Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm

@cigdemgah

Kasvetin kurşuni rengine bürünmüş gökyüzü tüm arşı kaplamış, koynundaki bulutlar puslu bir mateme bürünmüş nazlı nazlı yağmur taneleri indiriyor yeryüzüne. Her bir damla mili saliselik bir anda değil bir saatte süzülüp değiyor toprak zemine. Toprağa temas ettiği anda çıkardığı ses bir gök gürültüsünü andırıyor kulaklarımda. Toprak bir yağmur damlasının şiddeti ile sarsılıyor, etrafında bir dalga oluşturuyor ve onu kabul edip bağrına basıyor. Doya doya içiyor sonrasında… ve o bir damlanın şükrünü kainata hediye ettiği o muazzam koku ile eda ediyor Yaradan’a. Sağ elimi kaldırıp avuç içimi uzattım gökyüzüne, bana hediye edeceği bir damla vardır belki diye. Birkaç küçük damla hafifçe tuttu ellerimden tüm şefkati ve şifası ile bütünleşti benimle. Sesine kulak verdim ona bir damlaya teydaş olan diğer naif damlalara ve kalbim ile tekrar etmeye başladım.

“La ilahe illallah.. La ilahe illallah..”

Babam yere düşen her yağmur damlasının Allah’ı zikrederek yeryüzüne indiğini söylerdi. ‘Kainatta var olan tüm mahluk sesleri Allah’ın adını tespih eder’ derdi bana Risale-i Nur vecizelerinden bahsederken. Yağan yağmur, esen rüzgar, dökülen kar ve öten kuşlar… hepsi Allah’ı anardı. ‘Sende an’ Bu babamın bana verdiği en güzel öğütlerden bir tanesidir. Şuan tenime değen bu katre-i matem ile Allah’ı anmak ve babamı hatırlamak yasıma biraz merhem oldu. Toprağa değen o naif damla sesi içimde Rabbi zikr olarak tenhüm etti. Elime değen, matemimi paklayan ve yüzümü ıslatan minik damlalar için hoşnuttum. Bu sayede babam ağladığımı anlamazdı belki ama hayır, anlardı. Yine anlardı o. İçimden emin olarak fısıldadım bu yüzden ya kendimi kandırmak ya da ağladığımı bilen babamı avutmak için... Yüzümde ki ıslaklık matemimin coşkusu değil, yağan bu mübarek damlaların tespihiydi.

Yavaşça gözlerimi açıp etrafa baktım. Sanki yağmur ile birlikte yeryüzüne inen milyonlarca rahmet meleğini görmek istermişim gibi gözümün alabildiği her yere baktım. Ağaçların nemli gövdelerine, ıslanmış çam yapraklarına, etrafımda ki ıssız kalabalığa, mezarlardan yükselen çığlıklara, oturduğum soğuk mezar taşına... Başucumda kaç melek vardır acaba? Babam şuan onları görüyor olmalıydı. Mutludur büyük bir ihtimalle usanmışlığından kurtulduğu için. Bu dünyaya katlanamıyordu kalbi artık bu yüzden son nefesini verirken dahi gülümsemişti, yani gülümsemiş öyle söylediler. Yüzünde ki gülümsemeyi hayal etmeye çalıştım. Görüyor mudur beni? Bakışlarım tekrar gökyüzündeyken derin bir soluk aldım. Gülümseyebildiğim matemimi gerilere atıp kadar gülümsedim. Ölüm ile ilgili konuşurken bir gece ona sarılıp yanında uyuklarken birden kendi ölümünden bahsetmeye başlamıştı.

“Yas tutmayın sakın, insan vuslata erdi diye yas tutulur mu hiç?” demişti tebessüm ile. Gri gözlerinde ki gözbebeği küçülmüş bakışları uzak bir noktaya odaklamıştı. Sonra sıralamıştı yine Buhari’den Müslim’den vs.. nasihatler verip durmuştu: “Yas tutmak caiz değildir. Ama ölü için sessizce ağlamak caizdir. Sakın siyahlar giyinip, karalar bağlama bu insanı küfre götürür. Eğer olursa; yas tutarsan sonrasında Allah’a bunun için tövbe et çünkü sana olan azabı beni kahreder, sakın unutma iki gözüm?”

Bu sözleri çok değil birkaç ay öncesinde söylemişti. Hissetmişti büyük ihtimalle başına gelecekleri. ‘hissikalbelvuku’ mevzusuna babamın yanındayken daha çok inanırdım. Bir sır biliyor derdi kardeşim. Onunla şakalaşır çocukça söylediği şeyler için latife der geçerdim hep. Benim aksime babamla en çok vakit geçiren oydu bu yüzden sadece inanmalıydım belki de babamın taşıdığı sırra. O sır ile biliyordu öyle değil mi vuslat gününün yakın olacağını? Biliyordu ve bilerek kaderine boyun eğmişti. Onun adına şuan mutluyum. Bir insan babası öldüğü için nasıl mutlu olur öyle değil mi? Şöyle ki babam bu kainat için fazla naif bir kalp taşıyordu. Ağlayan çocuk sesleri onu ağlatıyor, aç kalan çocuklar ile aç kalıyordu, bir damla su bulamayan onlarca insan için oruç tutuyordu, başkalarının zulmü onu kahrediyordu, insanların kötü niyeti onun yüreğini parçalıyordu. Bir insan daha doğar doğmaz fıtratına türlü türlü hissiyatlar verilirdi. Babam tüm hissiyatlarını sanki geri tepmişti de sadece merhameti almıştı. Baştan ağa kalbinin tamamı gülen yüzü yorgun kalbi tamamıyla merhametti. Hüzünlüydü hep. Olanlar ve olmayanlar için. Hep bir terennümdeydi. Dua ve şükürdü tüm günü. Etrafında ki varlık üzüyordu onu en çok. Elinden gelse tüm varını yoğunu başkalarına verirdi. Verdi de. Abdurrahman bin Avf(r.a) gibi olalım derdi. Malının yarısını iki kez İslam’a bağışlayan bu sahabeye benzemek için tüm varını yoğunu gözden çıkarmıştı. Vakıftan gelen tek bir kuruşa bile dokunmazdı bu yüzden. İhtiyacı olan insanlara dağıtırdı. “Mülkün sahibi Allah’tır.” derdi. Ben lise çağıma kadar anlamazdım onu eğer Allah bize nasip ettiyse bunu kullanmalıyız derdim kendimce. Babam destanlar dizerdi bana anlayabilmem için sabırla ama nafileydi. Anlamamıştım da. Bu yüzden liseyi de üniversiteyi de ailemden uzakta okumak benim kendi tercihimdi. Onların beni anlamadığını düşünür öfkelenirdim bu duruma. Neden benim babam da sıradan çocukları için elinden gelenin en iyisini yapan babalar gibi değildi de hep başkalarını düşünmek zorundaydı? Neden iki oyuncağım yoktu, bir ayakkabım daha, iki elbisem daha… Ne kadar da çocuksu. 18 yaşıma kadar meğer hiç büyümemişim. Büyüdüğümü sandığımda, Allah bunu bana nasip ettiğinde ise geç olmuştu… Yazık ki… Değerli şeylerin kıymetini onu kaybettikten sonra daha iyi anlıyorduk. Bu da öyleydi…

Babamla sadece tatillerde kısa bir süreliğine eve geldiğimde vakit geçirirdik. Çoğu kez kuran öğrenimimi geliştirmek için ona yüzüne okuduğum surelerde yan yanaydık. Severdi beni, hem de tahmin ettiğimden daha çok. Küçükken çok kez beni de beraberinde imamlık yaptığı, vaaz verdiği camilere götürürdü. Onunla programlara katılırdım. . Parkta beraber vakit geçirir, şeker alır, bisiklete bindirirdi beni.. Gözlerimin içine bakıp gülümserken dünyanın en iyi babasına sahip olduğum için gururlanırdım. Ta ki abim evi terk edene kadar. Babamla ilk ayrılığımızda orada başladı. Abim gittiği için kızgındım ve o gitmişse bende durmak istemiyordum. Babam anladı beni yine. Bir insanın anlayışının altında ezilmek ne kadar mümkünse bende babamın anlayışının, merhametinin, şefkatinin altında ezildim hep. Anlayış babamın hayatında bir yaşayış biçimiydi. Sadece kızı olduğum için bana karşı değil. Tüm insanlara ve mahlukata karşı. Yazık ki bunun babamın fıtratında var olduğunu anlayabilmem üniversitede nasip oldu.

