Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16.Bölüm - Fi̇nal

@cigdemgah

Yeniden bir sona yaklaşırken ölümün insanın yaşamının bir parçası olduğunu öğrendim. Hep yaşamanın bir sürgün olduğunu bilirdim ve ölümün bu sürgüne bir son verdiğini ama yaşamının içinde ölümler barındırıp da hala onu bekleyen birini hiç görmemiştim. Ölümü bir bardak su gibi, bir parça ekmek gibi gören insanlar hiç denk gelmemiştim. Gönül ehlinden ziyade bu saydıklarım elbette. Hem faniye bu kadar bağlı olup hem ölümü bu denli basit yavan gören insanların hayatları burada söz ettiğim. Zeyd’in hayatı da o hayatlardandı işte. Talha’nın hatta Berzah’ın… Bu insanların hikâyesi doğmakla değil ölmek ile başlamıştı ve sanki bunun başlangıç acısı, sızısı yetmiyormuş gibi bir de bu ölümleri etraflarına da bulaştırmışlardı. En sevdikleri ile sınanarak hem de. Bana kalırsa ben bunun bir bitiş olduğunu düşünmüyorum. Başında da dediğim gibi; sürgünün bitişi ise bu ölüm, kalana ne denli keder verse de giden için bir vuslattı. Ötesini bilmeyene, inanmayana ölüm elbette ki korkutucu görünür ama bize değil. Geri de kalan bana, Zeyd’e ve Can’a değil… Giden o iki insana ise ben cennetin kapılarının sonuna dek açık olduğunu düşünüyorum çünkü geride üç tane evlat bırakarak gittiler bu dünyadan. Birbirinden değerli üç insan bırakarak hayatlarına veda ettiler.

Zeyd’in anne ve babası öldü, Can’ın da, hatta benimde… Ölümün hayırlısını dileyen onca insana binaen bu iki iyi insanın ölümü benim yüreğime dokundu. Olduğum yerde çakılıp kalmama düşünmeme ve en sevdiğimin de bu şekilde ölebilme ihtimaline getirdi. Zihnimin sesinin kesilmesi kulağımın uğultusu dinip birden kendime gelir gelmez düştüğüm o yerden kalkıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. Az önce sevdiklerimizi uğurladığımız o araba alev alev yanarken ben donup bakakaldım. Etraf ta bir uğultu bir hareketlilik yaşandı. Felaket dedikleri böyle bir şey miydi? Aklımda ki o isim yerini hatırlatır hatırlatmaz kendimi zorlayarak adım attım. Yanan arabanın yanına yaklaşmak mümkün değildi alevlerin arasından o tanıdık silueti görürsem o an bende ölebilirdim ama alevlerden başka bir şey görünmedi. Zeyd diye haykırdığımı hatırlıyorum. Yere düştüğümü ardından perişan bir halde. Bakışlarım ölüm ile kesişti içime düşün alevler bir patlamadan daha beterdi. Yanıp kavurdu beni o an ölmek üzereydim ki Zeyd’in bir kaç metre uzağımda ki yerde yatan bedenini gördüm.

Hastane koridorunda yalnız başıma beklerken aklımdan geçen kaç görüntü, kaç kelime, kaç dua, boğazımda asılı kalan kaç hıçkırık vardı buraya yazamam. Bir ailenin darmadağın oluşunu kendi gözlerim ile gördüm, kendi ailem de buna dâhil ve artık iki şeye emin oldum; Zeyd’in ölüme değdiğine ve bu insanların mutlaka bir bedel ödediğine… Haklı çıktı. Bu benim bebeğimi kaybetmemden dahi ağır bir bedeldi, şuan içeride odada yalnız yatan Zeyd için. Son dakika Can eğer kendi arabası ile gitmeyi teklif etmese belki şuan ikisinin de parçalara ayrılmış uzuvları morgda bulunuyor olacaktı ama Elhamdülillah ikisi de hala sağdı. Keşke demeyeceğim çünkü bunu söylersem ölümü gücendirmiş olurum ve onun hayrına olan inancıma ters düşerim. Düşünüp duruyorum, kurup yeniden bozuyor, ekleyip yeniden çıkarıyorum ama bunun acısını Zeyd’e nasıl anlatacağımı onun nasıl dayanacağını bilmiyorum. Dua ediyorum ki bu kahır onu da öldürmesin çünkü dediği gibi ölüme değen kendisiydi ve değip ölmemişti. Bu kendi kendini öldürmesi demekti. Yaşarken azap çekmekten bahsettiği buydu.

Zihnimden Yasin Suresi’ne bilmem kaçıncı kez baştan başladım, hıçkırıklarımın arasından. Bakışlarım odanın cam penceresinden içeri kaydı; Zeyd hala uyanmamıştı. Hemen yan tarafta ki odada bulunan Can’da. Onun durumu Zeyd’in kinden daha kötüydü çünkü patlama anında kendi arabasına binmişti ve araba ile birlikte savrulmuştu. Yoğun bakım ünitesinin hemen sonunda bir köşeye sinmiş sessizce ağlayan Melike ise perişandı. Bakışlarımı kaldırıp derin bir nefes aldım.

Sağ bacağını sargıya almışlardı, yüzü çizik içindeydi canımın… Yüreği bedeninden kat be kat hasarlı. Acısı ondan bana dalga dalga yayılıyor. Uyuyor gibi ama bu uyku tamamıyla matemli. Onu böyle görmek harlıyor yüreğimi. Gözlerini açtığında nasıl söyleyeceğim yeniden öksüz kaldığını? Nasıl bir nasipsizlik bu? İnsanı en sevdiklerini almakla imtihan eden Allah nasıl kötülüğüne yaşartırdı bunu? Hayır, hayır Rab asla Zeyd’e zulmetmez. Aslen Allah’ın Zeyd’i sevdiğini anladım orada. Aksi halde neden kimsesiz bırakıyordu ki kulunu, Ben varım demekten başka nedir ki bu? Tıpkı Peygamberine yaptığı gibi, sevdiği kullarına yaptığı gibi?

Ama Zeyd’in bunu geç anlayacağını biliyorum. O bu kederin ortasında bunu anlamayacak kadar yasta ve üzgün olacaktı. Hatta öfkeli. Daha önce öfke ile Deniz’in ofisini talan eden Zeyd şimdi ne yapardı düşündüm bunu. Endişe dört döndü içimde, şimdi kim durdurabilirdi onu? Şuan cenaze işleri ile meşgul olan Talha mı? Yoksa hala çok uzakta olan Berzah mı? Yahut ben mi?

“Gazel!”

Düşüncelerimi Muaz’ın bana seslenişi böldü. Dahası saplanıp kaldığım yerden çıkardı. Yanında yürüyen Betül’ün ağlamaklı yaklaştığını geldiğini görür görmez tuttuğum hıçkırıklarım kendini saldı ve bana gelip kollarını açarken onun tesellisine sığındım.

“Başın sağ olsun.” dedi Muaz sessizce, omzuma dokunup sıvazladı yavaşça. Ardından Betül derin bir nefes alarak konuştu:

“Geçecek inşallah bu günler de. Çok şükür Zeyd hala hayatta onun için dayanmaya çalış.” Bakışlarım Muaz’a kaydı. Derdim kendi kaderim değildi ki:

“Ah, Muaz. Başına daha neler gelecek? Nasıl söyleyeceğim ben ona bunu?” Muaz yavaşça omuzlarımdan tuttu ve eğilerek gözlerimin içine baktı:

“Sakin ol kardeşim, dindir gözyaşlarını.” dedi ardından şehadet parmağını kaldırdı: “Allah seninle ve Zeyd ile biliyorsun bunu. Derdi veren dermandan esirger mi hiç? Zeyd’in bunlara dayanma gücü olmasa imtihanı bu kadar ağır olur mu? O da buna dayanacak çünkü insandır imtihan olur sevdikleri ölür ama yaşamaya devam eder. Acıdır derin olur, sızlatır kabuk bağlar. İzi kalsa da geçer. Sana düşen şuan hayırla sabretmek.”

Yarası kapanmaya dahi fırsat bulmamıştı ki sevdiğimin, yenisi eklendi hemen. Merhem olmaya yeter miydim ben? Allah’a sığındım yeniden, beni merhemden fazlası kılması için ona.

. . .

İkindi vakti Talha epey kalabalık bir grubu dışarı da bırakarak geldi. Olayı duyan Zeyd’in tüm sevdikleri hastanenin kapısında birikmişti ve kalabalık saat ilerledikçe artıyordu. Birçoğu yardım dileklerini sunuyor çoğu da teşekkür edilerek geri çevriliyordu kapıda bekleyen Affan ve Ebrar tarafından. Talha güvenlik için elinden geleni yapmış adeta hastanenin etrafını surlara dönüştürmüştü. Barut’un şuan ne yapacağını kimse bilemezdi. Bekleme salonunda Mirza, Cafer ve Ali ile daha yakın olan, önemli misafirleri karşılıyordu; aile bağı olan, benim bile henüz gördüğüm akrabaları. Hepsi sadece Can’ı soruyor, onu görmek istiyor ne Zeyd i soruyor ne de Mirza ile muhatap oluyorlardı. Bunun sebebi Zeyd’in ve Mirza’nın öz evlat olmadığını bilmeleri ve ikisini aileden kabul etmemeleriydi. Mirza, Suat Bey ve Reyhan annenin ölüm sebebi olarak onu ve Zeyd’i suçlayan bakışların altında başını yerden bile kaldırmadan bir köşede oturmuş sessizce yasını tutuyordu. Çok üzgündü ve ağlamamak için kendini kastığını görebiliyordum. Talha, gidip Mirza’nın yanında durdu ve eğilip ona iyi olup olmadığını sordu fısıltı ile Mirza ise sadece başını salladı cevap olarak. İkizler, Tuğra ve Buğra, hemen yanı başındaydılar Mirza’nın. Sert çehreleri karşılarında oturan suratsız insanlardaydı ve eğer tek bir kelime bile etseler müdahale etmek için hazır ol da bekliyorlardı. Talha, benim yanıma geldi.

“Mirza defin için Zeyd ve Can’ın uyanmasını beklemek istiyor.”

“Doğru olan bu… Talha, bu insanlar gerçekten de Can’ın uyanmasını mı bekliyor?” Talha alaycı bir gülüşle oturan akrabalara baktı:

“Saçmalama. Akbabalar sadece ölümü bekler.”

Şaşırarak ona baktım. Gerçekten de ölüm haberini mi bekliyorlardı öz yeğenlerinin hem de? Tekrar etrafıma bakındım. Mirza’nın üstünde olan nefret ve öfke dolu bakışlar bunu destekliyordu, Talha haklıydı. Eğer Can ölürse Suat Bey’in kardeşleri hukuk şirketini paylaşmak için buradaydılar ve elbette ki Can’ın da ölümünden sorumlu olarak Mirza’ya yükleneceklerdi. Talha da bunu bildiğinden ikizleri yanında tutuyordu.

