Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13.Bölüm

@cigdemgah

Hala sımsıkı tuttuğum elini bırakamamamın sebebi, bıraktığım an kaybolup gidecekmiş gibi hissetmemdi. Küçük bir çocuğun annesinin gözünün önünden ayrıldığında bastığı çığlık gibi bende sevdiğim adamın gözümün önünde kaybolacakmış gibi hissettiren o duygunun sebep olduğu yüreğimdeki feryadı bastırmaya çalışıyordum, ona eşlik eden ellerimin titremesine de... Yavuz, Zeyd’in, düşerken burktuğu bileğine koyduğu buz torbasını değiştirmek için ayaklandığı sırada Zeyd doğrulmak için kımıldandı elimde de onunla hareket edince bakışları tuttuğum kenetli ellerimize kaydı oradan da gözlerimin içine baktı. Derin kuyularına aslı duran ay misali göz bebekleri kımıldandı. Göz kapakları sıkıca açılıp kapandı ve gülümsedi. İyiyim… diyordu ama ben değildim. Mezarlıkta Yavuz’un tetikçi dediği adam ıskalamasaydı ve mezar taşını vurup parçalamasaydı şimdi Zeyd’in elini tutuyor değil tabutu başında ağlıyor olabilirdim. O an o dört yüz metreden bir kurşunun hedefi iken ben hiçbir şey yapmadan ben sadece onu uzaktan izliyordum. O meğer başkasının değil kendi mezarının üstünde gidip gelirken ben sadece onu uzaktan izliyordum. Zeyd düşüncelerimi duymuş gibi elimi tuttu.

“Caniçim…” bakışlarım ona değdi onun düştüğüm kuyularından beni ancak onun sesi çıkarabilirdi değil mi? Derin bir nefes aldım.

“Biliyorum, iyisin. Şimdiye kadar bunu en az on kez söyledin.”

Yavuz tekrar yanımıza dönünce Zeyd sustu. Uzanıp Yavuz’un getirdiği yeni buz torbasını elinden aldı, tekrar ayak bileğine koydu. Yavuz Zeyd’e bir baş işareti yaparak çıktı hemen. Çatık kaşlarım ile onu süzmeye devam ettim. Çizilmişti bileği ama küçük bir sıyrıktı sadece hastaneye gitmeyi reddettiği için şimdi onun ofisine gelmiştik ama yarın ilk iş vakıfta ki doktoru çağırmaya kararlıydım.

Ölüm kelimesinden korktuğumu fark etmişti Zeyd, beni sakinleştirmeye teskin etmeye çalıştığını da görebiliyordum ama ben onun kadar telaşsız ve rahat olamıyordum. Gözümün önünde neredeyse ölüyor oluşunu nasıl kabul ettirebilirdim yüreğime. Beni çekip vurması daha kolay değil miydi?

“Ne zalimsin…” diyerek kendi kendime konuştuğumda bakışları tekrar beni buldu. Fısıldadığım cümlenin muhatabı olduğunu bildiğinden bir süre bana baktı, onu reddeden bakışlarıma rağmen. Sonunda mecburen onu karşıladı gözlerim. Bir duygu büründüğü siyah gözlerinde karardıkça karardı o karanlık içindeki bir başka duyguyu bastı bağrına. Sevgisinin gözlerinden geri çekilerek merhamete ve şefkate bulandığını gördüm.

“Ben zalimim,” dedi masum gülüşünün eşlik ettiği bir hüzünle: “öyle ki tıpkı hissettiğin gibi karşımda ölebilme ihtimali bile delirtecekmiş gibi hissettiriyor beni de. Çok korkuyorum. Öyle çok korkuyorum ki bu korkunun bana bedeli olacak, bir hata yaptıracak da sana zarar gelecek diye endişeden ölmek üzereyim. Ama ömrüm boyunca bu endişe ile yaşamaktansa bunun üzerine giderek onu yenmeye çabalarsam daha ancak öyle mutlu bir hayat yaşayabiliriz ikimizde. Korkumuzun bizi ele geçirmesine fırsat vermek yerine birbirimize sarılsak ve bu imtihanı geçmek için aynı duaya ortak olsak sadece olmaz mı?”

“Çok da bencilsin.” dedim sahte bir sinirle ona doğru eğilirken: “Kendi ölümünün enkazını değil benim ölümümün enkazının derdindesin. Peki ya sana bir şey olursa ben nasıl yaşayacağım?” elinde ki buzu bileğinin üzerine bırakıp elimi avuçladı. Eli buza dokunduğu için nemli ve soğuktu:

“Bundan bir yıl önce babanın öleceği söyleselerdi yaşayabileceğini düşünür müydün? Ama bak şuan yaşıyorsun çünkü Allah, matemi dayanma gücü ile birlikte verir.”

“Babamın acısına sen merhem oldun. Ya senin acına ne olur?” Zeyd bir an susup önüne baktı ardından gözlerinin içinde asılı duran yıldızlar parlayarak gülümsedi, ışıklar yanıp söndü bakışlarında.

“Çocuğumuz.” Ondan beklemediğim bu sözcük birkaç saniye asılı kaldı zihnimde. Onun yokluğuna merhem olacak bir lütfu bu şekilde söyleyerek nasıl etkileyecekti ki beni? Asılı kalan o kelimeyi alıp bağrıma bastım ve az önce söylediği gibi endişeden geçerek duaya sarınarak ikisini birlikte diledim Allah’tan. Bunun üzerine kızararak gülümsedim bende ve başımı eğdim: “Utandı mı benim karım?”

“Fikri bile çok güzel geldi.”

“Kaç tane?” Ona anlamayarak baktım: “Kaç çocuk istiyorsun?” dedi tekrar. Omuz silktim.

“Bilmiyorum ki… sen peki?” Heyecanla cevap verdi:

“Ben… üç.. hatta dört? Kalabalık aileleri seviyorum.”

“O halde üç; iki erkek bir de kız.”

“İki kız biri erkek. Kız çocuklarını çok severim.”

“Hayırlısı ile nasıl nasiplenirsek, inşallah.”

Kapı hızla açılınca Zeyd ile gülüşmemiz kesildi. Can yüzü bembeyaz olmuş bir halde daldı içeriye hemen ardında Talha ve Yavuz ile birlikte. Panikle Zeyd’in başucuna gelip ona baktı ve derin bir nefes aldı.

“Çok şükür. İyi misin abi?”

“İyiyim yok bir şey.”

“Az daha kekliğe dönüyormuşsun, gerçekten yok mu bir şey?”

“Hala nefes aldığıma göre gerçekten bir şey yok Can!”

Can ceketini çıkararak sandalyeye oturdu Yavuz her zaman ki gibi ayakta Talha’nın arkasında sessizce beklemeye başladı. Talha oturduğu koltuktan öne doğru eğilerek Zeyd’in ayağına baktı, hafif kızarıklık dışında bir şey yoktu. O da iyi olduğuna emin olduktan sonra tekrar arkasına yaslandı. Yavuz konuştu ilk olarak olay analizi için:

“Nefise’nin bize anlatmadığı başka bir şeyler olmalı. Neden seni vurmadı ki?” Can öfkeli bir sesle cevapladı onu:

“Vurmadı mı? Paramparça olan kalbin olmalı o halde. Yoksa mezar taşının kalkan olmasa Zeyd bey mefta…” Talha yandan bir bakış attı Can’a:

“Tetikçiler ıskalamaz. Ayrıca atış alçaktandı, eğer Zeyd’in bacağını hedef almamışsa mezar taşını da vurmazdı. Demek ki niyeti öldürmek değildi. İkaz ya da imzaydı.”

“Ya da sakat bırakmaktı. Hem tetikçinin o kadın olmadığını nereden biliyorsunuz?” Yavuz’un bakışları bizimde bildiğimiz gibi olduğunu söylemek ister gibi üzerimizde gezinde ama yine de tereddütle cevapladı:

“Barut olduğunu söyledi.”

“Abi, kadın yanınızdan ayrıldıktan sonra bir keskin nişancı size ateş açıyor.” Eli ile saymaya başladı: “ Bir; ya daha önceden oraya bir keskin nişancı yerleştirmişti, iki; kadın gitti kendi yerleşti, üç; yerleştirdi.” Yavuz ciddi bir tavırla konuştu:

“Yarın siz mezarlığa bakarken bende Nefise’yi bulmak için etrafa bir soracağım. Ondan başka bilgi alacak kimse yok.” Talha başı ile onayladı. Ardından ayağa kalkarak Zeyd’e döndü:

“Sen dinlen biraz. Yarın konuşuruz.”

“Eyvallah kardeşim.” Talha ve Yavuz çıktıktan sonra Zeyd bu defa Can’a döndü hemen: “Senin başka bir işin yok muydu? Yoksa kaçırdın mı?”

Can soru üzerine boş bakışlar atarken o an aklına gelmiş gibi hemen arkasına sonra da etrafına bakındı, kimseyi göremeyince hızla çıktı odadan. Zeyd ile birbirimize anlamayarak baktık ve az sonra Can usulca kolundan çekiştirdiği Melike ile odaya girince güldüm. Zeyd’in telaşından kızı unutmuştu. Melike içeri girince ytangaç bir eda ile bize baktı.

“Bu defa tuttum ve bırakmadım.” Dedi Can, ayağa kalkarak Melike’ye doğru yürüdüm ve sarıldım:

“Hoş geldin, gitmemene sevindim.”

“Hoş buldum, teşekkür ederim.” Bakışları Zeyd’e kaydı: “Bu arada geçmiş olsun.” Zeyd başını sallayarak geçmiş olsun dileğini aldı ve gülümsedi Melike’ye. Can’ın yüzünde ki gülümseyiş yayıldı ve çehresi aydınlandı. Onun bu defa bir şeyleri kaçırmaya niyeti olmayan hali beni memnun etti, yıllardır içinde bir müzeye çevirdiği yüreğini artık açması gerektiğini, kapalı kapılar ardında yaşadığı aşkın onu bir gün soldurup öldüreceğini anlamıştı ve bu yüzden bir karar vermişti. İçimden doğruya ulaşması için Allah’a dilekte bulundum ardından ise saate baktım yemek vakti geçiyordu. Zeyd’e döndüm:

“Bu kadar anormal işin içinde normal şeyler yapıp yemek yemeye ne dersiniz?”

“Kesinlikle katılıyorum.” Zeyd ayağa kalktı üzerine tam basamasa da yürüyüşü iyiydi. Bana doğru yürümeye başladığında gittim kolunu omzuma doladı:

“Emel abla bugün evdeydi umalım da yemek yapmış olsun.” Melike’nin bakışları ben ve Can arasında gidip geldi:

“Aslında… Ben rahatsızlık vermesem de gitsem-“ Can sözünü kesti:

“Gidecek yeri yok onun.” Zeyd’e ve bana masum bakışlar attı: “Sizde kalabilir mi birkaç gün?”Can’ın emrivaki hali ile Melike utanarak kızardı.

“Hayır hayır, kuzenim var onu arayacağım gelip beni alır.” Benden önce Zeyd konuştu:

“Önce hep beraber bizde yemek yiyelim sonrasını kararlaştırırsınız.”

