördün. Aynı şey Feza’nın başına gelmemesi için önce hasımlarından kurtulması gerek Talha’nın.”

Haklıydı. Emindim buna ama sevdiğim adamın yaptığı yanlış içime oturdu bir kere. Bende seviyorum birini, bende bırakmazdım sevdiğim adamı. Eğer zorunda kalsaydım ne kadar üzüleceğimi bende biliyordum. Bu yüzden nemli gözlerim ile ona baktım.

“Ben yine de senin o iki kadının mutsuzluğuna bulaşmanı istemezdim. Dilerim o gün, Hare buraya sana Berzah’ı sormaya geldiği gün, gözlerinden akan yaşlarının ahı seni bulmaz. Yoksa vebali bir dervişin ki gibi sadece kovulmak olmaz.”

Gözlerinde ki vicdan yükü ağırlaştı. Söylediklerimden o anda pişman oldum. Zeyd’imi üzmek fikrinden bile korkan benim sivri dilim, ona batınca dolan gözlerimden bir damla yaş aktı, söylediğim şey ondan daha çok beni üzdü. Yutkundu ve başı öne düştü. Onu üzüntüsünden sarılırdım. Uzanıp şakağından öptüm sonra boynuna sımsıkı doladım kollarımı. Oda bana karşılık verirken derin bir nefes aldı. Zar zor konuştu ki sesi içime battı, sızlattı birer damla olup gözlerine çıktı.

“Benim kalbimin…“.

“Biliyorum canımın içi…” daha sıkı sarıldım ona söylediklerimin üzerine bir tövbe istiğfar çekerken fısıldadım: “Allah seni bana bağışlasın.”

Konuşturmadım onu. Yarasını çizen bendim şimdi de dermanı olmalıydım. Onun kalbinin üstünde ki taşlardan elbette haberdardım, ondan duymak gerekmezdi.

. . .

Öğleden sonra adrese gitmek için niyet ettiğimiz zaman Zeyd’in bugün yrın diyerek beklediği Talha çıkageldi, sağ kolu Yavuz ile birlikte. Zeyd’e sarılıp bana selam verdikten sonra karşılıklı oturdular. Serçe misafirler için birer çay getirdi. Çaylarını çerlerken söze giren Yavuz:

“Takip ettiğimiz kız, İsviçre’ye uçak bileti almış.” dedi bilgi vererek Zeyd şaşırdı.

“Yoksa-“

“Evet tahmin ettiğin gibi. Bir hastaneye yer ayırtmış.”

“Ne zamana?” Yavuz saatine baktı:

“Yaklaşık üç saati var.”

“Can’a söylemeliyim.“

“Merak etme söyledim.” dedi Yavuz gülümseyerek. Bu defa şaşırma sırası bendeydi.

“Melike mi?”

Zeyd başı ile onayladı. Onun neden bir hastaneye yer ayırttığını ve buradan gitmek istediğinin merakı düştü içime. En son görüştüğümüzde söyledikleri kulaklarımda çınladı. Bir veda mıydı hepsi? Her şeyi ardında bırakarak gerçekten de bu şehirden gidecek miydi? Saçlarının kesmesi Zeyd’in Can hakkında ki ciddiyeti ile aynı mıydı? İçimin bir yanı ikisinin hikâyesinin böyle bitmemesini istiyordu. Endişemin yerine bir üzüntü aldı bu defa ve Can’ın onu durdurabilmesi için içimden duaya durdum.

“Burada bizimle mi kalacak?” diye soran Talha’ya anlamayarak baktığımda üçünün de bana döndüğünü gördüm. Zeyd emin bir şekilde cevap verdi:

“Evet. Ondan gizlim saklım yok.”

“Peki. Utku ile aran nasıl?” Zeyd hiç şaşırmadı ama ben şaşırdım. Talha öne doğru eğilerek ciddi bir tavırla konuştu: “Benim bundan haberimin olacağını bildiğin halde neden sakladın.” Zeyd yine sustu o sustukça Talha ona bakmaya devam etti. Yavuz ikisi ile ilgilenmeyerek çay bardağını alıp pencere kenarına gitti konuşmaları oradan takip edecekti. İkisi başlamayınca ben konuştum Zeyd’in yerine:

“Seninle karşı karşıya gelmek istemiyor çünkü.” Talha hala bakışları Zeyd’de cevap verdi bana:

“Karşısında gibi miyim?”