“Hanımefendi, eşiniz uyandı.” diyen hemşireye döndüm ve hamd ederek Zeyd’in odasına doğru yürüdüm yüreğimin sol yanında ki o yük az da olsa kalktı ve rahat bir nefes aldım. Talha ile odaya döndük acele ile. Koridorda ayakta bile zar zor duran, hastane kıyafetleri içinde ki Zeyd, sargıda olan ayağının acısı ile milim milim ilerlemeye çalışıyordu, bakışları Can’ın odasının kapısında bekleyen Melike’deydi.

“Zeyd!” Bana döndü kara gözleri, telaşla konuştu:

“Annem, babam nerede, ya Can? İyiler mi? Hangi odadalar? Onları görmek istiyorum.” Talha gelip karşısında durdu:

“Önce bir odana gidelim kardeşim hadi.”

“Talha,” dedi sadece gözleri dolarak ona baktı. Talha’nın bakışlarını kaçırdığını görünce elini çekip bana döndü bu defa: “Gazel?” Başımı eğdim gözlerim dolarak, ona söylemeden içeri girmeyecekti biliyordum bu yüzden uzatmak istemedim:

“Başımız sağ olsun.” Zeyd’in gözleri buğulandı yaşlar birikti, geriye doğru bir adım attı, gözünden bir damla yaş düştü, ikimizin aynı anda:

“Hayır, hayır… Onlar ölemez... Bu defa değil... Böyle değil...”

“İyi değilsin Zeyd hadi odaya gidelim.” Talha kolundan tutmaya çalıştı ama o kolunu çekti:

“Allah’ım ben yaptım… Benim yüzümden… Ben söyledim onlara… Biliyordum… Ben kendi ellerimle bindirdim onları arabaya…”

Zeyd yaslandığı duvarın dibine çökerek oturdu yere. Talha ayakta durdu sadece hiç konuşmadan, dokunmadan müdahale etmeden ona baktı. Ben de hemen yanına çöktüm sessizce, koluna dokundum. İçimden Kehf Suresi’ne başladım o tüm olanların suçlusu olarak kendini görürken. Zeyd ağlamaya başladı sessiz sessiz. Okuduğum her ayet onun bir damla gözyaşına denk geldi. Acısı canından canıma geçti, ruhundan bedenime aktı. Başımı onun acısını daha fazla alabilmek dileği ile omzuna yasladım ve o ağlarken ona eşlik ettim. O sırada benzer acısına değmiş olsa gerek Zeyd’in gözyaşları ki, Talha dolan gözleri ile yukarı baktı, bakışlarını kaçırdı. Duamın sonuna dek öylece kaldı Zeyd sessizce kendini suçlayan sitemler ederek, içten içe dövünerek, kendini perişan ederek. Başını ardına yaslayıp gözlerini kapattı. Dudağını ısırdığını gördüm, gözlerini sımsıkı kapattığını. Talha önünde eğilip oturdu, dizine dokundu.

“Acın büyük ama inan bu da geçecek.” Zeyd ona baktı.

“Mühim olan şimdi geçmesi…” Talha bu cümle üzerine hüzünle tebessüm etti ardından başını yana eğdi.

“Sıcak yara soğumadan iyileşmez.”

Bu cümlelerin daha önce aralarında tekrar ettiğini anladım. Zeyd bunun üzerine gözyaşlarını sildi ve ayağa kalkmaya çalıştı hemen kolundan tutarak, yardım ettim doğrulmasına.

“Can?” dedi bir umut onunda ölmemesini dileyerek bana baktı:

“Merak etme iyi. Uyanmasını bekliyoruz.”

“Çok şükür.” Dedi soluğunu çekerek. Can’ın bulunduğu odaya doğru bir adım attı ama anında durdu ayakları. Daha da ilerleyemedi kendini suçlayan olarak karşısına nasıl geçeceğini düşündü. Talha koluna dokundu bu defa:

“Senin suçun değildi. O da böyle düşünecek.”

“Onun yüzüne nasıl bakacağım?” Bu defa ben cevap verdim ona.

“Neler olup bittiğini o da en az senin kadar iyi biliyor. Senin de anne babandı onlar, sen onun abisisin. Elinden geleni yapmadın mı? Göndermek istemedin mi? Israr etmedin mi?”

“Önüne geçemediğin bir ölüm var işte... Sen bana söylememiş miydin bunu da? Kendini suçlamak ne fayda verecek sana.” diyen Talha’dan sonra Zeyd gözünde ki yaşı silerek yürümeye başladı. Can’ın odasının kapısına geldiğinde cam pencereden içeri baktı bir süre. Kardeşinin hala hayatta oluşuna olan şükrü ile anne babasının ölümüne olan vicdan muhasebesi yan yanaydı ve nasıl hissedeceğini bilememek onda emin olduğu tek duygu olan suçluluk hissi devinip duruyordu. Bekleme salonunda bizi gören Muaz’ın ayağa kalkarak yanımıza geldiğini gördüm az sonra. Muaz gelip yanımızda durdu, bakışları odada yatan Can’a kaydı az sonra ise Zeyd’in omzuna dokundu:

“Her şey Allah’a döner kardeşim. Sana düşen sabır göstermek. Allah’ın izni ile kardeşin hala hayatta şimdi ikinizin dik durma vakti.” Zeyd onun tesellisine de sükût gösterdi ve bir şey demeden önüne döndü. O sırada arkadan biri bağırış duyduk:

“Utanmadan ölüp ölmediğine bakmak için mi geldin bir de?”

Bunu söyleyen Suat Beyin büyük kardeşiydi. Bizden az ötede kalabalığın içinden çıkıp Zeyd’e doğru yürümeye başladı. Amacını anlayan Muaz o koca cüssesi ile kesti adamın yolunu Zeyd’i arkasına aldı:

“Ağır ol efendi. İnsanların acısı var, şimdi ne yeri ne zamanı.”

“Sen kimsin be? Burası da iyice yolgeçen hanına döndü. Her geçen önümüze dikiliyor”

Muaz bu karşılığın üzerine öfkelenerek bir adım ada attı ki ondan önce Talha davrandı ve adamın önüne dikildi. Sert bakışlarını ve seğiren çenesini gören adam bir adım geri çekildi Talha’nın karşısında. Az önce ki asabiyeti biraz sindi:

“Haddini bil.” dedi Talha dişlerinin arasından: “Yoksa bildiririm.”

“Burası dağ başı değil Talha, öyle eskisi gibi her önüne gelene ayar çekebileceğini sanma, o eskidendi. Şimdi Nuh’un ardına saklana-” adamın sözünü kesen Talha’nın sağ kolu saydığım Yavuz’un yumruğu oldu. Yavuz hiçbir şey olmamış gibi doğrulup eli ile kanayan burnunu tutan adama baktı. O sırada daha ne olduğunu bile anlamadan adamın arkasında duran bir grup koruma ileri doğru atılınca Mirza’nın başında bekleyen ikizler ellerini beline götürdü. Talha sakin bir şekilde bakışları ile durdurdu onları.

“Talha, bırak ne söylemek istiyorsa söylesin.” Zeyd.

Talha bir iki adım atıp hala eli ile burnunu tutan adamın kulağına bir şey söyledi ve adam acele ile çıkıp gitti. Bu gidişin ardından Mirza’yı göz hapsine almış kalabalığın bakışları da çekildi yarısı da hastaneyi terk etti. Bunun için bile Talha’ya minnettar olabilirdim. Yine de Zeyd’i üzen bu durum benimde canımı sıktı. Neyse ki tam da o anda Melike güzel bir haber vererek Can’ın gözlerini açtığını söyledi ve Zeyd rahat bir nefes aldı. Hala beklemekte olan kalabalıktan birkaç kişi ayaklanarak Can’ın odasının önüne geldi telaşla ama yüzlerinde ki ifade hiç de iyi bir haber alan insanların mutluluğuna benzemiyordu. O kalabalıktan birkaç kişi onu görüp görmeyeceğini sorarken bakışlarım Zeyd’deydi. Ama o yerinden kımıldamadı, onu görmek isteğini bile dile getirmedi bunun onun yüzüne bakmamaktan kaynaklandığını biliyordum. Hemşire sadece bir kişinin içeri girmesine müsaade olduğunu söyleyince bu kişi Melike oldu. Az sonra odada onunla konuşan Melike çıktığında amcası:

“Nasıl iyi mi konuşabiliyor mu?” diye sordu bu defa birkaç onaylamayan bakış adamı susturmaya yetti ardından Melike Zeyd’e baktı:

“Seni sordu. ‘Abimi görmek istiyorum’ dedi.”

Zeyd’in bir kez daha gözleri doldu derin bir nefes aldı. Gidip elini tuttum bakışlarında ki hüznü paylaşmak için. Talha’ya döndü ürkek bakışları sonra, içeri girmek için hareketlendi.

Gördüğüm en zor manzaralardan biriydi oda da yavaşça Can’a yaklaşması birkaç adımın onun için çok zor olduğunu saatlere denk gelecek bir yas tuttuğunu görebiliyordum, kapının hemen arkasından. Adım adım yaklaştı kardeşine. Uzağında durdu ardından Can ona iyi olduğunu söyledi ilk olarak ardından yaklaşmasını istedi ve onunda iyi olup olmadığını sordu. Zeyd yaş birikmiş gözlerini kaçırdı kaçamak cevaplar verdi. Onun bu hareketi dahi ölümü anlatmaya yeterdi. Can’da bunu fark edince sordu parça parça çıktı sözcükler Zeyd’den Can’a. Her kelime belini büktü Zeyd’in Can ağlamaya başlamıştı bir yandan da daima isyankâr davrandığı anne babasını sayıklarken. Zeyd düşeyazdı eli ile yataktan destek aldı ve sonunda hasta yatağının dibine çöktü. Mirza da hemen yanı başımda aynı durumdaydı. Dayanamadığı bu manzara sırtını dönüp duvarın binine çöktü ve yüzünü kapattı. İçeride iki kardeşin dışarı da Mirza’nın ağlayışları benim dağlanan yüreğimin acısını katladı ve sessizce kapıyı kapattım. Zeyd hasta yatağına sırtını vermiş otururken Can’ın sessiz ağlayışına eşlik ediyordu sadece. Talha diz çöküp Mirza’nın omzuna dokundu.

. . .

