Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15.Bölüm

@cigdemgah

Derler ki var olan ve yok olan her şeyin bir nedeni vardır. Hiçbir şey sebepsiz değildir. Verilen lütuf ve çekilen kahrında olduğu gibi. Birinin ötekinin yerine geçtiği bir döngüden ibarettir hayat. Ya kahrı çeker lütfa mazhar olursun önce ya da önce lütfunu alır sonradan kahrını çekersin. Her iki şekilde de bir durum ötekinin yerinde durup bir diğerini bekliyor ve hayatı asla kendi haline bırakmıyor. Tıpkı benim şuan çektiğim acımın yerini bir gün bir lütfun alacağına emin olduğum gibi.

Bunun bir kahır olduğunu düşünmedim. İmtihandı sadece. Bir kelimeden başka bir şey düşünmeyeceğim, buna da gözlerimi açtığım o an karar verdim.

Bilincim yerine geldiğinde hissizlik ve uyuşma ile kaplıydı vücudum. Hareket ettiremediğim bedenimde sürekli dönüp duran nereden geldiğini bilmediğim bir ağrı vardı. Beni belki de düştüğüm sandığım yerden çekip çıkaran da bu ağrıydı. Kulağıma değen uğultular birkaç saniye sonra bir mırıltıya ve sese dönüştü. Gözlerimi açmak için zorlandığım o birkaç saniyenin sonunda gözkapaklarım itaat ederek usulca kalktı ve görüş alanıma beyaz bir tavan girdi. Beyaz tavan az sonra zihnimde beliriveren anılar ile kirlendi ve bulanık bir renge dönüştü. Aynı anda mırıltının kelimelere dönüşmesi ile kulağıma şu cümleler çalındı.

“فَسُبْحَانَ الَّذ۪ي بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ”

(Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.)

-Yâsin Suresi / 83-

Bakışlarım hemen yanı başımda elinde Kur’an okuyan Zeyd’e kaydı ve akabinde bir hıçkırık kaçtı boğazımda. Son bir salavat getirerek Kuran’ın kapağını kapattı Zeyd. Sağ eline beceriksizce bir bandaj sarıldığını fark ettim. Bana döndü ama yüzüme bakmadı. İçimde ki acı ikiye katlandı.

“Vallahi bilmiyordum.” Dediğimde sesim özür diler gibi parça parça çıkmıştı. Uzanıp elimi tuttu. Yüzüme bakmasını bekledim.

“Elhamdülillah sen iyisin.”

Neden yüzüme bakmıyor? Beni suçluyor. Benim suçum. Ah Gazel! Ahlar, vahlar olsun sana Gazel. Daha bir nefesçiği bile taşıdığından habersiz Gazel! Bir emanete sahip çıkamayan Gazel! Zeyd’in de bir parçasına sahip çıkamayan Gazel! Suçlusun. Bakmasın yüzüne.

“Bilseydim ölsem yine gitmezdim oraya.” yutkundu.

“Sana bir şey olmadı ya.”

“Zeyd’im… benim hat-“ yüzüme baktı. Ağlamış, gözleri kıpkırmızı…

“Nasip.” dedi sadece dolan gözleri ile bana uzandı alnıma bir buse kondurdu, ardından boynuma sokuldu ve bir nefes aldı. Geri vermedi nefesi. Ben ağlamaya devam ederken onun kendini tuttuğunu gördüm. Sessizce. Benim yanımda ikimizin acısını paylaştığımız o anda, Zeyd kendini tutarken, ben hem onun hem kendim hem de kaybolup giden daha bir can bile olamamış adını anmaya korktuğum “bebeğimiz” için ağladım.

. . .

Tekrar gözümü açtığımda bu defa Ebrar, Betül ve annem vardı odada. Gözlerimi birkaç dakika tavanda beklettim. Saat kaçtı, hangi gündü, aylardan ne idi? Bilmiyordum. Bilmekte istemiyordum. Düşürdüğüm bebeğimin üzüntüsü düşüncelerimi dahi yasa boğmuştu zamanı ve insanları önemsizleştirmişti; tek bir kişinin varlığı hariç. Acımı en çok paylaşan kişi hariç…

Hareketsizliğimi fark eden Betül yanıma yaklaştı, usulca alnıma dokundu.

“Daha iyi misin canım?” Gözümden bir damla yaş süzüldü.

“Nasıl bir his bu? Ne adı bunun? Acı bile yanında daha hafif sanki. Biri bebeğini kaybedince ne diyorlar ona? Ne oldum şimdi ben? Zeyd’im ne oldu? Bir yaprak dalından koparılırsa böyle mi acıyor canı. Bir kayadan kopunca bir parçası böyle eksilmiş mi hissediyor? İnsan da bir parça olunca ne hissedilir siz daha biliyorsunuz? Sizin de evlatlarınız var. Anlarsınız değil mi? … Ama vah bana. Daha bir can taşıdığımı bile kaybedince öğrendim. Demek benden anne olmazmış. Ama Zeyd’i mahrum ettim ya bundan en çok onu üzdüğüm için-“ sözlerimi burada kesen annemin ağlamaklı sesi oldu.

“Veren Allah değil mi Gazel Can. Sonra alan da O. Böyle korkunç bir dünya görmediği için ne mutlu. Vuslata daha rahme düşünce vardı. O seni cennetin kapısında bekleyecek iki kolunu açarak. Seni bekleyen var işte şimdi. Cennet ayaklarının altına serildi. Allah’ın izni ile yeniden evlat sahibi olursunuz. O zaman bu eksiklik tam olur. Üzüntü sevince döner. Gazel anne olur, Zeyd baba.”

Sustum haklıydı elbette ki annem. Bunun üzerine tüm kelimeler söylenmiş olmalıydı artık acımı dile almazdım. Dayanmam lazımdı. Şimdi dayanmak için sükûta düştüm gözlerimi kapadım ve Allah’ı zikrederken sessizce ağladım.

. . .

Sonra ki gün hastaneden çıktığımızda Zeyd arabayı getirirken Muaz kolumda sessizce benimle yürüyordu. Arabaya binmeme yardım ettikten sonra Zeyd ile sessizce yola koyulduk. Konuşmuyordu Zeyd, bir iki küçük sözcükten sonra hiç konuşmamıştı. Onun da sessizliğe ihtiyacı olduğunu biliyordum. Bakışlarım gözlerini yola dikmiş çehresine kaydı yorgun, üzgün, buruk, endişeli… Direksiyonu tuttuğu elinde ki büzülmüş bez parçası hala kan ile kaplaydı. Elinin üstünde koyu kırmızı yaralar. Cam kesiği sanki... Nereye vurmuştu elini? Dokunsam da iyileşir mi önce ki gibi... Bakışlarımı çekip derin bir nefes aldım ve ağlamamak, onu daha fazla üzmemek için kendimi tutmaya çalıştım ama nafile.

Araba evin önünde değil dergâhın büyük ahşap kapısının önünde durduğunda verdim nefesimi geri. Zeyd’in yanında daha fazla ağlamamak için şuan en çok olmak istediğim yer olan babamın dergâhına gitmek için beklemeden açtım kapıyı. Kapının eşiğinden Fatiha ile girdim her bir gözyaşı bir hıçkırık bir ayete eşlik ederken küçük dış avluyu geçtim. Sanki matemimi etrafta sezmişte el ayak çekmiş bu dünyadan gibiydi. Sessizce yürüdüm ayaklarım yere değmese, hissetmese sanki yürümüyor da gibiydim. İç kapıya gelince İhlas’a geçtim bu defa büyük mermer koridoru geçtim. Dervişlerin zikre durdukları odaya geçince en köşeye kaydı bakışlarım babamın üzerinde oturduğu o koyun postu yerindeydi önünde eski ahşap rahle, üzerinde babamın Kur’an-ı Kerim’i...

Kaç gözyaşı ile gittiysem Zeyd’de o kadar ardımdaydı hemen. Omuzlarına bir yükte ben olmamayım diye dönüktü sırtım. Üzgünsem daha çok üzgündü bilirdim. Acı ikimizindi. Yük ikimizin. Ayrı ayrı ve bir bütündük. Gidip uzun bir besmele ile oturdum posta. Yüzüm secdeye dönük. Düşüncelerimin hiçbirine fırsat vermeden açık Kuran’da ki sureye başladım. Okudukça açıldı ruhum, sindi acım. Büzüştü ve içimde bir kuytuya dönüştü. Ne zaman dindi gözyaşım bilmiyorum ama surenin sonuna geldiğim de bakışlarım sayfalardan süzüldü ve halıya düştü. Bu defa İnşirah’a başladım içimden ardından da Duha… Son ayeti okurken aklıma düşen isimle gözlerim usulca kalktı halıdan, açık pencere camına yansıyan Zeyd’i gördüm. Hemen arkamda ki duvarın dibine çökmüş gördüm onu. Başını duvara yaslamıştı. Benim acımı hafifletmek için getirdiği yerde o neredeydi? Neyi düşünüyordu, gideni mi yoksa kalanı mı? Dert miydi zihninde ki yoksa derman mıydı?

Yavaşça açık Kur’an’ın kapağını kapattığım. Bu hareketim ile Zeyd acele ile gizliden düşen gözyaşını sildi. İçim dağlandı yine. Ondan düşen gözyaşı kederimi daha da derinleştirdi. Kendimi toparlamam mümkün değildi bu yüzden onun kendini toparlanması için bekledim bir süre çünkü bir kez daha onun gözlerime ağlarken bakmasına dayanamazdım.

Usulca yerimden kalktığım an Zeyd de ayaklandı, arabaya binmek yerine ıssız sokağa yöneldim. Zeyd de yanımda yürümeye başladı yavaşça. İkimizin de bakışları yerdeydi. Attığımız her adım binlerce kilometreye denkti ve her adımda acımızı da bastığımız yere bırakıp öyle yürüdük yan yana. Uzanıp elini tuttum. Bakışları bana döndü hemen. Yan yana ilk kez yürüdüğümüzde ‘ben sana ayak uyduracağım’ demişti. Şimdi sıra bendeydi ki ona ayak uydurmaya başladım. Elimi tutan eli, sıkıca kavradı parmaklarımı, koluna yaslandım.