“Masa da eğer dağıtmaya karar verirse hain ilan edilmeyecek mi?” bu soru ile bana baktı:

“Evet.” dedi soğukkanlılıkla.

“Peki siz hainlere nasıl bir ceza veriyorsunuz? Herhalde tek ayaküstünde bekletiyor olamazsınız.” Talha keyifsiz bir gülüşle arkasına yaslandı.

“Senin gibi meraklılarında aynı cezaya çarptırıldıklarını gördüm.”

“Talha!” Zeyd onu uyardı. O da sinirle konuştu:

“Ne Talha, ne? Şu kız karşıma geçmiş delikanlı gibi konuşuyor ama kardeşim dediğim adam susuyor. Neymiş karşı karşıya gelecekmiş. Ben seninle gerçekten karşı karşıya gelsem kafama sıkarım kafama. Sen neyin fikrindesin. Yok koruyormuşum, yok yaşatmaya çalışıyormuşum, yok kalbin kadar beyaz bir sayfa açacakmışım. Benim arkamdan iş çevirmeye çalışacağına masada önce beni öldür bitsin gitsin.”

“”Benim derdim o mu? Yanımda olsan ne olacak ihanet etmiş damgası yiyeceksin.”

“Yiyeyim Zeyd. Bırakta eğer bir şey gerçekten başaracaksak bu yolda onun çilesini de çekelim yok kendini öldürmeye niyetliysen de yine yapalım.”

“Öyle bir şey olmayacak.” diyen Zeyd’e karşı Talha’nın yanında olmaya karar verdim.

“Tek başına bir orduya savaş açmak yerine Talha’dan yardım alma fikri neden sana bu kadar ağır geliyor.”Zeyd öfke ile bana baktı:

“Bunu konuşmamış mıydık?”

“Konuşmuştuk ama ben-“

“Sen beni gayet net anladın.”

“İsterseniz karı-koca kavganızı daha sonraya bırakın.” diyen Yavuz’un ikazı üzerine sustum. Talha konuştuğunda ses tonu daha iyiydi.

“Sana lider olmak istediğimi söylediğim de masayı dağıtmanın imkânsız olduğunu düşünüyordum ama sen bunun imkânı olduğunu bana söylersen ben senin yanında olurum karşında değil.”

“Diyelim ki başaramadık. Bu defa Nuh Bahremoğlu mezarından kalkıp sana yardım etmeyecek.”

“Sanki babam benim her yardımıma koşmuş gibi. Adı sadece bende, kendisini yanımızda görmedik şükür.”

“Yine de-“

“Yardımım olmadan bunu başaramazsın Zeyd ama beraber olursak bir şansımız var. Dağıtalım.” Zeyd keyifsizce güldü. Onun yerine ben cevap verdim.

“Amacınız fark etmiyor olsanız da aynı ve beraber hareket ederseniz gerçekten bu masadan kurtulabilirsiniz. Hem eğer yolunuz doğruysa Allah sizi zayi etmez.” Talha bana yan bir bakış attı.

“Seni ana kuzusu sanıyordum ama kurtçu çıktın.” Zeyd gülümsedi ve Talha’ya cevap verdi:

“Kurt değil aslan. Bize hiç ummayacağınız bir yerden adres buldu; bir dervişten.” Talha da bende Zeyd’in onayının geldiğini ses tonundan anlamıştık. Talha bunun verdiği rahatlama ile konuştu:

“Babam hep görünmeyende arayın derdi.” Zeyd de bende daha önce dervişin söylediği cümle ile kesişen bu sözü anımsayınca aynı şeyi düşünerek bakıştık. Zeyd hemen sordu:

“Görünmeyenden kastı neydi?”

“Ölüler.”

Şaka yapıyor sanarak ona baktım çünkü ben daha manevi bir cevap bekliyordum. Zeyd Talha’nın söylediğinin önemsiz olduğunu gösteren bir bakış atarak geriye yaslandı.