Sabah defin sırasında mezarlık oldukça kalabalıktı. Üç gruba ayrılıyordu bu kalabalık; ilk grup Talha ve çevresiydi yani masanın etrafındakilerdi aynı zamanda iş adamları eski ortaklar, avukatlar, savcı ve bir iki emekli hâkimdi. İkinci grup Suat Bey ve Reyhan annenin akrabaları, eşi dostlarıydı. Üçüncü grup ki en kalabalıkları onlardı; Zeyd için gelenlerdi. Onlar Zeyd’in hemen arkasında duruyordu ve bize en yakın duran insanlar onlardı. Zeyd ayakta bile zar zor duran hali ile sessizce bir boşluğa bakar gibi toprağı inceliyordu, aklından dönüp duran acısını, öfkesini, pişmanlığını toprakla paylaşıyordu. Sessizdi dünden bu yana hiç konuşmuyordu. Kederimiz ortaktı ve şuan varlığım dışında ona bir teselli veremiyordum. Sandım ki bir an acısı ebedi sürecekti Zeyd’in, kalbi daima hüzünlü daima kederli kalacaktı. Bundan ödüm kopuyordu ki düşüncesinden hemen sonra aklımdan duaya başladım yeniden bakışlarım Zeyd’in yüzündeyken. Hemen yanında tekerlekli sandalyede oturan Can’ın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Keder çoktan can acısını alıp götürmüştü. Mirza bir eli onun omuzunda hemen aynında ayakta dikiliyordu. Her zaman ki sessizliği katlanmıştı ve bu hali bir gölgeden farsız kılıyordu onu da. Bakışlarının yavaşça değiştiğini gördüm. İçinde ki ışık sönmüş gibi ve bu hali beni üzdü. Onun da en az Zeyd kadar üzgün olduğunu biliyordum ikini kez öksüz kalmıştı o da ve şuan kimsesiz hissediyordu.

Defin işlemi bittikten sonra Kur’an tilavetini Muaz yaptı ve misafirler dağılana kadar bizimle birlikte oda orada kaldı. Artık gitme vakti gelince Mirza ve Can zorla ayrıldılar kabristandan taziye için eve gitmeleri gerekti. Onlar arabalara binerken Zeyd geride kaldı, biraz yalnız yürümek istediğini söyleyerek.

Sessizce ve aksayarak çıktı mezarlıktan, yanına kimseyi almayarak kimsesiz gibi. Hemen bir adım gerisindeydim ona sormaya gerek bile duymayarak. Ebrar ve Affan’ın ise hemen ardımızda arabayla yavaşça bizi takip ettiğini gördüm.

Zeyd sessizce yürümeye devam etti, uzaklaştıkça uzaklaştı. Kaç dakika yeterdi acısını azaltmak için, kederini tozlandırmak için bilmiyordum. Yorulduğu, artık yürüyemediği o an an yanına varıp destek olmak için hemen ardındaydım bende, yola devam etmesi için. Şehrin silueti kaybolduğunda bir yol kenarında yürümeye devam ediyordu. Nerede olduğunun hiç önemi yoktu belki ki Zeyd’in, zihninin sokaklarıydı o an ona her yer. Açacak kapı yürüyecek yol bulamayana dek de devam edecekti biliyordum. Bir saat geçmişti ki Zeyd duraksayarak yürümeye başladı. İç çektiğini duydum, benim de içim çekildi. Sessiz bir hıçkırık izledi onu sonra, gözyaşlarım düştü. Zeyd durdu. Eli ile sargıda ki dizine dokundu. Tekrar yürümeye koyuldu ama ağrısı izin vermedi. İki elini dizlerine koydu. Dermanı kesilmek üzereydi ama inatla yürümeye devam etmek istedi. Acısı bedenine yükleniyor ama Zeyd’in umurunda değil kalbi hala diri onu yormak derdi anladım. Hızlandım ki ona dayanak olmak için. Yıkılmak üzere iken yetiştim, koluna girip doğrulmasına yardım ettim. Yaşlı bakışları ağır bir hüzünle kaplıydı, dört bir yanım mateme döndü. Ağlamaklı ona baktım, tebessüme kendimi zorlayarak:

“Ben tutarım seni, devam et.”

Zeyd derin bir nefes alıp bakışlarını gökyüzüne çevirdi bu defa ve sessizce bir şeyler mırıldandı. Dua mıydı şükür mü anlayamadım. Sonra bana yaslanarak devam etti yürümeye. Hal kalmayıncaya kadar da sessizce yürüdük beraber, bir ah bile çekmedi onca yol. Ona yeter demeye de dilim varmadı çünkü taşan üzüntüsünü atabilmesinin en iyi yolu buydu. Sonra usul usul sindi acısı, dindi gözyaşları. Yüreğini yormak derdine yanında ben olduğum için son verdi ve durdu.

Akşam Zeyd taziye evi yerine bizim evimize gitmek istedi. O eve gitmenin ona zor geldiğini anladım ve onu dinleyerek Affan’a bizi eve götürmesini istedim. Eve vardığımızda Zeyd salonda ki koltuğa oturdu artık ağlamıyordu ama sessizliği gözyaşları kadar derin ve ağırdı. Yemek yemedi, bir bardak su dahi içmedi sadece orada oturmaya devam etti.

Kapı çalınca bölündü ikimizin sessizliği Talha geldi sonra, Berzah ile. Zeyd’in bulunduğu salon kapısına geldiğinde:

“Bir misafirin var.” Dedi.

Zeyd ancak o vakit kaldırdı bakışlarını yerden; Berzah’ı gördü. Tebessüm etmek için kendini zorladı ama başaramadı tebessümü hüzne döndü ve ayağa kalktı. Berzah gidip sarıldı ona.

“Başın sağ olsun kardeşim.”

“Siz sağ olun.”

Berzah onca yolu Zeyd’in acısı için gelmişti. Hare için onca dil dökmelerine rağmen gelmezken hem de. Üçünün arasındaki bağın düşündüğümden daha kuvvetli olduğunu orada gördüm. Bir yanım bunun Zeyd’e iyi geleceğini düşünerek rahatladı. Berzah ceketini çıkarken Talha’da onu izledi.

“Hadi,” dedi mutfağı göstererek. Yanımdan geçen Berzah’a anlamadan baktığımda bana güven verircesine gülümsedi sadece. Talha Zeyd’in başındaydı. Zeyd kendini zorlayarak kalktı ayağa mutfağa gitti. Oturdu bir köşeye. Hemen kapıdaydım.

“Tava nerede?” diye soran Berzah’a:

“Hemen sağda, dolapta asılı.” diye cevap verdim ve onların Zeyd yesin diye yemek yapacaklarını anladım.

Talha buzdolabından birkaç malzeme çıkardı ve yıkamaya başladı. Berzah tezgâhtan bıçağı alıp malzemeleri doğramaya başladı. İlk olarak Talha konuştu:

“Annem öldüğünde, babamı öldürmek istediğim o günü hatırlıyor musun? Hani bana, bir ölüm başka bir ölümün acısını hafifletmez, demiştin.” Zeyd sessizce kaldı ve ona baktı: “O gün haklıydın ama acımı anlamıyordun diye kızmıştım. Mademki benim dostumdunuz o halde benim gibi, acım için babamı da öldürmek istemeliydiniz. Neden benim gibi düşünmediğini şimdi anlıyorum.” Yağı tavaya koyan Berzah’a soğanları uzattı Talha. Soğanın yağa değen cızırtısı sessizliklerine eşlik etti. Talha devam etti sonra Domatesleri tavaya koyan Berzah’a dönerek: “Geçen gün bana eğer üçümüzün kaderi bir ise bu defa ölüme değme sırasının kendisinde olduğunu söylemişti.” Berzah hareket etmeden birkaç saniye Talha’ya baktı ardından Zeyd’e döndü:

“Eğer anne ve baban sağ olacaksa benim gibi biri ile dost olmamanı yeğlerdim.” Berzah’ın elinde ki kaşığı alıp karıştıramaya başlayan Talha alayla güldü:

“Bu sözü benim söylemem gerek. Hepiniz o halde benim yüzümden bu haldesiniz. Karanlık tarafta doğan benim çünkü. O halde lanet edilmesi gereken hayat benim.”

Son malzemeleri de ekledikten sonra tuz kavanozunu eline aldı Berzah. Kapağı kapattı ve bakışları boşlukta asılı kaldı bir süre:

“Babamın öldüğünün ilk günü sabaha karşı namaza durduğun günü hatırlıyor musun? Bir kâbustan yeni uyanmıştım. Eğer seni salonda namaz kılarken görmeseydim aklımda ki tek düşünce kendimi öldürmekti ama sen bana kendimi öldürmemin babamı geri getirmeyeceğini söylemiştin. Demiştin ki ‘senin hatan değildi, elinde olmayan bir kaderin neticesini kendinle ödeyemezsin’ Beni anlamadığını düşünmüştüm ve haksız olduğunu ama haklıydın.”

Zeyd hala sessizdi. Berzah ocağın altını kapattı. Talha kaşıkları ve bardakları eline alıp salona yöneldi. Sürahide ki suyu elime alıp ardından gittim. Talha ve Berzah, sırf Zeyd bir şeyler yesin diye menemen yapmıştı ve Zeyd onlar istedi diye sofraya oturmuştu. Talha ekmekten bir parça alıp Zeyd’e uzattı. Bir iki lokma da olsa, Zeyd yemek yedi. Son lokmasını alan Talha geriye yaslandı.

“Annem öldüğünde intikam alacağım kimse yoktu ama suçlayacak birilerini buldum. Nida’nın kafasına sıksam diyorum bazen. Rahatlar mı içim? Sonra çocuğu geliyor aklıma, hemen vazgeçiyorum. Ya da bazen babamla ya yana geldiğimizde silahı çekip tetiğe bassam diyorum sadece birkaç saniye. Anneme acı çektiren kim varsa, bana acı çektiren, kardeşime, ya da karıma… Hepsinin intikamını alsam diyorum. Doğru yapar mıyım? Hayır. İçim rahatlar mı? Önceleri buna evet derdim ama şimdi sırf içim rahatlayacak diye inancıma ters düşemem. Her şey bizim elimizde değil. Bazen öfkemizin sönmemesi lazım, kederimizin soğumaması, intikamımızın alınmasını başka bir hesaba bırakmamız lazım. Ki yaşayabilelim bunun için sebebimiz var.” Berzah suyundan bir yudum aldı ve bardağı masaya bırakırken bakışlarını yere dikti:

“Ben intikam almak için o kadar uğraştım… Vazgeçtim dediğim o anda masum bir insan öldü… Orada anladım insanın içi hiçbir şekilde soğumuyor. Acı, hüzün, o eksiklik hiçbir zaman yakanı bırakmıyor. Baksana bir ömür almanın hayalini kurduğum o intikam vicdanımda bir prangaya dönüştü. Artık hiçbir anlamı yok.”