Evde yatağıma uzandığımda daha iyiydim. Zeyd hemen yanımdaydı. Ona dönüp başımı boynuna gömdüm. Gömülecek en güzel yerdi boynu, orada karar verdim buna. Vertık ağlamıyordum. Ağlamamam Zeyd’in de iyi olduğu anlamına mı gelirdi onun lügatinde? Evet, benim yurdum Zeyd üzgün iken bulutluydu ya onda da aynı durum söz konusuydu. Gözyaşım dindiyse artık hava açılabilirdi onda da. O an onun yurdunda gömüldüğüm yerde yavaşça uyukladım.

Kapı zilinin çalması ile açtım gözlerimi. Zeyd yoktu yanımda. Kalkmak istemesem de doğruldum yavaşça demir ferforje başlığa yaslandım bir süre. Tüm vücudum uyuşmuş, şişmiş gibi hissediyordum. Ayaklarımı sürüyerek banyoya gidip abdest aldım. Üzerimi değiştirdim, ardından gelenin kim olduğuna bakmak için yalınayak ince taş merdivenleri indim. Son basamağında durdu ayaklarım, Zeyd’i duymam ile.

“…kendini suçluyor,” dedi zorla duyulan bir sesle, derin bir nefes aldı sonra: “halbuki benim hatam. Onu oraya ben gönderdim.”

“Sende böyle olacağını bilemezdin.” Talha’nın sesi, onu ziyarete gelmişti.

“Deniz’in öfkelenince saldırganlaştığını biliyordum ama sadece uyarıda bulundum bu konuda. Yanında olsaydım böyle olmazdı belki de.”

“Neden yine kendine katil muamelesi yapmaya başladın? Hanif baba öldüğünde de yaptığın gibi.” Babam öldüğünde de kendini suçlamıştı demek. Birde ben suçladığım onca zamanı da eklersek kim bilir daha ne kadar üzülmüştü.

“Öyle değil miyim? Ne farkı var.”

“Çok farkı var. O adamın karnına saplanan bıçak senin elinde miydi? Gazel’i merdivenden sen mi ittin? Onlara o nefesleri sen mi verdin ki son bulduğunda kendini suçluyorsun. Bak Zeyd, her şey olacağına varır. O gün hapishanede sen on dakika erken gelseydin bile Hanif baba bir başka şekilde ölecekti, ya da sen Gazel’i Deniz’in yanına göndermeseydin bile bir şekilde o canın dünyada soluk almaması gerekti. Bunları bana söyleyen sendin. Nasıl unutursun?” Talha’nın tesellisi ikisini de sessizliğe bıraktı. Ardından Zeyd’in boğuk sesi duyuldu.

“Korkmaya başlıyorum.”

“Neden?”

“Ya dediğiniz gibi çıkarsa; ya bunun için bir bedel ödememiz gerekiyorsa ve bu Gazel’in bedeli idiyse. Ya sıra bende ise?”

“Asıl bedeli benim gibi eli silah tutan bir adam değil de adalet peşinde koşan sen mi ödeyeceksin?”

“Bunu ben seçtim ama sen bu yolu hiç seçmedin mecbur kaldın. Ben ise ardımdan bir de Gazel’i sürükledim. Karım bebeğini düşürdü, hem de benim yüzümden.” son cümleyi söylerken o kadar kendini zorlamıştı ki bunu anmanın onun için ne kadar zor olduğunu hissetmiştim. Tekrar gözlerim doldu. Nefes almadan bekledim sessizce.

“Feza, kişinin dayanma gücü ne kadar ise imtihan yükü de o kadardır, demişti bir keresinde. Haklı Zeyd. Leyla, annem sonra Feza… Kaybetmeye dayanamam dediğim kim varsa şuan yok yanımda. Onları kendimden uzak tutmak elimden gelen tek çözümdü ama aynı çözüm annemi koruyamadı. Peki o zaman suçlu kim? Ölümün önüne geçemeyiz. Ama daha en başta kendimizi buna göre şartlandırsaydık da şuan burada yan yana olmazdık ki.” Talha’nın ses tonu inandırıcılığını yitirmişti. Onunda geçmiş hislerine bulandığı anlaşılıyordu tınısından. Zeyd’in sesi böldü suskunluğunu.

“Baba olacağımı ölüm haberi ile aynı anda aldım. Benim ilk kez-” Sustu Zeyd’im burada onun kendini baba kelimesi ile anması zorla tuttuğum gözyaşını itti, boğazımda duran bir hıçkırığı dudaklarımı ısırarak durdurdum, sonra ki cümleye dek: “Canım acıdı.” sesinin titereyerek çıkmasına dayanamadım.

“Yine bir çocuğunuz olabilir.”

“Mesele bu değil ki?”

“Bedel mi diyeceksin yeniden?” Zeyd fısıldadı.

“Bu işin içinden ölüme değmeden çıkamayacağız Talha. Hissediyorum, sıra bende. Yoksa nasıl bedel ödeyeceğim.”

“Dediğin gibi olmayacak. Benim bir karım var, kardeşim, kardeşlerim. Senin de öyle. Bu kez kaybetmeyeceğiz bunun için elimden geleni yapacağım. Bu iş bittiğinde sevdiklerimiz ile yeni bir hayata başlayacağız. Bizim yolumuz doğru bu kez Zeyd, Allah bize yardım edecektir. Eğer istersen seni ve Gazel’i-”

“Seni bırakıp hiçbir yere gitmiyorum.”

“O halde bu ruh halini derhal bırak. Kendini yiyip bitirmenin hiçbir faydası yok. Bu işi bir an önce bitirelim.”

Talha kalkmak için ayaklandığında bende az önce indiğim merdiveni yavaşça tekrar çıkıp odama gittim. Aşağıda ki konuşmaları zihnimde dönüp dururken namaza durduğum vakit, gözlerim seccade de dalıp gitmişti. Zeyd, Talha’yı geçirdikten sonra bana bir göz atmak için odanın kapısını açtı. Namaz için niyet ettiğimi görünce bir köşeye geçip namazımı bitirmemi bekledi ama aklımda dönüp duran Zeyd’in korkuları düşüncelerime pranga vurmuş gibi zihnimin akıp gitmesine izin vermedi. Dönüp duran aynı cümleden düştüm. Üç defa bir duayı yanlış okuyup bir rekâtı şaşırınca sonunda pes ederek selam verip beklemeye başladım. Zeyd usulca gelip seccadenin başına, diz çökerek yanıma oturdu. Elimi avuçladı.

“Beraber kılalım ister misin?”

Durgunluğumu ve endişeden kendimi toparlayamadığımı anlamıştı. Bu yüzden başımla onayladım onu beraber kılmak daha iyi gelecekti emindim. Çok geçmeden abdest alıp yanıma geldi ve o önümde namazını kılarken zihnimin prangalarından kurtardım kendimi, bu kez şaşırmadım ve doğruca kıldım namazımı. Son selamda benim gibi Zeyd’in duası da uzun sürdü. Sonra bir sükût eşlik etti duasına emindim ki bu dua sevdiklerinin kaybını görmemesi ile ilgiliydi. Ondan evvel ayaklanıp seccademi katladım sonra elinden tutup yavaşça yatağa oturttum onu. Banyoya gidip pansuman için bir ilaç ve sargı bezi ile yanına döndüm tekrar. İtiraz etmeden sol elini uzattı ve yara iltihap kapmasın diye merhem sürerken beni izledi. Gözleri çehremde tavaftaydı yine, bakışları birer inşirah serpti üstüme. Şişen yüzüm ve gözlerimi, bedenim de ki hala gezinip duran o eksikliğin ağrısını az da olsa götürdü. Az sonra duydum sesini:

“Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni

Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni

Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek

Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni”

Bakışlarım daha ilk kelime ile ona döndü. Gözlerinin birer kuyu olduğunu söylemiştim değil mi? Ama sanki ilk kez görüyormuşum gibi durup o kuyunun yanında oturdum yine. Durdum ve o durgunluğu dinledim. Zeyd’in sesi suyun sesi ile birdi. Devam etti:

“Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır

Rişte-i cem‘iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır

Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır

Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni


Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu

Sûy-ı mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu

Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu

Yâ savâb olmuş veyâ olmuş hatâ sevdim seni”

Gözlerinin kuyusundan gözlerime birkaç damla su sıçradı. Okuduğu mısralar kalbimi sarıp sarmaladı, merhem oldu. Dağılan zihnimi topladı ve durgunlaşan kalbime bir nefes oldu. Az önce zihnime vurulan pranga çözüldü ve akıp gitti. Hüznü ve sevdası bende bir kelimeye büründü bu kez; katre-i matem. Bunu da en güzel kelimelerimin yanına koydum. Gülümsedim ona.

“Kim demiş bunu?”

“Şeyh Galip.” Elini sarmaya devam ettim.

“Güzel sevmiş vesselam.” Başını yana eğerek gözlerimin içine baktı:

“Âşık-ı sâdık menem Şeyh Galip’in ancak adı var.”

Güldüm. Oda aynı gülümseyiş ile karşıladı beni. Aramızda gülüşü kadar derin bir sessizlik oluştu. Onun bana olan sevgisinin kapladığı yüreği, en sevdiği onlarca gazelden mısralar dizerken en güzel birinci gazeli bendim bilirdim. Zeyd’in bana olan sevgisi hakikiydi emindim ve bu sevginin lütfu olan canın kaybı şimdi ikimizin yüreğini mateme çevirmişti. Zeyd’in ölüme değmek söylemini düşündüm. Şimdi haberimizin dahi olmadığı bir canın varlığının müjdesini ölümü ile aynı anda almışken haklı değil miydi o? Şimdi değmemiş miydik ölüme? Daha da değmeyecek miydik? Sıra bende demişti, bu cümle bir kez daha ürpermeme sebep olurken Zeyd bunu fark ederek bakışlarını yüzüme dikti. Sessizce duaya başladım içimden. Rabbim ne olur onu bana bağışla.