“Neyse ki bizde diri olan birinin adresi var.” Hala ayakta bekleyen Yavuz konuştu:

“Bu daha işe yarar. Hemen gidelim, ne bekliyoruz?”

Ayağa kalktıklarında bende ayaklanınca Zeyd hariç diğer ikisi bana baktılar. Yavuz’un çatık kaşları Zeyd’e beni götürmemesi konusunda ikazda bulunurken onun yerine ben açıklamada bulundum.

“Benim sayemde bulduğu adrese gelmemde bir mahsur olamaz diye düşünüyorum.” Tabi ki Talha da Yavuz da bunu onaylamadılar ama Zeyd bir sıkıntı olmadığını söyledi en azından bir seferlik.

Araç giriş olmayan bir sokak olduğu için arabadan inip yolun kalanını yürümek zorunda kaldık ve bu epey uzun bir yürüyüştü. Nihayet söylenilen kuşçuyu bulduk. Tıpkı Can’ın söylediği gibi küçük bir dükkândı geldiğimiz yer. Tüm duvarlara kuş kafesleri asılmış olduğundan içeriye dördümüz birden girince sadece bir kişilik yer kalmıştı. Küçük dükkânın köşesine bir masa konulmuştu. Küçük bir de kapı mutfak olduğu belli olan bir bölmeye açılıyordu. Zeyd içeriye seslendi:

“Selamünaleyküm!”

Ses üzerine küçük kapıdan yaşlı ama heybetli olduğu belli olan bir amca çıktı. Omuzlarında düşeyazan bir ceket asılıydı. Duruşu bana ilk Talha’yı anımsattı. Onunda böyle insana ağır gelen bir duruşu olduğu hissine kapılıyordu insan. Adam bizi görünce bakışları değişti. Çünkü yanımızda siyah takım elbiseleri içinde Talha ve Yavuz olunca hiç de kuş almaya gelmiş normal insanlar gibi durmadığımız açıkça belli oluyordu. Adam hepimizi süzdükten sonra konuştu:

“Aleykümselam. Buyurun gençler, hayrolsun.”

“Kâhya bey değil mi?” diye soran Zeyd’e bakan adamın bakışları değişti, tekrardan hepimizi süzdü. Arkamda duran Yavuz’a ve Talha’ya daha dikkatle baktı ve gözleri kısıldı:

“Seni bir yerden gözüm ısırıyor.” dedi adam Yavuz’a bakarak. Yavuz kuşku dolu bir sesle konuştu:

“Benim de… Asıl mesleğin kuşçuluk mu senin?”

“Ya senin? Koruma mısın? Adını de hele.”

“Yavuz Aras.” adam güldü.

“Tabi ya. Kuryeydin sen değil mi?” adamın bakışları bu defa Talha’ya kaydı: “O halde sende Nuh’un oğlusun.” Yavuz tekrar konuştuğunda ses tonu daha korumacı çıkıyordu.

“Öyleyse ne olmuş? Asıl sen adını de hele.” Adam omuzunda ki ceketini düzletti.

“Kuşçu Sultan derler bana. Adım Davut Sultan.”

“Beni nereden tanıyorsun?”

“Paketimi getirmiştin bir keresinde.”

Kuşçunun bu cevabı üzerine Zeyd önüme geçerek adamla aramıza duvar ördü. Talha da Zeyd’in yanına geçince görüş alanımda sadece iki sırt kaldı. İkisinin bu korumacı hareketine karşılık kuşçu sadece güldü ve keyifle konuştu.

“Sakin olun gençler. Ben tövbe etmiş bir adamım yalnızca. Benden size bir zarar gelmez.” Talha sert bir sesle konuştu:

“Sen Sultansan, Kâhya kim?”

“Elinizde sadece bir adres mi var?” seri numarası diye fısıldayınca Zeyd’in aklına yeni gelmiş gibi hemen cebinde ki kâğıdı adama uzattı. Adam birkaç saniye baktıktan sonra yüzü ciddileşti ve kaşları çatıldı. Tekrar Zeyd’e baktı.

“Hanif Şems’in neyi oluyorsun sen?” Zeyd’in yerine Talha cevap verdi:

“Damadı. Uzatma da bizi Kâhya’ya götür.” adam benim orada olduğumu hatırlayarak bakışları bana değdi ve anında yüzü yumuşayarak gülümsedi.