Öz annem öldüğünde ben henüz bir aylık bebektim. Babam sonradan tekrar evlenmişti. Beni de abimi de babamın ikinci eşi olan annem bildiğim Besime hanım büyüttü. O zamanlar Besime anne de erken yaşta kocasını kaybetmiş.. Kimi kimsesi olmadığından kucağında yedi günlük bir bebekle sokakta bir başına kalmış ve bir aracı ile babamla ile evlenmeyi kabul etmişti. Oğlunun ismini babam koydu; Muaz. Besime anne beni de Muaz ile birlikte büyüttü. Bir gün olsun onun kendi öz oğlunu enden daha çok sevdiğini görmedim. Bir parça ekmeği dahi bölse oğlundan önce daha çok olanı bana verirdi. Hem bana hem de abime öz çocuğu gibi annelik yaptı şimdiye kadar. Babam derdi ki hep:

“Bu sebepler aleminde Allah karşınıza iyi insanlar çıkarsın ve sizi iyi insanlar ile muhatap eylesin.”

İşte Besime anne de Muaz da bizim için o iyi insanlardan biriydi. Benim ve abimin aksine Muaz babama daha çok benzerdi. Oturuşundan, namaz kılışına, ettiği şükürlerden dualarına, sünnetleri asla bırakmayışından kuran okuyuşuna kadar her şeyi babamdan öğrenmişti ve tam da ona layık bir oğul olmuştu. Muaz evlendiğinde henüz üniversitedeydim. Oğlu İsar’ı kucağına aldığı gün baba kucağına geri döndüm. Onun kızı olduğumu hatırlamam uzun sürmüştü. Bunun affını istediğimde bana “affetmek Allah’a mahsustur.” demişti. Alnımdan öpüp bana sarılmıştı. Tekrar eve dönüp onun toprağına ektiği ekinleri hasat etmeye dururken bu defa abim hastalanmıştı. Ona bakacak kimsesi yoktu bu yüzden babamın da zorlaması ile abimin yanına taşındım. Keşke diyorum şimdi, keşke o gelseydi de ben babamı bırakıp gitmeseydim ve herkes babamın yüzünü görüp onun sohbetlerini dinlerken, onun muhabbeti ile nasiplenirken ben kendi ayaklarımla ondan hiç gitmeseydim. Onunla beraber geçirdiğimiz zaman hayatımın yarısından daha azdı. Emin olduğum tek bir şey vardı; yanımda değildim çoğu zaman ama dualarında, semaya açılan avuçlarında, gözkapağının hemen altında ve iki dudağından çıkan fısıltılarındaydım. Beni hep öyle anardı.

Bakışlarım tekrar mütevazi mezar taşına döndü. Muhammed Abdullah oğlu Muhammed Hanif yazıyordu. Adının dahi mezar taşına yazılmasını istememiş lakin Muaz yine de yazdırmıştı. Doğum tarihi yoktu sadece ölüm tarihi bir köşeye not edilmişti sanki geçiştirilircesine. İsimden ve tarihten daha büyük yer kaplayan mezar taşının üstünde ki ayetti:

“ve-ila(A)llahi ‘akibetu-l-umur.” (İşlerin sonu Allah’a varır.)

Medrese de çoğunlukla dönem öğrencileri erkek olurdu. Bu yüzden kız öğrencilerinin babam, Hoca Sina yahut da Hoca Geylani gibi önemli kişilerden bizzat ders dinlemesi çok zor olurdu. Bir yaz günü medrese de ki talebelerine ders anlatırken pencere pervazında dinlemiştim onu gizlice. Yakalanmadığım ve kimseye görünmediğim sürece pencere kenarında hocaların derslerini dinlemeyi severdim. Babam görmezlikten gelse de bir iki tatlı sitemle yapmamı da ima eder dururdu. O gün yine anlatıyordu. Konu ölümdü. Daha ilk derste yeni gelen öğrencilere ölüm konusunu işlemesi gençlerin gözünü korkutmuştu lakin bu durumdan da babam pek memnundu. Dersi bitirirken öğrencilere verdiği ödev şuydu; Herkes mezar taşına yazacağı bir söz ile gelsin yarın. Şaşırmıştım. Dedem, büyük dedem yahut onunda babası olan büyük büyük dedemin mezar taşlarında yazan ayetler geldi gözümün önüne babamın ilk defa ölümü severek kabullendiğini ve bunu Allah’ın kitabı olan Kur’an dan bir ayeti eline çiçek yapıp karşılayacağını orada öğrenmiştim. Merakla bir sonra ki günü bekledim. Öğrencilerin hepsi birer mısra söyledi. Kimisi en sevdiği şiirden, kimi beylik bir laftan, kimisi de Risale-i Nur’dan bir vecize seçmişti. Ömer adında bir çocuk vardı ara ara babam sesi güzel olduğu için arkada ki dergahta ona ezan okuturdu. O gün o çocuk mezar taşının boş kalmasını ve üzerine sadece bir semazen nakşedilmesini istemişti. Bir eli Hakk’a uzanmış diğer eli toprağa bakan. En çok etkilendiğim Ömer’in mezar taşıydı ve o gün ilk kez babamın da mezar taşına ne azdırmak istediğini de öğrenmiştim. Lokman suresi 22.ayet.

Bugün ile birlikte tam 41 gün oluyor babam En Sevgili’sine kavuşalı. Mevlana’nın dediği gibi düğün günüydü onunda. Dediğini yaptım izin verildiği gibi sadece üç gün yas tuttum. Hala geceleri sessizce yüreğimin ateşle yanmasından ağladığım oluyor. Bunun sebebi ise babamın ellerinden doyarak içemediğim o pınarın hüznüydü. Kendimi ondan esirgediğim için kızgındım. Bunun için hiçbir şey yapamamış olmam beni sessizce ağlamalara, yakarışlara ve dualara götürüyordu. Bunun dışında daha çok üzüldüğüm iki nokta var. Birincisi onun bir dört duvar arasında gözlerini bu hayata yummasıydı. İkincisi bu vuslata kulların sebep olmasıydı. Ölümün dahi en güzelini nasip etsin Allah. Bunun duasını ederdik daima ama babamın ölümü güzel bir ölüm değildi.

Benim babam Muhammed Hanif Şems. Hal Vakfı’nın kurucusu. Hal Medresesinin baş müderrisi ve Hal dergahının dervişi. Büyük atalarımın hepsi doğunun önde gelen ulemalarından. Dedem ise onun babası gibi ünlü bir medresenin hocalarından. İslam hukuku ile pek ilgilenirmiş. Kuran, kelam, fıkıh, Tefsir, Arapça hepsinde alanının en iyisiymiş. Kuşaklardır atalarımın hepsi hafızlardı abime ve bana kadar. Dedem doğuda Şeyh Çakır olarak bilinirdi asıl adı Muhammed Abdullah. İsmi gözlerinin renginden geliyor. Tıpkı babamın ki gibi gri bulutlu bir gökyüzünü andıran gözleri vardı. Lakin ne beşeri görmekten nasipliydi ne de gözbebeğinden. Çok çok küçüklükten onu hayal meyal hatırlıyorum ama hatırladığım bu zamanlar onun kendini inzivaya çekmiş loş bir hücrede günlerini Allah’ı anmakla geçirdiği son zamanlardı. Başımı usulca okşar ve bana usulca dualar fısıldardı. Ashab-ı Kehf’ten hikayeler anlatırdı. Özellikle de hanım sahabelerden örnek verir şöyle olmalı şunu yapmalı şöyle davranmalısın diye öğütlerdi. Beş yaşında ki bir kız çocuğuna yirmi yaşındaymış gibi muamele ederdi. Benimle bu ciddiyetle konuştuğunda büyümüş gibi hisseder onu daha çok severek dinlerdim. O zamanlar anlamadığım tüm o nasihatleri ileride oğlundan da dinledim ve inşallah ona layık bir evlat olabilmişimdir.