İkisinin de bahsettiği acılarının asıl amacının Zeyd’e bir şeyler anlatmak olduğunu gördüm. Zeyd de her ne kadar duyarsız gibi kalsa da bunu anlıyordu. Sofrayı kaldırdılar ardından, bulaşıkları yıkadılar. Talha çay demledi. Üçü salonda sessizce otururken çayları soğuyana dek düşünüp durdular. Her yereye gittiler orada kalmayı yeğlediler zihinlerinde. Sonunda konuşan hala çayına dokunmamış Zeyd oldu:

“Bir insan daha kaç kez yetim öksüz kalır? Kaç defa ölür babası? Kime baba dediysem gerçek bir baba bildiysem öldü. Sanki benim babasız kalmam gerekmiş gibi. Sevmemeliymişim gibi. Bunu inatla sürdüren ben miydim? Bundan mı babam öldüğünde hep bende değdim o ölüme? Hep bir yere ait olduğumu hissetmek istedim ömrüm boyunca buldum dedim meğer hiçbir yermiş bulduğum. Korkar oldum artık sahiplenmeye.” Bakışlarını özellikle benim olduğu yerden ırak tuttu. İstememesi gereken ama çok istediği bendim ona göre, korkusu da bendim hayali de. Bir kelam etmek istedim kelimelerim tükendi. Berzah devam etti onun bu sözü üstüne.

“Hare demişti ki; Hz. Muhammed’in önce babası, sonra annesi, dedesi, amcası ve en sonunda da karısı ölünce çok üzülmüş ve demiş ki “Ey dağ, benim başıma gelen senin başına gelseydi, dayanamaz yıkılırdın.” Şimdi sen bir peygamberden daha mı iyisin ki kaderine kötü muamelede bulunuyorsun? Var sen say. Bunu benden daha iyi bilen sensin. Allah sevdiklerini yoklukla imtihan eder diyen sen değil miydin?”

“Başka türlü olsaydı diyorum hep.” Talha karıştı söze:

“Ne olursa olsun su hep aynı yerden akıyor. Kader hep düğümü atıyor ve aynı düğümü çözüyor, ha yedi ilmek ha sekiz fark etmez nihayetinde düğüm aynı yoldan atılıyor. Olacakların önüne geçemezsin.”

Zeyd sustu burada diyecek kelamı kalmadı. Onun daha iyi hissettiğini biliyordum. Soğuyan çayları tazelemek istediğim o uzun sessizlikte çaldı kapı zili. Hemen ayaklandım. Kapıyı açtım ki Nefise’yi buldum karşımda. Şaşırarak ona baktım.

“Nefise?”

“Baş sağlığı için uğramak istedim.”

“İyi yaptın seninle konuşmak istiyordum.” Bakışları benden ardıma kaydı. Döndüğüm sırada Zeyd’i gördüm hemen ardında Talha ve Berzah vardı:

“Başın sağ olsun Zeyd.” dedi içten bir şekilde, samimiydi sesi. Zeyd bir adım atarak önüme geçti, Nefise’nin karşısında durdu.

“Üç gün sonra beni bul. Bende bir emanetin var.” dedi ve kapıyı kapattı.

Zeyd’e baktım şaşırarak, bakışları bana döndü. Gözlerinde bir kararlılık gördüm ve benden bir onay beklediğini anladım. Emanet derken ne kastettiğini elbette ki biliyordum; ona oğlunu söyleyecekti. Bu da ya Nefise’nin ya da Barut’un sonu yakın demekti. Sonra Berzah’a döndü bakışları:

“Sen haklıydın; merhameti olmayana merhamet edilmez. Ve sende haklıydın,” dedi bu defa Talha’ya bakarak: “artık oyunu kuralına göre oynayalım.”

. . .

. . .

Zeyd’in yası üç gün sürdü. Üç gün boyunca benim Zeyd’imden uzaktaydı. Sessiz, boşlukta, yolunu şaşırmış, rotasız, vahada ki bir bedeviden farksız. Bu üç gün boyunca dilimde sadece onun yüreğine ferahlık verecek, kaybolduğu yolu aydınlatacak dualardan başka bir şey yoktu. Zihnim onunla birlikte boşluktaydı, kalbim ise zaten o. Kızgındı ve kırgın, incinmiş. Bende ondan farklı olarak bir his daha vardı içimde; korku. Oyunu kuralına göre oynamaktan kastı onlar gibi olmaktı, benim de çok küçük bir ihtimal onlardan olur diyeydi tüm korkum. Onlardan ayrılmak isteyen biri şimdi oyunu onların kurallarına göre mi oynayacaktı? Yapacak mıydı Zeyd gerçekten? İnsan fanidir, muhtaç. Öfkelendiği zaman bazen gözü kararabilirdi. Aklı şaşabilir, zihni bulanabilir, yol şaşırabilir, öfkesini bileyebilir bunun için yanlışa düşebilirdi. Bir yanım ona hak veriyor. ‘Babam öldüğünde…’ diye sıralıyor sebeplerini zihnim bu haklılığın ama diğer yanım onun yüreğine, zihnine, inancına kıyamıyor. Zeyd’in yapısı söyledikleri ile çelişiyordu bunu biliyordum. Ondan emindim. Yol şaşırsa bile onu doğruya yönlendirecek olan Allah’a inancım sonsuzdu. Orta bulmaya çalıştıkça içim bir muamma döngüsünde debelenip duruyordum.

Dördüncü gün sabah kahvaltı masasında Can, Mirza ve ben vardık. Zeyd tek başına yürüyüşe çıkmıştı namazdan sonra ve epey gecikmişti. “Yalnız yürümek istersem darılır mısın bana?” diye sorduğunda yüzüme bakmamış, mahcup bir şekilde eğmişti bakışlarını. Gidip yüzünü avuçladım ve darılmayacağımı söyleyerek yanağından öptüm. Sımsıkı sarıldım ona ve gitmesine izin verdim. Aslında başka bir planının olduğunu anlamıştım ve tahminim Utku ile buluşması yönündeydi. Bana daha sonra anlatacağına emindim bu yüzden onu sorularımla sıkmak istememiştim. Emel abla ikinci defa gelip soğuyan çaylarımızı tazelediği zaman dış kapı açıldı ve nihayet Zeyd geldi.

“Hayırlı sabahlar.”

Sesi üçümüzün bakışlarının kesiştiği masadan kaldırdı. Yüzünde ki gölgeliğin kalktığını gördüm, bakışlarındaki o donuk ifadeye rağmen iyi görünüyordu, bu da yolunda giden bir şeylerin olduğunu gösteriyordu. İçime bir sıkıntı oturdu bu onların kuralına uymak demek miydi? Can ve Mirza da bunu fark ettiler. Ona bakmayı sürdürürken o gidip elini yüzünü yıkadı evvela ardından da gelip sofraya oturdu.

“Zeyd,” dedi Mirza: “Bilmediğimiz bir şey mi oldu?” Zeyd geriye yaslandı:

“Olmasını sağlamalıyız... Acımız taze ama bunun üstesinden gelmeyi başaramazsak sonuna dek burada oturup yas tutmaya devam edeceğiz... İlk olarak şu başladığımız işi usulünce bitirelim… Ve Barut’a hak ettiğini verelim.”

Bakışları son cümleyi söylerken dalıp gitti yine bir iki düşünceye düştü. Can da Mirza da birkaç saniye ona baktılar. Ardından Can hareketlenerek hala boynunda bulunan boyunluğu çıkardı ve rahat bir nefes aldı. Konuştuğunda sesi cansız ama kararlıydı.

“Nereden başlıyoruz?”

“Iraz’a ulaş bize Nefise’yi bulsun ve onu gölge gibi takip etsin. Her yerden.” Can masadaki telefonunu eline aldı. O sırada kollarını göğsünde kavuşturan Mirza sordu:

“Peki, ben ne yapıyorum?”

“Nuh Holding’in tüm veri tabanını sana vereceğim hard disk ile değiş. Attığım mail de yeni dava dosyaları ve kanıtlar var eskileri imha et. Tek tek tüm Hassanilere senin ekipten birer avukat ayarla, Aziz bey sende. Talha’yı Feza’yı ve Yavuz’u bana bırak. Bella için uluslararası bir avukat gerek bunu da hallet.”

“Tamam. Peki, bizim şirket?” Zeyd’in bakışları Can’a kaydı.

“Adını temize çekeceğiz ve sen… Artık şirketin başına geçme vakti geldi.” Can’ın bildiğim klasik o bakışları yerini buldu.

“Kabul etmezsem.” Mirza başını eğdi ve Zeyd’in yerine cevap verdi:

“Maalesef ki artık bunu yapamazsın. Ben istifa ettim.” Can şaşırarak ona baktı:

“Ne? Kendi kendini mi kovdun?”

“O şirket senin Can, ben sadece bir avukatım.” Can heyecanla yerinde doğrulunca boynu acıdığından inleyerek boynuna dokundu bunu da öfkesine ekleyerek Mirza’ya baktı:

“O şirketi son altı yıldır sen yönetiyorsun. Benim kadar senin de hatta onun da. Biz kardeşiz ve bu şirketin de adil olarak paylaşılması demek.” Zeyd söze girdi:

“Adaletinin önünde saygıyla eğiliriz kardeşim ama o şirket senin Can. Hep senindi. Biz ortak falan değiliz. Ben de Mirza da babamın vasiyetinden feragat ettik çoktan.” Can hayal kırıklığına uğradı ve yüzüne bir gölge düştü:

“Ne demek bu? Anne babamdan sonra siz de mi beni terk ediyorsunuz?” Zeyd Can’a doğru eğildi ve omzuna dokundu, gözlerinin içine baktı:

“Biz daima senin abilerin olacağız. Daima bir aileyiz. Seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacağız ama bu konuda ki ısrarından vazgeç. Artık büyüdün, evin asi çocuğu olma devri kapandı. O şirketin sahibi sadece sensin ve senin olan bir şeye zarar gelmesine izin vermeyeceğim.” Can geri çekildi, yenilmiş bir kabul ile:

“Utku ile bunun için mi görüştün?” bakışlarım Zeyd’e kaydı ama o bana bakmamayı seçti. Sabahki ziyaretten mi bahsediyordu? Zeyd ardına yaslandı memnun bir şekilde:

“Şartlarımı kabul etmek zorundaydı.” Bu defa Mirza öfkeyle söylendi:

“Şirketin adını temize çıkarmak için kendini günah keçisi mi seçtin? Hapis yatabilirsin.”

“İşte siz beni savunmak için varsınız Mirza Bey.”

“Daima en zor işi bana veriyorsun.” Can, Zeyd’e acıyarak baktı bu defa:

“En az altı ay yatarsın.”

“Beni küçümsüyor musun?”