Eve vardığımızda yemekleri hazır görünce içimden Emel ablaya dua ettim. Ardından güzel bir sofra hazırlayarak dördümüz birden yemek yedik. Sessiz bir yemekti çünkü Can tabağı ile oynadığı her kaşıkta bir Melike’ye sanki gerçek değilmiş gibi bakıyor Melike ise utandıkça kızarıyor ona bakmamaya çalışıyor, ben ve Zeyd de bu manzarayı izlerken gülmemek için direniyorduk. Yemekten sonra Can Melike ile sofrayı topladı bende birer çay koyarak salona Zeyd’in yanına gittim.

Sohbet esnasında Melike’nin göründüğünden daha cana yakın olduğunu fark ettim. Can onu havalimanından geri getirdiğinde sanki onu da saklandığı kutusundan çıkarmıştı da Melike mutluluğunu dışarı akıtıyordu. İlk kez yabancı birileriyle oturup vakit geçiriyordu zannımca bu yüzden onun mutluluğuna eşlik ettim. Saat ilerledikçe huzursuzlanmaya başladı ve sık sık saatini kontrol ediyordu. Zeyd ile bakıştığımızda onun da aynı şeyi fark ettiğini gördüm ve misafirimiz olmasını istediğimi söyleyeceğim o anda telefonu çaldı böylece Melike rahat bir nefes aldı. Telefonu açmadan ayaklandı.

“Müsaadenizle ben artık kalkayım.”

“Bu gece burada kalabilirsin.”

“Hayır rahatsız etmek istemem, yemek için ve güzel sohbet için teşekkür ederim. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim.”

Kapıda ben, Can ve Zeyd Melike’yi geçirmek için hemen ardındaydık. Evin hemen önüne park etmiş olan siyah cip korna çalınca oraya baktık. Arabanın sürücü koltuğunda tıpkı Melike’ye benzeyen siyah saçlı bir kız gördüm. O da aynı şekilde bize bakarken nezaket gereği başı ile selamladı bizi uzaktan aynı şekilde karşılık verdim. Can önden giderek kendi arabasında bulunan Melike’nin valizlerini çıkardı ardından cipe yerleştirdi. Onlar ayaküstü konuşurken Zeyd’in sesini duydum:

“Bu kızı bir yerde gördüm sanki?” ona döndüm yüzü avukatlık maskesini kuşanmıştı, tekrar kıza baktım, telefonu ile ilgileniyordu:

“Ben ilk kez görüyorum ama bir garip hissettim.”

“Nasıl garip?”

“Kötü bir his gibi.” Zeyd bu yorumuma gülünce ona döndüm:

“Bu bir kaç gündür yaşananlar sende karanlık hisler bıraktı iyice.”

“Dalga geçme, hem hislerime güvenirim.” Zeyd bir kez daha güldü ve eğilerek kulağıma fısıldadı:

“Beni ilk başta reddettiğini hatırlatırım.” gülümsedim ve onun kuyularının içine düştüm yine:

“Gözüm körmüş, görememişim.”

“Estağfurullah da… beni kaçırmadığın için nasipli bir kulsun.”

“Elhamdülillah da… beni bulduğun için asıl sen lütuflu bir kulsun.”

“Buldurana hamdolsun.”

Güldüm ve koluna girip başımı omzuna yasladım. O sırada Melike de arabaya bindi ve bize el salladı. Araba gözden kayboluncaya kadar Can ardından baktı. Hemen telefonunu çıkarıp bir yandan mesaj yazarken diğer yandan bize doğru geliyordu. Zeyd kaşlarını çattı:

“Demin yanından ayrıldı kız, hemen sıkboğaz etme.” Can başını kaldırarak gözleri kocaman açılmış ona baktı ve eli ile az önce giden arabayı gösterdi:

“Kızı valizle gönderdim, şehirde her dakika uçuş var, o yoksa otobüs, o da yoksa tren. Ya tekrar gitmeye kalkarsa.” Ben gülerken Zeyd inanamayarak Can baktı:

“Merak etme gitmez.”

“Etmiyorum… Gidemez zaten.” dediğinde Zeyd ona kaşlarını çatarak baktı.

“Ne yaptın?” Can elini ceketinin cebine atıp bir kadın cüzdanı çıkardı ve gururla gülümsedi:

“Kızın cüzdanını mı çaldın?” diye sordum ona inanamayarak.

“Kimlik, pasaport, kartlar hepsi bende. En azından bir kaç gün bir yere gidemez. Tabi kaçak gitmeye kalkmazsa. Onu da yapacak cesaret yok onda.” Zeyd içeri girerken söylendi:

“Hırsızlıktan seni dava etmeye kalkarsa zevkle avukatı olurum.”

. . .

(1 hafta sonra)

Sonra ki sabah poğaça tepsisini fırından çıkarırken Zeyd mutfak kapısından içeri girdi. Üzerinde pijamaları ve her zaman ki gibi yalınayak… Tepsini tezgâha bırakırken gülümseyerek gelip bana sarıldı. Karşılık verdim sarılmasına sımsıkı. Omuzundan öptüm, sonra uzanıp boynundan ve yanağından da öptüm.

“Bu sabah pek bir güzelsin.” dedi geri çekilip yüzüme bakarken. Derin bir nefes aldım en çok da onun kokusunun göğüs kafesime girmesini isteyerek.

“Dünde aynı şeyi söyledin. Hatta önceki günde, hatta ondan önceki günde...” ciddi bir şekilde gözlerini kısarak konuşu:

“Ama bugün cidden başka bir güzelsin sanki.”

“Dedi çok yakışıklı avukat.” ona ne zaman yakışıklı olduğunu söylesem o her zamanki gibi kocaman gülümsemelerinden birini sundu önüme ve inandırıcı olmayan bir sesle.

“Sen çok güzel bakıyorsun.” dedi ona gözlerimi kısarak baktım.

“Pek mütevazisin. Başkalarının yanında daima böyle ol…”birkaç saniye daha ezberlediğim yüzüne baktım. Saçları dağınıktı yüzünü yıkadığından kirpikleri nemliydi ve saçlarının uçları ıslaktı, gülümsedim ve dürüst oldum: “Ama yakışıklısın.”

“Gerçekten mi?” güldüm:

“Zeyd lütfen ama bunu bilmiyorum deme yine, yirmi dokuz yıldır bu yüzle yaşamıyor musun?”

“Onu biliyorum ama senin gözünde yakışıklı olmak daha güzel. Bana ideal tipin olmadığımı söylemiştin.” ona balık balık baktım. Geri çekilip fırından çıkardığım poğaçaları tabağa yerleştirirken diğer yandan da konuşuyordum:

“Kızlar arasında bayağı ünlüydün ve ben sürekli başkalarının bakışlarının üzerinde olduğu bir eş istemiyordum.” Tabağı masaya indirdim, Zeyd çayları dolduruyordu. Ciddi bir şekilde sordu:

“Gözden mi yahut sözden mi?”

“İkisi de. Nazar bakımından değil elbette ama her sözde adımızın anılması ya da her gözün önünde olmak beni rahatsız ediyor.”

“Haklısın.” dedi. Çayımdan bir yudum alırken Zeyd poğaçadan bir dilim aldı ve gülümseyerek beğendiğini gösterdi.

“O zaman haksızdım ama seninle ilk konuştuğumuzda.”

“Evet öyleydiniz hanımefendi.” şaşırarak ona baktım. Zeyd de aynı tepki vererek devam etti: “Bana evi ikiye böleceğimizi şahsi bir hayat süreceğimizi söylemiştin.” Güldüm.

“Pes etmen için üzerine geliyordum.”

“Ciddi olduğunu düşünmüştüm.”

“Ciddiydim.”

“Ne?”

“Evet, o an yapmaya niyetliydim de, o ilk gece yüzümden peçemi çıkararak seni görmek benim hakkım deseydin yapacaktım ya da senden boşanacaktım.” Zeyd dirseğini masaya dayayarak öne doğru eğildi ardından sırıttı.

“Benden ayrı kalamazdın.”

“Kalırdım.” Zeyd ciddileşti ve çenesini kastı.

“Peki, ne dersin ayıralım mı evi, her şeyi. Bakalım kalacak mısın?”

Beklemediğim bu teklifin üzerine neden böyle saçma bir şey yapalım diye cevap verecektim ki sustum. O zaman ona bu maddeyi söylerken ki ruh halini düşündüm böyle mi hissetmişti? Beni ta o anda sevdiğini söylerken ondan bağımsız olmak istememi böyle mi karşılamıştı yani? Bende onun gibi masaya dirseğimi dayayarak ona doğru eğildim:

“Hayır. İstemiyorum.” hemen ardından rahat bir nefes alıp geriye yaslandı:

“İnat edip kabul edeceksin diye bir an korktum.”

“Beni mi sınadın?”

“Empati bu, nasıl hissettiğimi anlaman içindi.” Ona olan bakışlarımın arasından masanın üzerinden uzanarak yüzümü avuçladı ve beni öptü durumu düzeltmek için: “Canımiçi… Ben senden ayrı kalamam.” derin bir nefesle ile birlikte çayımdan bir yudum daha aldım.

“Evet, artık bende.”

. . .

Akşama doğru yeni ders programını almak için vakıftan Medreseye gittim. Akşam yemeği vaktiydi ve ortalık sakindi. Muaz’ın bulunduğu ana binanın ikinci katında ki odasının kapısını çaldığımda onu epey meşgul ve yorgun bir halde buldum. Kapıda bir süre onu izledim, bana babamı anımsattı. Gece geç vakitlerde onu zorla eve götürmek için yanına geldiğim o zamanları... Gariptir ki öz oğlu olmadığı halde babama Yuşa’dan daha çok benziyordu Muaz. Demek birine huyundan ve edebinden vermek kan bağından daha önemliydi bunu Muaz’ı her gördüğümde anlıyordum.

“Evet, bende bazen öyle hissediyorum.” Başını kaldırıp bana baktı gülümseyerek. Soran bakışlarıma karşılık açıklama yaptı: “O kapıdan girince şu sandalyede oturmuş babam geliyor gözümün önüne, senin gibi bir aç saniye kapıda kalakalıyorum bende.”

“Onu özlüyorum,”

“Bende.”

Kısa bir nefes alarak gidip karşısında ki sandalyeye oturdum. Bakışlarım duvar yerine odayı boydan boya kaplayan ahşap oyma dolaplarda gezindi. Eski avizede durdu. Lambalarının toz alma zamanının geldiğini fark ettim. Muaz titiz bir adamdı, bunu aksattığına göre işi başından aşkındı demek bu zamanlar. Çehresi gölgeliydi ve avurtları da çökmüştü. Çok az uyuduğu ve sürekli hareket halinde olduğunu biliyordum. Yoruluyordu bu aralar ama az bir süre kalmıştı, yeni dönem öğrencileri hafta sonu yerleşince ve programlar tamamıyla düzelince iş yükü biraz hafifleyecekti.