Babam medreseyi bitirdikten sonra İstanbul’a sadece bir Kur’an hocasından ders almak için üniversite okumaya gelmiş; Abdülkadir Bestami. Kendisini hiç görmedim ama babam anlata anlata bitiremezdi. Bestami hoca dedem ile birlikte ünlü bir zatın talebelerinden biriymiş. Dedem kardeş gibi görürmüş onu. Ondan dolayı oğluna da öğretmenlik yapsın istemiş. Babam o zamanlar üniversite okumak istemiyormuş. Lakin Bestami Hoca’nın öğrencisi olabilmek için üniversiteye girmek zorunda kalmış. Sadece Kur’an da değil bildiği çoğu şeyi ondan öğrendiğini de söylerdi babam. Öğrendiği şeylerden bir tanesi misal; aşk. Henüz 17’sindeyken görmüş annemi. Annemin adı Gülbanu. Bestami hocanın öksüz ve yetim yeğeni. Babam Bestami hocayı ilk ziyaret ettiği gün görmüş annemi. ‘Sadece ders için değildi ona gidişim demek ki, gönlümü de kendine mecbur bıraktı’ diye anlatmıştı bir keresinde. Annemi görür görmez babasına gidip söz açmış. Lakin babası şartlar koşmuş işler karışmış araya zaman girmiş. Babam ikinci defa üniversite için gittiğinde Bestami hocadan annemin adını duyar duymaz tekrar dönmüş babasına ve dedem dinler dinlemez haber yollamış Bestami Hocaya. Bestami hoca da “Bir dergah kurup derviş olmayana vermem kızımı” diyerek naza çekmiş kendini. Babam ilk orada karar vermiş. Hal dergahına. Bestami hoca latife etmiş ama babam bunu ciddiye almış. Önce Vakfı kurmuş babam daha ilim ve kültür vakfını kurduğunda üç kişiymişler. Şimdi ise üç bin küsur kişi var bir çatının altında. Vakıf kurulduktan yedi yıl sonra şimdi ki cami olarak kullanılan olan Hal dergahını kurmuşlar o, Bestami hoca ve diğer üç arkadaşı.

Medresenin bulunduğu arazi annemin babası olan subay Ali Osman beye ait. Ondan anneme miras kalmış. Annem de Bestami hocanın da izni ile hayırlı bir işte kullanılsın diyerek babama emanet vermiş. Medrese büyük bir arazinin ortasına kurulmuş çok eski bir tarihi yapı. İlk kurulduğunda da amacı eğitim için bir çatı oluşturmakmış ama bir türlü nasip olmamış bir ara han olarak kullanılmış sonrasında askeri sıhhiye olarak. Annemin babası öldükten sonra ise aşevi olarak bir süre işlem görmüş. Sonrasında ise anahtarı Bestami hocada öylece kalmış. Bestami hoca bazı yabancı mühendis ve mimarların gelip medresenin içini dışını resmettiğini taklit edilip gittiğini söylermiş babama. Babam anneme miras kalan bu taş duvarlı yapıyı görür görmez daha aşık olmuş. Anneme burayı kullanıma açmak tekrar medrese olarak kullanmak istediğini söylediğinde annem hiç düşünmeden kabul etmiş. Sadece koca taş bina değil beraberinde ki boş alanda. Medresenin etrafında ki arazi lazım olandan daha büyükmüş. Bu yüzden babam mimarları bile kıskandıracak bir hane inşa ettirmiş.

Eski Osmanlı medreselerini andırıyor bina. Büyük geniş dikdörtgen bir avlusu var. Avlunun tam ortasında taş bir fıskiye kondurulmuş. Fıskiyeyi her gören ortasında ki taş tavus kuşu ve hemen ayak dibinde ki iki yavrusundan birkaç saniye gözlerini alamıyor. Hele bahar aylarında başucunda oturup suyun sesini izlerken taşlardan yontulmuş tüylerinin oluşturduğu şaheseri izlemek… tam terapilik. Her baharda gökyüzünden yere inen zemzemi, nisan yağmurlarını toplamak için tavus kuşunun etrafına nisan tasları konulur. Tıpkı Mevlevi dergahlarında ki gibi üzerine dualar okunur ve medrese de ki vakıfta ki ya da dergahta kilere şifa niyetine o su verilir.

Avlunun duvar kenarlarına Arap ülkelerden birinden hediye gönderilmiş gül tohumları dikilmiş zamanında. Kendimi bileli her bahar avluyu renklerin en güzelinden peygamber gülleri ve gül kokuları sarıyor. En çok da bunu seviyorum belki de… Ya da büyük kapının hemen üstünde ki reyhani hat yazısı ile altından işlenmiş gibi duran Allah’ın adının. Yıllardır aynı altın renk parlıyor yazının üstünde. Bestami hoca o yazıyı yazanın Menzil erkanından bir derviş olduğunu ve Allah’ın adını yazarken tit tir titrediğini ağlayarak üç günde tamamladığını anlatmış babama. Uzaktan sadece Allah azze ve celle yazısı görülse de yakından bakıldığında elif lam ve he harflerinin de Allah’ın 99 ismi ile oluşturduğu görülüyor. Buna benzer birçok hat örneği çizilmiş binanın çeşitli yerlerine. Ne kadar diretsem de babam asla yeni bir hat çizmeme izin vermiyordu… iki yıl öğretmenlik yapmış bir hattatsam bile. Bu tarihe yanlış bir zarar vermeye korkuyordu sanırım. Tabi sonunda bir gün izin verdi.

Avlunun çok sevdiğim yerlerinden biri de kapının çaprazında kalan gözümü ayıramadığım duvar. Boş duvar bir restore bekliyor yıllardır ve üzerine bir hat işlenmesi için inliyor. Gözümde gönlümde orada. Muaz oraya bir bank konulmasını teklif ettiğinde babam hemen karşı çıkmıştı. Çünkü duvarın üstünde eski Osmanlı döneminde ki gibi kuş evi vardı. Hatta kuş köşkü demek daha doğru. Onlarca kuş yuva yapmıştı oraya ve duvara yakın olanlar onları ürkütebilirdi. Bende babama katılıyordum. Bu yüzden oraya tüm hünerlerim ile bir hat işleyene kadar bekletecektik.

Avluyu saran odalardan oluşmuş duvar bir suru andırıyor. Odalardan oluşmuş bu duvarda avluyu oluşturuyor ve avlu büyük taş yapıya bağlanıyor. Bu odaların her birine Bestami hoca birer sure ismi vermiş. Misal Konya’dan gelen misafirler Duha odasında kalır, Diyarbakır’dan gelen misafirler ise Bakara odasında. Sadece misafirler için değil elbette medrese de geçici süreliğine ders vermek için gelen hocalarda kalırdı bu küçük odalarda. Hatta bazen özellikle bir odada kalmak isteyen bile olurdu. Geçen kış Bitlis’ten gelen bir müftü illa ki İnşirah odasında kalmak istemişti örneğin. Muaz sebebini sorduğunda ise iki gündür bir sıkıntısı olduğunu belki bu odada uyursa geçebileceğini düşündüğünü söylemişti. Babam bu tarz düşüncelere karşıydı. Her defasında bunun öylesine bir şey olduğunu anlattırmaya çalışsa da tüm bu söylentileri yayan talebelerin önüne geçemiyordu. Dergah ve Vakıf ile ilgili türlü hikayeler anlatıp duruyorlardı. Hepsi akli sani olan bir insan için gülünçtü tabi ki ama bazıları cidden beni bile ürpertiyordu. Babam odalara isim verilmesini yasaklamıştı ama nafileydi.

Ana medrese odaların da bağlandığı üç katlı taş bina. Burada derslikler, öğretmen ve öğrenci yatakhaneleri, ortak okuma salonu, baş müderris odası, toplantı salonu, dinleme odası, sohbet odaları, arşiv, mescit ve avluya bakan ortak bir mutfak bulunuyor. Tıpkı Konya da ki Mevlana Dergahına göre inşa edilmişti burası da. Medreseye bağlı olan bir insanın hemen arkasında şuan cami görevi de gören dergah bulunuyor. Orada genelde ortak namazlar kılınıyor tabi halka açık olduğu için özellikle de Cuma günleri saflar dolup taşıyor iki sokak aşağıya kadar uzanıyordu.