“Haklı olabilirsin.” dedim bitirdiğim duamın ardından. Zeyd ne demek istediğimi anlamayarak bana baktı: “Bedel olarak çocuğumuzu kaybetmemiz konusunda.” Talha ile konuşmalarını duyduğumu anlayınca gözlerindeki o kuyunun derinliği arttı ve bir endişenin ucunu gördüm orada: “Lütfu veren de Allah’tır, verdiğini alan da, imtihan eden de O’dur, zafere ulaştıran da. Şimdi madem bir kaybımız oldu “bu Allah’tandır” diyerek acımızı bağrımıza basacağız. Sabredelim bu imtihana da ki devamında Rabbim bizi lütuflandırsın yeniden. Şimdi yolumuza devam edelim Zeyd ve bu saatten sonra ben artık muvaffak olacağımıza eminim.” Zeyd’in derin kuyuları açıldı, gözlerinin siyah örtüsünü üzerimizden çekti.

“Neden korktuğumu biliyor musun?” Biliyordum.

“Beni kaybetmeyeceksin.”

“Sen değilsen kim olur bu? Can, Mirza, Talha, Berzah! Ya da kim bilir belki de ben.”

“Nereden biliyorsun bunu?”

“Talha’dan. Berzah’tan. Nuh Bey’den. O halkanın etrafında ki herkesin en sevdiğini kaybetmesinden. Bizim daha haberimizin bile olmadığı çocuğumuz öldü Gazel.” cümlesi bir bıçak gibi kesti o anı ve zamanı durdurdu. Canının acısını bana ilk kez dile getirişi kalbime öyle dokundu ki gözümden bir damla yaşla uzanıp ona sarıldım. O da bana karşılık verirken yüzünü boynuma gömdü. Derin bir nefes aldı.

“Özür dilerim.” dedi ardından sanki canı yanan oda değilmiş gibi.

Sesinin tınısının tüm gözyaşlarına denk olduğunu düşündüm ve orada korktum. Gerçekten korktum. Çünkü Zeyd’in haklı olduğunu anladım. Biri ölecekti bu hikâyede. Kim olurdu bu? Zeyd’i en çok kimin ölümü yıkardı? Kaç dua edersem sevdiklerimize bir zarar gelmezdi? Hem dua bu kaderi değiştirebilir miydi ki? Soruların zihnimi tekrar dağıtmaya başladığı o an onlardan uzaklaştım. Derin bir nefes alarak geri çekilip Zeyd’in yüzüne baktım.

“Olacakların önüne geçmeyiz. Sen adalet istiyorsun ve bunun peşinden gideceksin. Ben ise senin adaletine inandığım için daima yanında olacağım. Allah bir gün yine anne baba olmayı nasip edecek bize, o zaman tüm bu kötü günler geride kalmış olacak. Başka bir kayıp olmaması için elimizden geleni yaparak sevdiklerimizi bir arada tutup koruyalım Zeyd. Korkarsan ve üzerine gitmeyip geri adım atarsan hiçbir şey başaramayacağız ve herkesin ölümünü gördükten sonra öleceğiz, teker teker. Şimdi yapmamız gereken yenilmiş olarak oturmak değil harekete geçmek. Barut’u bir an önce polise teslim etmeliyiz.”

Zeyd beni dinledikten sonra ellerimi tutup gözlerimin için baktı:

“Ben hiçbir yoldan geri dönmem. Tek korkum bir kayıp daha vermek ve bunun masum bir insan olması. Onun dışında sen yanımda mısın? Ne alâ. Eğer ki öleceksek-”

“Zeyd-“

“beraber olsun bu da.”

Bu cümlesi baştan sonra yalandı. Zeyd benim canımdansa kendi canından vazgeçerdi biliyordum yine de latife edişine gülümsemeye çalıştım. İkimizin birbirini iknası ne kadar etkileyiciydi bilmiyorum ama zihnim ölüme değmeye kendini hazırlamıştı tıpkı Zeyd gibi, ama şuan tek bir seçeneğimiz vardı; iyi olmamız gerekiyordu.

. . .

Omzuma değen bir el ile kendime geldiğimde gözlerimi ocakta yakmış olduğum tavadan birden çekip kaldırdım. Zeyd uzanıp rengi tamamen kararmış yumurtayı musluğun altına tuttu aynı anda bir yanık kokusu ve duman da ona eşlik etti. Tavaya ve bana baktıktan sonra:

“Tekrar yapmamı ister misin?” diye sordu. Başımı salladım.

“Hayır, bugünde yumurta yemeyiverelim.” Zeyd gözlerini kıstı. Sandalyeyi çekip oturdum o da karşıma geçti beklemeyerek çayları doldururken yine daldığım yerden çıkardı beni.

“İyi misin?” bakışlarımı yerdeki kilimden kaldırıp ona baktım ve tavayı yakmama sebep olan kararımı ona bir çırpıda söyledim.

“Yuşa’yı polise teslim edeceğim.” Zeyd kaşlarını çattı ve çaydanlık elinde donup kaldı birkaç saniye.

“Bu nereden çıktı.”

“Artık doğru olanı yapmalıyım.”

“Abini polise ihbar edeceksin öyle mi? Doğru olan bu mu?”

“Evet. O benim abim ve eğer suçluysa cezasını çekmeli ama değilse aklanıp dönmeli aramıza.”

“Gazel. Emin misin?” Ona boş bakışlar attım. Az önce Zeyd bana bunu sormadan önce emindim ama şimdi bir kararsızlık yaşadım. Bu yüzden dile alamadım. Ne olacaktım böylece. Abisine ihanet etmiş biri mi? Onun gözünde bir hain mi? Olsun. Yeter ki bu kaçak hali son bulsun. Zeyd’den bir ricada bulunmak istedim çünkü kendisinden nefret eden bir adamı savunmasını isteyemezdim.

“Sen onun-“

“Elbette duruşmayı alırım merak etme.”

“Abim olarak değil Zeyd, babama suçu yıkan biri olarak gör onu. Ancak sen aklarsan onu inanacağım ve eğer sen suçlarsan kızmayacağım.”

“Elimden geleni yapacağım.” Ardından ondan sakladığım bir şeyi söylerken utanarak bakışlarımı kaçırdım:

“Benimle dergâhta ki kitaplığa pusula bırakarak haberleşiyor.” Zeyd başını sallayarak onayladı:

“Biliyorum.” bakışlarımda ki soruyu anlayarak cevapladı beni: “İncelemek için aldığım bir tefsiri bırakmaya gittiğim bir gün seni gördüm. Merak edip baktım.”

“Neden bana sormadın hiç?”

“Çünkü beni alakadar etseydi söylerdin.” anladığımı belirterek başımı eğdim ama aslen onun anlayışı karşısında büzüldüm ve ondan sakladığım için yeniden utandım.

“Onun yerini bulmak için tekrar pusula bırakacağım. Nerede olduğunu öğrenirsem sana söylerim ve sende-“

“Aslında… Ben nerede olduğunu biliyorum.”

“Ne? Neden daha önce bana söylemedin.” Zeyd geriye yaslandı.

“Öğrenmek istemediğini biliyordum çünkü ikilemde kalmaktan korkuyordun ama şimdi karar verdin.”

Omuzlarım düştü. Zeyd durgunluğumu fark edince bir ekmek parçasına sevdiğim incir reçelinden sürüp uzattı. Elinden aldım ama yemeden tabağa bıraktım. Zeyd bu defa çayımı uzattı. Boş bakışlarım masada iken sordum ona.

“Abisini ihbar etmek ihanet sayılır mı Zeyd?”

“Sen ona ihanet etmiyorsun, herkesin istediği ama bir şekilde kendini tuttuğu şeyi yapıyorsun.” Bakışlarım yüzüne değdi. Güven veren gülümsemesi bir yanımı rahatlattı ve az önce bıraktığım reçelli ekmeği elime aldım.

“Beni oraya götürebilir misin?”

“Elbette.”

. . .

Sonra ki gün öğle Zeyd beni şehrin en ücra köşelerinde birinde olan bir mezraya götürdü. Birbirinden bağımsız ve epey uzak mesafede ki bu yerde, tek katlı, geniş bahçeli güzel bir evin kapısına yaklaştığımız o anda iki ayrı köşeden elinde uzun namlulu silah olan iki adam arabanın önünde durup silahları üzerimize doğrulttu. Zeyd sanki bunu bekliyormuş gibi oldukça soğukkanlı bir şekilde açtı arabanın kapısını ve aşağı indi bende onu izledim.

“Kimsiniz? Ne işiniz var burada?” diye soran sert yüzlü orta yaşlı adama Zeyd cevap verecekti ki başka bir adam yaklaşıp bizimle konuşan adamın kulağına bir şeyler fısıldadı ardından geniş kapı yavaşça açıldı.

Açılan kapıdan ilk görünen kişi Yuşa’nın karısı Meryem oldu, hemen ardında ise oğlu Ali Hanif vardı ve beni görür görmez sevinçle koşmaya başladı.

“Halam.” diyerek kollarını boynuma dolarken beklemeden karşılık verdim ona sımsıkı sarıldım, bağrıma bastım.

“Kocaman olmuşsun artık sığamıyorsun kucağıma.” Geri çekilip güldü:

“Hep şu iğrenç ıspanak yüzünden bir işe yarıyor hiç değilse.” Saçlarını karıştırdım.

“Nimet o-”

“İğrenç denmez.” dedi sözümü kesip beni taklit ederken. Çenesini sıkıp yanağından öptüm tekrar sarıldım.

“Nasılsın peki?” diye sorduğumda son ameliyatının izi olan, sol gözünü kapatan bandajı gösterdi.

“İyiyim. Bandajı iki gün sonra çıkaracaklar annem bir hafta daha kalsın istedi.”

“Bu defa pek umutluyuz ha.” diyerek saçlarından öptüm, kokusunu içime çektim. Onu bu kadar özlediğimi görene kadar ben fark bile etmemiştim. Zeyd’e kaydı bakışları sonra.

“Bu abi, eşin mi?”

“Evet,” diye onayladım onu ardından kulağına fısıldadım: “Nasıl?”

“Eh işte, yakışıklı sayılır.” dediğinde halasının aslanı diye fısıldadım Zeyd duymadan ve yumruk tokuşturduk Zeyd yanımıza gelip elini uzattı:

“Merhaba delikanlı, Zeyd ben.”