“Biraz dinlen, yığılıp kalacak gibisin?” Esmer çehresi bana döndü ardından saatini kontrol edip gözünde ki ince çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Ardından hemen masada ki dağınıklığı toplamaya başladı:

“Saatin nasıl geçtiğini anlamamışım. Bugünde geç kalırsam karımı kızdıracağım.”

“Kızmakta haklı, karının sofrada yemeğini soğutma.” birden bana bakıp ciddileşti:

“Bak Gazel baştan anlaşalım, asla geç kalmayacaksın ve dersleri kaçırmayacaksın. Geçen yıl seni ikinci dönem kovduğumu sakın aklından çıkarma.” ona gözlerimi kısarak baktım.

“Sana açıklama yaptım ama vakıfta-“ elini kaldırıp beni susturdu:

“Çok dinledim seni. Burada hiçbir şey benim öğrencilerimden daha önemli değil, bizim işimiz insan yetiştirmek ve gerekli disiplin olmazsa diğer okullardan hiçbir farkımız kalamayacak. Vakıftaki çalışma saatlerinden ayrı bir plan hazırladım, rica ediyorum düzene uy.” elinde ki diğer kağıdı da uzattı: “Bu da Zeyd’in ona da uyarılarımı görünce yapacağım.” Zeyd ile programlarımız neredeyse ortaktı ikimize de akşam dersleri verilmişti bu yüzden memnun oldum. Muaz ayaklanınca bende kalktım oturduğum yerden:

“Bu arada,” dedi kapıdan çıkmadan önce açık kapıdan koridora baktı: “Mektubun var.”

“Yuşa mı?”

“Evet. Onu da uyar, bir daha Camiimizi böyle gizli saklı işler için kullanmasını istemiyorum. Bir kaçağın seninle böyle iletişime geçmesi medreseyi, dergâhı ve vakfı sıkıntıya sokar. Allah muhafaza böyle bir şey duyulsa yine kayıp verebiliriz.” kaşlarımı çattım ve Betül’ün vakıfta benimle paylaştığı üzüntüsünü ona sordum:

“Betül müzayede de sizin Halil Necip ile tartıştığınızı söyledi. Az daha adama vuracakmışsın.” Yüzünü öfkeli bir ifade aldı.

“Orada diğer hocalar olmasaydı yapacaktım da.”

“Muaz, bunu yapamazsın.”

“Vakfa, medreseye, dergâha bir söz söylemeye cesareti olmadığından bizi Yuşa ile vurmaya devam ederse, eninde sonunda yumruğumu suratında görecek. Bir müdür, başkan yardımcısı olarak bunu yapamam evet ama bir kardeş ve ağabey olarak bunu yaparım. Kimse aileme kötü söz söyleyemez Gazel.”

Sessiz kaldım. Onu durduramayacağımı da biliyordum. Muaz biri medreseye hakaret etse onu sözleriyle ve zekâsı ile alt edebilecek bir adamdı. Laftan çok söyleyen kişiye dikkat eden bir adamdı da, sabretmesini fevri davranmamasını bilirdi ve asla şiddete başvurmazdı ama konu ailesi olunca bu sağduyusunu kaybedebiliyordu. Bu yüzden onu ailemizi hedef alıp saldıran insanların olduğu ortamlardan ve toplantılardan uzak tutmalıydık.

“Betül üzgündü. Onu rahatlatacak bir şeyler yap.”

“Merak ete, aklımda var bir şeyler.”

Koridoru geçip avluya çıktık beraber. Büyük kapıya doğru yürürken Muaz beni kapıya kadar geçirmek için benimle yürümeye başladı. Mutfaktan yükselen uğultu tüm avluyu sarmıştı, akşam yemeği için toplanmış öğrencileri gördüm. Açık cam ve kapıdan Muaz’ın geçtiğini gören tüm öğrenciler kalkıp ellerini kalplerine götürerek Muaz’ı selamladılar Muaz’da aynı şekilde karşılık verdi. Öğrenciler yalnızdı.

“Hocaları göremedim.”

“Evren Hoca hepsini muhabbete toplamış, inşallah yetişebilirsem bende gideceğim. Zeyd gelmiyor mu?”

“O da mı davetli?”

“Evet,” Avlunun büyük kapısının önünde durduk, Muaz önce etrafı kolaçan etti gizli bir şey söylemeye hazırlanır gibi sonra bana doğru fısıldadı: “Bir de Gazel, şu girdiğiniz yol nasıl? Sonu görünüyor mu?” Şaşırarak Muaz’a baktım Zeyd ile mi konuşmuştu yoksa? Bakışlarımdan anlamış olacak ki zihnimde ki soruyu hemen cevap verdi: “Bir şey bildiğimden sormuyorum sadece tahmin ediyorum.”

“Aslına bakarsan emin değilim. Bu yolun bir sonu var mı onu bile bilmiyorum.”

“Benim Bursa da eğitim aldığım sene İlahiyat okuyan Süryani bir arkadaşım vardı hatırlıyor musun?”

“Zahir mi?”

“Evet. Şuan Merkez Üniversitesinde öğretim üyeliği yapıyor. Müzayede için gelmişti orada karşılaştık ve bana garip bir şey söyledi.”

“Ne söyledi?”

“Yeraltında ki Ruhani Kaideler adı altında bir çalışma yapıyormuş. Yani ölüm, günah ve inançlar ile ilgili. İlginç bir bilgi olup olmadığını sordum. Biraz bahsetti, sonra araştırmaları sırasında eskiden ibadethane olarak kullanılan bir mabede gittiğini ve orayı koruyan bir aile olduğundan bahsetti.”

“Eee?”

“Kendi soydaşlarım dedi konuşurken. Süryani bir aile galiba... Sonra mabedin asla yıkılamayacağını eğer bu istenirse de yıkım için bir insanın seçildiğini söyledi. Eğer o seçilen, mabedi yıkmak istese de buna engel olacak bir infazcının da seçildiğini, mabedi yıkmak istiyorsa önce infazcıyı öldürmesi gerektiğini söyledi aksi halde o infazcı tüm mabedi koruyanları ve o seçilen kişiyi öldürecekmiş.” içim ürperdi tanıdık senaryoyu dinlerken. Yutkundum ve Muaz’a endişemi belli etmemek için bakışlarımı eğdim ve alaya aldım:

“Bu ne saçmalık?”

“Hem de fazlasıyla ama seni ilgilendiren kısmı şurası. Mabedi koruyan aile kendisi gibi birkaç ailenin daha olduğunu ama onların yanlış bir görevde bulunduğunu ve o ailelere düşmanlık beslediklerinden bahsetmiş.”

“Başka aileler mi?”

“Evet. Toplam üç aile varmış. Zahir’in bahsettiği aile Aramiler, Mirzadeler ve Hassaniler. Aramiler gibi diğer ailelerin hizmet ettiği şey bir Mabet değil. Mesela Mirzadeler devlete çalışıyor ve devlete hizmet ediyorlarmış. Ama Hassanilerin hizmet ettiği bir aile, o da Bahremoğulları.”

“Talha’nın ailesi mi?”

“Evet. Yani eğer Talha’yı koruyorlarsa bu da bunun altında daha derin sırlar olduğunu söylemez mi? Belki gerçekten de mafya bunlar.”

“Mafya değilmiş.”

“Peki o halde belki de mafyanın kendisinden koruyorlardır Talha’yı.”

Buna bir cevap vermedim bir süre düşündüm ve parçaları oturttum. Aramiler mabetlerini yıkma düzeni bizim masanın düzeni ile aynıydı o halde muaz’ın anlattıklarında doğruluk payı vardı. O da tıpkı Nefise’nin söylediğini söylemişti ‘eğer Barut’u öldürmezseniz o sizi öldürür’ Muaz’ın bilmediği ve Hassanilerin koruduğu şey masaydı. Onlar bir düzeni koruyorlardı demek ki. O halde masayı dağıtmak için tek ihtiyacımız olan Hassanilerden biri ile konuşmak. Tabi gönülden bağlı oldukları ve inandıkları masayı dağıtmamıza neden müsaade etsinlerdi ki? Aklıma başka bir şey daha geldi eğer bu masayı dağıtacaksak bize gereken şeyi Hassanilerin lideri söyleyecekti. Ama liderleri kimdi? Muaz başka bir şey daha söyleyecekti ki Serçe belirdi kapının önünde:

“Gazel abla, Zeyd abi seni bekliyor önemliymiş.” Muaz’a döndüm:

“Bilgilendirdiğin için teşekkür ederim.”

“Önemli değil sadece bunu bilmen gerektiğini düşündüm. Talha da ki o karanlık yan konusunda haklıymışsın ama babam da bunu biliyordu ve galiba Talha’yı severdi de. Bu da onun kötü biri olmadığını anlamak için yetmişti bana.”

“Bana da. Artık gideyim. Allahaısmarladık.”

“Eyvallah. Bu arada eğer yardıma ihtiyacınız olursa seve seve yardım ederim.”

“Biliyorum, iyi ki varsın kardeşim.”

“Sende çok şükür…”

Aklımda ki soru yumağı ile geçtim büyük kapıyı. Düşünceler zihnimde dönüp duruyordu. En başından beri asıl kilit noktası burnumuzun dibinde miydi yani? Talha’nın bundan nasıl haberi olmazdı peki? Ya da gerçekten bilmiyordu. Babasını kaybedeli uzun bir zaman olmamıştı. Şuan kendisi ve karısı ülkenin en zengin iki insanıydılar arkalarında neredeyse yarım bir ordu vardı ama dağıtmak istediği masasının kilit noktasını bilmiyor muydu? Ya da Zeyd’den mi saklıyordu? Bu düşünceyi zihnimden sildim. Zeyd’e olan sadakatini görmüştüm ondan bir şey saklamazdı. Ve Zeyd ona mutlak bir güven besliyordu, öyleyse bende ona güvenmeliydim. Büyük duvarı aşıp sağa döndüğüm vakit büronun önünde art arada on aracı sıralanmış gördüm. Lüks ve özenliydiler. Talha’nın evimizin salonuna sığabilecek kocaman zırhlı aracı ise ortadaydı. Mafya değilmiş mi? Adam ordusu ile gezerken şu halde kim bana inanırdı ki? Hızlı adımlarla alçak kapıya yaklaştığımda arabaların başlarında bekleyen bedenler bana döndü ve beni delici bakışları ile süzdüler. Rahatsız olmuş bir halde içeri girdim. Aynı kalabalık beklemek salonunda da vardı. İyice canım sıkılmaya başladı. Serçe masasındaydı yanına yaklaştığımda bakışları ile etrafı gösterdi:

“Talha abinin minik bir ordusu var galiba.” dedi etkilenmiş ve bu gördüklerinden sonra ona olan saygısını ikiye katladığını belli eden bir sesle.

“Bir de bu görünen yüzü.”

Onu geride bırakıp toplantı odasının kapısını çaldım ve kapıyı açtım. Dışarıdakilerin minik bir kopyası da içerideydi. Toplam kaç kişi vardı? On mu on iki mi? Korkak bakışlarım ile Zeyd’i seçebildiğimde rahat bir nefes aldım ve o ayağa kalkarken yanına yaklaştım. Bir sandalye çekip beni oturttu.