Ortak birinci avluda ki mutfağın hemen köşesinde normal bir insanın başını eğerek geçeceği kadar basık bir kapı bulunuyor. Bu kapı kalıcı olan öğretmenlerin aileleri ile oturdukları başka bir avluya açılıyor. Tabi sadece evli olan hocalar için bu lojman görevi gören taş evler, bekar olan hocalar medrese de ki onlara ayrılan odalarda kalıyor. Bu diğer küçük avlu 7-8 evden oluşuyor. Bizim de dahil toplamda yedi aile kalıyor. İkinci avluya açılan o basık kahverengi kapıyı evlerine gitmek için öğretmenler ya da medrese de işi olanlar dışında kimse kullanmaz. Sadece aileler ve ikinci avluda oturan hocalar… Hanımlar için dış dünyaya açılan başka bir kapı var. Orayı da biz ortak kullanıyoruz. Bu ikinci avlunun ise açıldığı son bir kapı var ve üçüncü küçük bir avluya çıkıyor, o avlu ise vakıf. Sahip olduğumuz Hal vakfı medresemizin ününü ikiye katladı çok sonraları. İlk başlarda sadece ilim ve fikir topluluğu olarak görev yapsa da sonraları oldukça alanı genişlettik. Vakfın ülkeyi aşıp da uluslararası yardımlar toplayıp uluslararası yardımlar yapması birkaç ödül bile kazandırdı bize. Yaptığımız tek şey ihtiyacı olan insanlara yardım etmek. Babam Zeynel Abidin’nin (r.a) gecenin bir vakti sırtında yaralar çıkana kadar gizlice ihtiyacı olanların kapılarına bıraktığı erzaklardan bahseder “bir elin ile yaptığımız hayrı diğer elimiz dahi bilmesin” öğüdüyle hareket ederdi. Bizi de öyle yetiştirdi lakin imkanları çoğaltmak daha nice insanlara ulaşmak için diğer elimizi de kullanmaya babam vakıftan elini ayağını çekince karar verdik. Ve Allah’a şükürler olsun bir pürüz yaşanmadı şimdiye dek. Aksine ulaştığımız yerler bizlere hayr ve dua oldu sadece.

Annem öldüğünde abim Yuşa 9 yaşındaydı. Onunla ile olan anıları benden daha fazla olduğu için sanırım annemi en çok o özlüyor ve en derin acıyı hala o çekiyor. Birkaç kez resmine bakıp gizli gizli ağladığına şahit oldum. Aslen Yuşa çok hassas bir kalbe sahip, küçücük sözcüklerin dahi kalbini çizebileceği kadar hassas hem de ama büyüdükçe öfkesi kabardı ve küçük çizikleri büyüdü. Babam gibi olmak istemediğini söyleyerek evi terk edişinin üstünden neredeyse on iki yıl geçti ve bir kez olsun geri dönmedi. O zamanlar ben on iki yaşındaydım. Daha nereye gideceğini dahi bilemezken kapıyı çarpıp çıkan on sekiz yaşındaki çocuğun tek derdi kendini babama ispatlamak olacaktı ki şuan küçük çaplı da olsa bir şirketi var. Kendisi bu durum ile oldukça gururlu. Bir çocuk kalbi ne kadar gururlu olabilir Yuşa’ya her baktığımda bunu görüyorum. Lakin ona olan tüm sözcüklerini duymak istemeyen Yuşa babamın en büyük imtihanı oldu bu hayatta. O sahip olduğu şirket ise babamın bir dört duvar arasına tıkılıp orada öldürülmesine sebep olacak bir imtihan oldu hem de.

Yuşa ne cenazeye katıldı ne bir kez olsun dahi beni aradı. Şirketinin muhasebecisinin yatırımcının adını Hanif Şems olarak kayda alması babamın ölümüne ilk zemini hazırlamıştı. Babam tutuklandığı gün eve henüz gelmiştim. Yüzünü dahi doğru dürüst görememiştim. Muhakkak bir yanlış anlaşılma vardı ve düzeltilecekti herkesin umudu bu yöndeydi lakin bir ay hapis yatan babam gerçek ortaya çıktığı gün belirsiz bir kişi tarafından anlamsızca öldürülmüştü. Kim neden babamı öldürmek istesin düşünmekten deliye dönmek üzereyim.

Babamın ölümünde benim nazarımda iki suçlu var. İlki sırf onun gözüne girmek için gözünü daha çok para kazanma hırsı bürüyen abim Yuşa Şems. İkincisi tüm o sahte delillere inanarak tutuklu yargılanma süresini uzatan o kendini beğenmiş işe yaramaz avukatı Zeyd Hazar. Bir mümin olarak kin tutmak, öfkeye bilendikçe bilenmek bana yakışmaz bu caiz değil belki de günah lakin Allah beni affetsin ki onları affedemeyeceğim çünkü bu iki insan masum birinin ölümünde rol oynadılar ve parmaklarında bunun izlerini taşıyorlar.

Babasının cenazesine katılmayan Yuşa’yı defalarca aradım ama ortalıkta yok. Muaz, babamın tutuklandığı günden bu yana polisin de her yerde onu aradığını söyledi ama sonuç yine olumsuz. Cenaze günü haddinden fazla bir kalabalık vardı. Bu kalabalık yirmi iki gün boyunca da sürdü. Yurt içinden ve dışından taziye için gelen bir sürü insanla konuştum. Bu kalabalığın babamın ölümünden sonra dahi hiç azalmadan devam etmesi beni mutlulukla karışık bir hüzne boğuyor ve ağlamamak için kendimi kastıkça kasıyorum. Muaz’ın karısı Betül –kendisi benim liseden arkadaşım olur- tüm matemimi içimde yaşadığımdan bana bir şey olacak endişesi ile başucumdan ayrılmıyor. Sessizce bekleyişimin yalnız kaldığımda devam ettiğini düşünüyor olmalıydı. Öyle ki ikimiz yalnız kaldığımızda o babama olan sevgisi için ağlamaya başlıyordu onun gözyaşlarını gördüğümde ise dayanamayacağımı anladığım an ise hemen Kur’an-ı Kerim’i açıyor okumaya başlıyordum. Allah’a şükürler olsun Kur’an okudukça matemim hafifliyordu lakin Betül’ün sessiz hıçkırmalarına aklım dayansa da kalbim dayanmıyor ve sessizce kımıldanan dudaklarımın yanında Kur’an’ın mübarek sayfalarına çoğu kez gözyaşım damlıyordu. Dayanabilmek bizimle alakalı bir durumdu. Yaratıcıya güvenerek acının soğuyacağına olan inanç bizi bunun üstesinden getirirdi emindim. Lakin hüznü daima kalbimizin bir köşesinde kalacaktı. Allah madem ki hüzünlü kalplerdeydi bende sadece dua edecek Rahman’a sığınacak ve acımın şikayetini yalnız O’na yapacaktım.

Yağmur damlaları şiddetini arttırmaya başladığında oturduğum soğuk taş mermerden doğruldum. Usulca bir Fatiha döküldü dudaklarımdan önce babam için sonra bir tane de hemen yanı başında yatan annem için. Ardından kabristanın çıkışı doğru yürüdüm. Muaz ve Betül beni arabanın hemen önünde bekliyorlardı. Kabristana yalnız gelmek istemiştim ama yine Betül beni yalnız bırakmamıştı. Ben ne kadar demir leydi gibi görünüyorsam Betül benim tam zıttım olarak tam bir pamuk prensesti. Dalı dahi çatırdayacak olsa ağlamaya başlardı. Onun bu naif haline şükürler olsun ki dağ gibi bir eş nasip etmişti Allah. Muaz, Betül’ün naifliğinin önüne duvar oluyor, onu şefkatle sarıyor ve seviyordu.

Betül bir iki adım atıp yanıma geldi ve bana sarıldı. Muaz babamın mezarında olan bakışlarını güç bela ayırıp bana baktı. Bakışları çiseleyen yağmurdan değil merhametten ıslanmıştı daha çok. Aynı sütü içtiğimiz, beraber büyüdüğümüz onca yıl boyunca ben düşüp dizimi yaralasam o ağlardı benim için merhameti mübarek cüssesinden dahi daha fazlaydı. Büyük elleri ile omzuma dokunup teselli verircesine gülümsemeye çalıştı.

“Takdir Allah’ın. Üzülme.”

“Biliyorum.”

Eve geldiğimizde akşam olmak üzereydi. Besime annem yavaş adımlar ile holü geçip yanıma geldi. Bana sarıldı ağır ağır. Ardından üzerimde ki soğuğu kokladı. Konuştuğunda sesi boğazında düğümlenmişti.

“Toprak kokuyor üstün başın. Kabristandan geliyorsun değil mi?” başımı salladım. Ağlamaya başlayacaktı yine. O ağlamadan teselliye başladım hemen ona sarılarak. Babama gittiğimi bir kokudan anlayan bir kadının yüreğine İnşirah’tan başka ne iyi gelirdi, bilemedim

Betül bir çırpıda mutfağa geçti akşam yemeğini hazırlamak için. Annemi salona bırakıp tespihi eline verdikten sonra ona yardım etmek için bende mutfağa gittim. Sessizce hazırladık sofrayı. Yemeğe oturmak üzereydik ki Muaz kucağında İsar, benim ile kabristana gelmek için oğlunu bıraktığı mescitten geri döndü. İsar’ın bana olan o gülüşünü gördüğüm an kucağıma aldım.

“Halacım, nasılmış bakalım. Özlemiş mi beni?”