“Merhaba, Ali Hanif bende.”

“Memnun oldum.”

“Ben değil, düğüne bile çağrılmadık böyle mi evlilik olur?” Zeyd güldü.

“Kusura bakma, düğün yapamadık ama senin için küçük bir yemek ayarlayacağım tamam mı?”

“Tamamdır.”Zeyd’in bandaja takılıp kalan gözlerini fark etti Ali Hanif ve açıklama yaptı hemen, alışık olduğum o rahat haliyle:

“Doğuştan körüm ben.” diye birden söyleyince ona çatık kaşlar ile baktım.

“Ali Hanif!”

“Sanki ama deyince aynı anlamda olmuyor da, sürekli kibar kelimeler kullanmamı istiyorlar. Sol gözüm görmediği için bir düzine ameliyat oldum tabi hiç faydası yok ama annem ve babam pes etmiyorlar. Sanki benim için çok kolaymış gibi.”

Zeyd birkaç saniye durup düşündü çünkü Yuşa’nın oğlunun gözünden rahatsız olduğunu ona kimse söylememişti daha önce. Bir an Ali Hanif’e üzüldüğünü gördüm çehresinde ardından gülümsedi:

“Anne ve babamın avukat olmam için başımın etini yemesine beziyor tek fark senin canın acıyor benim ise kalbim.” Zeyd’in yorumuna Ali Hanif kahkahalar attı. Bende güldüm onun bu keyifli haline.

“Sevdim seni Zeyd abi.”

Bakışlarım olduğu yerde dikilmeye devam eden ve hala bize bakan Meryem’e kayınca gülüşüm yavaşça soldu. Yüzünde ki tüm kan çekilmiş gibi bembeyazdı ve usulca üstünde dolaşan korkusunu görebilmiştim. Ağlamaklı hali beni de üzdü. Gözlerinin kenarlarına biriken yaşlardan ziyaret sebebimi bildiğini anlamıştım. Ali Hanif bunu dile getirdi:

“Babam neden gelmedi, bugün seninle görüşmek için çıktı evden.”

Sadece yutkundum çünkü ona babasını polise teslim etmek için onunla buluşmak istediğimi ve oraya gitmeyip buraya geldiğimi söyleyemezdim. Düşüncesi bile bana çok ağır geldi. Belki de öğrenince beni bir daha sevmeyecekti, görmek istemeyecekti, tıpkı babası gibi ama benim geri adım atmaya niyetim yoktu. Ona hüzünlü bir gülümseyiş ile karşılık verdikten sonra yavaşça Meryem’e doğru yürüdüm. Hareketim onun donan çehresini canlandırdı. Başını çevirerek gizlice gözyaşlarını silmeye çalıştı. Yanına vardım.

“Meryem, ben-“

“İçeri geçin lütfen. Burada dikilmeyelim.” Bakışları ve zoraki gülümsemesi Zeyd’e değdi: “Sizde lütfen içeri buyurun.” Ali Hanif annesinin yüzüne baktı.

“Anne ağlıyor musun?”

“Ha-hayır. Sadece halanı gördüğüm için biraz duygulandım.” Ali Hanif bunun yalan olduğunu anlayacak kadar büyüktü ve annesinin gözyaşlarını gördüğü için utanmasını istemediğinden bakışlarını ondan kaçıracak kadar da düşünceli bir çocuktu.

“Evin reisi benim Zeyd abi, sana etrafı göstermemi ister misin?”

Bizi rahatça konuşmamız için baş başa bırakarak Zeyd ile bahçe yolunu tuttuklarında Meryem beni salona geçidi ve karşılık oturduk. Aramızda ki sessizlik Meryem iki kahve fincanını önümde ki sehpaya bırakana kadar da devam etti. O bana kızamıyordu ben ise abimi dile almaya kıyamıyordum. Bana kızmasını ve beni kovmasını beklerdim ve eğer öyle yaparsa onu haklı da bulurdum ama Meryem kibar bir ev sahibi gibi beni evine davet etti ve edebi gereği konuyu açmadan sessizce üzgün bir şekilde benim konuşmamamı bekledi. O hep böyleydi. On sekiz yaşında abime aşık olup onunla evlenmeyi kabul ettiğinde de… Şimdi on dört yaşında bir oğlu olduğunda da… Sesinin yükseldiğine hiç şahit olmadım onlarla kaldığım onca zaman boyunca, güler yüzünün solduğuna da. Hep mizacı gereği yumuşak huyluydu, vefakâr, düşünceli ve anlayışlı bir yanı vardı. Halâ da öyle. Onun Yuşa’nın başına gelen en güzel şey olduğunu hep düşünmüşümdür. Babamın duası olduğuna ise kesinlikle eminim. Bunu onu ve Yuşa’yı tanıyan herkes bilir ve herkes söylerdi. Daima Yuşa’nın arkasında durdu, işi batırıp iflas ederken de evi terk ederken de bir başına onca zaman kaçarken de. Hala abime olan sevgisi ve sadakati ilk gün ki gibiydi bunu biliyordum. Onca zaman sadece yüzünü değiştirmişti gülen gözleri çehresinde değişmeyen tek yerdi. Ama hala dimdik ve güzel bir kızdı Meryem hala abime baktığında gülümseyen biriydi.

Bakışları bahçe de gülüşen Zeyd ve Ali Hanif’teydi. Üzgün olduğunu sessiz kalışından anlamıştım. Onu üzmek en son istediğim şeydi bunu bildiğini düşünüyordum karşısına geçip yaptığım şeyi savunacak bir yanım yoktu.

“Ben çok üzgünüm.” dedim güçsüz bir sesle: “Özür dilerim Meryem.” bana döndü bakışları alaycı bir gülümseyiş düş yüzünden gözleri dolmuştu.

“Neden? Sen yapmasaydın belki de ben yapacaktım Gazel. Kocamı kaçtığı şeyin avucuna koyacaktım. Çünkü yoruldum. Oğlum yoruldu. Kaçmaktan, saklanmaktan, bu dört duvardan, sonu gelmeyen bunca umuttan... Hepsinden yorulduk. Yuşa da aynı şekilde, son zamanlarda iyice ruh hali bozuldu. Gece kâbuslar görüyordu, sürekli babanı sayıklıyordu… Vicdan azabı hissediyordu. Saçlarını gördün mü? Her bir tel bir gün... Bir pişmanlık, bir vicdan muhasebesi… Kendini yiyip bitiriyor. Babanı ve seni çok özlüyor.”

Gözümden düşen bir damla yaşı sildim.

“Onu çok seviyorum.” dediğimde Meryem başını eğdi.

“Bende.” Ağlıyordu. Gözyaşlarını görmemem için yüzünü benden sakladığını anladım. Yutkundu ve derin bir nefes aldı: “Sana bunun için kızgın değilim. Ona da.” Çenesi ile Zeyd’i gösterdi: “Ben artık sakin bir yuva istiyorum Gazel. Oğlumun iyileşmesini, güzelce okuluna devam etmesini, gece kocamın eve gelmesini, akşam yemeklerini hep beraber rahatça yiyebilmeyi istiyorum. Ailemle görüşmeyi. Hafta sonları sahile gitmeyi, beraber vakit geçirmemizi... Ve bunların hepsini Yuşa aklanmadan yapamam.”

“Tüm bu saydıklarını yapacaksın. Her şey iyi olacak. Sadece şuan sabretmelisin.”

“Aklanamayacağını ikimizde biliyoruz.” dedi Meryem elleri ile yüzünü kapatırken: “Tüm kanıtlar onu suçlu gösteriyor.”

“Peki suçlu mu? Sen buna inanıyor musun?”

“Bir tanecik oğlumun üzerine yemin ederim ki benim kocam bir suçlu değil. Birkaç hata yaptı kabul ediyorum ama o suçlandığı yasadışı işlerin hiçbiri ile alakası yok.”

“Zeyd elinden geleni yapacak.” dediğimde Meryem şaşırdı.

“Zeyd mi? Yuşa’nın onu suçlu olduğunu göstermesine rağmen mi yapar bunu?”

“Evet. Yapar.” Meryem’in bakışları tekrar bahçeye kaydı.

“Belli ki seni çok seviyor.”gülümsedim.

“Bende onu çok seviyorum.” ardından tekrar bana döndü:

“Yuşa kabul etmeyecektir Zeyd’in onun avukatı olmasını.”

“İkna etmek için elimden geleni yapacağım.”

. . .

. . .

Meryem’den sonra Yuşa’yı görmek istediğimden Zeyd beni kırmayarak bu isteğimi kabul etti. Ona ihanet ettikten ve onun gözünde bir hainden farksız olduğumu biliyordum, onun benimle görüşmek istemeyeceğine de emindim ama buna rağmen hala cılız da olsa bir umutla gittim. Hem de Zeyd ile… Gittiğimiz bina bir karakol değildi ya da bir emniyet Zeyd buranın istihbarat birimi olduğunu söyledi çünkü Yuşa uluslararası bir suça bulaşmıştı ve bununla istihbarat ilgileniyordu. Kapıda ki sıkı güvenlikten geçtikten sonra bizi otuzlarında takım elbiseli bir görevli karşıladı. Utku’ydu bu; Zeyd’in masayı kendisine teslim etmek için anlaşma yaptığı İstihbaratçı. Zeyd’i ve beni müdürünün yanına götürdüğünde bu defa daha önce Zeyd’i evinde ziyaret eden savcıyı buldum karşımda. Savcı diye tanıştırdığı adam devlete çalışan bir istihbaratçıydı. Kafam karışmış bir halde Zeyd’e baktım o ise sakin bir bakış attı bana. Aslında Zeyd’in oturduğu ve gayrı resmi işlerin döndüğü masasını dağıtma planlarının çok daha öncelere dayandığını orada anladım. O daha en başından planlamıştı bunu. O masaya babasının yerine oturduğu o ilk anda belki de.