“Sen Gazel misin?” önümde ki duvardan önce cevapladım.

“Evet. Beni tanımıyor musunuz?”

“Tanıyorum kızım.” bakışlarımızdan soruyu anlayarak cevapladı adam: “Kâhya sana ait.”

Hiçbir şey anlamadan birbirimize baktık. Kuşçu Sultan bize onu takip etmemizi söyleyerek kapıyı gösterdi. Talha’nın şüphelenen bakışları Zeyd’e kaydı aynı ifadenin onda da olduğunu gördüm. Az sonra adam güven problemimizi anlayarak kendisi önümüze düştü. Hemen ardından Talha ve Zeyd, sonra ben en arkada da Yavuz olmak üzere adamı takip ederek küçük kapıdan mutfağa girdik. Dar koridorda yan yanaydık ki kuşçu arakaya doğru söylendi:

“O belinizde ki silahı kuşlarıma isabet ettirmeseniz iyi olur.”

Bakışlarım hemen yanımdakilere kaydı. Talha’nın eli ceketinin altında belinde duruyordu, hemen ardımda duran Yavuz’un da... Bunu sorgulamaya fırsat kalmadı ki dar koridor büyük sayılabilecek bir bahçeye dönüştü. Bahçe mi kuşhane mi anlamadım. Duvarda çeşit çeşit oyuklar, oyuklara yuva yapmış kuşlar güvercinler vardı. Bir kubbenin altındaydık ve kubbenin etrafına büyük bir kuşevi yapılmış etrafı onlar kuşla çevrilmişti. Ağaçlar, sarmaşıklarla kaplı, üstü açık bir kubbe ile donatılmış bir bahçeydi. Dördümüz de bahçenin ortasında ki taş havuzun sesi ile mi yoksa kuş cıvıltılarının sesi ile mi yahut da sarmaşıklarla kaplanan ağaçların görüntüsünden mi etkilendik de bakakaldık bilemedim. O kadar güzel ve inanılmazdı ki birkaç dakika gördüğümüz yerin gerçek mi yapay mı olduğunu düşündük ama gerçekti ve şehrin beton yığınlarının arasında böyle güzel ve gizli bir bahçe olmasına şaşırmamak elde değildi. Kuşçu şaşkınlığımızı gülerek izliyordu.

“En çok burayı görenlerin ilk tepkilerini izlemeyi severim çünkü böyle saklı güzellikleri görmek her göze nasip olmuyor.” Cevap veren Yavuz oldu.

“Mekâna değil de ben daha çok eski bir istihbaratçının, daha doğrusu eski bir nişancının sonunun böyle olduğunu gördüğüme şaşırdım. Çoğu sonu göremeden ölür çünkü.”

“Dedim ya ben tövbekârım diye.” Talha cevapladı bu defa adamı.

“Tövbekârım diyenin tövbe ettiğine inanmam ben. Her şeyin gizlisi makbuldür, bak demedi deme.”

“Doğrudur ama size bunun söyleyebileceğimin güvenini veren yanınızda ki bu kızdır.” Zeyd’in bakışları adama döndü:

“Neresi burası?”

“Burası mektuphane. Bana emanet edilen mektupların tutulduğu yer.”

“Postacı mısın?”

“Ben zaman aşımı postacısıyım.”

“O da ne demek?”

“Ben teslimat yapmam teslim ederim. Bana özel mektuplar gelir, haberler, notlar, eski bir eşya bile olur. Bana teslim ederler. Er geç sahibi gelir ve onu alır. Burada en eski emanet bir subayın sevdiği kadına yazdığı on üç yıllık bir mektup en yenisi de bir öğretmenin bıraktığı iki günlük köstekli altın bir saat.”

“Emanetçisin yani.” Diye bir yorum yaptığımda beni Yavuz yanıtladı.

“Haberci desek daha doğru. Eski teşkilatta elçi miydin?”

“Evet.” Yavuz’un adamı rahat bırakmaya niyeti yoktu üsteledi.

“Neden bıraktın?”

“Bırakmadım, kibirli bir albay yüzünden men edildim.”

