Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7.Bölüm

@cigdemgah


Her kalbin bir sevme üslubu var. Cemalde üstlenir üslubunu kimi, gözlerle anlatır bunu, kokusuyla, bazıları sesi ile... Bunun yanında bir de kemalden üslup edinenlere kulak vermek gerek. Ruhu görenlere, kalbi duyanlara, yüreğin kokusunu alanlara. Öylelerine gözde gerek değil suret de. Üslup insanın kalbinin oluşumuna bağlıdır. Kalbinizde duygunun hangi tonu fazla ise sevme şekliniz ona bürünür. Üslubu merhametten oluşan insanı da gördüm nefretten oluşanı da edebe bürüneni de. İnsanın kalbi işte bu üslubuna göre incelir. Ne kadar derun bir üsluba bürünür de bir kalp naif sever? Maşukun yüzünü dahi görmeden sevebilen bir insan mesela.. Merhamet, şefkat, edep... hangi naif kelime ile taçlandırabilirim onun sevme üslubunu? Naifin, zarafetin, asaletin de üstünde hangi kelime ile taçlandırabilirim onun kalbini? Ya maşukun gölgesi olan birini? Kendisini görmese de, hissetmese de, bilmese de nasıl adım adım kalbinin yanı başında bulunabilir bir insan? Ya Rabbi Rahim! İnsan nasıl böyle güzel sever, nasıl bir nasip bu? Böyle bir kalbe denk gelmek peki, lütfun çiçeklenmesi olsa gerek. O çiçeklerin farkına vardıran Allah'a hamd olsun. Hem sevdasına düşeyazdığım hem de maşuku olabildiğim adam için bin bir şükür.

O nasiplilerden bir diğeri karşımdaydı şuan. Farkında değildi. Emindim buna. Eğer farkına varmış olsaydı şuan bulunduğu yer eminim ki bir nezarethane olmazdı. Bununda farkına sonradan varacaktım bende. O sırada aklımda olan başka bir şey vardı... Yüzümde peçe olmadığının farkına da Can parmaklıkların ardından bana şaşkın bir şekilde baktığında anladım. Gerçi ondan daha şaşkın olan ise onu burada gören bendim. Aklımda dönüp duran soru hortumunu zorla bastırıyordum, neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu, endişeliydim ama benim aksime kendisi için endişe duyduğum Can'ın bulunduğu yerden bir şikayeti yok gibiydi. Gözlerinde ki şaşkın ifade yerini az sonra bir ışıltıya bıraktı, çehresinde ise memnun olduğunu gösteren bir ifade gördüm. Gözlerim giydiği siyah kapüşon ceketin üzerinde ki tozlara kaydı. Giydiği siyah pantolon da aynı şekildeydi. Yerde yuvarlanmış gibi bir hali vardı. Yüzüne baktım tekrar, o da pek iyi durumda sayılmazdı. Sürekli bağladığı sarı saçları da yüzüne düşüyordu. Aklımda dönüp duran Serap hanımdan duyduğum sözlerden sonra Can'ın hakkında söylenenlerin ve suçlamaların gerçek olduğuna inanamıyordum. Onu çok az bir zamandır tanıyordum. Dilinin keskinliği ve kişiliğinin şeffaflığı emin olduğum ilk özellikleriydi ve bu durumda ki biri için 'sapık' etiketi iğreti duruyordu bende.

"Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu her zaman ki hali ile. Sinirle güldüm ve kollarımı birleştirerek hakkında emin olduğum görüşleri bir kenara bırakıp şuan olduğu durumu göz önünde bulundurdum:

"Neden mi? Bir genç kıza tacizden dolayı mahkeme tarafından uzaklaştırılma almışsın, bu emri daha bir çok kez çiğnemişsin. Az önce hakkında tekrardan bir suç duyurusunda bulunuldu. Ve ayrıca Serap hanım senden bahsederken üç kelime kullanıyor. Tehlikeli, serseri ve sapık."Serap hanımın adını duyunca çenesi kasıldı ve kaşları çatıldı anında. Sinirle güldü başını yana çevirerek kendi kendine konuştu:

"Hiç değişmiyor bu kadın."

"Söylenenler doğru mu?"

"O kadın tam bir cadı."

"Peki sen?" önce bu soruyu sorduğum için bana sinirli bir şekilde baktı ardından, cevap vermeden kayıtsızca bakışlarını kaçırdı. Bu durumda yapabileceğim tek bir şey vardı:

"Zeyd'i arayayım ben-"

"Hayır." dedi hemen telaşla. Aşırı tepkisine bir anlam veremeden ona baktım:

"Can, ne ile suçlandığının farkında mısın? Elbette ki Zeyd'i arayacağım aksi halde buradan çıkamazsın kadın şikayetçi oldu."

"Biliyorum," dedi ciddi bir ses tonu ile:

"Anlatacağım her şeyi ama lütfen bundan Zeyd'e bahsetme. En azından şimdilik."

"Mirza-"

"Hayır, o da olmaz. Şirketin adı karışmamalı bu işe. Merak etme avukatım yolda birazdan burada olur. Hem çıkacağımdan da emin ol."