Savcı bizi oldukça güzel karşıladı ve Zeyd’in ricasını kırmayarak görüşme talebini onayladı. Savcının talimatı ile Utku bizi bir gözlem odasına götürdü ve beklememizi söyledi. Odada üç sandalye, bir masa ve bir köşesinde duran bizi kayıt altına alan kamera dışında başka bir şey yoktu. Kameranın ışığı on ikinci defa yanıp sönerken kapı açıldı ve Yuşa elleri kelepçeli olarak bir polis memurunun kolunda içeri girdi. Yüzünde ki şaşkın ifadeden beni görmeyi beklemediğini anladım ama bu ifade birkaç saniye sonra yerini öfkeye bırakırken bakışları Zeyd’e kaydı bu defa. Görevli ellerindeki kelepçeyi çıkardı ve kapıyı kapatarak bizi yalnız bıraktı. Yuşa’nın ezici bakışları aramızda ki mesafeyi olduğundan daha da büyütürken ikimizinde konuşmaya niyeti olmadığından Zeyd girdi söze:

“Yuşa otur lütfen, seninle konuşmak istiyoruz.”

Onu duymazdan gelen Yuşa, yüzünde ki öfke yerini bir boşluğa bırakana dek kapıda dikilmeye devam etti. Sonunda gözümden bir damla yaş düşerken ona doğru bir adım attım ama hemen elini kaldırarak beni durdurdu ve bakışlarını kaçırdı. Yavaşça gelip Zeyd ve benim karşımıza, tekli sandalyeye oturdu. Konuştuğunda bir yabancıyla konuşuyor gibiydi sesi:

“Neden geldin? Sırtımdaki bıçağın nasıl duruyor diye görmeye mi?”

“Abi-“

“Bana bir daha öyle seslenme. Benim bir kardeşim yok.”

Ayaklarımda ki yer sallandı sanki. Benim canımdan kanımdan olan yegane abim beni yok saydı. Bunu bekliyordum ama ondan duymak beni kahretti. Ağlamamak için dişlerimi birbirine bastırdım. Zeyd araya girdi:

“Yuşa, Gazel’in üzerine gitme bu benim plan ikimizi-“

“Hayır Zeyd.”dedim onun benim yerime suçu üstlenmesini istemeyerek. Ardından Yuşa’ya döndüm: “Sana ihanet ettiğimi düşünüyorsun. Peki öyle say. Şunu bil ki Yuşa, ben senin gibi korkak biri değilim. Hiçbir zaman da olmadım… Hep sen kaçtın, sen dağıttın, sen yıktın. Ben kaldım geride, ben toparladım, ben idare ettim ama artık buna da bir son verdim. Sen asla teslim olmayacaktın ama ben senin bir kaçak olarak yaşamana göz yumamayacak kadar çok seviyorum. Karın da oğlunda seni adalete teslim edemeyecek kadar çok seviyor.” Öfke ile öne doğru eğildi:

“Sevgi dediğin şey beni onlardan kopardı.”

“Ne yapabilirdim. Sen hata yaptın Yuşa, hem de geri dönülemez bir hata… Babamı dört duvar arasına gönderen sendin.” Bu cümle daha o an bir yük bindirdi omuzlarıma ve daha söyler söylemez pişman oldum. Yuşa’nın boş bakışlarının yerini bir hayal kırıklığı, bir üzüntü aldı. Ardından öfke ile saldırıya geçti:

“Kocan mı söylüyor bunu?”

“Onun gerçekten de buraya seni suçlamak için geldiğini mi düşünüyorsun?”

“Yüzünde ki zafer ifadesini-“

“YETER! Dur artık Yuşa, durul artık yeter! Zeyd’i günah keçisi yapma artık.” sakindim ve ağlıyordum ama karşısında konuşmaya devam ettim. O ise yükselen sesime ve akan gözyaşlarıma baktı.

“Gazel ben sadece gerçek olanı-“

“Babam seni çok seviyordu.” Zeyd bizi izleyenlerin gözü sayılan kameraya bir bakış attı o an ve kameranın ışığı kapandı. Bundan sonra ki konuşma bizim mahremiyetimiz olacaktı, yutkunarak ona yükselen sesime şaşıran Yuşa’ya baktım: “Sen daima en iyisi olmaya çalıştın ama babam seni olduğun gibi de seviyordu. Sen onun oğluydun, kavga edip eve geldiğinde de oğluydun, hafızlığı kaybettiğinde de, evden çekip gittiğinde de. Sadece onun şefkatine razı olup, onun sevme şeklinden bir farklılık beklemeseydin yetmez miydi? Neden babamın sana kızmasını, bağırmasını, karşılık vermesini bekledin ki daima?“

“Çünkü dediğin gibi ben onun oğluydum öğrencisi değil.”dedi ilk defa öfke ile. Alnında ki damarın öfke ile kabardı, onun karşımda bir abi olarak değil canı yanmış bir çocuk olarak durduğunu gördüm o an: “Bir baba oğluna kızmalıydı da, ona alınmalıydı, onu kısıtlamalıydı, sinirlenmeliydi… Herkese davrandığı gibi davranıyordu bana da. Bir kere olsun diğerlerinden farklı bir muamele yapmadı. Oğlumsun diyerek bağrına da basmadı beni.” Elimle yüzümü kapattım gözyaşlarımı sildim. Derin bir soluk aldım ve daha sakin konuştum onunla.

“Sırf babamın merhametinin altında kaldın diyeydi yaptıkların… Yazık abi, geçen onca zamana, onca bekleyişe, özleme, dökülen onca gözyaşına yazık. Sen onun dingin mizacını ve merhametini bir kenara atarak dik başlılık ediyordun, kendi aklınca babamdan kötü de olsa farklı bir muamele görme umuduyla… Ne boşuna bir uğraşmış? Yuşa o seni çok seviyordu, öyle ki o çok sevgisi kendisine imtihan olmasın diye kendinden bile gizliyordu bunu. Resmin hep kitaplığın en gizli yerinde duruyordu… Daima senden bir haber duyma umuduyla eski arkadaşlarını ziyarete giderdi, hep duasındaydın, dilindeydin, gözbebeğindeydin. Sen kuşları çok seviyorsun diye terasa sınıf yaptırmazdı, çünkü kuşların evsiz kalırdı ve üzülürdün. Ona aldığın Kur’an hala ilk günkü paketinin içinde ve en üst rafta duruyor. Eskir diye okumaya kıyamazdı. Kaç kez onu okumaya çalışırken ağlar buldum bilmiyorsun ki, ama sen sevilmeyen çocuk olmak ile meşguldün. Hep babama kördün, hep bileylediğin o öfkeye tutunuyordun. Ve ne? Babam seni sevmiyor muydu? Herkes gibi miydin? Yuşa biz seni çok seviyoruz.”

Küçük bir şaşırmanın ve farkındalığın ardından çatık kaşları yere dikti ve birkaç dakika öylece düşündü. Elleri ile oynadığını, parmak boğumları buz kesene dek ellerini sıktığını biliyordum çünkü üzülünce öyle yapardı. Benim abimi yıkılmış gördüm bu kez, yenilmiş, boşluğa düşmüş, umutsuz ve çaresiz. Hiç konuşmadı. Çenem titrerken gelen bir ağlama nöbetini geri ittim, yüreğimin ucuna gelen daha taze acım boy gösterdi. Zeyd’in bakışları yüzümdeydi bunu anladığı an elime uzandı eli. Sımsıkı tuttu. Derin bir nefes aldım bu teselli ile. Gözyaşlarımı sildim ve kararlı bir sesle Yuşa’ya baktım tekrar:

“Ben sana bir iyilik yaptım, ne düşünürsen düşün ama öyle. Senin onları bırakamadığını bu yüzden teslim olmadığını biliyorum. Meryem’in seni çok sevdiğinden bunu yapamayacağını da biliyorum, bu yüzden yaptım bunu. İstediğin kadar beni suçlayabilirsin. Razıyım ben. Benden nefret de edebilirsin ama ben seni sevmeye devam edeceğim. Beni görmek istemeyebilirsin ama ben seni görmeye geleceğim… Meryem ve Ali Hanif, konaktalar. Muaz onları sen çıkana dek misafir edecek.” Cansız bir gülüş ile derin bir nefes aldı ve bakışlarını odada gezdirdi.

“Ben çıkana kadar… Öyle mi?”

“Evet,” dedim kendim den emin bir sesle. “Zeyd bunun için burada. Avukatın olacak ve sende kabul edeceksin.”

“İstemiyorum.”

“İsteyeceksin çünkü dışarıda hasta ve seni bekleyen bir oğlun var. Zeyd’den nefret ediyorsun diye-“

“Zeyd’i Gazel, inanmadığı bir şeyi savunmayacak bir avukat olduğunu bilecek kadar tanıyorum. Suçsuz olduğuma inanıyor mu?” Zeyd’in bakışları bana döndü:

“Sen inanıyor musun?”

“Evet.” dedim emin bir sesle.

“O halde bende inanıyorum.”

“Nasıl emin olabiliyorsun?” diye sordu Yuşa Zeyd’in bana olan sevgisini küçümseyerek, Zeyd geriye yaslandı.

“Emin olduğum tek bir şey var o da senin; biraz hırslı bir ahmak olduğun.” yüzünde bir gülüş belirdi keyifsiz. Bunun bir kabulleniş olduğunu anladım ve bir yanım rahatladı.

“Sana bunun için bir yumruk atabilirim.”

“Bence atmazsın aksine bana sonrasında biraz borçlanabilirsin.”

Yuşa’nın bakışlarında bir duygu geçti Zeyd’in kararlı ve kendinden emin ifadesinin bir yansıması gibi. O da bunun farkına varınca başını eğdi bu haline güldü bu defa. Onun Zeyd’i de kabul ettiğini anladım.

“Sana borçlanmayacağım.”

“Tamam. O halde seni buradan çıkarmamın karşılığı olarak bana bir cevap ver.” Yuşa şaşırdı.

“Soru nedir?”

“Neden benden bu kadar nefret ediyorsun?” Zeyd’in sorusu üzerine bu defa ben şaşırdım çünkü onun Yuşa’nın öfkesini önemseyeceğini hiç düşünmemiştim. Yuşa başını önüne eğdi birkaç saniye sonra sessizce yanıtladı onu:

“Çünkü babam en çok seni severdi.”