“Kaç yıl nişancıydın?”

“İki yıl.”

“Kaç tane kurye aldın?”

“Dokuz.”

“Neden tövbe ettin?”

“Son aldığım kurye için bir dergâha girmiştim. Sonra silahı doğrulttuğum derviş bana bir ayet okudu. Öyle tövbekâr oldum.” Talha ona döndü:

“Hanif Şems’i kim öldürtmek istedi.” diye sorduğunda kanım dondu, yutkunamadım. Boğazımda ki yumru takılı kaldı. Sanki bunu anlamış gibi kuşçunun gözleri beni buldu.

“Enderunlu bir müderris.” inanamayarak ismi söyledim.

“Müftü Kozan.” sonra Zeyd devam etti ve bildiğimiz hikâyeyi söyledi:

“Başaramayınca da oğlu yaptı, Melih Kozan.” Talha tekrar sordu:

“Neden?” Kuşçu Sultan cevapladı.

“Çünkü adam medreseye gelen öğrencilerle yeni bir grup oluşturmak istiyordu. Hepsinin aklının çelinmesi için Hanif Şems en iyi ve en etkili seçenekti. Onunla ortak olmak istedi ama Hanif Şems kabul etmeyince bu defa öldürülmesi için emir verdi çünkü bu sadece küçük bir plan olsa da gizli kalması gerekti. Başaramadı bildiğiniz gibi. Müftü kanserden ölünce de oğlu babasının planını devraldı tekrar tehditle bu işe olur almaya geldi alamayınca da Hanif Şems’e kumpas kurdular, sonra da cezaevinde öldürdüler.”

Duyduklarımız karşısında zihinlerimizde ki boşluklar dolarak taşmaya başladı. Parçalar hızla gidip geldi ve yerini bularak oturmaya başladı. Gözlerimin dolmasına izin verdim ama ağlamayacaktım. Zeyd benim kolumdan tutarak oturmam için tahta bir sandalyeyi getirdi. Kuşçu da bana bir bardak su getirdi. Titreyen ellerim ile dokunduğum bardakta ki su çalkalandı. Sadece bir yuduma izin verdi boğazımda ki yumru gayrısını bıraktım. Kuşçu devam etti yumuşak bir üslupla:

“Baban ölmeden önce bana bir emanet bıraktı. Kâhya senin güvercinin adı.”

Gidip bir merdiven getirdi ve bahçenin yüksek duvarlarından birine dayadı iki üç basamak çıktıktan sonra elinde bir tomarla ve küpesi olan tavuskuyruk bir güvercin ile geri döndü. İlk olarak güvercini uzattı bana. Titreyen ellerim ile avuçlarıma aldım güvercini. Başından öptüm babamın bana emanet bıraktığı güvercinin duyduklarımın kalbime yüklediği taş için bir İnşirah okurken. Ardından da elinde ki tomarı uzattı Kuşçu. Heyecanla elimde ki güvercini Zeyd uzattım ve tomarı açtım. İçindekileri okurken Zeyd ve Talha da benim ile birlikte eğilip ne yazdığına baktılar.

Babamın bana bıraktığı emanet, içinde Mevlana ve Şems’in anlatıldığı hikâyenin yazılı olduğu bir kağıt tomarıydı. Bunu ilk okuduğumuzda Talha’nın hayal kırıklığı ile geri çekildiğini ve buraya boşuna geldiğimizi ima eden bakışlarla bizi süzdüğünü gördüm ama umurumda olmadan bildiğim, dinlediğim hikâyeyi okudum tekrardan. Zeyd de benimle birlikte okudu. Sonuna geldiğimizde bir mühürle bitirmişti babam hikâyeyi. Kufi harfler yazılmış Hanif Şems mührüydü bu. Tomarın içinde yazan hikâyeden babamın bize anlatmak istediği bir şeyler vardı emindim ama ne bulamıyordum. Hala tomara bakadururken Talha tekrar yanımıza gelip tomara eğildi ve elimden alıp iyice okudu.

“Şems’in mezarı gerçekten nerede?” diye sordu. Zeyd cevapladı.

“Konya da. Bir kuyuya atıldığı ama yerinin belirsiz olduğu söyleniyor.”