İsar’ı sevmeye devam ederken bu sevgi beni acımdan birkaç metre köşeye çekiyordu. Hala ipleri sırtımdaydı matemin ve beni çekmeye çalışıyordu ama şükürler olsun ki İsar’ın sevgi ile adımı söyleyerek minik ellerini yüzüme dokundurması, annemin bana olan nemlenmiş gözlerinde ki gülümseme, Betül ve Muaz’ın İsar’a olan şefkat yüklü bakışları bana bu evde ki o açılan ‘büyük boşluğu’ doldurmam için bir fırsat sunuyordu.

İsar’ı bebek iskemlesine oturttuktan sonra masaya oturdum bende. Sessizce yemeklerimizi yerken. Muaz’ın çatık kaşlarını bende Betül de fark ettik. Bir derdi vardı ve bunu az sonra söyleyecekti. Sofrayı topladık hep beraber Betül İsar ile ilgilenirken bende çayları koyup salona döndüm. Muaz ancak o zaman çıkardı dilinin altında ki baklayı.

“Gazel, iş meselesini konuşmalıyız.” dedi daha önce reddederek kapattığım meseleyi açmaya çalışarak. Miras konusunu açmasını istemiyordum ama burada kaçmayacağımı da biliyordum.

“Konuşalım.”

“Vakfın yeni müdürü. Sen onu alanında uzman olarak çağırdın. Bizde tamam dedik ama ben memnun değilim bil. Son kumanyalarda aksaklık oldu. Celal beni arayıp gecikmelerden bahsetti. Elçilerden ses seda yok. Behzad’ı ve Arif’i saymıyorum bile. Ben diyorum ki…”

“Ben mi geçeyim yerine?”

Muaz mahcup gözlerle baktı bana. Acımın üstüne bana görev vermek istemiyordu bunu anlıyordum ama tüm sorumluluğu onun üstüne yığmış bir kenara çekilmiştim. Muaz şimdi Medresenin yeni müdürü olmuştu hem vermesi gereken dersleri vardı hem de vakıf ile de uğraşıyordu ve bu da bir yere kadardı.

“Biliyorum şimdi bunu istemek biraz-“

“Hayır Muaz. Haklısın. Yarın Elif hanım ile konuşacağım bu konuyu merak etme. Artık işin bir ucundan tutmak gerek.”

Muaz ifadesiz bir yüzle yapabileceğim üzerine birkaç saniye düşündü ona güven veren bakışlarımdan sonra ise gülümsedi. Betül’ün gözlerinin parladığını gördüm. Normale döndüğüm için şuan şükrediyor olmalıydı içinden ve birkaç yoksulu doyurmayı da bir kenara not ediyordu büyük ihtimalle.

Sabah ezanına yarım saat kala birden atladım beni tutan uykumdan. Sıçrarcasına uyandım. Ne bir kabustu gördüğüm ne bir rüya. Gerçekle hayal arasında bir ipe tutunmuştum sanki ve ellerim dayanamayarak birden çözülüvermiş düşeyazmıştım. Biri tuttu ellerimden ama elimi kavrayan eli az sonra bulut oldu ve ben düşerken uyandım. Nefes nefese kalmıştım. Yavaşça doğrulup uyandığıma kanaat getirdiğimde başucumda ki bardakta duran suyumdan bir yudum aldım. Hava aydınlanmaya yüz tutmuştu. Pencereye yaklaştım. Usulca perdeyi aralayıp mavi-lacivert arası gökyüzüne baktım. Pencerenin tahta camını açıp temiz havayı içime çektim. Yetmemiş gibi pencere korkuluğunu da açtım. Gözlerimi kapatıp derin derin nefes aldım. Dar geliyordu içimde bir his yükleniyordu yüreğime. Duramadım içeride. Hazırlanıp sessizce çıktım evden. Avludan geçip vakfın kapısına yaklaşırken medreseye açılan kapıyı açık gördüm. En son kim çıktıysa o açık bırakmış olmalıydı. Yavaş adımlarla kimsenin bu saatte uyanık olmadığını bildiğim avluya bir adım attım ve daha adımı atar atmaz Hanif Şems’in güllerinin kokusu burnuma çalındı. Aynı anda gözlerime değdi ve okşadı. Besmele çekerek kokuyu içime çektim. Bir iki adım attım. Sessizce fıskiyeli havuzda duran anne tavus kuşuna ve iki yavrusuna baktım. Ardından cıvıldayarak uçan kuş seslerini dinledim. Bakışlarım kuş köşküne değdi bu defa. Uyanma vakitleriydi. Küçük bir kuş uçup köşkün altında ki demir ferforjenin üstüne kondu. Bir-iki ay önce gözümün nazar atmaya kıyamadığı duvara ve sonrasında babamın bana son armağanıymış gibi izin vermesi ile çizdiğim VAV harfine baktım.

Birbirine dönük iki VAV harfi vardı aklımda. Öyle de çizmiştim. Babamın çok sevdiğini söylediği o günden bu yana çizdiğim tek harf olmuştu; Vav. Onca zaman pratik yapıp durmuştum bunu çizebilmek için.

VAV secde etmek demekti. Alnı secdeye değen Rabbi Rahim’in huzuruna vardığımız anı temsil ederdi. O’na(c.c) en yakın olduğumuz ana değerdi. Alnın secdeye değmesi ile şah damarımızı da geçip Allah’ın karşısına geçtiğimiz o kutsal an demekti. İslam o denli mükemmel bir dindi ki secdeye varıp alnımız zemine değdiği an Allah’ın huzuruna varıp bizzat kendisine dileklerimiz için yakarıyorduk. Allah doğrudan onunla iletişime geçmemiz için bize bir şans vermişti. Alnı secde görmeyen bir insan nasıl nasipsiz fark ettiniz mi? Adresi biliyorsun ama hala sevgilinin nerede olduğunu arıyorsun, ona gitmiyor ve onunla konuşmuyorsun. Kalbinin ağrıdığını düşünüyor bunu beşere bağlıyorsun. O hissettiğin kalp ağrısı aşk acısı değil. Alnın secde diye titremesi, ruhunun Allah’ı anarak mutmain olma vaveylası. Yazık bunu bilemeyecek kadar nasipsiz olan kullara.

VAV harfini en çok en sevdiğim anı temsil ettiğinden seviyordum belki de. İki tane VAV’ın tek bir harf gibi karşılıklı birbirine bakması beni en çok etkileyen manzaralardan bir tanesi. İki secdeyi temsil ediyor olmalıydı. İki doymuş sonsuz sevme kabiliyetinde ki kalbin birini bularak visale ermesi demekti zannımca.

Bu hattı resmettiğim gün yağmur çiseliyordu. Yine bir okuma kampı günüydü. Babam tüm talebeleri toplamıştı. Isparta demişti nereye gittiklerini sorduğumda. Dergah bile boşalacaktı. Sadece ben, mutfak ile ilgilen Cemile abla ve bekçi Mehmet abi kalacaktık. Babam sabah namazında alnımda öperken “mürekkebinin gücünü görelim” demişti. En başta anlamasam da malzemeleri kapının önünde görünce elinden öpüp, boynuna sarılmıştım sımsıkı. Ve onlar kapıdan çıkar çıkmaz başlamışım çizmeye. Tam bir gün sürmüştü bir VAV harfini çizmem diğeri ise yarım gün. Nihayet bir usta olarak işimi bitirdiğim de İkinci günün sabah ezanı henüz okunmuştu. Yağmur çiselemeye başladığında ıslanmamak için Cemile ablanın kalın triko ceketini üzerime almıştım. Namazımı uzun bir aradan sonra dergahın içinde kılmanın hazzı ile alnım secde de iken -VAV olmuşken- hayatımda ilk defa Allah’tan aşk diledim. İlk kez bir duama konu ettim o kutlu kelimeyi. Aşkı bilmeyen bir meczuptum madem Allah’tan bunu diledim. Her şeye sahiptim… Şükürlerim sıralandı… Ne eksikti ki diye bir soru üşüştü zihnime kapıları açıp kapadı ve secdede Allah’ın adını andığım an aşk dedim içimden… O an diledim belki de…

Namazımı kılıp mutfağa gittiğimde Cemile abla da Mehmet abi de etrafta yoktu. Mutfakta ki her sabah öğrencilere hazırlanan çorba sıcaktı. Acıktığımı o anda hissedip küçük bir kaseye çorba koydum. Ekmek sepetinden yarım ekmek ile bir kaşık alıp mutfaktan çıktım. Kapıyı sessizce örterken arkamdan bir ses duydum. Biri boğazını temizler gibi bir ses çıkarmıştı. Korkarak oraya döndüm…

Onu ilk kez orada gördüm. Zeyd Hazar’ı.