Cevabı ile ona bakakaldım. Zeyd’i mi kıskanmıştı yani şimdiye dek, babamın evde adını tek andığı talebesini? Sonrasında onunla evlenmeme gösterdiği tepkiyi anımsayınca buna inandım ve abimin bu çocukça tavrını şimdiye dek babama kar kullanmasına hayıflandım birkaç kez daha ah ve vah çekerek.

“Zeyd’in suçlu olduğuna yemin etmiştin.” dedim bu defa. Kendinden emin bir şekilde konuştu.

“Evet, kanıtlayabilirdim de.” Zeyd başını yana eğdi ve merakla sordu:

“Görüntüler en başından beri sendeydi, neden göstermedin ona? Gazel ile evlendiğimizi öğrendiğin o ilk gün yapabilirdin, neden yapmadın?”

“Ona söyledim sadece ama inanmadı,” dedi beni göstererek: ”bende inanmadığım bir şeyin kanıtını ona sunamazdım.”

“Ama-“ diyecek oldum ama kesti sözümü:

“Evet, sana öyle söyledim, çünkü ona inanmamanı istiyordum beni yalnız bırakacaktın.”

Onu masum ve saf hali ile gördüm onca zaman sonra. Saçlarına düşen akların ve yüzündeki gölgenin hala varlığını bile hissettirmediği o anlara giderek. Onun hep sert mizacını ve olgun halini över severdim meğer ikisi de bir kılıftan ibaretmiş bunu onca yıl sonra ondan öğrendim ve buna rağmen ona olan saygımdan da sevgimden de tek bir azalma olmadı aksine onca zaman sonra karşımda dürüst olması onu gözümde daha da büyüttü. Masada duran elimi ona uzattım gülümseyerek. Bir kaç saniye baktıktan sonra uzanıp elimi tuttu, bileklerinde ki kelepçe izlerine dokundum:

“Senin yerini kimse tutamaz.” dedim samimiyetle oda buna inanarak gülümsedi.

Görüşmenin sonlandığını haber veren kapı açılma sesi ile ayaklandı Yuşa ellerini Utku’ya uzatınca Zeyd araya giderek kelepçeye gerek olmadığını söyledi çünkü bunun beni incittiğini anlamıştı.

. . .

Sonra ki gün sabah başka bir haber ile uyandırdı bizi Ebrar ve Affan; masanın diğer üyelerinden Bekir Bertar komadaydı. Başından vurulmuş ve ölmemişti. Henüz. Barut’un işine hala devam ettiğini böylece anlamış olduk. Yine korkmaya başlamıştım çünkü Barut Zeyd’in ve Talha’nın onu sakladığını anlamıştı. Bu da demek oluyordu ki yeni hedef kendileriydi.

Zeyd yeni bir masa toplantısı için Talha’nın yanına gittiğinde vakıftaydım. Cam odada dışarıyı izliyordum. Aklımda bir şekilde Barut ile iletişime geçmeyi ve onu Utku’ya nasıl götüreceğimizi düşünüyor ihtimalleri düşünüp eliyordum. Tüm oklar şuan tek bir kişiyi gösteriyordu; Nefise. Lakin ondan da ses seda yoktu yer yarılmıştı da içine girmişti sanki. Can eğer Nefise’ye oğlunun yaşadığını söylersek Barut’u kendi elleri ile öldüreceğini söylediğinde Zeyd buna karşı çıktı. Bu haberi Nefise’ye söyleyip söylememe konusunda kararı bana bırakmıştı ama kesinlikle Nefise’yi Barut’un üstüne yollamayacaktık. Bu yüzden başka bir seçenek bulmalıydık.

Vakfın önünde duran bir taksiden Deniz inince düşüncelerim yolu kesilmiş gibi donup kaldım. Bir an ellerim ve ayaklarım hissizleşti ve zihnimde o gün belirdi. Kalp atışlarım hızlanmaya ellerim terlemeye başladı. Gözlerimi kapatıp açtım derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım ve onu izlemeye başladım. Kararsız bir halde kapıda dikilmeye devam etti önce. Buraya gelme sebebi elbette bendim ama ne amaçla beni görmeye gelmişti anlayamadım. Bir türlü içeriye girecek cesareti bulamıyor gibiydi ki bu tereddüttün sebebini anlamam çokta uzun sürmedi; Ebrar. Onu en son girişte bırakmıştım ve eğer Deniz’i görürse olay çıkarabilirdi. Deniz sonunda içeriye adım atmaya cesaret bulduğu o anda bende hızla odadan çıktım. İlk koridorda bekleyen Özlem telaşıma bir anlam veremeyerek baktı.

“Ebrar nerede?”

“Akif’in yanında.” Kapının karşısında!

Hızla ikinci koridoru da geçtiğim o anda Ebrar’ın da tüm kudreti ile Deniz’e yaklaştığını gördüm. Belinde ki silahı çıkarıp emniyetini açtı ve Deniz bunu gördüğü an yüzünde ki tüm kan çekildi. Eğer Ebrar yap dersem o silahın tetiğine basardı, bunu anlayacak kadar vakit geçirmiştim onunla. Bir anne olarak bebeğimi düşürmemin bana nasıl hissettirdiğini en iyi anlayan da oydu. Bunu biliyordum bu yüzden buna sebep olduğu için benim yerime de Deniz’den nefret ediyordu. Bu nefreti ile onu öldürebilirdi de.

“Ebrar!”

Beni duymadı çünkü sadece Deniz’e odaklanmıştı. Tekrar seslenmek üzereydim ama ne olduğunu anlamadan Ebrar bir çocuğun ensesini tutuyormuş gibi Deniz’i ensesinden tutarak onu eğdi ve sürükleyerek dışarı çıkarmaya başladı. Onun sadece dişlerinin arasından:

“Ne yüzsüzlük.” dediğini duydum ve koşarak yetiştim ona. Vakıftan henüz çıkmıştı ki onun elini tutarak durdurdum.

“Ebrar, bırak.” bana inanamayarak baktı:

“Bırakayım mı? Nasıl ondan hala nefret etmezsin. O kötü biri, bir katilden farsız şuan.”

“Aynı şeyi bizde ona yaparsak nasıl iyi olacağız.”

“Ama-“

“Bırak gitsin.”

Ebrar bıraktı. Ardından yere tükürdü ki bu bir küfürden daha ağırdı. Bizden beş adım uzaklaşarak durdu ve dişi bir aslan görüntüsü ile bakışlarını Deniz’e dikti. O sırada Deniz ağlayarak doğruldu. Ondan bir iki adım uzaklaşarak yere diktim bakışlarımı, ona bakmak istemedim.

“Gazel ben gerçekten pişmanım, senin hamile olduğunu bilmiyordum. Yemin ederim seni itmek gibi bir niyetim yoktu. Sadece o an düşünme yetimi kaybettim çok öfkelendim. Gözüm döndü bir an. Sen düşünce fark ettim ne yaptığımı çok korktum, panikle kaçtım oradan. Ne yapacağımı bilemedim aklım sonra başıma geldi. Polise gidip teslim olmak istedim ama yapamadım. Zeyd söylediği yaptığı her şeyde haklıydı. Asla telafisi geri dönüşü yok ama-”gerisini duymadım.

“Zeyd mi? Yanına mı geldi?” gözyaşları arasında başı ile onayladı: “Ne dedi?”

“Sen hastanede iken nasıl düştüğüne bakmak için ofise gelmiş.” Bakışlarımı o hala konuşurken ona diktim ve söylediklerinde samimi solduğuna emin oldum. İçten sesi ağlayışı ve şişmiş yüzü bu pişmanlığının yeni olmadığını gösteriyordu. O sözünü bitirdikten sonra kısa bir nefes aldım.

“Deniz ben şimdi seni affettiğimi söylersem yalan söylemiş olurum çünkü gerçekten canımı yaktın ve bunu şuan telafi etmen mümkün değil. İstemiyorum da... Sen bir kötülük yaptın ve bunun cezasını verecek olan ben değilim. Seni affedecek olan da ben değilim. Eğer gerçekten pişmansan ve benden özür dilediğinde samimi isen bu günahının karşılığı olarak kâfi ve biliyorum ki bu öfkem bir gün geçecek ancak o zaman sana içimden geçeni söyleyebilirim ama o gün bugün değil.”

“Ben ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.” bu cümle anında başka bir düşünceye karşılık geldi ve fırsatı kullanmak istedim.

“Senden istediğim bir şey var.”

“Nedir?”

“Beni Barut ile görüştür.” Eli ile yüzünü sildi.

“O sen istedin diye seninle görüşecek biri değil. Şuan odaklandığı tek bir şey var o da hepinizi öldürmek.”

“Ama ona ulaşabilirsin değil mi? Barut’a bende bir emaneti olduğunu, ve onu alması gerektiğini söyle.”

Deniz anlamayarak birkaç saniye baktı ama sormadı sadece başını salladı ve sessizce uzaklaştı.

. . .

Öğle namazını kıldıktan sonra mescitten çıkıp odama gittim. Ebrar bir köşede oturmuş somurtuyordu. Bana kızgındı çünkü Deniz’in öylece gitmesine izin vermiştim, onu cezalandırmam gerekti. Kendince haklı olduğunu biliyordum çünkü normal şartlarda belki bende onun düşündüğünü düşünebilirdim hani Zeyd ile tanışmadan evvel ki hayatımda ama artık o Gazel de değildim. Birini affetmenin ya da vicdanı temizlemenin bizim elimizde olmadığını düşüneli çok zaman olmuştu. Başıma gelen bu kötü olayın sebebi bir insan değildi bana göre. Benim ve Zeyd’in yaptıkları idi. Bize imtihanı böyle olmuştu ve bu yüzden etrafımda bir günah keçisi aramayacaktım.

“Hala kızgın mısın?” diyerek takıldım ona, gönlünü almak istiyordum.

“Sana kızamam. Eğer kızarsam yanında duramam.”

Ebrar bana bakmamayı sürdürürken ona güldüm. Ardından önümde yığılmış kâğıtları toparlamaya başladım. O arada aklımda ki soruyu ona sordum.

“Ben hastanedeyken, Zeyd Deniz’i görmeye mi gitti?”

“Evet.”