“İsterdim ama çok iyi bir CEO‘sun. Şirketi yönetimine yardım etmeye devam et sadece, sana ihtiyacım var abi.” Mirza’nın bakışları Can’da durdu. Ona abi deyişine ben ilk kez şahit oluyordum. Mirza’yı duygulandırmıştı bu abi deyişi, ayağa kalktı ve gidip küçük kardeşine sarıldı. Tekrar yerine oturduğunda Zeyd’in gülümseyerek onları izlediğini gördüm. Sonra Mirza aklına birden gelmiş gibi sordu.

“Peki masadakiler?”

“Herkes günahının bedelini ödesin.”

Bu cümle ile Zeyd’in bakışları bana döndü nihayet ve bir planı olduğunu anladım orada. Geri dönmeyeceği sonuçlarına katlanacağı bir plan hem de. Merak ettim, bana anlatmayacaktı biliyordum. Bilmemenin mutluluk vereceğine olan inancım katlandı orada. Onun gözlerinde bu ifade, donuk halinden daha iyiydi bu yüzden ona tebessüm ettim. Zoraki karşılık verdi bana. Tam da zoraki kahvaltımıza başlamışken ve herkes sessizlik içindeyken… Mirza birden:

“Asude’ye evlenme teklifi ettim.” Dediği an yediği lokma Can’ın boğazında kaldı.

“Hangi Asude?” Zeyd’in bakışları Mirza da birkaç saniye durakladı:

“Asude Tuğ.” dedi Mirza, Can’ı cevaplayarak.

“Ne alaka sen ve Asude?” Zeyd cevapladı bu soruyu:

“Galiba ben vesile oldum buna. Erkan Tuğ’u nasıl durduracağımızı tartışırken Cemal Dayı işi eski usul çözmemizi önerdi; evlilikle. Ya Leyla ya Asude olacaktı bu kişi. Tabi ilk seçeneği elediğimiz için Asude’yi bize gelin alma fikrini önerdim. Gerçi fikrim öylesineydi ama Mirza, Asude ile bir gece yemek yedikten sonra kararını vermiş.” şaşırarak ikisine baktım Can’ın da benden aşağı kalır yanı yoktu. Anladığım kadarıyla Asude masada oturanlardan birinin kızıydı ve bu evlilik barış istendiği içindi. Mirza ve Zeyd’in arasında kısa bir bakışma geçti.

“Gerçekten Asude’den hoşlandın mı?” diye sordu bu defa Can oluşan sessizliğin ardından. Mirza’nın yüzünde beliren gülümseme ve utangaç eda bunun cevabını vermişti. Bunu gören Can sinirle konuştu bu defa: “Madem âşık oldun bir de üzerine evlenme kararı aldın, neden istifa ettin? Asude’nin kraliçe olduğunu bilmiyor musun? Bir avukat maaşıyla ev geçindiremezsin ki sen?” Mirza’nın bakışları Zeyd’e kayınca ikisi de gülüştü ama Can söylenmeye devam etti: “Zeyd’e bakma hiç, Gazel olmasa çoktan sokakta kalmıştı o da.”

“Asude babasının mirasını reddetti.” Can sırıttı:

“Pek akıllı değilmiş o halde.” Dedi bu Mirza bu defa bakışları Zeyd’e kaydı ama o sessiz kaldı. Mirza bu defa:

“Şirkete ambargo konulacak büyük ihtimal.” Asude’nin masa olayından temize çıkmasını umduğunu anladım. Bunu da masadakilerin yakasını kurtarmayacağını söyleyen Zeyd’den başkası yapamazdı. Zeyd çayından bir yudum aldı.

“Asude’nin duruşma tarihinden önce dosyayı bana getir, bir göz atayım.” Mirza sevinerek Zeyd’in omzuna vurdu. Kardeşi istediği için bir istisna yapabilirdi.

Ona baktım. Şimdi işte biraz da olsa benim Zeyd’im gibi bakıyordu. Gülümsedim, kuyularından kalan son damlalar ile baktı bana. Uzanıp elini tuttum. Karşılık verdi güzelce ve tüm güzellikleri topladı çehresi.

“Burada.” dedi Can birden telefonun ekranını Zeyd’e göstererek.

“Kim?”

“Nefise.”

Emanetini almaya gelmişti. Zeyd peçete ile ağzını silerek kalktı masadan, hiç acele etmeden. Onunla birlikte bende ayaklandım. Can ve Mirza da hemen arkamızdaydı. Zeyd’in kapıyı açmadan evvel birden durdu ayakları, son kez verdiği kararı sorguladı kendince. Yanına vardım ve usulca elini tuttum. Bana dönen bakışlarında bir tereddüt gördüm. Kara birer kuyuyu andıran gözleri endişeliydi. Sessiz bir besmele çekti, rahat bir nefes aldı sonra çehresi ve kapıyı açtı.

Nefise bizi bahçenin tam ortasında bekliyordu. Can holde tekerlekli sandalyede bekledi Mirza da hemen kapının eşiğinde. Ben Zeyd, iki basamak inerek taş yolda ilerledik. Nefise’nin etrafında ki korumalara da pek aldırdığı yoktu. Hemen yanı başında bekleyen Affan’ın biraz gerisinde Ebrar vardı ve müdahale etmek için işaret bekliyorlardı.

“Hayırlı sabahlar.” Diyerek selamladı bizi Nefise. Zeyd başını eğerek karşıladı onu ve birkaç adım ilerisinde durdu. Ben bir adım daha yaklaştım Nefise’ye:

“Hayırlı sabahlar, içeri buyurmaz mısın?” başını sallayarak reddetti:

“İstemem.” Çenesi ile Zeyd’i gösterdi: “Bir emanetim varmış. Onu almaya geldim.”

Zeyd donuk bakışlarını ondan çekip arkasında bekleyen Affan ve Ebrar’a baktı ve eli ile geri çekilmelerini istedi. İkisi de sessizce geri çekildi. Nefise aklı emanete takılıp kalmıştı. Öyle ki bakışlarını bir saniye olsun Zeyd’den çekmiyordu. Zeyd ellerini cebine koyarak bir iki adım yaklaştı ve yanımda durdu:

“İyiliğe iyilik ile kötülüğe kötülük ile muamele edersin değil mi?” diye sordu Nefise omuz silkti.

“Olması gerektiği gibi...”

“Şimdi sana söyleyeceğim şey ile aslen niyetimin iyi olduğuna inanır mısın?”

“Şüphem yok.” Zeyd burada sustu. Nefise’nin daha da meraklandığını gördüm. Çehresi gergindi, bakışlarını kısıp öyle izledi Zeyd’i. Sessizce beklemeye başladı. Zeyd bir çırpıda söyledi söylemesi gereken gerçeği:

“Oğlun ölmedi, yaşıyor.” Nefise dondu bir süre, ardından kaşlarını çatıp sinirle güldü.

“Ne saçmalıyorsun?” bana döndü bakışları. Yüzümde ki ciddiyeti görünce gülüşü son buldu.

“Doğruyu söylüyorum.” dedi Zeyd sakin bir sesle.

“Bu mümkün değil.”

“Bizzat Barut’tan duydum.” Nefise burada durdu ve düşündü.

“Sana neden inanayım? Belki de amacın bana Barut’u öldürtmek.” Zeyd tebessüm etti.

“Zaten Barut’u karşında gördüğün an silahı çekip onu vurmayı düşünmüyor musun? Bana oğlunun yaşaması ve senin iyi olman için ailesinin dediğini yapmaktan başka yol bulamadığını söyledi.” Kaşları çatıldı Nefise’nin, bakışları yere değdi, kendi kendine konuşur gibi mırıldandı:

“Bu olamaz. O öldü. Gözlerimin önünde hem de. Ben gördüm.” Bu defa ben konuştum, amacım onu ikna etmek değildi sadece ona oğlunun yaşadığını söylemek fikrini hep istediğim içindi:

“Eline aldın mı bebeğini o an? Cansız bedenine dokundun mu? Soluğunun kesildiğini hissettin mi? Öldüğünü bizzat şahit oldun mu?” biraz yalpaladı Nefise. Düşündü, gözleri donuklaştı o anı düşünerek, yutkundu ve nihayet inandı, gözlerinin dolduğunu gördüm derin bir nefes alarak güldüğü an bir damla yaş aşağı düştü.

“Evet, ona dokunmadım. Haklı olabilirsin… Ama… Nerede şimdi oğlum?”

“Onu gördün.” dedi Zeyd, kaşlarını çatarak düşündü ve kim olduğunu anladı.

“Yoksa takipçisi mi?” bakışlarında ki hayal kırıklığı gördüm, çokça endişe. Şükrü ile yan yana bir sürü duygu belirip geçti. Bir yanım ona acıdı, o yüzden açıkladım.

“Aslında Barış onun takipçisi değil. Sadece sana ulaşmak ve yakın olmak için öyle göstermiş. Barut’un kim olduğunu biliyor ama işleri bir ilgisi yok.”

“Beni biliyor mu?” başımla onayladım. Bakışları değişti: “Biliyor ve annesine gelmiyor mu?”

Sessiz kaldık onun bu sualine. O aklında bunun nedenini düşünürken sertleşen bakışlarından ve kararan çehresinden bir cevaba vardığını anladım. Aklımdan aynı cevabın geçtiğine de; Barut oğlunu kendi saltanatı için yetiştiriyordu. Nefise’nin sevincinin yerini bu defa bir telaş, korku aldı. Ardından Zeyd konuştu:

“Barut’u bul ve durdurmamıza yardım et.” Nefise değişen duygu selinin arasından sadece güldü bu yardım isteğine. Bu gülüş alay ve öfke ile doluydu. Arkasını döndü ve hiç acele etmeden birkaç adım attıktan sonra geriye döndü ve sakin bir sesle konuştu:

“Sen Zeyd’in sana kiraz çiçekleri açtırdığını söylemiştin?” zihnimde Barut’un da bu cümleyi söylediği o an canlandı merakla sordum:

“Bunu nereden biliyorsun? O da biliyordu.”

“Sizi dinliyordu,” dedi bu sorumu çok safça bularak: “o gün kapının önünde konuşurken. Yanınızdan geçti, gitti ve siz hiç fark etmediniz. Onunla o gün karşılaştık, o gün yanımda bir silah olmadığı için çok şanslıydı. Bana sizin sevginizin bize benzediğinizi söyledi.” Başını iki yana salladı: “Çok fark var. Bazı kiraz ağaçları siyah çiçekler açar. Kötülük çiçekleri…”

Çıkıp gitti sonra bizi ardında bırakarak. O günü düşünüyordum. Evimizin önünde ki kiraz ağacının toprağını eşelerken Zeyd, ona anlatmıştım anne ve babamın hikâyesini. Ürperdim, Barut’un en mahremimize bile tanıklık ettiğini duyunca bu tekrar korkumu perçinledi. İçimden en içten şekilde dua etmeye başladım. Bunun bir an önce sona ermesini diledim. Elimi tutan Zeyd ile bakışlarım ona döndü. Endişem benden, taşmış ona akmıştı. O da bizi dinleyenlerin olduğunu anlayınca telaşa kapılmıştı ve bunu ön göremediği için kendine kızmıştı. Çatık kaşlarına engel olamadığından çenesi seğirmeye başlamıştı. Elimi tutan elini sıktım ve ona sarıldım. Onun mırıltı halinde ettiği duaya eşlik ederek içimden bende bir duaya başlayarak eşlik ettim ona.