“Hoş geldin canım, kalabalık için kusura bakma. Talha yeni gerekli önlemler almış sadece.”

“Daha çok ordusunu toplayıp savaşa hazırlanıyor gibi.” dediğimde yüzlerde gülümsemeler oluştu. Daha önceden de Talha’nın yanında gördüğüm ikizlerden biri sesli bir kahkaha koy verince onu ayıplayan bakışlara aldırmadı. Talha geriye yaslandı:

“Bir nevi savaş sayılır bu da. Mezarlıkta ki o kurşun bedenimizde ölümcül bir yara açsın istemiyorsak buna mecburuz…” sonra eli ile yabancı yüzleri gösterdi: “Gazel seni ailemle tanıştırayım.”

“Hepiniz kardeş misiniz?” diye sorduğumda yine gülüşmeler oluştu. Zeyd açıkladı:

“Kan bağı yok ama hepsi kardeşimiz…” Eli ile ikizleri gösterdi: “Tuğra ve Buğra, gördüğün gibi ikiz kardeşler. Yavuz’u tanıyorsun. Cafer, Ebrar, Affan, Zübeyr, Ali.” dedi tanımadığım kişileri sayarken. Geride kalanlarda Zeyd, Mirza, Can ve Talha idi. Anladığımı belirterek ve memnun olduğumu göstererek bana baş selamı veren yabancı yüzlere gülümsedim. Zeyd devam etti: “Şu beşi kardeş, onlar Hassaniler. Aziz Hassani’nin çocukları.”

Daha az önce Muaz’ın avluda bahsettiği ailenin üyelerini şuan karşımda görünce bir an şaşaırdım. Bakışlarım onlarda gezindi Zeyd’in Affan diye tanıttığı adam hariç diğer beş kişi birbirine çok benziyordu. İçlerinde ki tek kız olan Ebrar oldukça uzun siyah saçlarını arkadan örmüştü ve esmer yüzünü oldukça güzel gösteren siyah büyük gözleri ona güzellikten çok asalet katıyordu. Tabi bu asalet giydiği siyah takım elbisenin ceketinin altında ki ucu görünün silah ile pek de alakalı durmuyordu. Her an tetikte bekleyen hali yanında bekleyen Affan ile ortaktı. Onun dışında hiç benzerliği yoktu. Affan uzun boylu sarışındı ve hazır ol da beklerken bakışlarını yerden dahi kaldırmıyordu. Hemen yanında duran Zübeyr yanında en küçükleri olduğu belli olan belki yirmisinde yahut yirmi birinde olan Ali vardı biri daha toy diğer ise sağlam yapılıydı. En büyükleri olarak tahmin ettiğim Cafer en güleç olanlarıydı ama bu güleç yüzü bilgi ve zekâ doluydu. Onun da üstünde takım elbise vardı ve diğerleri ayakta beklerken tek oturan da kendisiydi. Diğer kardeşlerine göre daha açık tenliydi ve babayiğit yanı onu hem diğerlerinden ayırıyor hem de daha ağırbaşlı gösteriyordu. Zeyd bu defa beni tanıttı:

“Bu da eşim Gazel.” Sadece bir baş selamı saygılarını sunmasına yetti. Ardından aklımda Muaz’ın söyledikleri dönüp dururken Talha söze girdi:

“Bu gördüğün insanlar benim ailem. Cafer, aslen Finans ve Yatırım Uzmanı ve bizim şirkette Genel Müdür. Ali Planlama, Buğra-Tuğra Halk ve İlişkiler, Yavuz Dağıtım ve Pazarlama, Affan ve Ebrar ise güvenlikten sorumlular. Son olarak da Zübeyr benim yakın korumam.” Konumları gerçek miydi yoksa Talha en az korkutucu olanını mı söylüyordu? Bence ikinci seçenekti.

“Peki, bugün tanışmamızın asıl sebebi nedir?” Zeyd cevap verdi:

“Olaylar malum, bir tetikçi etrafta kol geziniyor o yüzden Talha bize güvenlik için birkaç adam bırakmak istiyor.” alayla sordum:

“Birkaç mı? Dışarıda minik bir ordu var.”

“Sadece tedbir.”

“Bakın anlıyorum ama ben ne medresenin ne de vakfın etrafında bir koruma ordusu istemiyorum. Kimse istemez. Biz sıradan bir işletme değiliz ki. Medrese de birçok öğrenci var, o kadar gelip giden onca insan çalışan. Allah rızası için iş yapan bir çatının altında takım elbiseli kırk adamın gezinmesi ne kadar samimi durur? İnsanları korkutmak ya da gözleri üzerimize çekmek istemiyorum. Hem bizim çalıştığımız hali hazırda bir güvenlik ekibimiz var.”

“Üçüncü sınıf sıradan silah ve belirli seviye kendi koruma becerileri olan bir grup mu güvenliğinizi sağlıyor?” diyen Affan’dı bakışlarım ona kaydı ama o hala yere bakıyordu. Diğerleri o bizim güvenlik seviyemizi eleştirirken bıyık altından güldüler Zeyd bile. Affan’ın da ve yanında duran Ebrar’ın da sıradan güvenlik ekibi olduğunu hiç sanmıyordum ikisinin de duruşlarında askeri bir nizam vardı. Bende güldüm ve Affan’a cevap verdim:

“Şimdiye dek kimse değil canımıza kastetmek hırsızlık için bile olsa kapımızdan içeri adım atmadı. Herkes aynı semanın altında iken ve canlarımız bize emanet iken kendimizi kimden, neden korumalıydık ki?” Zübeyr cevap verdi:

“Şartlar değişti Gazel Hanım. Eşiniz Zeyd de dahil şu kapıdan çıktığınız an bir kurşun yeme ihtimaliniz bir hafta içinde sıfırdan %51’e çıktı ve bu da oldukça yüksek bir ihtimal.” o Talha’nın mı korumasıydı?

“Peki Talha’nın bir kurşun yeme ihtimali kaç?”

“%83 tabi Bahadır önceden bir buçuk kilometreyi güvenli alan haline getirirse bu ihtimal %68’e düşer.”

“%63 kurşun yemez mi demek oluyor?”

“Hayır, kurşun yer ama ölmez demek oluyor.”

Dehşet içinde ölüm hesaplarını dinlerken zihnim bunların ciddiyetini kavrayabiliyordu ve oldukça da iyi anlıyordum. Bakışlarımı yere sabitledim gittikçe daha çok sıkılan içime biraz ferahlık aradım. Yaklaşık bir haftadır kimseden ses seda yoktu ya da Zeyd benden kötü haberleri saklıyordu. Çünkü Talha bugün kapımıza bir ordu ile geldiyse bunun için ciddi gerekçeleri olmalıydı. Köşede sessizce bekleyen Ali konuştu:

“Gazel Hanım dilerseniz şöyle yapalım, biz sizin güvenlik ekibinizi yeniden oluşturalım. İlk iş Vakıf kapıda üç kişi gördüm onun sayısını iki katına çıkaralım ve sivil olarak sizin basit işlerinizi görsünler, böylece dikkat de çekmezler ve etrafınızda ki insanlar da rahatsız olmaz. Medrese oldukça büyük; içeriye beş, avluya dört, kapıya da iki kişi koysak dikkat çekmez, hatta öğrencilerden ayırt bile edemezsiniz. Evlerin bulunduğu sonra ki avlu için içe ve dışarıya iki kişi koyarsak ki yine tebdil-i kıyafet olacak daha iyi olur son olarak da dergâh… Camiinin avlusuna üç içeriye imamın ve sorumlu Şeyhin yanına da üç kişi verebiliriz. Böylece toplam minimum yirmi beş kişi ile anlaşabiliriz ki emin olun bu minimumumun altında bir sayı ama endişe etmeyin tabi ki hepsi de eğitimli adamlar olacak.” yüzünde ki sabit ve soğuk ifade onu gözümde daha genç gösterdi.

“Kaç yaşındasın?”

“Yirmi iki.”

“Senin yaşında ki bir genç üniversitede ders çalışıyor olmalıyken sen burada bir orduyu dağıtma planı yapıyorsun öyle mi?” güldü:

“Okuduğum üniversitede işime yarayan tek bir şey öğrendim, o da Agatha Christie’nin bir sözü; “Usta bir katil her zaman basit bir plan yapar.” Çok işime yaradı. İnanın şuan bulunduğum bu ortam iki üniversite mezuniyetine bedel ve emin olun ben işimi iyi yaparım.”bu defa gülen ben oldum. Bu insanlar ne vakıf yönetilir ama… küçük düşünceme güldüm içimden ve kendimi alaya aldım, değil vakıf bıraksan bunlar ülke yönetir. Derin bir nefes aldım Zeyd sordu:

“Ne diyorsun?”

“Etrafta ki insanların güvenliği her şeyden daha mühim, kabul etmeme gibi lüksüm yok galiba.” Talha:

“Tabi özellikle ikinizin güvenliği önemli bu yüzden bir süre, Affan Zeyd’e ve Ebrar ise sana eşlik edecek Gazel.”

“Ne, hayır bunu kabul edemem.” Can sırıtarak Ali ve Tuğra’ya baktı:

“Ben kazandım,” Tuğra öne doğru bir adım attı ve bana bakarak heyecanla konuştu:

“Ne demek kabul edemem abla, yani Gazel Hanım. Ebrar demek on kişilik bir askeri bölük demek. Hemen hayır demeden evvel bir daha düşünün.” Can kahkaha atarken Ali, Tuğra’yı kolundan tutarak yerine çekti ve onları utandırmaması gerektiğini fısıldadı. Kaşlarım çatık Zeyd’e döndüm:

“Bunlar benim üzerimden bahse mi tutuştu?” Mirza alaya alarak cevap verdi soruma:

“Can, kabul etmezsen şu ikisinden binlik alacak.” kınayarak onlara üçüne baktım:

“Bin lira için mi bu nahoş bahis.” Ali sırıtarak cevap verdi.

“Bin Euro.” Ona bakakaldım birkaç saniye ve sinirle güldüm.

“Tamam bakın beyler, ben sırf beni koruyacak olsa bile kendi canını benim canımın önüne koyacak birini istemiyorum. Benim yüzümden başına bir hal gelirse kendimi affedemem.” Ebrar gülümsedi:

“Merak etmeyin Gazel Hanım, ben kendimi de korurum.”

“Ama ben sonrasında kendimi affedemeyecek bir durumun ortasında bulmak istemiyorum.”

“Zaten amacımda sizi böyle bir durumdan uzak tutmak olacak.” diyecek bir şey bulamadım. Zorlayacak mıydı ya da kabul etmesem bile o bu emri yerine getirecek miydi?

“Sanırım evet demem gerekmeyecek.”