“Ne için?”

“Aslına bakarsan gırtlağına sarılmak için ya da Affan’ın dediği gibi ona da aynı şeyi yapmak için.” donup kaldım.

“Zeyd asla böyle bir şey yapmaz.” Ebrar omuz silkti.

“Sevdiği insana bir zarar gelirse yapar. Hastane de sen baygınken geldi doktorla konuştuktan sonra ise çıkıp gitti. Deniz’in ofisini yerle bir etmiş. Affan iyi ki Deniz orada yoktu dedi.”

Şaşırarak ona bakmayı sürdürdüm. Zeyd demek o kadar korkmuştu bana bir şey olmasından. Asla gün yüzüne çıkarmadığı öfkesini kontrol edemeyecek kadar. Bir an eğer bana bir şey olsaydı onun gerçekten de Deniz’i bulup… Hayır dedim içimden. Zeyd ona gözdağı vermek için ofisi talan etmiş olabilirdi ama asla Deniz’e zarar verecek bir şey yapmazdı. Ben buna emindim. O an aklıma hastane de elini sardığı bandaj geldi. Kanla kaplanmıştı eli. Orada mı olmuştu yoksa.

Kapının birden açılması ile Zeyd telaşla girdi içeri ve onun olduğu düşüncelerimden sıyrılarak kendisine döndüm. Hızlı adımlarla bana doğru gelip eğildi ve beni inceledi. Gözlerinde ki kuyunun dalgalandığını gördüm. Sevgi demek endişeyi de had safhaya çıkarıyordu.

“İyi misin?” gülümsedim, ardından ayağa kalkıp ona sarıldım.

“İyiyim. Seni görünce daha iyi oldum.” Sarılışıma karşılık verdi sımsıkı. Geri çekilip yüzümü avuçladı.

“Deniz gelmiş.”

“Ofisini basmışsın.” Beni duymazdan geldi benim yaptığım gibi.

“Ne işi var burada? Pişmanım diyerek ağladı mı yoksa?”

“Neden gidip dağıttın orayı? Deniz’i görseydin zarar verecek miydin ona?”

“Eğer sana bir şey olsaydı-“

“Hayır Zeyd, yapmazdın çünkü sen benim sevdiğim adamsın. Dünyanın en kötü insanına bile zarar vermezsin. Senin adaletin böyle değil.”

Zeyd derin bir nefes aldı. Gülümsemeye çalıştı ellerimi tutarken.

“Adalet ne demek bunu sorguluyorum kaç gündür. Kısasa kısas ise benden alınan bir can için onlardan bir can almalıyım. Hak edene hak ettiğini vermek ise onlar ölümü hak ediyorlar.” İkisinin de olmadığı bir seçenek varsa Zeyd’e söylemek isterdim ama elimizde bulunan en adil sayılan adaletten örnek vermeyi uygun buldum.

“Yaşamak bazıları için cehennem azabı ile eşdeğerdir.”

“Vicdanı sağ olanlar için; bu adamların ki ölü.”

“Peki sence adalet hangisi?”

“Bilmiyorum. Sadece onları cezalandırması gereken kişi ben değilim. Benim işim teslim etmek.” Onunda az önce ki düşüncemi onayladığını görmek beni memnun etti.

“O halde yapalım. Deniz’e beni Barut ile görüştürmesini söyledim. Kabul etmeyeceğini söyledi. Bende ona bende bir emaneti olduğunu söyledim.” Zeyd birkaç dakika düşündükten sonra anladı.

“Ona Sahra’yı mı söyleyeceksin?”

“Evet, ama önce Nefise ile konuşmamız gerek. Ona da oğlunun hayatta olduğunu söylemeliyiz.”

“Bu ikisini birbirine düşürebilir. Nefise, Barut’u gördüğü an öldürür.”

“O halde Utku’ya söyle Nefise’nin peşini sakın bırakmasın. Belki bizden önce Barut’u o bulur.”

Yol bu gibiydi çünkü risk almadan bu işi çözemeyecektik.

. . .

Akşam Zeyd beni almaya geleceğini söylediği halde gelmeyince merak ederek Ebrar ile birlikte ne olduğuna bakmak için ofisine gittik. Etrafta tehlikeli bir sakinlik vardı. Ofisin girişinde kimse yoktu. Ebrar’ı beklemeden acele ederek içeri girdim ve bekleme odasında Can’ı elini sararken buldum, derin sayılabilecek bir bıçak yarası vardı elinde hemen yanı başında ise iri cüsseli kel bir adam bekliyordu.

“Can!” Beni görünce telaşla ayağa kalkmaya çalıştı ama adam onu omuzunda tutarak tekrar oturttu. Can sessiz bir küfür savurdu adama ve fısıldayarak:

“Geri dön.” dedi.

Aklıma gelen düşünce ile Zeyd’in odasına doğru acele ile koştum ve kapıyı açtım. Bakışlarım Zeyd de durdu. Sağ salim olduğunu görünce rahatladım biraz ve bakışlarım bu defa karşısında oturan adama kaydı. Orta yaşlı, dinç bir adam başında ki şapkayı çıkararak gülümsedi ve beni selamladı.

“Sonunda beklenen kişi geldi.” Zeyd ayağa kalkınca yanına gittim. Elimden tuttu hemen gözlerimin içine baktı, endişemi paylaşarak. Ardından misafirini gösterdi:

“Barut Yılmaz. Masanın tetikçisi. Bizimle görüşmek için burada.”

“Aslında…” dedi adam Zeyd’in sözünü keserek parmağı ile beni gösterdi: “Seninle görüşmek için geldim.” ardından ayağa kalktı ve elini uzattı: “Barut ben, seninle tanıştığıma memnun oldum.” Önce derin bir nefes aldım. Ardından şık gri çizgili takım elbisesi içinde ki bu orta yaşlı normal bir insan gibi görünen adama baktım. Tetikçi olarak düşündüğüm kesinlikle bu değildi en azından bu kadar beyefendi biri değildi.

“Hoş geldiniz.” dedim eline karşılık vermeyerek. Adam hiç bozulmadan geri çekildi. Zeyd elimi bırakmadan oturdu usulca koltuğa, beni de mümkün olduğunca yanında tutarak.

“Hiç adetim değildir tanımadığım insanlarla oturup vakit geçirmek, siz ilksiniz.” hoşnut gibiydi durumdan bu cümleyi kurduğunda. Başka bir adam iki kahve ile girdi içeri. Zeyd e döndüm sessizce sordum:

“Affan nerede? Can’a ne oldu?”

“Affan’ı Talha’ya gönderdim. Bir olay çıkmasın diye ama Can’ı unuttum maalesef.” Barut kahveyi alıp ilk yudumu içerken gözlerini kıstı:

“Nereden biliyordun geleceğimi?” diye sordu bizi dinlediğini açık ederek.

“Gazel’i görmeye gidemeyeceğini biliyordum. Bu yüzden beni kullanacaktın.” Barut etkilenmiş gibi gözlerini kıstı.

“Zekisin.” Onun bu rahat tavrına dayanamayarak sordum hemen.

“Neden yapıyorsun bu işi, o insanları öldürmek zorunda değilsin.”

“Evet değilim ama insan bu iş için doğmuşsa ve bunun için yetiştirilmişse bunu bir zorunluluk olarak görüyor bir süre sonra. Böyle lanet bir sisteme bela okurken aynı zamanda bunu temizleyecek kişi olmak aslında bir yandan armağan gibi. Sence de öyle değil mi Zeyd? Nede olsa düğmeye basan da sendin.”

“Kuralları bilmiyordu.”

“Evet. Öleceğini bilseydi belki de yapmazdı.” Zeyd kararlı bir şekilde cevap verdi:

“Yine yapardım.”

“O halde seninle ortak bir noktamız var; sende bu masayı istemiyorsun.”

“Yine de bu masayı istemiyor olmam onları öldürmek istediğim anlamına gelmez Barut.” Barut güldü.

“İlahi genç. Onlara acıyor musun? Bu insan kaçakçılarına, silah satıcılarına, tarihi eser hırsızlarına, tefecilere, uyuşturucu ticareti yapanlara…” Böyle söyleyerek gösterdiği tablo da Zeyd’in de oturduğunu bilmek beni biraz üzdü ve böylece Barut’un aslen beni etkilemek istediğini anladım.

“Onlara acımıyorum.” diye devam etti Zeyd oldukça rahat bir tavırla: “Hak ettikleri ne ise onu bulacaklar sonunda ama bu onları öldürmek seçeneği ile değil.”

“Zeki olduğunu söylemiştim. Ölüm basit gelir değil mi? Vicdan azabı ve hapis bazıları için ölümden daha korkutucu.”

“Eğer dikeni tutarsan canının yanacağını da biliyorsundur.”

“Tıpkı bu masaya otururken öleceğini bilmen gibi…”

“Bu insanları öldürerek kendini ne söylersen söyle haklı çıkaramazsın.”

“Ama haklıyım.”

“Babanın izinden gitmeyebilirdin.” dediğim an bakışları Zeyd’den bana döndü ve anında bakışları değişti. Nefise ile konuştuğumu, hikâyeyi bildiğimi anladı.

“İyi bir arkadaştır değil mi Nefise? Sana olanları anlatacak kadar güvenmiş olmalı.”

“Hanginizin haklı olduğundan emin değilim.” Şaşırarak geriye yaslandı:

“İlginç, bir kadın olarak aslında ona hak vermen gerekirdi.”

“Ama sende onu hayatta tutmak için babanın izinden gitmeyi seçtin.” yine gülümsedi ve dürüst oldu.

“Evet.”

“Şimdi ise baban yok ve sen yine bu işi yapmaya devam ediyorsun? Artık istediğin için bu insanları öldürüyorsun. Neden?”

“Masa da ki herkes kral olmak ister, herkes yönetmek, güce sahip olmak, her şeyi avucunda tutmak... Masayı kurmalarında ki esas amaç buydu ama babam farklıydı onlardan, o kral değil tanrı olmak istiyordu bu yüzden kendini tetikçi seçti ve sonunda kendi kanında boğuldu. Ölürken bile dileğini benimle sürdürmek istedi ve beni de tanrı gibi yetiştirdi. Şimdi ise tanrının kötüleri cezalandırdığı gibi bende kötüleri cezalandıracağım.”