. . .

Sonra ki bir saat boyunca taziye için gelen kalabalığın arasında dördümüzün de kendine ait gömüldüğü bir sükûtun içindeydik. Kim geldi, kim gitti, ne söylendi, ne sızlanıldı hiç birini hatırlamıyorum. Gözüm kapıdaydı, Zeyd’den tek bir hareketlilik bekliyordum. Nefise’nin onu bulacağına emindi bu da Zeyd’in de oraya gitmesi demekti. Hemen yan salonda oturan Zeyd’in etrafında Talha ve korumaları vardı.

Az sonra Can’ın tekerlekli sandalyede Zeyd’in bulunduğu odaya acele ile gittiğini gördüm. Ayaklanarak kapıya vardım. Can, Zeyd’in kulağına bir şeyler fısıldadı ve Zeyd derhal ayağa kalktı. Akşamüzeriydi ve hava kararmaya yüz tutmuştu. Zeyd, Mirza ile araka bahçeye doğru yöneldiği o sırada Can’a beklemesini söyledi Melike’yi de onu durdurması için ikazda bulundu. Ardından Mirza, telefonunun çalması ile ondan ayrıldı ve ön kapıya koştu. Zeyd benim ardı sıra gittiğimi anlayınca durdu, bana yaklaşıp ellerimi tuttu ve avuç içlerimden öptü:

“Şimdi senden bir şey isteyeceğim ama yapacaksın söz mü?”

“Hayır.”

“Gazel?”

“Ben seninle geliyorum.”

“İkinci kata çık, Can’ın odasına git. Oradan beni net bir şekilde görebileceksin çünkü tam arka bahçede olacağım. Ne olursa olsun yanıma gelmeyeceksin.”

“İstemiyorum.”

“Sana söz veriyorum sağ salim geleceğim yanına.”

“Barut geliyor değil mi?” yutkundu:

“Zaten burada. Nefise de.” Yüzümü avuçladı korkumun gözlerinin içine bakarak: “Korkma. Utku evin içinde ve dışarıda polisler var. O yüzden sakın endişelenme tamam mı? Eğer sen etrafımda olursan korkarım. Korkarsam da bir hata yapabilirim. Tamam mı gazelim?”

Onu dinlemek gibi bir niyetim yoktu ama kolumdan tutarak beni peşi sıra Can’ın odasına götürdü. Alnımdan öpüp kapıyı kapadı. Hemen ardından bir kilit sesi duydum, kapıyı kilitledi ardımdan. Kapı koluna ne kadar yüklensem, ona seslensem, devinip dursam da nafileydi. Zeyd beni bu odadan çıkarmayacaktı. İçimden rastgele seçtiğim Kehf Suresini eksik bırakıp, Yasin’e başladım yine sonunu getiremeyip İnşirah okudum sonra, arka bahçeye açılan pencerenin önünde gidip gelirken… Duvarı kaplayan cam pencere açılmıyordu ve sadece tavanı açıktı.

Merakla duvarda ki fenerlerin aydınlattığı arka bahçeye bakınmaya başladım. Ki az sonra Zeyd göründü. Hemen yanında ise Talha ve Yavuz, Affan, ikizler, birkaç kişi daha.

“Bu ne gereksiz bir saklambaç” diyen Talha’yı duydum. Aynı anda Barut’ta ağaçların arasından belirdi, elinde kalın bir bastonla. Konuştuğunda sesini zar zor duyabildim, birer mırıltı şeklinde.

“Ne güzel bir karşılama töreni.” Talha ellerini cebine koydu:

“Tek başına baş sağlığına gelmezsin sen.” Barut güldü:

“Elbette. Dışarıda minik bir ordu var benden haber bekleyen…” Talha eli ile evi gösterdi:

“Burada da minik bir ordu var. Seni güzelce karşılamak için.”

“Görüyorum. Hatta benimkilerden daha çoksunuz ama ben üstünüm.”

“O nedenmiş?”

“Çünkü dışarda benim sevdiğim kimse yok ama burada sizin sevdikleriniz var. Şu ölse mesela,” dedi Barut bastonuyla ikizlerden birini gösterdi: “bir de dışarıdakilerden biri ölse. Hangimiz daha çok üzülürüz dersin?” Talha’nın çehresi oyunu sonlardı bir şey diyecek oldu ki onun yerine başka biri cevap verdi:

“Bence sen.”

Sesin sahibi Nefise’ydi. İlk kez onu dilenci kıyafetleri içinde değil de şık, beyaz bir takım elbise içinde görüştüm. Saçlarını özenle toplamış güzel ayakkabılar giyinmişti. Gerçek Nefise işte buydu; Barut’un karısı olan Nefise. Onun güzel bir kadın olduğunu gördüm orada ve kızının da tıpkı annesine benzediğini fark ettim.

Barut onu gördüğü an donuklaştı zihni, onda takılıp kaldı birkaç saniye ki ancak gözlerini çekerek çıktı oradan ve yüzünün samimi bir sevince bulandığını gördüm. Anladım ki onun inançsız, hastalıklı kalbi Nefise’yi hala seviyordu.

“Bu ne güzel karşılaşma, Nefise. Onca zaman güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin.” alaycı bir gülümseme ile karşılık verdi Nefise.

“Sana lanet okumadığım tek bir gün bile yoktu.” Aynı iğneleyici üslupla cevap verdi Barut:

“Seni özlemediğim tek bir gün bile yoktu.”

“Böyle söylüyorsun çünkü gözünde günahsızdın.”

“Evet, senin için hala öyleyim.” Bu defa gözünden akan bir damla yaş ile cevap verdi Nefise:

“Benden oğlumu sakladın.”

“Hayır, o kendi istedi.”

“Acı çekmemi istedin.”

“Acı çekmen, özlemin kederi ile ölmenden daha iyiydi.” Onun bu sözü ile en az Nefise kadar bende hasta olduğuna inandım. Talha ve Zeyd bakıştılar. Nefise derin bir nefes aldı:

“Bende acı çekmeni istiyorum.”

“Yokluğunda zaten acı içindeydim.”

“Ama ben gerçekten acı çekmeni istiyorum Barut.” Dediği an Barut onun ciddi olduğunu anladı. Ona doğru bir adım attı ve Nefise’nin elindeki silahı görür görmez durdu. Zeyd konuştu ilk olarak:

“Onu öldürsen bile bir şey değişmeyecek.” Barut bu yoruma güldü, Nefise’de ama birinin ki kibir diğerinin ki hüzündü. Nefise Zeyd’e döndü:

“Ölümü tatmadan ölen bir sürü insan gördüm avukat. Benim de bir ölüden ne farkım vardı.” Barut kafası karışmış bir halde bir adım daha attı:

“Ne demek istiyorsun?”

“Bizim bir oğlumuz var, bir de kızımız.”

“Ne?” donakaldı Barut bir an inanamadı ama Nefise’nin ses tonu bunun şakasını yapmayacak kadar ciddiydi.

“Onu senden çok iyi sakladığım için cennete gidebilirim belki. Bu hayatta yaptığım en iyi iş o oldu.”

“Nefise doğru mu bu? Bizim bir kızımız mı var?”

“Evet. Şuan karşılaşmanızı ve onun senin yüzüne tükürmesini çok isterdim. Ki burada olsaydı fazlasını da yapabilirdi o.”

“Onu hemen görmem lazım.” dedi Barut heyecanla ona doğru bir adım attı:

“Bu mümkün değil.” Silahı Barut’a doğrulttuğu o an, Barut hiç de korkmadı sadece tek bir dileği vardı:

“Son kez kızımı görmeme müsaade et. Sonra dilersen beni öldürebilirsin.” Ciddiydi, ölümden korkmadığı aşikârdı. Nefise güldü ardından silahı kendi kafasına doğrultunca herkes gibi bende donakaldım. Tıpkı yüzünde ki kan çekilen Barut gibi.

“Ne yapıyorsun Nefise? İndir şu silahı. Şakanın sırası değil.” dedi Nefise’ye, gözlerini kocaman açarak, ilk kez onu korkmuş gördüm, kendi ölümünden daha çok sevdiği insanın ölümünden korkan bir adamın yüzünü gördüm onda, Nefise’nin şakası yoktu, bunu da anladı: “Lütfen yapma Nefise.”

“Bu hayatta sen en çok beni sevdin. Oğlunu bile değil. Bu kalp işi değildi Barut, evladın aşktan evvel geldiğini biliyorum ben ama senin ki bir saplantı gibi, hiç gerçekleşmemiş olana âşık olmak gibi... Bu ayrılığın üstesinden hiç gelememişsin bir onu anladım... Bir sebebin olduğu halde dahi bu yoldan dönmemişsin. Dahası oğlunu da bu yola sevk etmişsin. Sen insan değilsin ki? Senin bir kalbin yok, vicdanın, merhametin yok.”

“Nefise yapma.” diyen bu defa Zeyd’di, Talha sadece sessizce izliyordu olanları.

“Onu öldüremezsin avukat. Öldürsen bile yüzünde bir acı ifadesi göremezsin. Ancak böyle ölür o. Gerçek bir hastanın elinden en sevdiğini almak ölümdür. Onu öldürmeliyim.”

“Oğlun var,”

“Onun artık bir anneye ihtiyacı yok.”

Nefise Barut’un ona yaşlı gözlerle bakmasını izlerken bundan gerçek bir keyif aldı. Donuklaşan bakışlarından o geceye döndüğünü anladım; oğlunun öldüğünü sandığı o geceye. Kendini heder ettiği o anın yerinde şimdi Barut’un duruyor olması onun için ilahi adalet olarak yeterdi.

“Nefise, İndir şu silahı,” diye yalvaran Barut, Nefise’nin kararlı halinden dönmeyeceğini anlamıştı. Bunun üzerine birden elinde ki kalın bastonu kaldırdı ve benim olduğum balkona doğrulttu. Olduğum yerde donup kaldım. Bakışları bana dönen Zeyd, ona doğru atılınca Talha durdurdu onu kolundan tutarak, bir şeyler fısıldadı. Zeyd’in gözlerin de tereddütlü bir korku gördüm.