Zeyd’in bakışlarından başka seçeneğim olmadığını gördüm. Onaylamam üzerine Can bana hayretler içinde baktı ardından cebinden giden on bin lira yüzünü öfkeye bürüdü ve Tuğra ona bakarak bir zafer sırıtışı gönderip Ali ile yumruk tokuşturdu. O sırada karşımda oturan Cafer Hassani geldiğinden bu yana ilk kez konuştu:

“Şimdi gelelim asıl meseleye.” önünde ki dosyalardan birini Talha’nın diğerini Zeyd’in önüne koydu: “Dosyalarda gerekli döviz ve borsa bilgileri var. Uzun vadeli olanlar benim tercih ettiklerim işaretlenmiş olanlar. Onun raporunu daha önce size gönderdim. Yeni bir marka için öncelikle tüm varlığımızın %80’ni gidecek, bu yeterli bir meblağ. Sonra ki sayfa da Yavuz’un seçtiği yatırım alanları var. Başına çiçek konulanlar şimdiden hazır -çiçekleri kızım yapıştırdı da bu beraber çalışıyoruz neyse- o firmalar bize hızlı bir artışın yanında bir yılda %200 kar sağlayacaktır. Ama uzun dönem sözleşmeler olmayacak bunlara dikkat edelim. Hepsi kısa dönem ama sağlam temeller atalım ve ne isterlerse onaylayalım. Sonra nasılsa kendileri geri dönüş yapacaklardır ve o zaman uzun dönem sözleşmeleri yapabiliriz o zamanda ne verdiysek misliyle alabiliriz. Elimizdekilere gelecek olursak Doğudan başlarsak daha iyi, biraz güvenlik açığı var ama bunu da bizden iyi yapan yok ayrıca biraz korkuda işe yarar. Başlangıç için günlük sevkiyat planını Ali uzun ve ayrıntılı bir şekilde raporlamış ama uzun bir süreyi kaplıyor bu eğer birazcık daha akıllı olursa bunu beş gün geriye çekebiliriz.” Ali kendini savunmaya geçti:

“Zaten on gün, beş gün geriye çekersek sınırı dahi geçemeyeceğiz. Uçamayacağımıza göre bırakalım da saat başı yüz lira gitsin.” Cafer ona baktı.

“O yüz lira için bu koltukta sen değil ben oturuyorum şuan. Yirmi dört çarpı yüz iki bin dört yüz günlük zarar ve o uçamayacağın beş günde on iki bin lira eder. Bu da bir ay için on sevkiyattan yüz yirmi bin para eder. Yıllık bir milyon dört yüz kırk bin ciro. Yani senin Can ile yüz kırk dört kez bahse girmen demek ki o da kalan ömründe gireceğin en fazla üç bahisten bile kazanamayacağın bir tutar.” Zeyd araya girdi:

“Beyler, Lütfen.” Talha Cafer’i gülerek Zeyd’e takdim etti:

“İşte bu yüzden babam bir imparatorluk kurdu adam bizim paramızı bizden iyi düşünüyor.”

“Ne yapıyorsunuz siz şuan?” diye sorduğumda ne ara arkama geçtiğin bilmediğim Ebrar’ın cevabını başucumda duyduğumda korkuyla irkildim.

“Yeni kurulacak şirket için imzalar atılacak onun son taslağını inceliyorlar.” Ebrar korktuğumu görünce gülümsedi. Hemen yanında Zeyd’in ardında ise Affan duruyordu. Galiba bu da iş ahlaklarıydı daima korudukları insanın ardında durmaları… Zeyd’e döndüm, oda sormadan açıkladı:

“Sana bahsetmiştim ya; yaklaşık bir ay sonra Talha’nın şirketinde ki hisse fiyatları düşecek bizde buna engel olmak için önceden paravan bir şirket kurmalıyız ki düşen hisseleri tutabilelim. Ayrıca şirket dağılacağı için istemeden de çemberin dışına itilecek olan iyileri de toplamamız gerek.”

“Senin ortak olacağını bilmiyordum.”

“Geleceğe yatırım olarak düşündüm. Sadece dağıtım ve pazarlama işi, üretime karışmayacağım. Hem Talha iyi bir ortak eminim sadece adı ile bile kar etmemizi sağlar.” Bu defa Talha’ya baktım.

“Şirketin iflas mı edecek?”

“Bunu isteyerek bile olsa yapamam. Çünkü Şirket batmamak için yakama yapışmış durumda. Sadece bir temizlik işine girmemiz gerek ve kocanı zengin biri yapacağım.” Güldüm:

“Şirket Feza’ya kalmamış mıydı? Patron o sanıyordum.” Talha’nın gülümseyen yüzü soldu ve zoraki bir tebessüme dönüştü. Önünde ki kâğıtlara baktı: “Evet, patron o.”

Anladığım şu ki Talha bu mafya kimlikli şirketi tamamıyla yasal bir hale getirmeye uğraşıyordu ve bunu da Feza için yapıyordu. Kardeşinin durumunu merak ettim. Zeyd iyileşme aşamasında olduğundan bahsetmişti ve Amerika da Feza’nın ailesinin ona baktığını. Talha’yı terk etmiş bile olsa hala Leyla’ya kendi kardeşi gibi bakmasını onun ne kadar vefakâr olduğunu gösteriyordu. Ama şimdi Talha’ın da onun bu davranışına karşılık vermek için çabaladığını görüyordum. Adını duyması ile gözlerinde o duyguyu dışa vurması ise ne kadar hileli bir iş çevirip Feza’yı kendinden uzaklaştırmışsa da onu çok özlediğini gösteriyordu.

Uzun bir süre artıları eksikleri konuştular. Onlar konuşurken ben sadece dinliyordum ve anladığım şuydu eğer işler dedikleri gibi giderse ki oldukça emin görünüyorlar işe çoktan olmuş bitmişte para önlerinde duruyor gibi konuşuyorlardı, yaklaşık bir yıl için çok yüklü bir meblağ kazanacaklardı. Zeyd bu işte oldukça ciddi görünüyordu ve hevesli olduğunu görmek beni memnun etmişti. Talha’ya güveniyordu bu yüzden de tasasız bir şekilde işe girmeye kararlıydı. Tekrardan Cafer’in uzun soluklu para transfer işlemleri ile ilgili bir söylevinden sonra ki miktarlar dudak uçuklatıyordu Talha’nın telefonu çaldı arayan Berzah’tı.

“İş oldu beyler, milyar dolarlık bir anlaşmadan ziyade bu kadar büyük bir firma ile çalışmak yükselme hızını arttıracak.” Talha yumruğunu masaya vurdu:

“Koçum benim be. Halledeceğini biliyordum.” Tuğra ahizeye seslendi:

“Berzah abi eminim sadece yüzünü göstermiş ve en karizma sesinle ‘I would be honored to work with you’ demişsindir.” Berzah’tan cansız bir gülüş geldi. Keyfi yerinde değildi. Zeyd de bunu fark edince başını eğdi, Talha ile bakıştılar.

“Sadece böyle bir cümleye iş bağlanıyor mu oralarda.” diye saf saf sorunca Mirza, Buğra ciddiyetle cevap verdi:

“Yok abi, şirketin CEO’su kadın ya ondan bu boşboğazlık yapıyor.” Zeyd bu defa hal hatıra geçti:

“Sende durumlar nasıl?”

“Ara sıcak, Erkan’ı hallettiniz mi?”

“Evet, konuştuğumuz gibi.” Talha devam etti:

“Adamlarını toplamış Asude ile görüştük iki gün önce. Büyük ihtimal yemi yuttu senin ki?”

“Güzel, show başlasın o zaman.” yine soğuk ve sessiz ses tonu duyulunca ahizenin diğer ucundan Talha bu defa ciddileşti:

“Aptalca bir şey yapma ve sakın adamı öldürmeye kalkma.” soğuk bir gülme ile karşılık verdi Berzah. Zeyd ve Talha tekrar bakıştılar. Ardından Zeyd önünde ki kâğıda bir şey karalayarak Talha’ya gösterdi. Kâğıtta tek bir isim yazıyordu; Hare. Talha mesajı anlayınca Berzah’ın aklını başına getirmek için Hare’den bahsetti.

“Hicaz abi, Hare’yi Katar’a götürecek.”

“Ne? Ne zaman?” ses tonu canlandı ve oradan dahi endişesini bize taşıdı.

“Bilmiyorum gitmekten söz etti.”

“Hasta mı yoksa?” Zeyd dahil oldu bu defa.

“Hayır, korumalardan biri iyi olduğunu söyledi.”

“Bu hafta ziyaretine gidebilir misin?”

“Yine kabul etmeyecektir.” dedi Zeyd ve haklıydı. Hare Zeyd ve Talha ile görüşmeyi reddediyordu çünkü ondan Berzah’ı sakladıklarını biliyordu. Zeyd birkaç kez onunla görüşmek istemişti ama hepsinde de geri çevrilmişti. Berzah bunu bildiğinden üsteledi yeniden.

“O halde kabul etmesini sağlayın. Mutlaka uğrayın biriniz.””

“Peki.”

Telefon kapandığında Zeyd gülümsüyordu ona olan bakışlarımı görünce omuzlarını silkti. Hare’den bahsetmek ve Berzah’ın kafasını onunla meşgul edip zihnini dağıtmasına yardım etmek birini öldürmekten alıkoyacaktı onu öyle mi? Zeyd ve Talha’ya göre evet. Böylece toplantı bitti ve gitmeye niyetlendikleri zaman Cafer’e döndüm:

“Ailenin Reis’i sen misin?”

“Hayır, babam.” Talha çatık kaşları ile bana bakıp cevapladı:

“Cafer ikinci oğlu ailenin... Reis Aziz Bey.”

“O halde,” dedim Talha’ya dönerek: “Aziz bey bizim masayı ele geçirmek ve dağıtmak için neye ihtiyacımız olduğunu biliyor.” Herkesin şaşkın bakışları bana döndü, Talha başını eğerek ve ne demek istediğimi anlamayarak sordu:

“Bu da nereden çıktı?” Derin bir nefes aldım ve Muaz’ın bahsettiklerini onlara aktardım.

“Yani siz aslen Nuh Beyi koruyorsunuz bu da demek oluyor ki Nuh Beyin sahip olduklarını da koruyorsunuz yani Masa’yı. O halde koruduğu şeyin ne olduğunu, sırrını, özünü ve astarını bilmez mi insan?”karşımda ki çocuklarının durumdan haberleri olmadıkları açıktı. Babalarının her şeylerini bilmedikleri ortadaydı. Belli ki onlar sadece onlara verilen görevi yerine getiriyordu tıpkı asker gibi.

“Aziz bey biliyor olsa bile bana yardımı olmayacaktır.” Talha rahat bir tavırla ve onun bir şeyler sakladığına hiç de şaşırmayarak.

“Neden?”

“Çünkü babam gelenekselcidir.”dedi Cafer: “İnançlarıyla yaşar ve inancı bir şeyi korumayı gerektiriyorsa bunu ölümüne yapar.”

“Elbette yapar. Sen ve kardeşlerinde yaparsınız? Ama Nuh Bey öldü, değil mi? Hepiniz Talha’dan eminsiniz ve Talha kendini karanlık bir tünele atsa dahi peşinden gitmez misiniz?”

“Gideriz.”