Zeyd babamın eski talebelerinden biri ama öğrenciden çok oğlu gibi severdi onu. Evde ilmi eğitim için gelen hiçbir talebeden bahsetmezdi o da Muaz da öyle. Lakin birkaç kez Zeyd’den övgü ile bahsettiğine şahit olmuştum. Dergahta ki tüm herkes hatta Cemile abla ve annem de dahil hanımlar bile tanırdı onu. Halim hocanın benimle yaşıt olan kızı Şevval Zeyd için leyla olmuştu hatta. Anlata anlata bitirememişti, övgüler dizmişti. Öyle ki Zeyd’in ünü medresenin dışına dahi taşmıştı. Tatil için eve geldiğim çoğu gün evin avlusunu genç kızlarla dolu olarak gördüğüm çok gün olmuştu. Zeyd’e talip olmadan evvel düzenlediğimiz Perşembe sohbetlerine katılmayan hanımlar büyüyüp serpilince yanakları al al avluda dolaşmaya başlamıştı. Kızlar hep hüsrana uğrayarak ayrılırdı evimizden. Çünkü Zeyd bey şükür ki medrese de kalmıyor arada sırada uğruyordu ve ben de kızlar da hiç onun uğradığı bir güne denk gelmek nasip olmamıştı.

Onu iki kez gördüm. İlki bir iki yıl önceydi babamı eve bıraktığı bir günde arabaya bindiği sırada arkadan görmüştüm. Babama kim olduğunu sorduğumda oğlum demişti. Onu oğlu gibi görmesi biraz dokunmuştu bana ki Yuşa’nın olması gerektiği yere Zeyd’i koymuştu babam. İkincisi ise yazları vakıfta ki iş yüküne yardım etmek için orada bulunduğum bir gündeydi. Zeyd aynı zamanda vakfın avukatıydı ve çıkan yılda bir iki pürüzü bizim için hallederdi. Öyle bir zamanda kapıdan hızla çıkarken görmüştüm onu yine. Telefonda biriyle konuşuyordu. Elbette ki onu görmek için fazladan çaba harcamadım ve hiç de rüyalarıma misafir olmadı. Çünkü benim istediğim eş kulun gözünden ziyade Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan biri olmalıydı. Yakışıklılığı ile kızları dine sevk eden bir insan benim de dikkatimi çekseydi nasıl Şems soyadına yakışır biri olabilirdim ki.

Sadece babam değil Muaz da öve öve bitiremiyor Zeyd’i. Güzel bir dostlukları var ve Zeyd’den her bahsettiğinde kullandığı iki kelime var başarılı ve mütevazi. Bir gece konuştuğumuzda aynı şeyleri söylediğinde ona avluda ki genç kızlardan bahsetmiştim ve bana ‘inşallah biri de sensindir’ demişti. Sinirlenerek ona sitem etmiştim. Lakin Muaz babamın da Zeyd’i bana uygun bir eş olarak gördüğünü söylemişti. Şaşırmıştım babam asla bu tarz düşünceleri olan bir insan değildi. O gün Muaz’a eğer ki konu açılırsa babama bunu reddettiğimi söylemesini istemiştim ama Muaz da bana cevaben Zeyd’in de şuan evlenmek gibi bir düşüncesi olmadığından bahsetmişti şakayla ima karışık.

Daha sonra hiç görmedim Zeyd Hazar’ı daha doğrusu yüzünü görmedim. O gün mutfağın kapısında arkamı döndüğüm o ana dek. Allah’ın bazı manzaraları insan gözüne göstermesini bir lütuf olarak görürüm hep. O nasibin bir sebebi olduğunu düşünürüm. Bir başlangıç ya da bir sonuç. Sebepler aleminde bir felaketin hiç önceden haber verdiğini düşünür müsünüz bilmem ama o gün Zeyd’i görmem bana bir sebepten işaret etti. Keşkelere ve şükürlere bürünerek beni arafın avuçlarına atan bir işaret oldu bu daha sonraları.

Arkamı döndüğümde bakışları yerdeydi. Beklediğimden daha uzun boyluydu Zeyd. Siyah saçları özenli, yüzü traşlıydı. Belirgin bir çene hattı yüzüne resmedilmişti. Yanaklarının içine alan yüzü gerçekten de kızlar için bir görsel şölendi. Yüzüme bakmadı hiç. Rahatsız olmuştan çok rahatsız etmiş gibi görünen yüz ifadesinden çatılan kaşlarını görebilmiştim. Uzun kirpikleri bir iki kez kımıldandı. Göz kapaklarının tesettürü yerindeydi bunu görünce bir tebessüm ettim. Bakışlarım üzerinde gezindi istemsiz giydiği siyah bir takım elbisenin ince kravatının üstünde ki iğne yatay bir elif harfiydi. Avukat olduğunu anımsadım bu kadar şık olmasının sebebi önemli bir iş olmalıydı. Sabahın köründe bu saatte avluda karşımda belirmesi beni şaşırttığından olsa gerek Zeyd gitmek için niyetlendiğinde bakışlarımı ondan çektim ve bir iki adım geri çekildim. O arada Zeyd bir şeyler söyledi ama duymadım, duyamadım ondan belki tepki de veremedim. Tam adım atacağı sırada gökyüzünden rahmet yağmurları izin vermedi buna. Yağmur iri taneli dolular ile yağmaya başlayınca Zeyd bir adım geri çekilerek beklemeye başladı. Eve gidebilirdim ama Zeyd tam da kapının önünde duruyordu ve onun önünde geçmem gerekiyordu. Bu yüzden önce onun gitmesini bekledim. Benden sessizce uzaklaştığını fark ettim. Rahatsız olmamam içindi büyük bir ihtimalle. Yine bir tebessüm ettirdi onun bu hali bana. Elimde ki sıcak çorba tasının buharı kaybolana değin kaldık orada. Sonunda yağmur dinmeye başladı. Bakışlarım yavaşça Zeyd’e kaydı. Bakışları hala yerdeydi. Aklında bir şeyin tekrarını ediyormuş gibi donuktu bakışları bana o an Yuşa’yı hatırlattı. O da şuan Zeyd’in yaptığı gibi ne zaman bir şey ezberlemeye kalksa ya da bir şeyi hatırlamaya çalışsa bakışlarını bir noktaya diker ve sessizce düşünür tekrarına çekerdi kendini çevre ile bağlantısını koparırdı. Zeyd’e olan gardım o anda indi belki de bilmiyorum. Yağmur çiselemeye geçince o niyetlenmeden ben bir iki adım atıp gitmeye karar verdim. İçime bir ılıklık yayıldığından belki elimde ki çorba tasını, yarım ekmeği ve kaşığı tahta masanın üstüne bıraktım içmesi için. Zeyd hareketlendiğimi görünce bana bakmamayı sürdürerek bakışlarını daha da eğdi. Bıraktığım çorbayı görmeyecek gibiydi bu yüzden elimle masayı işaret ederek hızlı adımlarla avluyu geçip kahverengi basık kapıya ulaştım. Kapıyı kapatıp içeri girdiğim an yol yordam şaşıran kalbimi hayret ile dinledim. O gün anladım gerçekten de kızlar ve Muaz haklıydı. Zeyd Hazar tüm genç kızların akıllarını perdeleyip kalplerinde hükümdarlık kuracak biriydi ve bunu yapabilecek kapasitesi olacak kadar da tehlikeliydi. Öğleden sonra malzemelerimi toplamak için tekrar birinci avluya geçtiğimde boş çorba tasını ve kaşığı yıkanmış bir halde beni beklerken buldum.

“Abla,”

Daldığım hülyadan sıyrılıp ardıma döndüğümde 15-16 yaşlarında bir gençle karşılaştım. Sarı saçları yüzünde ki çiller ile bana şaşırmış bir halde bakıyordu. Arkamda loş fenerin ışığı yüzüne vuruyordu ve yüzümü karanlıkta bırakarak onun beni görmesini engelliyordu. Gözlerini kısıp yüzümü seçmeye çalışıyor gibi boynunu kımıldattı, gülümsemeden edemedim. Tanımıyordum bu çocuğu. Yaz ve kış öğrencileri olarak ayrılan dönem öğrencilerden yaz gurubundan değildi. Onların hepsini tanıyordum. Şuan hala medrese de olan öğrencilerden de değildi. Şaşırarak ona baktım.

“Sen de kimsin?” dediğimde rahat bir şekilde Diyarbakır şivesiyle k harflerini kalın kullanarak konuştu:

“Adım Abdurrahman, ama Serçe derler.”