“Buraya bakın. ‘yedince tepedeki kuyuya naaşını atarlar’ yazıyor.”

“Yani?” diyen Yavuz’a döndü Talha:

“Yanisi Tepe mezarlığı yedince kısım.” şaşırarak ona baktım.

“Orada babamın mezarı var.” Yavuz ihmal vermeden konuştu:

“Ne yani aradığımız orada mı?” şüpheyle Talha’ya baktı: “Abi sen gerçekten bu okların bizi amacımıza götüreceğine inanıyor musun?”Zeyd araya girdi bir şeyi hatırlar gibi mırıldandı:

“Görünmeyende arayın dedi. Yani ölülerde. Mezarlıkta? Gidelim.”

Mezarlığa vardığımızda akşam olmak üzereydi şehrin tüm ışıkları yanmaya başlamıştı. Hava alacalı ve soğuktu. Bulutlardan düşen yağmur olmadığından sis şehrin görüntüsünü bir perde gibi kaplamış flu bir görüntüye neden olmuştu. Arabada iki yanı mezarlarla çevrili yolda ilerlerken arabanın çalışan motor sesinden başka ses yoktu. Aydınlık ile karanlık arasında yaşam ile ölümün ortasındaymışız gibi hissettiren yol ürkmeme neden oldu. O an bundan birkaç zaman önce babam öldüğünde aynı vakitlerde geldiğim bu mezarlığın şimdiki kadar ürkütücü görünmediğini düşündüm. Demek acı tüm duygularında üstündeydi. Acım o zaman korkumu bastırmıştı. Arabayı yedinci kısımda durdurdu Zeyd. Talha ve Yavuz da geldikleri arabadan inip arkamızda yürümeye başladılar. Etrafta ki sessizliği dinledim birkaç saniye. Zeyd de benim gibi durup etrafa bakarken kendi kendime söylendim:

“Bu ne ıssızlık?”

“Zaman durmuş sanki.”

“Ürkütücü değil mi?” bana dönüp gülümsedi.

“Diri olanlar daha ürkütücü.”

Zeyd benden önce vardı babamın mezar taşına. Talha ve Yavuz da gelip yanımızda durdular. Biz birer Fatiha okumak için ellerimizi kaldırdığımız sırada arkadan bir ses duyduk:

“Ölmüşün ruhuna bir sadaka!” Yavuz refleksle anında silahını kadının alnına doğrulttu. Bu hareketine ben dehşet içinde bakarken kadın oralı bile olmadı. Bakışları Yavuz’a kaydı sadece o an çok kısa bir şaşırma yer buldu yüzünde: “Yavuz Aras? Vay vay vay. Demek seni burada bulacaktım ha.” Yavuz kaşları çatık kadına baktı ardından silahını indirdi.

“Nefise?”

“İşverenini tanımasaydın nankörlük etmiş olurdun.”

Kadının üzerinde bileklerine kadar inen eski bir etek, kendisine bol gelen bir ceket vardı. Boynuna ünlü bir markanın taklidi gibi duran ama üzerinde orijinal olduğunu söyleyen özel etiketinin olduğu bir fular takmıştı. Neredeyse grileşmiş saçlarını ensesinde topuz yapmıştı, her biri farklı birine ait ayakkabılar vardı ayağında. Elinde ise siyah bir poşet tutuyordu. Onunla babamın mezarında karşılaşacağıma değil de Yavuz’u tanımasına şaşırmıştım. Talha Yavuz’a soran bir bakış attı. Yavuz hala şaşkınlığını üstünde atamadan yanıtladı:

“Kuryecilere iş veren…”dedi sadece ardından tekrar kadına baktı: “Ne işin var senin burada?”

“Ben belli ki doğru zamanda doğru yerdeyim. Peki siz?” Talha cevapladı:

“Bizi sen bulduğuna göre demek ki bizde doğru yerdeyiz.” Kadın birkaç saniye Talha’ya baktı.

“Nuh’u n cenazesine gelemedik. Başın sağ olsun.” karşılaştığımız her insanın Talha ve Yavuz’u tanımasına şaşırmamayı öğrenmem gerekti artık çünkü bu böyle sürüp gidecekti.