“O halde baban neden gitmesin?” Talha Cafer’e döndü:

“Biz hala oturup konuşamadık. Sizin bildiğiniz bir şey var mı?”

“Hayır, babamı bilmez misin? Sual olmadan konuşmaz.”

“O halde sual edelim bu gece.” Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Zeyd ortaya konuştu:

“Nefise’den bir haber yok mu?” Yavuz derin bir nefes aldı:

“Galata da üç duvardan ikisinde ‘nefis dilencidir ve iyi toplar’ sloganları yazıyor. Orada olduğuna yemin edebilirim ama karşımıza çıkmıyor.”

“Demek ki seni beklemiyor.” yorumunu yapan Can’dı. Para kaybettiğinden morali bozuktu o yüzden tüm konuşmaları sadece dinlemişti. Bakışlarımız ona döndüğünde ardına yaslandı: “Kadın boş biri değil, tetikçinin karısı ve ilk tetikçinin gelini. Ben olsam her isteyenle görüşmezdim.” Onun ne demek istediğini anlayarak yorum yaptım:

“Kadınla mezarlıkta karşılaştık.” Zeyd’de cana katıldı:

“Bizim orada olduğumuzu bilse gelmezdi belki de.”

“Görüşmek için para teklif edelim dilenci değil mi hem?” diye öneri sunan Mirza’ydı. Talha cevap verdi ona:

“Yavuz’u görünce de talep edebilirdi ama etmedi.” Ali bana döndü:

“Siz gidin. Zaten altın bir bileklik vererek bir sonra ki buluşmanın ücretini de ödemiş oldunuz, ona saysın.” mantıklıydı bu yüzden bunu onayladı.

“Doğru. Tamam, ben yarın giderim.” Zeyd bana kaşlarını çatarak baktı ve işaret parmağı ile ben, Ebrar, Affan ve kendi arasında bir çember çizerek kelimeleri bastırdı:

“Gideriz. Hep beraber.”

. . .

Sabah namazından sonra Zeyd beklemeden çıktı evden. Tüm gün adliyede olacağından erken bir ön hazırlık yapmalı ve gidip bir tanığı evinden bizzat almalıydı. Onun gönderdikten sonra bende namazdan sonra uyumamış Medrese de ki ders programımı düzenlemiş, yeni hat baskılarını öğrenciler için hazırlamıştım. Sınıf listem otuz bir kişiydi ve dışarıdan da hat dersleri almak isteyen gruba açık olduğu için karma bir guruptu. Normalde hafta da iki gün ders verir, iki gruba ayırırdım sınıfı ama Zeyd güvenlik sebebi ile Muaz’dan rica etmiş hafta da bir gün tüm sınıf olarak hazırlatmıştı. Kalabalık olması biraz ders saatini uzatacaktı ama başka bir yol da yoktu. Kuşluk vaktine yakın yeni sunulan okul yapımı projesini inceledim ve seçenek olarak sunulmuş acil yerler listesine göz attım. Beş seçenek arasında bir karar veremedim ve bu inşaatları sıraya alsam bile beş yılda tamamlanırdı ancak. Bunun için yeni bir yardım kampanyası başlatmak daha mantıklıydı bunu vakıfta konuşmak üzere not aldım. Hemen ardından Köy okullarına yardıma giden gönüllü arkadaşların raporlarını inceledim sonrasında ise yıllık yurtdışına gönderilecek gönüller listesini açtım ki gülümsedim. İki yüz küsur kişi içinde sadece elli altı kişi gönderecektik anlaştığımız diğer kurumlar ile birlikte. Uzun listede tanıdık olanları sarı, doktorları kırımızı, gazetecileri yeşil, öğretmenleri mavi, mühendisleri pembe kalemle işaretledim. Önceliğimiz gideceğimiz bölge de hangisine ihtiyaç varsa o idi çünkü. Bunun içinde Zeynep ve Evren Hoca ile de bizzat konuşmam gerekirdi.

Kahvaltı niyetine bir parça ekmek alıp bir çay içerek çıktım evden kapıyı kilitleyerek arkamı döndüğü anda evin önünde bulunan kiraz ağacının hemen altında Ebrar’ı gördüm. Yine hazır oldaydı. Ayaklar omuz hizasında açık elleri arkasında kenetlemiş ve başı dik tam önüne bakıyor. Bugün saçlarını bağlamış ve üzerinde siyah bir kot ile siyah bir spor ceket, ayağında ise asker postalı vardı. Kesinlikle emin oldum ya askeri eğitimliydi ya da askerdi daha doğrusu şuan bulunduğu yeri göz önüne alırsak eskiden askerdi.

“Günaydın Gazel Hanım,” dedi tek düze bir ses ve yarım gülümseyiş ile.

“Günaydın, sen ne zamandır burada bekliyorsun?” saatini kontrol etti.

“Yaklaşık bir buçuk saattir efendim.”

“Neden içeri gelmedin?”

“Benim işim güvenlik efendim kapıda beklemeliyim.” onun bu robotik konuşmalarını hoş göremezdim bu yüzden baştan uyarmak en iyisiydi çünkü ben onun patronu değildim.

“Birincisi ben senin efendin değilim, o yüzden bana efendim gibi hitaplar kullanma. Sizli bizlide konuşma sadece Gazel de. İkincisi bir süreliğine beni koruyor olsan bile bunu yanımda bir arkadaşım olarak yapmanı isterim kapımda bir yabancı gibi durarak değil.”

“Ama efendim-“

“Beni anladın mı Ebrar?” bir süre kaşları çatık düşündü ardından:

“Anladım, Gazel.” dedi.

“Güzel. Şimdi rahat ol.” gülümseyerek duruşunu değiştirdi ve benimle Vakfa doğru yürümeye başladı. Birkaç saniye sessizce yanımda yol aldı. Bakışları etrafta geziniyordu. Hep böyle tetikte miydi yoksa sırf benim için mi böyle davranıyordu, anlamadım. Bu yüzden onu tanımak için konuşmanın daha iyi bir çözüm olduğuna karar verdim.

“Aziz Hassani’nin kızısın öyle mi?”

“Evet.”

“Kaç kardeşiniz?”

“Yedi.” Ben dördünü tanımıştım.

“Dün kimler eksikti?”

“Küçük abim Bahadır ve büyük ablam Nazar şuan Feza ve Leyla ile birlikte Amerika’da. Küçük ablam Amine evli ve Ankara’da yaşıyor.”

“Maşallah kalabalık bir ailen var.”

“Öyle, Allah eksiklerini vermesin.” sessizce bir amin çektim ve Zeyd’in beşi kardeş dediğini anımsadım.

“Affan peki.” bakışları değişti anında ve yüzünü bir gülümseme kapladı.

“O benim eşim.” şaşırarak ona baktım.

“Evli misiniz?”

“Evet.”

“Ne kadar süredir?”

“Altı yıl oldu.”

“Çocuğunuz var mı?”

“İki tane; biri kız diğer oğlan.” onu dünden bir asker olarak gözümde canlandırdığımdan şimdi mutlu mesut iki çocuklu bir anne olduğunu öğrenmem onun set ve soğuk yanını gözlerimden çekip aldı.

“Maşallah. Peki onlara kim bakıyor?”

“Annem ve ablam…”

“Ablandan önce mi evlendin?”

“Evet. Affan benim ikinci kuşaktan kuzenim sayılır. Soyadlarımız o yüzden aynı. Onunla ilk askeri okulda karşılaştık, o zaman on dokuz yaşındaydım. Bizim ailede erkeklerin hepsi ya Kara Harp Okuluna gider ya da yurtdışı askeri akademilerde okur. Kadınlar için bir zorunluluk yok ister diploma alsınlar ister almasınlar hepsi bir piyade tüfeğini eline aldığında hedefini vurmayı öğrenmek zorunda ki bu en basitidir. Ben kendi isteğimle gittim okula. Dört yıl sonra evlendik ve ben hamile kalınca askeri kariyeri bıraktım Affan ise Kara Kuvvetleri Komutanlığına subay olarak atandı. Nuh Bey vefat ettiğinde ise ailede ki diğer herkes gibi ait olduğu yere döndü.” kendi açısından romantik bir aşk hikayesi sayılırdı. Herkes romantizm sevmez bazıları aksiyon sever hem öyle değil mi?

“Çocukların isimleri neler?”

“Ecmel ve Amir.”

“Allah bağışlasın. İnşallah bir gün tanışırız.”

“Elbette.”

“Duruşundan falan askeri eğitim aldığın belli oluyor.”

“Aslında alışkanlık. İş gereği şirketin, depoların, sevkiyatların çoğunun güvenliğinin başında ben ve babam vardık. Babam daima askeri düzen ister o yüzden her şeyi plan ve programa ve özellikle bir disipline bağlı olarak yapar. Affan benden daha disiplinlidir bu konuda. Ben çoğu kez savsaklarım.” bu savsaklayan hali miydi? Onu birilerini döverken ya da elinde uzun namlulu bir silah ile hayal etmeye çalıştım aslında bir kadının çantasını taşıdığı gibi dururdu elinde emindim buna. O yüzden gülümsedim.

“Affan neden şimdi katıldı aranıza?”

“Nuh Beyin şirketinin ünü malum... Affan bunu onaylamadığı için orduda kalmayı Bahremoğullarına hizmet etmeye yeğledi. Bizim ailede bu bir nevi kaçıştır. Büyük ablamın eşinin aile de değil de devletin bakanlığında çalışması da bu yüzden.”

“Talha ve ailesi siz yanlarında oldukları için çok şanslı. Neden onlara bu kadar bağlısınız?”

“İyilik, vefa ve saygı… Bunlar bizim aile sloganımızdır ve bunun üçünü Bahremoğlulları bana, babama dedeme ve büyük dedeme fazlasıyla yaptılar.”

Anladığımı belirterek başımı salladım. Ebrar Hassani, bir korumadan çok daha fazlasıydı bunu şu kısacık sohbetimizde anladım. Ve aileden gelen bağları vefa kelimesini bir inanç olarak taşıması gerektiğini savunuyordu onun, onu da anlamıştım. Vakfın önünde onu dinlemek için durduğumu Akif bana seslenince fark ettim. Ebrar’ın bana bunları neden anlattığını da az çok tahmin ediyordum. Masayı dağıtacak bir Hakem olarak onlar tarafından kabul gördüğümün bir ispatıydı bu da. Az önce İyilik, saygı ve vefa derken bunlardan saygıyı çoktan işaretlemişti kafasında, bana olan hal ve davranışlarından bunu anlamıştım. Ona döndüm.

“Şimdi, sen benim korumam değilsin. Bu yüzden senden iki ricam var birincisi kendini benim için tehlikeye atmayacaksın. Beni değilse evde ki iki çocuğunu düşünerek yap bunu. İkincisi Etrafta dikkat çekmemeye çalış yani şu askeri disiplin tavrını dışarıda bırakırsan sevinirim. Beni anladın mı asker?” gülümsedi ve sahte bir asker selamı verip:

“Emredersiniz.” Dedi ama emindim ilkine uymayacaktı.