“Yeni öğrenci misin?”

“İki hafta oldu geleli.” dedi bu defa da i harflerini bastırarak. Muaz getirmiş olmalıydı ya da diğer hocalardan biri yoksa zor kabul ederlerdi dönem sonu yeni öğrenci.

“Bu saatte niye uyanıksın Serçe?”

“Nöbet günü benim. Uyuyor herkes. Ekmekleri alacam, çayları koyacam, yatakhaneyi silecem, iş çok ancak yetişir.” heyecanla anlattığı ona göre büyük işlere gülümsedim.

“Neyde iyisin peki? Konuş-“

“Okumakta iyiyim.” diye anında cevapladığında bu sorunun daha önce sorulduğunu anladım. Medreseye gelen gönüllü öğrencilere sorulurdu. Okumakta mı Konuşmakta mı yoksa dinlemekte mi iyiydiler diye. Talebeler hangi dersleri görmek istiyorsa birine karar verir ve buna göre bir ders programı seçerlerdi. Muaz sormuştu büyük ihtimalle bu soruyu Serçe denilen gence de. Sorunun sahibi artık yoktu çünkü.

“Oku bakalım en sevdiklerinden bir tanesini.” dediğimde Serçe bir süre düşündü ardından etrafına bakarak Besmele çekti. Mülk Suresi’nin ilk üç ayetini okuyup sustu: “Maşallah. Kur’an ile hakikatlerinden nasiplenesin.” dedim gülümseyerek sesi Kur’an okumak için yaratılmıştı sanki. Serçe başını eyvallah der gibi memnun bir ifade ile eğdi. Ardından onu ardımda bırakıp geri döndüm. Kapıdan çıkmak üzereyken seslendi tekrar:

“Adın nedir abla?” eğer ona dönersem aydınlanan havadan yüzümü göreceği için bakmadan cevapladım.

“Gazel. Gazel Şems.”

. . .

Başımı dilekçe ve mektuplardan kaldırdığımda akşam ezanı okunuyordu. Vakıfta ki işlerin bu denli salınması beni hayrete düşürmüştü. Eskiden yardım için gönderilen mektuplar anında okunup cevaplanır gelen bağışlar hemen aktarılır bir sıkıntı olmazdı ama şimdi önümde onlarca zarf, dilekçe ve makbuzlar ile akşamı zor etmiştim ki zar zor bitmişti. Babam vefat ettikten sonra onun yerine birinci avluya müdür olan Muaz, eski yerine benim geçmemi istiyordu ama bunu erteleyip durmuştum ve geçici süreliğine yine eski bir hocamızın kızı olan Elif’i müdür olarak vekil etmiş bir kenara çekilmiştim. Lakin bunu yapmamın nasıl bir hata olduğunu şimdi anlıyordum. Bizden yardım bekleyen o kadar insanın olduğunu unutarak böyle bir hata yaptığım için kendime kızdım, Allah beni affetsin. Muaz haklıydı artık işe bir el atmanın zamanı şimdi gelmişti.

Vakıfta olduğumu öğrenen Elif hasta olduğunu bahane ederek bugün gelmeyeceğini bildirmişti sekretere. Aslında bahanesiydi, bu kadar ihmalkar davrandığı için onu azarlayacağım korkusu ile benimle karşılaşmak istememişti büyük ihtimalle.

Masadan kalktığım uzuvlarım uyuşmuş durumdaydı. İlk olarak boşalmış birkaç kahve fincanını kaldırdım ardından namazımı kıldım. Sekreterim olan Özlem gelip herkesin çıktığını söylediğinde ona da çıkmasını söyledim. Eksik olan birkaç dosyayı yanıma alarak vakıf binasının arka küçük avlusundan çıkarak ikinci avluya geçtim. Eve geldiğim de Muaz karşıladı beni kapıda.

“Nasıldı ilk iş günün?” diye sordu.

“Haklıymışsın. Keşke daha önce gitseydim vakfa.”

“Yine şükür ki artık oradasın. Üstesinden geleceğine eminim.”

Betül mutfaktaydı yine. Yanına gittiğimde sessizce bakışlarını bana değdirdi. Bir sıkıntısı vardı belli ki ama soramadım sonraya erteledim. Sessizce sofrayı kurduk annem de de bir hal vardı sofrada herkes bakışları ile bir diğerini inceliyordu. Suratlardan endişeler dökülüyordu. Onların anlatmasını bekledim. Nihayet yemek bittikten sonra Muaz hamd edip bana döndü sesi sakin ve tedbirliydi konuşurken:

“Az sonra bir misafirimiz gelecek.”

“Kim?” annemin donuk bakışları masadaydı. Betül ise bana odaklanmıştı:

“Zeyd Hazar.”

“Ne?” anneme ve Betül’e döndü bakışlarım: “Ne işi var onun burada?”

“Söyleyeceği şeyler var kızım.” diyen anneme döndüm gözlerim öfke ile dolmuştu anında:

“Anne, o adam babamın suçlu olduğuna inanıyordu. O yüzden en azılı suçluyu bile tutuksuz yargılatırken babam için kılını bile kımıldatmadı. Ne söyleyeceği olabilir ki bize daha fazla.”

“Zeyd öyle biri değil Gazel. Yıllardır tanıyoruz onu.”

“Tanıyorsun öyle mi Muaz? O bir avukat. İşini yapması ve babamı savunarak onu hapisten kurtarması gerekirdi ama o ne yaptı? Babamı suçlu gösteren delillere inanmayı seçti savunmayı erteledi. Şimdi bu yaptığı dürüstlük mü? Buna mı dürüstlük diyorsun gerçekten?”

“Gazel!”

Bu ton susman için yeterliydi. Daha önce kaç kez bu konuyu konuşmuştuk bilmiyorum. Her defasında Zeyd’i anlayan taraf olarak bana onu savunması bazen gururuma dokunuyordu. Muaz benim kardeşimdi. Babamı benim kadar çok severdi ama Zeyd suçlu iken onu suçsuz görmesi dayanılacak gibi değildi. Ondan ay olarak büyük olan bendim ama daima onun sözünü dinleyen de yine ben olmuştum. O dağ gibi cüssesi ile bana kardeşten çok abilik yapmıştı. Hatta Yuşa’nın dahi yapamadığı abiliği. Bu yüzden ikazına sessiz kaldım. O da bunu anlamış olacak ki tekrar konuştuğunda sesini daha da yumuşatmıştı.

“Şimdiye dek bu kapıyı çalan kimi geri çevirdik ki Zeyd’i de çevirelim. Gelecek ve konuşacağız. Zeyd daha önce bizim için ne ise hala da öyle. Babam olsa o da böyle düşünürdü.” Muaz Betül’e yemek için teşekkür ederken ayağa kalktı. O gittikten sonra Betül’ün bakışları bana döndü bu defa:

“Zeyd’i suçluyorsun. Anlıyorum ama o da babamı çok severdi gerçekten bunu bilerek yaptığını düşünmüyorum ben.”

“Mesele onun babama inanmaması Betül. O adam ‘yapabileceğim bir şey yok’ dedi. Sende duydun bunu. Ben buna inanamıyorum.”

“Babanı Zeyd öldürmedi.” dedi annem. Gözlerinden usulca bir damla yaş süzülürken. Elinin tersi ile sildi o bir damlayı: “Yuşa da öldürmedi. Şimdi diyeceksin bazen sadece silahı çekip vurmak ile insan öldürülmez. Ya da kan eline bulaşmayınca biri öldürüldü sayılmaz. Lakin sebepler ve sonuçlar alemindeyiz. Yargılarla başkalarını suçlamak ne kadar doğru? Sebep olan var belki bende inanıyorum buna ama kesin bir şekilde nefret etmek kin tutmak… Hanif bey istemezdi bunu. Ben sırf bunun için Zeyd’e olan sert yargımı geri çektim ve Yuşa’dan nefret edemem. O benim oğlum. Ona kızgınım ama oğlumdan nasıl nefret edebilirim.”

Abimin adını duymak içimde ki bam teline dokunmuştu. Babam ölmeden önce hafta da bir iki kez telefon eder konuşurduk hiç değilse onunla. Şimdi ise beni hiç aramıyor oluşunun sebebi ne olabilir daha başka, suçsuz olduğunun mu? Sert bir yargı ile o bir suçlu demememi istiyor ona da onun biraz masum hali olan Zeyd’e de. Annem kadar nasıl geniş kalpli olduğumu söyleyebilirim ben? Oğlu olduğu için Yuşa’yı kendi mahkemesinden azlettiriyordu peki Yuşa tamamdı ama Zeyd benim neyim oluyordu?