“Ne hastalıklı bir düşünce? Kendini ilahi bir varlık olarak nitelendirmenin normal olmadığını bildiğine eminim.”

“Ama inanıyorum ve yaptığım işin bundan bir farkı yok.”

“İnançsızsın.” dedi Zeyd araya girerek: “Adalete inanmıyorsun çünkü eğer adalet olsaydı sen babanın oğlu olarak dünyaya gelmezdin hadi geldin diyelim Nefise ile gitmene izin verilmeliydi ama sen kalmak zorunda kaldın ve-“

“Kaldıysam işimi yapmalıydım.” diye tamamladı Zeyd’in cümlesini. Barut’tan gerçekten korktum çünkü Zeyd’in de dediği gibi inançsızdı ve onu durduracak bir şey yoktu.

“Onları öldürmenin haklı bir tarafı yok, adalete teslim edile-“ başını sallayarak Zeyd’in sözümü kesti Barut ve öne doğru eğildi:

“Bir kötüye en layık cezayı yine bir kötü verir. Siz bunu bilemeyecek kadar iyisiniz ya da bildiğiniz halde bunu yapamayacak kadar merhametli ama ben değilim.”

“Haklısın.” Dedi Zeyd: “ama sen Yaratıcı değilsin. Onları sen yaşatmadın ki öldürmek sana düşsün.” Barut bir kahkaha attı. Hoşuna gitmişti.

“Biraz daha konuşursan iman bile edebilirim ama buna izin veremem. Şimdi asıl konumuza gelelim. Bekir’i sakladığınızı sandınız ama buldum. Şimdi listede sen ve Talha varsınız.” Dostça gülümsedi Zeyd’e Barut, ardından bakışları bana döndü: “Benim kasidelerim basittir; kısasa kısas. Sen ve kiraz ağacın bir kuralı çiğnediniz şimdi sıra bende. Ben de bir kuralı yok sayacağım.” Zeyd’in yüzünden ki kan çekildi ve bakışları donuklaştı:

“Onu da öldüremezsin.” dedi beni ima ederek.

“Hayır, yapamam çünkü o ölmeyi hak etmeyecek kadar iyi biri.”

“Ne yapacaksın?”

“Bilmiyorum. Bu gece karar veririm. Artık gitmeliyim.”

Ayağa kalktı Barut ve kapıya yürüdü. Ona seslendim.

“Barut,” bana döndü yavaşça: “oğlunu neden bu işe sürükledin?” yüzünün gölgelendiğini gördüm.

“O benim gibi değil. Karıncayı bile incitmez.”

“Peki neden Nefise’den sakladın. Baban öldükten sonra onu getirebilirdin.”

“Ben onu annesinden hiçbir zaman alıkoymadım. Dilerse gidebilir ve oğlum benim ortağım değil.”

“Takipçin değil miydi?”

“Öyle gösterilmesini kendi istedi. Nefise’ye yakın olmak için.” şaşırarak ona bakakaldım o ise devam etti: “Peki emanet dediğin şey ne? Gerçek miydi yoksa sadece benimle konuşmak için mi?”

“İkincisi.” diyerek ondan sakladım Sahra’yı çünkü Barut beni korkutmuştu ve eğer ona söylersem sıradaki hamlesi benim vicdanımı sızlatabilirdi. Gülümsedi Barut inandığını belli ederek.

“Sizinle sohbet etmek keyifliydi. Hoşça kalın.”

. . .

Barut gittikten sonra Zeyd tamamıyla sessizliğe gömüldü. Bütün gece sürdü bu sessizlik. Akşam en sevdiği Divân elindeyken de dalıp gitti bakışları. Ona getirdiğim çayı soğuttu. Kahveyi istemedi. Konuşmalarıma zorla cevap verebildiğini anlayınca sustum bende. Aklında ki düğümü çözememek korkusunu ve endişesini gün yüzüne çıkarıyordu. Onu böyle yalnız bırakmak istemiyordum, yanındaydım ama varlığımı dahi unutmuş gibiydi. Sessiz kalmaya devam ettim bende onun yaptığı gibi.. Gece uyuyamadı, dönüp durdu yatağında. Sonunda pes ederek ve uyuduğumu sandığı an kalkıp çalışma odasına gitti. Onun huzursuzluğu bana da geçmiş, uykum kaçmıştı. Zeyd’in başucuna bıraktığı kitabını alıp okumaya çalıştım ama Zeyd sanki düşüncelerini o kitaba dökmüş gibi benim aklımda bulanmaya başladı. Zihnim dönüp durup Barut’un hangi kuralı yok sayacağına takılıp kaldı. Emin olduğum tek bir şey vardı o da bunun Zeyd’e zarar vereceği idi. Belki de bizzat kendisine. Zeyd’in benden yana tasası yoktu çünkü Barut dürüstçe beni listesine almayacağını söylemişti. Bu da diğer tüm seçenekleri birer muammaya dönüştürüyordu.

Zeyd’in sesini duydum çalışma odasından. Telefonda biri ile konuşuyordu. Saat epey geçti ve bu saatte sadece Berzah ile konuşabilirdi. Endişesini Berzah ile paylaşıyordu ve ondan mantıklı bir yorum bekliyordu. Sevdiklerine bir zarar vereceğine emindi bunu fısıltı ile duyulan konuşmasından anlamıştım. Kendisi umurunda bile değildi ama etrafındakilere zarar vermesine dayanmayacağını söylüyordu Benim de Zeyd’e yansıtmaktan çekindiğim korkum kapattığım yerden çıktı ve kalbime yüklendi, içime bir sıkıntı çöreklendi. Ayağa kalktım ve su içmek için mutfağa gittim. Salondan geçerken Zeyd’in aile resminin önünde durdu ayaklarım. Suat bey ve Reyhan annenin gülümseyen yüzleri içimde ki sıkıntıyı arttırdı ve aklıma düşen düşünceyi tuttu. Olabilir miydi elbette olabilirdi, Can, Mirza, Berzah, Talha Zeyd’in sevdiği herkes olabilirdi ama Suat bey olaydan çekilmişti bu da seçenekleri dörde indiriyordu. Mirza ve Can’a baktım. Boğazımda bir yumru oluşana dek orada dikilip onları izlemeye devam ettim. Beni kendime getiren Zeyd oldu. Koluma usulca dokunduğunda arkamda buldum onu.

“Namaz vakti.”

Sabah namazını kılarken Zeyd iki kez şaşırdı, iki kez baştan aldı. Bu da durumunun vahim olduğunu göstermeye yeterdi. Sabah okumasını ben yaptım o da sessizce beni dinledi. Hiçbir yanlışımı düzeltmeden hem de. Sonra yürüyüşe çıkmadı. Evde kahvaltıyı kendi hazırlamak istedi izin verdim. Aklını dağıtmaya ihtiyacı vardı. Kahvaltıdan sonra Affan’ı beklemeden çıktı evden, benim ise Ebrar gelmeden evden çıkmamı istemedi. Dediğini yaptım. Ev işlerini öğleden sonra bir saatliğine uğrayan Emel abla gelip hallediyordu bugün ki işleri ona bırakmadan ben hallettim ve ona bugün dinlemesini söyleyen bir mesaj attım.

Öğleden sonra vakıfta Akif ve Zeynep ile yeni bir yardım kampanyası hakkında konuşurken Ebrar gelip Reyhan annenin ve Suat beyin Zeyd’i ziyarete geldiğini söyleyince hemen kalkıp onların yanına gittim. Reyhan anne beni görünce ayağa kalkıp kucakladı. Suat bey ise gülümseyerek selamladı beni. Mirza ve Can’da oradaydı.

“Neyi var bunun? Apar topar bizi yurtdışına göndermek istiyor.” dedi Zeyd’i şikâyet ederken annesi. Sabaha dek düşündüğü ve karar verdiği şey buydu demek sevdiklerini uzaklaştırmak. Güldüm:

“Güzel bir tatil için bence bu fırsatı kaçırmayın.” Can sinirle söylendi:

“Ya da neden kaçtığını bize de söyleyin. Dün Barut geldikten sonra bizi bir yerlere göndermek istiyor. Sizi tehdit etti değil mi?” Zeyd bıkkın bir nefes verdi.

“Hayır Can, ben sadece işimi sağlama almak istiyorum.” Suat bey elini Zeyd’in omzuna koydu:

“Oğlum, eğer derdin bizim canımızı garantiye almak ise bunu çoktan yapmadın mı?”

“Baba lütfen kabul edin.”

“Sanki çoktan valizlerimizi hazırlamamış gibi bir de onay istiyor.” diye sahte bir sinirle söylendi Reyhan anne Zeyd’e.

Sonra ki bir saat onlarla vakit geçirdik. Onları tanıdığım günden bu yana ilk kez bu kadar rahat ve güzel bir sohbetin içinde buldum kendimi onlarla. Ne kadar iyi insanlar olduklarını düşündüm. Nasıl bir aile olduklarını… Birlikte ne kadar güzel göründüklerini ve benimde bu ailenin bir parçası olduğumu…

Can uçak saatinin yaklaştığını söyledi ardından. Veda vakti Reyhan anne sımsıkı sarıldı bana, onun ve Suat beyin elini öptüm, Mirza da öyle çünkü onları hava alanına Zeyd ve Can götürecekti. Bu yüzden ikimiz veda için kısa bir vakit harcadık. Ofisin arka otoparkına kadar beraber yürüdük. Zeyd, Can, Reyhan anne ve Suat bey dördü birlikte arabaya doğru giderken ben ve Mirza arkalarından el salladık. Arabaya bindiler. Mirza ile arkamızı döndük.

Ve bu hayatta ölene değin asla unutmayacağım o an yaşandı. Önce büyük bir patlama sesi geldi ve yer ile birlikte önümüzdeki bina da sarsıldı. Bu sarsılış zihnimin hangi odasını, yüreğimin hangi yarısını depremlere boğduğunu anlatamam. Sonrası sessizlik ve sonrası ölüm... Böyle anladım ölüme değdiğimizi.

. . .


Loading...
0%