Öğle namazından sonra Ebrar’ı yemek salonunda diğer arkadaşlar ile tanıştırdım başlarda biraz soğuk dursa da yavaş yavaş o da ortama ayak uydurmaya başladı ve oldukça iyi anlaştılar. Garipsedikleri tek şey Ebrar’ın daima bir gölge gibi dibimden ayrılmamasıydı ki bende buna alışamayacak gibiydim.

Zeyd’i birkaç defa aradım gün içinde ama telefonunu açmadı öğleden sonraya kadar, ardından Talha’ya uğrayacağını Aziz Beyle konuşacağını söyleyen bir mesaj attı sadece. Ben bilgisayarda ki yeni proje metnini düzenlerken Özlem kapıyı çalıp içeri girdiğinde elinde bir elma vardı. Yanıma gelip masaya bıraktı kıpkırmızı elmayı.

“Bu sizin Gazel Hanım,” anlamayarak ona baktım ardından elmayı avucuma alıp güldüm.

“Kimden?”

“Bilmiyorum kapıda bir çocuk güvenliğe vermiş. Nefistir çeker diyerek.”

O anda Ebrar uzanıp elimdeki elmayı aldı ve kokladı. Sonra elmayı masaya koyarak yumruğunu vurunca çıkan sesle bende Özlem de irkildik. Parçalanan elmanın büyük kısmını alıp incelemeye başladı bu defa.

“Ne yapıyorsun?” diye sordum.

“Zehirli olabilir.” diye karşılık verince ona bakakaldık. Hemen sonrasında elmayı ısırınca ayağa kalkarak elinden aldım. Ben dehşete düşmüş ona bakarken çiğnediği lokmayı yuttu ve ardından bana rahat bir ifade ile baktı: “Zehirli değil.”

“Az önce yaptığın neydi? Ya dediğin gibi zehirli olsaydı.” diyerek ona kızdım ama o rahat bir tavırla cevap verdi.

“Bunu öğrenmenin en hızlı yolu denemek.” sinirle güldüm.

“Ölmek mi istiyorsun?”

“Hayır öyle bir niyetim yok.”

“Sana daha sabah benim için ölmemen gereken bir ikaz yapmıştım. Bunu ciddiye alsan iyi olur Ebrar aksi halde yanımda durmana müsaade etmeyeceğim. Bir daha bunu tekrarlama. Ayrıca bu zehirli bir elma değil bir davetiye. Nefise beni görmek istiyor olmalı.”

“Neden?”

“Bilmiyorum gidince öğreniriz. Çıkalım hemen.” Ebrar beni durdurdu:

“Tek başımıza mı? Reise ya da Zeyd’e haber vermeliyiz.”

“Yolda veririz.” diyerek çantamı aldım ve kapıdan çıkarken Zeyd’i aradım. Açmadı kısa bir mesaj yazdım. Hemen ardımda duran Ebrar’ın da Talha’yı arayarak haber verdiğini biliyordum. Tehlikeli olduğunu düşünmüyordum çünkü madem ben hakemdim o halde beni öldürmeyecekti Barut. Asıl sorun yanımdakileri öldürme ihtimalinin olmasıydı.

Arabayı Ebrar kullandı ve Yavuz’un bahsettiği Galata diplerine geldiğimizde ara sokaklardan birine park etti arabayı ve araç durduğu an Ebrar torpidoyu açıp fazladan bir şarjör çıkardığında ona baktım ama o omuzlarını silkti sadece. Sokakları gezmeye başlayarak Nefise’ye denk gelmeye çalıştığımız an içimden o silahı kullanmaması için dua ediyordum. Sokaklar kalabalıktı bu yüzden daha dikkatli bakınmaya başladım ama Nefise’yi burada bulamayacağımız aşikârdı bu yüzden daha da seyrelen sokaklara yöneldim ve sahile giden bir yokuşu inmeye başladım ki Yavuz’un bahsettiği duvar yazılarından birine denk geldim. İki sokak gezdim, bir üçüncüsüne girdim ama yoktu etrafta hiç kimse. Çiçek satan sahilde ki kadınlara sordum ama kimse tanımıyordu. Yorulmaya, umudumu yitirmeye başladığım sırada bir banka oturdum ve titreyen telefonumun ekranında Zeyd’in adını görünce hemen cevapladım.

“Canım, neredesin?” dedi bir solukta.

“Galata yakınlarda ama Nefise’den iz yok.”

“Bekle beni hemen geliyorum.”

“Olmaz belli ki benimle görüşmek istiyor izin ver görüşeyim. Hem Ebrar yanımda.”

“Barut’un etrafta olup olmadığını bilmeden nasıl gidersin?”

“Hakemi öldürmeyeceğini ikimizde biliyoruz.”

“Bu da belli değil. Nefise’nin sözüne güvenemeyiz. Geliyorum hemen tamam mı? Talha da yanımda...”

“Yapma Zeyd herkesi toplama.”

Telefon yüzüme kapandı. Derin bir nefes alarak telefonu çantama koydum ve Zeyd’i arayıp buraya gelmemesini, hemen geri döneceğimi söylemeyi kararlaştırdığım vakit bankın sağında bir karartının bana yaklaştığını gördüm; Nefise. Üzerinde aynı kıyafet vardı, saçları yine ensesinde topuzdu. Yüzünü aydınlıkta görünce aslında olduğundan daha genç göründüğünü anladım. Ayağa kalkıp onu bekledim. Gülümsedi ve yavaş adımlarla bana doğru geldi.

“Davetiyemi zehirli sanıp çöpe atmışsınız, yazık.” dedi onaylamayan bir sesle alaycı bakışları hemen bir iki adım geride duran Ebrar’a kaydı: “Hala hayattasın.” Ebrar da aynı bakışla karşılık verdi.

“Seni gördüğüme sevindim.” dediğimde Nefise bir kahkaha attı.

“Beni gördüğüne kimse sevinmez halbuki. Neden sevindin söyleyeyim mi? Çünkü bana soracakların var. O kocan olacak avukat bana güvenmiyor, hatta şimdi bir orduyla geliyor bile olabilir.” bu defa ben güldüm.

“Beni öldürmenden endişe ediyor.”

“Bunu niye yapayım? Bana bir zararın dokundu mu? Hayır mı? Barut yüzünden diyorsan biz ayrılalı yirmi dokuz seneyi geçti. Hele onun için değil birini öldürmek yanımda acı ile kıvransa kılımı kımıldatmam.”

Birkaç anlamsız şey mırıldandı eski kocasına beddua ettiğini anladım. Banka oturmak yerine gidip kaldırma oturdu ve elinde ki eski, tozlu, küçük hasır çantayı açtı. Bir çiçek çıkardı önce ve bana uzattı. Şaşırarak ilk kez gördüğüm turuncu çiçeğe baktım.

“Senin için, adı Acemborusu.”

“Teşekkür ederim.” dedim. Turuncu çiçeğe bakarken ardından bakışlarım ona kaydı şüpheyle. Bana çiçek verecek kadar ne güzellik yapmıştım ona? Geçen defa verdiğim altın bileklik için mi yoksa? Gidip yanına kaldırıma otururken, oralı değildi. Hasır çantadan birkaç çilek çıkardı ve yemeye başladı: “Seni mutlu etmiş olmalıyım ama nasıl?” bana yan bir bakış attı, haklıydım ama sorumu yanıtlamadı. Nefise çileklerini yedikten ve sessiz geçen birkaç dakikadan sonra ona baktım: “Neden böyle dilenci gibi yaşıyorsun?”

“Ben dilenciyim.” Gülümsedim ve ona doğru eğildim.

“Boynunda Cha marka bir fular var ve taklit olduğunu sanmıyorum. Üzerinde ki elbiseler biri Di, diğeri Arma marka… ayağında ki terlikler de farklı teklerden bir kombinasyon değil yaklaşık elli bin liralık bir markanın iki yıl önce ki kreasyonundan. Bir dilenci üzerinde iki yüz elli bin lira taşıyor öyle mi?“ Nefise bu defa keyifle güldü.

“İki yüz altmış üç bin lira.” dedi. Ben de güldüm.

“Madem kılık değiştirdin, pazardan giyinmeliydin.” eli ile onaylamayan bir hareket yaptı:

“Dilenci de olsam kıyafetimden ödün veremem. Hem pazara sürülen çoğu malın aslında moda adı altında insanı dilenci gibi gösterdiğinin bir kanıtı sayılmaz mıyım? Tonlarca para, hepsi çöp!”başımla onayladım onu. Zeki olduğunu da anladım. Bir iş vardı perde arkasında ama ne?

“Baruttan neden nefret ediyorsun?” diye sordum derin bir nefes aldı ve uzaklara baktı:

“Çünkü o dünyada kimsesiz olmak zorundaydı.”

“Nasıl?”

“Bir kadın için hayatta ki en kötü şeylerden biri de nedir biliyor musun?”

“Nedir?”

“Yanlış adama aşık olmak. Seni sevmeyen bir adama aşık olmak. İlkeli bir adama aşık olmak. Söz de davası olan bir adama aşık olmak. O dava uğruna ölümü bile göze alan bir adama aşık olmak. Kısacası aşık olmak. Aşık bela getirir başkada bir şey deği. Bir kez aşık mı oldun vay haline. Ölsen de ona kavuşamazsın. Nafile. Bak o yolundan gitti. Belası da bana kaldı.”

“Barut bu iş için özellikle mi seçilmişti?”

“Seçilmedi onu bunun için doğurdular. Dehşet bir plan... Gayrımeşru bir iş yapmak, devlet içinde yasadışı bir devlet kurmak ve yeri geldiğinde onu infaz etmek için birini yetiştirmek. Ne eşsiz deha... Ne vahşet ve zalimlik…”sessizce onu dinledikten sonra anlamaya çalıştım. Nefise söylediğine göre Barut’a bir zaman aşıktı ama Barut ne yapmıştı da tetikçi olmak için Nefise’yi geride bırakmıştı? Benim sessiz kalıp dalgınlaşmam üzerine Nefise bana döndü: “Adı neden Barut söyleyeyim mi? Çünkü babası bu hayatta en çok barut kokusunu severdi. Halbuki ben kan sanıyordum. İnsan bile değildi. Dilerim çoktan cehennemin çukurlarını boylamıştır… Hey, benden daha inançlısın kemiklerinin cehenneme odun olması için dua eder misin?”

“Etmem.” yüzünü ekşitti.

“Bana mecburken hoşuma gitsen iyi olur.” diyerek tehdit etti beni sonra önüne dönüp mırıldandı: “Hiç değilse beni mutlu etmek için ederim de. Dürüstlük ne işe yarar. Hem de o bunu tamamıyla hak ediyorken.”