“Eğer silahı indirmezsen,” diye tehdit etti Nefise’yi Barut: “onu öldürürüm.” Nefise’nin bakışları bana döndü:

“Lütfen.” dediğimi anladığına emindim. İsteğim onun kendine bir zarar gelmesiydi, Brut2un beni vuracak olmasından bile daha mühimdi bu ama o silahı indirmedi. Ve o anda ateş etti Barut. İrkilerek cama değen kurşunun geri sıçrayışını izledim; cam pencere kurşungeçirmezdi. Barut bana bir şey olmadığını gördüğü an bakışları Nefise’ye kaydı.

“Tamam artık Nefise indir silahı.” diyen Talha’ya Nefise güldü sadece. Ardından bakışları Barut’a kaydı:

“Onun ölmesini istiyorum.”

Tüm bu olanların Talha’nın ve Zeyd’in planı olduğunu anladım. Barut’u buraya getirmek için Nefise ile bir anlaşma yapmışlardı ama Nefise’nin bu planda kendini gerçekten öldürmek isteyeceğini düşünmemişlerdi. O sırada Nefise’nin kızı Zeyd’in arkasından çıkınca bakışlar ona döndü:

“İndir silahı anne.” dedi kız nefes nefese, tedirgin bir şekilde annesine doğru bir adım attı. Nefise, kızını gördüğüne çok şaşırdı. Onun buradan çok uzakta olmasını umduğunu anladım. Kızın ise annesinin böyle bir planla kendini öldürmesini ummadığını. Barut’un anne deyişinden sonra bakışları onda durdu:

“Kızım,” dedi ona doğru bir adım attı ve mutlu ifadesi Nefise’ye döndü yine: “Aynı sana benziyor Nefise.” Tekrar kızına doğru bir adım atınca kendisine doğrulan bir silahla burun buruna geldi Barut. Şaşırarak donakaldı, önce silaha sonra kızına ardından da Nefise’ye baktı: “Kızını aynı kendin gibi yetiştirmişsin.”

“Ben Milli istihbarat biriminden Sahra,” elinde ki silahın emniyetini çekti Sahra: “ve senin kızın değilim.” Aynı anda etrafı elinde uzun namlulu silahlar olan MIT askerleri sarınca Utku’yu gördüm hemen Sahra’nın ardında. Sahra tekrar Nefise’ye döndü: “Dışarıda ki herkes etkisiz hale getirildi. Bu defa bana güven ve silahı indir. Sana bir zarar gelsin istemiyorum.” Nefise mutlulukla gülümsedi.

“Kızımızı istihbaratçı olarak mı yetiştirdin?” diye soran babasına bir suçluya bakar gibi baktı Sahra:

“Devlet içinde devlet oluşturma ve örgüt kurma suçundan tutuklusun Barut Yılmaz.”

“Ben senin-“

“Benim babam öldü.” Barut’un aklının bulandığını gördüm. Zihninin dolandığını az sonra bir delilik yapacağını elbette biliyordum. Ki bu defa elinde silahın namlusunu Sahra’ya kendi kızına çevirdi.

“Sen benim kızım değilsin, şu gözlere bak beni öldürmek için tutuşuyor.”

“İndir silahı!” diyen Sahra’nın uyarısını umursamadan güldü Barut, ardından silahının emniyetini açtı. Ama Barut’a doğrulttuğu silah ile tetiği çeken Nefise oldu ve Barut Yılmaz, masanın tetikçisini öldüren eski karısı oldu. Yere düşen cansız bedene atılan boş bakışlardan sonra ilk koşan Zeyd ve Talha oldu. Zeyd Barut’un nabzını kontrol etti ve bakışları Utku’da başını iki yana salladı.

Sahra koşarak annesine gitti Nefise’nin Barut’un ölü bedeninde takılıp kalan bakışlarının zorla kendine yöneltti ve elinde ki silahı alıp ona sarıldı. Hiçbir üzüntü emaresi göstermeyen bakışları az ötesinde duran babasının cansız bedeninde durdu. Kızını babasından uzak tutan Nefise, Barut’un sonunu kendi eli ile hazırlamıştı.

Zeyd’in yukarıya bana baktığını gördüm ardından da hemen içeri girdiğini. Dizlerimin dermanı kesildi bir insanın gözlerimin önünde kendini öldürüşüne şahitlik etmem bana olduğundan daha fazla geldi ve çöküp ağlamaya başladım. Bir yandan da bu ölümünün ağırlığını kendi omuzlarımda da hissederek... Az sonra o yükü yok sayan Zeyd’in omuzlarımdan tutarak bana sarıldığını hissettim. Kokusu korkumun üstüne örtüldü ve ben ağlamaya devam ettikçe o bana daha çok sarıldı.

Bitişin ölümle olduğunu biliyordum. Eğer şuan o ölüm gerçekleşmeseydi, şuan Zeyd bana sarılıyor olmayacaktı ama söylediğim gibi doğru olan bizdik ve zayi olmayan da biz olduk.

. . .

Üzerinden çok zaman aktı. Sabahlar oldu, tekrar gece indi şehrin üstüne, suskunluklar oluştu sonra gürültüler aldı yerini; kalbin çarpması, gözün kayması, yüreğin sızlaması kadar olağan günler hem de. Bütün güzel şeylerin başlangıcı kötü günlerin bitişi ise o günü güzel şeylerin başladığı gün olarak kabul ediyorum. O son kötü günden sonra iyileşmeye başladı yaralarımız ve yurdumuz yeni bir bahara bıraktı kendini. Öyle ki bu bahar tüm lütufların üzerimize sağanak yağdığı zamanlardı. Daima Zeyd’in de dediği gibi Elhamdülillah.

O günden, Zeyd’in diğer sonuçlarını pek de önemsemediğim masasının aydınlanma devrinden sonra iki güzel şey oldu. Birincisi Yuşa ceza indiriminden yararlanarak iki ay hapis yatarak tahliye oldu Zeyd’in sayesinde ve tabi ki kuru bir teşekkürden başka bir güzel söylemedi Zeyd’e. İkisi de hala mesafeli birbirine ama birbirlerine olan bakışlarında artık öfke yok aksine arada aralarında atışmaları ikisini de keyiflendiriyor ikisini de. Yuşa ve Meryem, iç avlu da ki evlerden birine taşındı ve artık yeni komşularımız. Yuşa, Muaz ne kadar ısrar etse de vakıfta ya da medrese de çalışmak istemediğini söyleyince ona dergâhın kapılarını açtı İmam Hacı Veysi, kendisi artık yaşlandığı ve dergâhı idarede zorlandığı için Muaz yeni bir imam bulup getirene dek tüm işleri Yuşa’ya emanet etti ve herkes bu durumdan oldukça memnun. Kimse Yuşa’ya tek bir kötü kelam etmeden ve onu dışlamadan kabullendi ve hala onu sevdiklerini anladım, o da anladı. Adapte olmakta başlarda sorun yaşadı kendini suçlu hissettiğinden ve dergâhın, medresenin ona hemen kucak açması altında biraz ezilerek ama Muaz’ın ve diğer hocaların sayesinde bu durumu atlattı, artık pek sıkıntılı değil vicdan muhakemesi ve pişmanlık hesabı dışında. Onu arada ziyarete ediyorum ve fark ettiğim ilk şey onun babamın namaz kıldığı pencere kenarından uzak durduğu, babamın Kuran’ına dokunmadığı ve onun postuna oturmadığı oldu. Ona ağır geldiğini anladım. Kendini affetmeyene dek böyle devam edecekti biliyordum ve ona yardımcı olamayacaktım bu konuda.

Meryem ise vakıfta çalışmaya başladı bizimle. Ve bir süreliğine benim yerime başkanlık yaparak yardımcı oluyor Betül’e. Ben bir süre elimi ayağımı çektim vakıftan çünkü artık iki can taşıyorum; buda ikinci güzel şey. Hamile olduğumu öğrendiğim o günü unutamıyorum. İlk fark eden ve hemen kolumdan tutup beni doktora sürükleyen Betül oldu. Güzel ışıl ışıl bir bahar günüydü; dünyanın en güzel muştusunu bana veren doktor gülümserken ve hemen ardından da ikizlerimin olduğunu söylerken. Bunu duyunca oturup hüngür hüngür ağladım, hemen şükre durdu dudaklarım hem diğer yandan. O kadar heyecanlıydım ki bir an önce Zeyd’e tekrar baba olacağının müjdesini vermek için hastaneden eve dek yürüdüm, Betül’ü unutup ardımda bıraktım. Akşam olmak üzereydi ki evimizin sokağından köşeyi döndüm.

Zeyd’in üzerinde beyaz yakasız bir gömlek ardı, uzamış saçları ve sakalı ile evin önünde ki basamakta oturmuş elinde yine Divan’ı okuyordu. Dudakları kımıldadı, hafif bir yel esti Zeyd’e doğru, saçlarının uzayan perçemi alnına doğru savruldu, Kitabının sayfası kapanadurdu ki diğer eli ile sabitledi kitabı. Evimizin önünde bulunan kiraz ağacının dallarını okşayan rüzgâr çiçeklerine değdi ve usulca düşürmeye başladı, hem de Zeyd’in üstüne. Kitabının sayfalarına konan birkaç yaprak gülümsetti, zaman onun gülümseyişi ve kiraz çiçekleri ile yavaşladı. Zeyd düşen yapraklardan bir tanesini eline alıp baktı ardından tekrar yerine bıraktı. Başını kaldırdığı an gördü beni, kiraz çiçekleri yüzünde açtı bu defa. Ayağa kalkarak, bana doğru gelmeye başladı adımlarımı hızlandırıp ona yetiştim. Beklemeden şakağımdan öpüp sarıldı bana. Ardından geri çekilip elinde ki kitabı açtı ve kaldığı sayfada ki düşmüş pembe yaprakları gösterdi:

“Kiraz ağaçları çiçek döküyor.” dedi gülümserken.

“Meyveye durmak için çiçek dökmek gerek. Sonra ki sene yine çiçeklenecek.”

“Açtırana hamd olsun.” onun bakışlarına odaklanmış yüzümde ki kaybolmayan gülümsemeyi fark edince sual eder gibi baktı: “Bir şey olmuş,” dedi biraz geri çekilip yüzüme baktı: “güzel bir şey.”

“Zeyd,” dedim. Davetkâr elini kaldırdı gülümseyerek:

“Buyur canımı,” başımı iki yana salladım gözlerim dolarken:

“İstemem… Aksine sana can veririm ister misin?”

“Senden gelen her şey başım gözüm üstüne.” dedi hemen hazırcevap.

Ardından durdu birkaç saniye. Bakışlarının daha da karardığını gördüm. Manaya varınca ise o karanlıkta asılı binlerce yıldızı, tüm kâinatını geceden gündüze çevirdi o yıldızlar. Gözleri parladı o ihtimali de aklından geçirirken gülümsedi ve bana doğru eğildi bir adım yaklaşarak. Dirseklerimden tuttu:

“Yoksa…”

“Allah’ın izni ile iki çocuğumuz olacak.”