“Burada ne aradığını söyleyecek misin?” diye soran Yavuz’un yanıtı kadının bana bakışları oldu:

“Onun için buradayım.” Zeyd benden önce söylendi:

“Onu tanıyor musun?”

Yorulduğunu belli eden bir hareketle gidip mezar taşlarından birinin üzerine otururken mezar sahibinin taşından özür diledi. Elinde ki poşeti açtığı an Yavuz tekrar silahını kadına doğrulttu. Nefise güldü ve poşetten bir muz çıkarıp yemeye başladı, diğer yandan da Zeyd’e cevap verdi:

“Hanif Şems’in kızı... Bir yaz günüydü, yoksa bahar mıydı? Bilemedim bak. O gün çok sıcaktı ve ben açlıktan bayılmak üzereydim. Yemek diye dolanıyordum. Sonra bir caminin önü dilenmek için en güzel yer diye en büyüğünün önüne gidip cumadan çıkanları bekledim. Bu mezarda yatan rahmetli çıktı. Elimi uzattım ‘çok açım Allah rızası için bir sadaka’ dedim. Şöyle bir baktıktan sonra elini cebine attı ve çıkarıp avucuma bir altın bıraktı. Sonra yürüdü. Ardından baktım bir dilenciye altın veren adamın aklından şüphe ederim ben diyerek yetiştim rahmetliye ‘yanlış verdiniz her halde’ diyerek altınını geri vermek istedim. Döndü bana dedi ki ’başka param yok’ sonra yoluna devam etti. Bir sonra ki Cuma başka bir camiye gittim. Yine el açtım, yine kimse bir kuruş bile vermedi ve yine Rahmetliyi gördüm elimi açtım. Yine bir altın verdi. Artık bundan işkillenmeye başlamıştım. Sokaklarda çok yaşayınca tesadüflere inanamıyorsun. Bende aynen öyle hissettim. Sonra ki Cuma başka bir cami önüne gittim ama yine aynı adamla karşılaşacağımdan emindim. Karşılaştım ve yine bir altın aldım. Koştum ardından dedim ki ‘in misin cin misin, her hafta bana bir altın veriyorsun’ dedi ki ‘eğer bir daha aç kalırsan bir yıl sonra bugün tepede ki mezarlığa git.’ Tabi safta falan diyordum da şimdi sizi burada görünce bunun basit bir tesadüf olmadığına emin oldum. Aslında üç gündür geliyorum buraya dün son kez geldiğimde bir daha gelmem dedim ama ayaklarım beni istemsiz buraya getirdi. Allah’ın işi işte ne diyeyim… Şimdi rahmetli bana dedi ki aç kalırsan gel. Bende geldim… Gazel hanım Allah rızası için bir sadaka.”

Yavuz söze girdi:

“Bize yardım-“

“Yanımda çantam yok... Üstümde para da…” dedim Yavuz’un sözünü keserek. Kadın açtı. Aklıma gelen şey ile bileğimde ince altın künyeyi çıkardım ve Nefise’ye uzattım: “Bu karnını doyurmana yardımcı olur.”

“Allah razı olsun.” diyerek uzattığım bilekliği aldı Nafise. Şöyle bir süzdükten sonra gülümseyerek cebine koydu.

“Söyle bakalım neden buradasın?” diye sorduğunda Yavuz önce konuştu:

“Masayı kuranları tanıyorsun değil mi?” kadın onu duymazdan geldi tekrar bana sordu:

“Neden buradasın?” belli ki Yavuz’u duymamaya devam edecekti o yüzden ben sordum:

“Masanın nasıl dağıtılacağını biliyor musun?”

“Neden bununla ilgileniyorsun?” çenesi ile yanı başımda sessizce bizi izleyen Zeyd’i gösterdi: “Yanında zaten masanın ruhu var, bırak o yapsın.”

“Ona yardım edeceğim.”

“Ah, aşk. Bak sana dünyanın en iyi öğüdünü vereyim. Bir kadının hayatını daima bir erkek mahveder. Karışma.”

“Dediğin gibi aşk… İnsanı vezir de rezil de eden o.” Nefise içten bir şekilde konuştu:

“İnşallah, vezir olursun da benim de karnımı doyuracağım birileri olur.”