“Ne yaptılar sana?” diye sordum sonunda Nefise’nin yüzü dondu. Bakışları donuklaştı. Öfke ile güldü. Anlatmak isteğinin gelmesini bekleyerek sessizce oturdum yanında. Bakışlarını önünde ki denizden ayırmadan anlatmaya başladı ona dehşet dedirten hikâyeyi:

“Onun kim ya da neci olduğunu bilmezken sevdim. Evimizin hemen karşısında bir park vardı, odamın penceresinin manzarası… Orada gördüm onu ilk kez. Aynı parkta, defalarca aynı bankta otururken... Her gün aynı saatte gelir aynı saatte ayrılırdı. Tam kırk sekiz gün onu izledim uzaktan. O zamanlar on sekiz falanım. O da on dokuz. Üstü başı düzgün, hareketleri, konuşması kibar. Ayağı taşa takılsa eğilip taşı yerinden kaldırıyor ve yolun kenarına bırakıyor. Bir kuş öldüğünde onu alıp gömdüğünü anımsıyorum. Merhamet… Buna aldanıp aşık oldum sanırım. Elinde kitaplar olurdu bazen, şiir kitapları… Okurken gülümsediği olurdu. Ne mükemmel manzara ama... Liseden mezun olduğum gün, çıktım karşısına. Beni fark etmedi. Sonra elimde ki kitapları düşürdüm önünde. Nezaket gereği uzanıp topladı hemen. Gülümsedi teşekkür etti ve gitti, beni görür görmez aşık olur diye düşünmüştüm herhalde ama hayal kırıklığına uğradım. Sonra ki gün tam önünden geçerken bayılma numarası yaptım. Endişelenerek hemen ayağa kalktı ve hala ayılamazken başımda bekledi. Ayıldım iyi olup olmadığımı sordu etraftakiler yanımda beklerken o sessizce gitti. Bir köpeğimiz vardı çok uysaldı ama sağ kulağına dokununca salgınlaşırdı. Sonra ki gün köpeği alıp onun oturduğu banka bağladım ve onun gelmesini bekledim. Yine tam vaktinde geldi ve köpek onu banka yaklaştırmadı ama o köpeği sevmeye çalıştı ve sağ kulağına dokununca da köpek ona saldırdı. Ellini ısırdı bende kurtarıcı olarak doğru anı bekliyordum ama köpeğim tasmasını koparıp onun üzerine atlayınca iş çığırından çıktı. Elinden bacağından kan akmaya başladı. Üstüne bir de köpek salyasına alerjisi olduğunu da bilmiyordum. O da bilmiyordu. Hastaneye kaldırıldı apar topar ölümden döndü. Ben birkaç gün sonra karşısına çıktığımda salya sümük ağlıyordum. Nasıl beni görmezsin farkıma varmazsın eğer öyle yapsaydın bende böyle bir oyuna kalkışmazdım falan diye. Hiçbir şey söylemedi. Sadece kibarca yüzüme baktı. Bu işten vazgeçmek gerektiğini düşündüm ve bir daha karşına çıkmamaya karar verdim. İki hafta sonra onu aynı bankta gördüm elinde bir tane karanfil. Uzun uzun benim oturduğum pencere pervazını seyretti. Kalkıp yanına gittim ve adını öğrendim; Barut. Orada başladı ilişkimiz. Her zaman kibar, tatlı ve iyi huylu bir adamdı. Ama şeytan asla kendi kılığında dolaşmaz değil mi? O da öyleydi. Bunu ilk fark eden kız kardeşim oldu onu görür görmez Barut’tan ayrıl dedi. Ama ben kör olmuştum ve ona itimat etmedim. Barut beni seviyordu, bende onu seviyordum. O halde evlenmeliydik. Ailem istemedi onun ailesi de istemedi bu evliliği. Ama Barut bir şekilde onları ikna etti. Evlendik.” Sustu ve çantasından bir şişe su çıkarıp bir yudum aldı.

“Senin anlattıkların ile mezarlıkta ki Barut aynı kişi mi?” diye sordum. Nefise bana dönüp gülümsedi.

“Şeytanı uyandırdılar.” dedi bir sır veriyormuş gibi: “ İnsanların yüzde ellisi melektir diğer yüzde ellisi ise şeytan. Barut ilk oğlumuzu kucağımıza aldığında hala kalan yarısını uykuda bekletiyordu. Bir gün kaçıp gitmek kaybolmak ile ilgili şeyler söyledi birden, gizlice pasaportlarımızı getirip valizlerimizi toplamaya başladı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken babası ve annesi geldi. Üçü gizlice konuştular. Sonra annesi ağlayarak çığlıklar atmaya başladı eğer vazgeçerse ve onu bırakıp giderse kendini öldüreceğinden bahsetti. Babası ise eğer karısına bir şey olursa Barut’un oğlunu öldürmek ile tehdit etti. Oğlumu… Onları sakinleştirip gönderdi ve yola çıkmaya niyetlendi. Orada anlattı babasının tetikçi olduğunu ve onun bir masaya hizmet ettiğini. Kendinin de aynı işi yapması gerektiğini. Bu yüzden bizi gönderecekti ama kendisi kalacaktı. Eğer o gelemeyecekse hiçbir yere gitmeyeceğimi söyledim. Daha henüz yoldayken haber geldi babası bizim kaçtığımızı öğrenmişti. Hemen ardından ise annesi intihar etmişti. Apar topar babasının evine götürüldük. Barut kendini suçluyordu, beni ve oğlumuzu. Sinir krizi geçirdi ne varsa dağıttı onu ilk kez o halde gördüm, gerçek Barut’u. Sonra babası bana yaklaştı ve kucağımdan oğlumu aldı. Barut’un sesi kesildi. Bakışları babasındaydı. Babası ise onu tehdit ettiğini hatırlatıyordu. Elini daha birkaç aylık olan oğlumun minicik boynuna koydu. Ağlamalar, çığlıklar yükseldi ve birkaç saniye sonra ise ses kesildi. Benim oğlumu öldürdüler. Babası ve oğlu... Şeytan bile şaşmış kalmıştır ikisinin karşısında.”

Elim ayağım buz kesmişti onu dinlerken. Bir adam oğlunun öldürülmesine göz mü yummuştu yani hem de gözlerinin önünde. Dehşet içindeyken gözümden bir damla yaş aktı. Uzanıp Nefise’ye sarılmadıysam donup kalmamdandı. Göğsüm daralmaya başladı. Elimle kalbime dokundum. Nefeslerim düzensizleşti. Kendi evladına merhameti olmayan adamın, insana nasıl merhamet etmesini bekleyecektik? Nefise ne başından haklıydı ya biz onu öldürecektik ya da o bizi. Hala konuşamazken Nefise elinde ki suyu acemborusunu tuttuğum elime döktü serin su ile kendime geldim ve ona baktım. Buruk bir tebessüm etti.

“Ben yirmi dokuz yıldır böyle hissediyorum. Sen birkaç saniye dayanamaz mısın?”

“Nasıl?” sahte bir gülümseyişle bana baktı. Bir kitaptan okuyormuş gibi konuştu.

“Kendi kendine yet, kendi kendini iyileştirebilmeyi öğren. Medet umma, minnet etme. Kimseden derman bekleme çünkü insanlar şifalarını paylaşmazlar şifa çalarlar.” bunu anlayacak duygu o an benden çok uzaktaydı.

“Polise neden gitmedin?” diye sordum kahkaha attı:

“O adamlar polisten korkuyor mu sanıyorsun? Sadece tek bir kişiden korkarlar Kraldan. Yani Reisten. Masanın sahibi kimse sadece ondan korkarlar.” Birden ayağa kalkmamla başım döndü bir iki saniye. Derin bir nefes alıp geri döndüm Nefise’nin başına. Devam etti: “Barut’tan kaçtığımda üç haftalık hamileydim. Tek tesellim de o oldu. Onu doğurdum ve kendimden uzak tuttum ki yaşayabilsin. Kızım şuan yirmi sekiz yaşında… Gayet güzel, akıllı, başarılı, kendini korumayı biliyor, kendi ayakları üstünde duruyor ve elleri tertemiz.”

“Kızın nerede şuan?” omuz silkti: “Senin için bulabilirim onu ve korumak için elimden geleni yaparım.” Nefise bu önerime keyifle gülümsedi.

“Gerek kalmadı, çoktan karşılaştınız.”

“Ne? Biz kızınla mı karşılaştık?” başını salladı: “Nerede? Ne zaman?”

“Bir hafta kadar önce, evinin önünde…” Uzun uzun düşündüm, nasıl, nerede, kimdi? Birkaç saniye sonunda birden anımsadım ve bir kez daha şaşırdım.

“Melike’nin kuzeni senin kızın mı?” Nefise tekrar güldü ve başını salladı: “O halde Serap Tatar kız kardeşin.” bu defa yüzünü buruşturdu.

“Olmaz olsun.”

“İnanamıyorum.”

“Sizin de dediğiniz gibi kader.” elimde ki çiçeği kaydı bakışlarım. Bu çiçeği sırf kızı ile karşılaştım diye mi vermişti? Aklımdakini okumuş gibi gülümsedi:

“Kızımın iyi arkadaşlara ihtiyacı var. Onunla arkadaş ol.” güldüm. Bunu bana bir çiçek vermeden de söylese dediğini yapardım. Oda bunu bildiğinden gülümsedi yine. Sessizce gidip yanına oturdum tekrar ve derin bir nefes aldım. Bir çiçeğe kızı ile arkadaş olabileceğimi söyleyecektim ki Nefise benden önce davrandı: “Ama senin arkadaşlığın pahalıdır şimdi. O yüzden sana bir hediye vereyim.”

“Ne hediyesi?” Çantasından bir kâğıt çıkardı ve bana uzattı. Açıp baktım bir isim listesiydi.

11. Zekeriya Olgun

10. Vahap Aksoy

9. İlyas Özer

8. Bekir Bertar

7. Nida Sancak

6. Erkan Tuğ – Asude Tuğ

5. Cemal Azadoğlu

4. Suat Ilgaz

3. Berzah Akad

2. Hicaz Karan

1. Talha Bahremoğlu

Ve isimlerin başında ise tarihler vardı. Masa ortaklarının olduğunu görür görmez anladım ama liste on birden geriye doğru sıralanmıştı anlamadan Nefise’ye baktım.

“İnfaza başlayacak.” dediği anda ne demek istediğini anladım ve bugünün tarihinin olduğu ilk kişiye baktım “11. Zekeriya Olgun” bugün o adamı öldürecekti. Telaşlanarak ayağa kalktım. Zeyd’i aradım hemen uzun uzun çaldı ama açmadı. Aynı anda Ebrar’ın telefonu çaldı ve açtı:

“Söyle Zübeyr…” Sessizlik. Nefise ne olduğunu bildiğinden rahat bir ifade var yüzünde. Ayağa kalktı.

“Başladı, Allah rahmet eylesin diyeceğim ama, içimden gelmiyor o adama.” Arkasını dönüp yürümeye başladı. Ebrar ise yanıma gelip koluma girdi yine başım dönüyordu. Beni bir banka oturttuğunda endişe ile eğildi.

“İyi misin Gazel?” başımı salladım. Beni ayağa kaldırmaya çalışırken etrafı kolaçan ediyordu diğer yandan: “Hemen buradan gitmemiz gerek. Zekeriya Olgun öldürülmüş.”

Başlıyorduk.

. . .


Loading...
0%