“Canımın en içi, doğru mu?” başımla onayladım bir damla yaş akarken: “Dur bir dakika iki tane mi dedin?” yine başımla onayladım.

Zeyd’in buğulu bakışları göğe uzandı ve kapandı göz kapakları. Aklından ne geçtiğini biliyordum. Onun tüm şükürleri usulca bana aktı ve ortak oldu. Kollarını kaldırıp bana sarıldı, şakağımdan öptü önce sonra alnımdan bu defa, sımsıkı sarıldı bana, daha da sıkıca. Eve doğru yönelirken benden detayları anlatmamı istedi. Kapını basamağını çıkmıştı ki heyecandan elinde ki kitabı düşürdü ve Zeyd’in kaldığı sayfa açıldı. Uzanıp ben kaldırdım kitabı. İçinde kiraz çiçeklerinin yaprakları olan sayfada ki satıları okuyunca gülümsedim ve onun gözlerinin içine bakarak tekrar ettim.

“Şâhid olsun aşkıma arz-u semâ sevdim seni.”

. . .

(4 yıl sonra)

. . .

Bugün dört kişilik bir aileyiz artık. Ben, Zeyd’im ve iki güzel kızımız. İki çocuğu aynı anda büyütmenin çok zor olduğunu söyleyen herkes ya yanılıyor ya da onların bir Zeyd’i yok, çünkü benim onca zaman sırtımda hiçbir yük olmadı. Daima yanımda olan ve her şeye benden önce yetişen bir babaya sahip oldukları için kızlarım çok nasipliler. Elhamdülillah ki ben daha çok... Bugün artık yürüyebilen ve konuşabilen iki kızım vakfın ve medresenin neşe kaynağı oldu. Biri vakıftan çıkmıyor diğeri medreseden. Belki de çift yumurta ikizleri olduğundan ikisinin de huyları değişik. Biri çok haylaz diğeri sakin, biri süslenmeye bayılıyor öteki yalın. Biri çiçekleri, ağaçları çok seviyor öteki hayvanları. Biri Zeyd olmadan asla yaşayamıyor öteki daima kucağımda oturmak istiyor ama her ne kadar değişiyorsa da huyları günün sonunda daima birbirlerini istiyorlar ve gece mutlaka yan yana uyumak istiyorlar.

Bu arada isim konusunda son dakikaya kadar hiç konuşmadık. Eve gelip çocuklarını beşiğe yerleştirdiği o anda sordu Zeyd adını ne koymak istediğimi. Ben cennet ile müjdelenen hanımlardan ikisini söyledim; Asiye ve Meryem. Zeyd ise onayladı bunu. Ardından ben ona sordum bu defa o da fikrini söyledi; Şems ve Kamer. Bu yüzden birinin adı Asiye Şems diğeri Meryem Kamer… Zeyd ve ben Meryem ve Asiye ismini kullanıyoruz genel olarak ama onları tanıyan çoğu kişi Şems ve Kamer diye sesleniyor. Şems, aynı Zeyd. Gözleri birer kara dipsiz kuyu, içlerinde daima parıltılar var. Kirpikleri sık ve uzun, gülüşü babasından yana düşeyazmış. Ona her baktığımda bir tane daha Zeyd’im oldu diyorum ve bunun için daima şükrediyorum. Kamer’in ise gözleri çakır, saçları kıvır kıvır sarı. Aynı babam gibi bakıyor. Konuşurken dudağının kıvrımında oluşan o küçük çukuru her gördüğümde babamı anımsıyorum ve o sürekli konuşsun istiyorum. Öyle güzel ki kızlarım babaları bir dakika bile ayırmıyor gözlerini üzerinden. Zeyd ofise gittiği an baş başa kalıyoruz biraz ama o dakika ağlamaya başlıyor Kamer babasını isteyerek, hiç yerinde durmuyor. Sürekli bir yerlerde ki onu bazen nerede diye aramaya çıkıyorum. Genelde medresede oluyor, öğrencilerin arasında, onlara türlü haylazlıklar yaparak onları eğlendiriyor, öğrenciler ise Kamer’e bayılıyor. Muaz’a nazı geçtiğinden sert geçen derslerinde Kamer’i yanlarında tutuyorlar. Muaz kapıp eve götürüyor bazen, Can’ın arabasında eve geliyor arada ya da Mirza’nın kucağında elinde bir dolu şekerle buluyorum onu. Ben bile şaşırıyorum çoğu kez nasıl bu yaşında bu kadar gezgin olabiliyor diye. Şems ise vakıfta sürekli kızların yanında ne zaman yanına varsam yeni bir hediye ile karşılıyor beni. O kadar çok ablası var ki bazen ben bile yeni tanışıyorum onlarla. Evde oyuncaklarından, tokalarından, kıyafetlerinden bir sürü çocuk giydirilir, ben çoğu kıyafetini hiç dokundurtmadan vakfa götürüyorum ama ertesi sabah yerini yenileri alıyor.

Bugün hava bulutlu ve medrese tamamıyla boşalmış durumda. Yine bahar kampı zamanı ve Muaz en son çizdiğim VAV harfinin tam ortasına bir elif yerleştirmemi istedi bir süre önce. Bende büyük bir zevkle bunu yapacağımı söyledim. Büyük avlunun vakıfla paylaştığı en yüksek, kuş evinin hemen altına, iki VAV harfini nakşettiğim duvara bir Elif ekledikten sonra fırçayı elimden indirip bir salat-ü selam getirdim ve güzelliğine bir süre bakakaldım. Beni daldığım yerden çıkaran şiddetli bir gök gürültüsü oldu. Elinde boya fırçaları mutfak kapısının önünde ki masada önlerine indirdiğim resim defterini karalayan Şems gök gürültüsü ile korkunca ağlayadurdu, hemen ötesinde elindeki kalemi su birikintisine koyarak çamur ile oyalanan Kamer kardeşinin yanına vardı ve elleri ile kulaklarını kapattı:

“Korkarsan böyle yap, duymazsan korkmazsın.” dedi. Şems başını sallayarak minik ellerini Kamer’in ellerinin üzerine koydu ve ağlaması durdu. Gülümseyerek yanlarına yaklaştım önce Şems’i sonra Kamer’i öptüm. Önünde oturdum, gözyaşlarını silip, gözlerinden öptüm ve ellerinden tuttum:

“Gök gürültüsünden korkuyor musun?” başını salladı Kamer konuşmadan, onun yerine başında dikilen Şems:

“Şişmek çakınca korkuyor.” dedi eksik telaffuzla. Gülümsedim ve ikisine baktım:

“Ama eğer gök gürültüsü olmasa yağmur yağamaz ki. Siz yağmuru çok seviyorsunuz değil mi?”

“Evet.”

“Evet, bu kadar.” Ellerini alabildiğince açtı Şems.

“Eğer yine korkarsan kardeşin öğrettiği gibi kulaklarını kapat. Gözlerini yum. Sonra çok güzel bir şey düşün. Öyle korkmazsın. Tamam mı benim ay yüzlüm?” aynı anda yine gök gürledi ve Kamer ellerini avucumdan çekip kulaklarını kapattı. Şems te hemen yardımcı oldu ona yine. Bu defa ağlamadı, aksine gülümsedi Kamer. Ellerini kulaklarından çekip bu oyuna kıkırdadı sonra.

“Korkmadın değil mi bu defa?” diye sorduğumda grimsi gözlerini kocaman açtı başını iki yana salladı.

İkisini de öpüp ayağa kalktım, minik elleri ile geniş elbisemin eteklerinden tuttular. Bu hareket artık ikisinde de alışkanlık haline gelmişti. Mutfağa gittik hep beraber. Kaynayan sıcak çorbadan üç kâse doldurdum birer parça ekmek alarak dışarı çıktım kızlarla. O sırada şiddetli bir yağmur başladı. Gördüğüm en iri taneli dolular gökten inmeye başladı ki aklıma o gün geldi. Bu hikâyenin aslında başladığı o ilk güne. Zeyd’i yine bu mutfağın önünde yağmurlu bir günde gördüğüm o güne. Şems Kamer’in kulaklarını kapatırken ve ikisi yine kendi aralarında gülüşürken Zeyd kapıda göründü takım elbisesi ile. Elinde cüppesi vardı ve dosya çantasını başının üzerinde tutuyordu.

“Baba!”

“Baba!” diyerek sevinç naraları atan ikizler ona doğru koşmak isteseler de yağan sağanak yağışa çıkmayı göze almadan beklediler az ötemde ve ellerini Zeyd’e uzatıp onun gelmesini istediler. Zeyd bunu görünce duramadı yerinde ve koşarak kızların yanına geldi. Sabah özenle düzelttiğim saçları yağmurda sırılsıklam olmuştu ve en sevdiği ceketinin ıslanmasını şuan önemsemiyor gibiydi. Önce kızlara sarıldı sonra ikisinin de yanaklarından öptü. Kamer alışmıştı Zeyd’in onun gözlerinden öpmesine hemen gözlerini kapatıp Zeyd’in öpmesini istedi. Zeyd’de gülerek öptü. Sonra Şems minik işaret parmağı ile beni gösterdi:

“Annemi de öp, küsmesin.”

Zeyd gülerek ayağa kalktı ve bana sarıldı. Alnımdan öperken, fısıltı ile Elhamdülillah dedi. Ardından bakışları masada ki çorba kâselerine değince bana baktı soru sorar gibi. Ardından bakışları yağan yağmura takıldı. Duvarda ki VAV harfine, sonra bana döndü gözleri. Parlıyordu, onu ilk kez gördüğüm o gün ki gibi.

“Hatırladın mı?” diye sordum sessizce, tekrar eğilip alnımdan öptü.

“Her yağmur yağdığında seni neden arıyorum sanıyorsun? Şaşırarak ona baktım gerçekten de her yağmur yağdığında beni arayarak akşama yemekte çorba istediğini o an fark ettim onca zaman sonra. Uzanıp Zeyd’i öptüm.

“Elhamdülillah.” karşılık verdi sessizce.

“Hadsiz, sonsuz ve hesapsız şükürler olsun.” Bunu gören Kamer Zeyd’in bacağına dokundu:

“Bizi de öp baba.” Zeyd eğilip ikisini birden kucakladı ve bir sürü öptü kızlarını.

Dediğim gibi her hikâye başladığı gibi bitiyor derler, bizim hikâyemiz de burada bitti. Ben Gazel Şems Hazar, Allah’a ve ayetlerine yemin olsun ki Zeyd’i çok sevdim, çok seviyorum ve çok seveceğim.


-SON-

Loading...
0%