“İnşallah.” Kadın bitirdiği muzun kabuğunu tekrar poşetine koydu.

“Şimdi anladığım kadarıyla siz dört başıboş masayı dağıtmayı düşünüyorsunuz. Şu avukatta bu işi yapacak hayalet üye... Üç altın aldım size üç adım söyleyeceğim. Birinci adım bir hakem bulacaksınız.” Talha şaşırdı:

“Hakem mi?”

“Evet ve sizde çok güzel bir seçenek var.” dedi bana bakarak. Zeyd ona baktı:

“Gazel olmayacak.” Nefise kaşlarını çattı.

“Sır hakeme kalacak ama. Vezir olması gerek.” Talha sordu yine:

“Sır da ne?”

“Masanın tüm varlığı... Hakem değiştirilemez, öldürülemez ve hakemi sadece sen seçebilirsin avukat ama seçerken dikkat etmelisin çünkü seçilen hakem dilerse tekrar bir masa oluşturabilir. Bunun yapması için sadece bir hakkı vardır. Son olarak da ömrü boyunca kimseye yerini veremez. O yüzden en güvendiğini seç… güç ve para herkesin gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor yazık ki.”

“Ben olurum.” diye atıldım hemen.

“Hayır-“

“İkinci adım ne?” Zeyd’in sözünü kestim ben olacaktım. Nefise yüzünü ekşitti.

“Tetikçiyi bulun.”

“İsmail Yılmaz on beş yıl önce öldü.”

“Senin de baban öldü Talha, ama sen onun yerindesin.” Zeyd konuştu:

“Barut Yılmaz. Nasıl bulacağız onu?” Nefise ellerini semaya açtı:

“Görünmeyende arayacaksın…” ardından ellerini indirdi ve derin bir nefes alarak söyledi: “Üçüncü adımı da herkes bilir; Barut’u öldüreceksin.”

“Neden?”

“Çünkü siz onu öldürmezseniz o sizi öldürür.” Hepimiz birbirimize baktık. Kadın gitmek için ayaklandı ve ardına döndü, kendi kendine mırıldanırken onu durdurdum:

“Dur. Tüm bunları nereden biliyorsun? Sen kimsin?” bana bakıp gülümsedi:

“İsmail Yılmaz’ın geliniyim.”

Demek oluyordu ki Nefise, Barut Yılmaz’ın karısıydı ve az önce ya siz kocamı öldürürsünüz ya da o sizi öldürür demişti. Ben onun ardından neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Sorular gelip gidiyor içine girdiğim düzenin sonunun hep ölüme açılan bir kapısı olduğunu öğrenmem ile korkum büyüyordu. Kadın gözden kaybolana kadar bakmaya devam ettim. Karanlık daha çökmemişti. Talha, Zeyd’e döndü:

“Mezar. İsmail’in mezarı nerede?” Yavuz cevap verdi:

“Burada.”

Az biraz sonra yedinci kısmın mezarların arasında dolanmaya başladılar. Acele ediyorlardı çünkü karanlık basarsa iş yarına kalacaktı. Benim yerimden kımıldamam için zorla babamın mezarı başında bekleten Zeyd’deydi bakışlarım. Aklımda gidip gelen ölüm kelimeleri arasında sanki onu gözümden kaçırırsam kaybolacakmış gibi tüm dikkatimi ona vermiştim. Talha ve Yavuz da birbirinden uzaklaşmışlardı. Bakışlarım üçü arasından gidip geliyordu. Zeyd az sonra bir mezar başında bir süre oyalandı ardında başını kaldırıp diğerlerine seslendi:

“Talha, Yavuz! Buldum galiba.”

Beklemeden ayaklandım Talha ve Yavuz da koşar adım Zeyd doğru gittiler. Talha, Zeyd’e daha yakındı. Yavuz ise daha gerideydi ve aralarında birkaç metrelik bir mesafe vardı ki Yavuz birden durarak bağırdı:

“Nişancı var! Keskin nişancı! Zeyd!”

Yavuz’un ne söylediği anladığımız an bir kurşun sesi ile donakaldık. Aynı anda bir mezar taşının parçalanma sesi geldi ve Zeyd düştü.

. . .

Loading...
0%