“Doğru.” dedim kelimeler boğazımda kalırken: “İkisi de öldürmedi ama buna sebep oldular. Ben affedemiyorum anne. Ben gözümüzün önünde kendi ellerimiz ile babamı son kez o kapının ardında bırakışımızı unutamıyorum ve kendimi affedemiyorum.”

Sesimin titreyişine engel olmamıştım aynı zaman da gözümden düşen bir damla yaşa da. Betül bana sarılırken teselliyi didik didik ederek içimin ücralarında arıyordum. İnsanın acısına bir derman yokmuş gibi hissettiği o andaydım. Kabulleniş ile ret arasında ki ince mesafedeydim.

Yemekten sonra sessizce odamda otururken birkaç saat geçmişti ki kapı çaldı nihayet. Muaz’dı kapıyı açan çünkü sert kapı tokmağını sadece erkek misafirler çalardı ve kapıyı evde ki erkeklerden biri açardı. Avukatın buraya neden geldiğinin merakı içerisindeydim aklımda dönüp duran sualler cevaplar ile bir birine çarpıyor matemime değiyor, onu çiziyor ve sızlatıyordu. Sonunda kalktım yerimden. Yavaşça tahta merdivenden indim ve salon kapısının hemen önünde Muaz’ın sesini duyduğum an olduğum yerde durdum.

“Uzun zaman olmuştu Zeyd.”

“Buralarda değildim önemli bir iş için il dışındaydım. Döner dönmez geldim.”

Betül Mutfak kapısında göründüğünde gözlerini kocaman açarak bana onaylamayan bakışlar attı. Ardından sessizce çaylarını vermek üzere içeri girdi. Tepsiyi ortada ki sehpaya bırakıp annem, Zeyd ve Muaz’ı yalnız bırakarak tekrar çıktı salondan.

“Gazel çok ayıp hadi gidelim. Nasılsa Muaz anlatır bize.” ona sessiz olmasını söyleyecektim ki yukarıdan İsar’ın ağlama sesi duyulduğunda beni unutup merdivenleri çıktı hızla.

“Kabristana uğradım buraya gelmeden.” dedi Zeyd Hazar. Yüzümde alaycı bir ifade oluştu. Cevap veren Muaz’dı:

“Biz de sabah uğramıştık.”

“Buraya bunu vermek için uğradım.” bir süre sessizlik oldu. Bir kağıt hışırtı sesi geldi içeriden ve uzun mu uzun bir sessizlik oldu.

“Bu babamın yazısı. Mühür de onun.” dedi Muaz. Ne hakkında konuştuklarını anlamak için iyice kulak kabarttım. Yine vakıf ile ilgili bir mesele olmalıydı ki Muaz’ın sesi değişmişti.

“Ne oluyor Muaz?” diyen anneme Muaz kağıt parçasını uzatmış olmalıydı ki annemin boncuklu gözlük kutusunun açılıp kapanma sesi duyuldu. Yine uzun bir sessizlik hakim oldu odaya. Annem de o kağıt parçasını okumayı bitirdiğinde derin bir soluk aldı. Ortamda bir gerginlik oluştu sonrasında ve Zeyd:

“Bir şey demeyecek misin Muaz?”diye sordu. Muaz derin bir nefes aldı.

“Ben ne diyebilirim Zeyd. Bu konuda söz babama düşerdi, o kararını vermiş. Şimdi asıl mesele bunu Gazel’e söylemek. O nasıl isterse öyle olacak buna ben karar veremem.” Gazel mi? Benimle ne alakası olabilirdi ki Zeyd’in?

“Seni tanıyoruz Zeyd, elbette ki Hanif bey senin ve kızımın evliliğini münasip gördüyse bize bir şey demek düşmez. Son karar Gazel’indir.” annemin söylediği şeyi idrak etmem uzun sürdü.

Elim ayağım buz kesti anında. Bir iki adım geriledim. Kalp atışım yol şaşırdı yine. Konuşmanın devamını duymak istemedim ve geldiğim gibi odama tekrar çıktım. Babam Zeyd’e bir mektup yazmıştı ve benimle evlenmesini mi istiyordu? Hem de bu evlilik vasiyeti miydi? Gideceğinden emindi ve beni bu hayatta Zeyd’e mi emanet etmişti? İstemediğim, güvenmediğim, tanımadığım bir adama mı?

Odamının tabanını bilmem kaçıncı kez arşınladım. Toplayıp çıkardım çarpıp böldüm öfkem katlandım, sinirim boşandı ve hüzne gömüldüm. Yatağın sütüne çöktüğüm an uzun bir süre daha geçti. Yine tahta kapının açılıp kapanma sesi duyuldu. Misafir gitmişti. Sırada Muaz üzerine düşeni yapmak için merdivenlerden çıkıp odama gelirken kapının önünde durdu birkaç saniye ne söyleyeceğini düşünür gibi. Kapıyı çaldı. Ayağa kalkıp gidip açtım. Karşımda ki cüssenin mahcup bir şekilde bakışları önündeydi.

“Zeyd…“ dedi ne diyeceğini bilemeyerek uzatmasını istemedim.

“Duydum sizi.”

Muaz’ın şaşıran bakışları beni buldu. Normalde olsa kızacağı bu durum için bugün sessiz kaldı. Sadece elinde ki beyaz zarfı bana uzattı. Elinden aldım yavaşça. Gitmeden önce bana döndü bir şey diyecekti ama vazgeçti ve tekrar geldiği merdivenden aşağıya indi.

Kapıyı kapatıp zorla sürüklediğim ayaklarım ile pencerenin önünde duran kahve koltuğa oturdum. Pencereyi açtım. Uzaktan cırcırböceklerinin sesi duyuluyordu. Havada ayaz vardı bu gece yine de kapatmadım pencereyi soğuğun kalbime inmesi gerekti. Bu da havadan değil elbette ki elimde tuttuğum babamdan kalan en taze mektupla olacaktı belki de. Derin bir soluk aldım. Bir İnşirah bağışladım geceye fısıltı halinde. Ardından beyaz katlanmış kağıdı açtım. İlk gözüme çarpan tanıdık italik zarif yazıydı. En çok kıskandığım şeylerden bir tanesiydi babamın el yazısı. El yazımızın karakterimizi yansıttığı gerçeği babamın ki ile doğrulanıyordu işte. Okumak yerine uzun bir süre bakışlarım kağıtta baktım öylece. Hoca Muhammed Hanif yazan yere baktım tarih yazıyordu ve saat de eklenmişti. Henüz cezaevine yeni girmişti bu mektubu yazdığında sabah namazını kılıp öyle yazmış olmalıydı. Tarihi ve saati ekleyerek bana ne söylemek istediğini anında anlamıştım. “Takdir Allah’ındı.” Ve babam her şeye amenna demişti. Ona aileden kalan Kufi harfle soyadının yazıldığı büyük büyük atamızın isminin yazıldığı mühür de hemen altındaydı. İnanmayacağımı reddedeceğimi biliyordu. Bunu dahi hesap etmişti. Görünüşümü bulanıklaştıran gözyaşımın arasında ilk cümleyi okudum,

“Bismillah. Takdir Allah’ındır ve her şeyin sonu muhakkak Allah’a varır…”

. . .

Sabah kahvaltıya indiğimde masada herkes sessizdi. Gözaltından atılan bakışların hedefi ise bendim. Annem tedirgindi belli ki vereceğim karardan çok nasıl hissettiğimi düşünüyor olmalıydı, kendimi üzdüğüm için daha çok üzülüyordu. Betül’ün ise bakışlarında endişe vardı en başından beri Zeyd Hazar’ı bana münasip gördüğü aşikardı lakin bunu kendi elim ile reddetmem dahilinde benden daha çok o üzülecekti. Muaz çayını dahi bitirmeden kalktı sofradan. Benden hiçbir cevap beklemedi zorlamayacaktı bir beklenti içinde de olmayacaktı. Üstelemek yerine kendimi hazır hissettiğim de benden bir cevap bekleyecekti.

Betül de Muaz’ı geçirmek için ayaklandı. Vestiyerden ceketini uzatırken bende önümde ki tabağı mutfağa götürmek için ayağa kalktım. Mutfak kapısından girmeden hemen önce Muaz’a vardığım kararımı söyledim.

“Bütün gün vakıfta olacağım. Zeyd’e beni görmeye gelmesini söyler misin? Onunla konuşmak istiyorum.”

. . .


Loading...
0%