Buna inanmadım ama ciddi hali öyle olacağını da kanıtlıyordu. Bunun daha önce tekrarlanmış bir rutin olduğunu anımsadım ve daha önce nasıl kurtulduysa şimdi de aynı şekilde kurtulacaktı. Hiçbir şey yapmadan sadece bekledim. Az sonra Can'ın avukatı olarak Deniz'i karşımda durduğunda işi halledecek olan avukatın Zeyd'in ortaklarından biri olduğunu gördüğümde nedense şaşırmadım. Çünü ancak onlar çıkarabilirdi elbette. Hem Zeyd'den başka nasıl bu durumu gizleyebilirdi ki zaten? Deniz beni gördüğünde soğuk ve düşmanvari bakışlarını yüzümde gezdirdi bir süre ardından hiçbir şey demeden Can'ın çıkış işlemleri ile ilgilendi. Gerçekten de sonuç Can'ın dediği gibi oldu. Emniyetin koridorunda beklerken telefonum çaldığında arayanın Zeyd olmamasını diledim çünkü ona yalan söylemezdim. Neyse ki ekranda yabancı bir numara vardı, cevapladım:

"Alo,"

"Gazel! Benim, Melike."

"Melike?"

"Özür dilerim ben... rahatsız etmek istemezdim ama arayabileceğim başka kimse yoktu... Can nasıl oldu?" Melike'nin endişeli sesi aklımın daha da çok karışmasına sebep olurken bu soruları ona daha sonra sormaya karar verdim. Çünkü merak ettiği kişi için tüm samimi endişesi sesinden duyuluyordu:

"Can iyi."dedim aynı samimiyetle. Ahizeden onun rahat bir nefes alışını duyumsadım:

"Avukat geldi az sonra çıkacak gibi."

"Peki. Teşekkür ederim."

"Önemli değil."biraz duraksadıktan sonra aklına birden gelmiş gibi devam etti:

"Bu arada aradığımdan anneme ve Can'a bahsetme lütfen. Aramızda sır olarak tutabilir misin?" sır!

"Elbette."

"Tekrar teşekkür ederim. Görüşmek üzere."
Telefonu kapattığım sırada Can ve Deniz de koridorun başında göründü. Deniz koridoru geçip yanımdan rüzgar gibi geçerken Can bir polis memurunun yanına yaklaşarak imza için beklemeye başladı. Bakışlarım kapıdan çıkmak üzere olan Deniz'deydi. Giydiği siyah stilettolar ile hızlı hızlı yürürken onun bu acele halinin asıl sebebinin benden kaçtığını anlayabilmiştim. Beni sevmemişti belki de hiç sevmeyecekti çünkü Zeyd benimle evliydi. İçimden onun için üzüldüm. Kin tutan insanların bu hayatta tutunacakları şeyler de pek azdır. Deniz de bu eğer bu insanlardan ise Allah yardımcısı olsundu. Duama aksi bir cevap gibi kapıda çıkmak üzere olan Deniz'in ayağı burkuldu o sırada ve yanında geçmekte olan bir polis memuru düşmemesi için kolundan tuttu. Deniz bu aksilik ile daha da sinirlenmiş olacak ki polis memurunun kolunu itip onun yardımına muhtaç olmadığını söyleyerek bağırdı. Tekrar yoluna devam ettiği sırada acıyarak ona bakmaya devam ettim. O da o insanlardan.

"Deniz'e bakışların bir tuhaf." yorumun sahibi sağımda durmakta olan Can'dı. Geldiğini hissetmemiştim bile.

"Neden öyle söyledin?" diye sorduğumda fermuarını çektiği siyah ceketin cebine ellerini yerleştiriyordu.

"Acıyormuş gibi duruyorsun."

"Acıyorsam ne olmuş." Can bana safmışım gibi bakarken gülümsedi ve bir sır veriyormuş gibi konuştu:

"Acımak yerine tetikte ol. O kadın hafife alınmayacak kadar tehlike arz edecek bir rakibin."sıkıntılı bir nefes verip zoraki bir şekilde güldüm. Nedense Can'ın bu cümlesi ile içime kötü bir his yerleşti ama şimdi bu karamsarlığın hiç de lüzumu yoktu.

"Sende mi biliyorsun onun Zeyd'den hoşlandığını."

"Herkes biliyor." dedi ve çıkışa yöneldi.
Herkesin normal bir şeymiş gibi yaklaştığı bir durumdu Deniz. Ve olağanmış gibi görünen bu durumu birazcık da olsa ciddiye almazsam ileride canımı sıkacağı belliydi. İçimden bu gard alma durumuma da güldüm. Güzel ve çekici bir kadın benim için ne kadar tehlikeli olabilirdi ki? Aklımda dizilerde ki ve filmlerde ki kötü kadın karakterleri belirdi. Zeyd'i aklımda beliren o resimlerin hepsinden uzak tuttum ve içimden bir Ayetel Kürsüye başladım. Hayır. Ben hiçbir şey yapamazdım. Allah(c.c) benimleydi ve benim sığınabileceğim tek güvence buydu.
Araba da Can sessizdi. Az sonra bu sessizliği tuhaf göründü gözüme. Üzgün müydü? Yan bir bakış atıp yolcu koltuğunda oturan ve sessizce dışarı bakan Can'a baktım. Onu tanıdığım andan bu yana ilk kez onu umursamazlığından ve kayıtsızlığından uzak görüyordum. Sahil yolundan geçerken Derneğin birkaç yıl önce düzenlediği çocuk şenliklerini yaptığımız kafenin önünden geçtiğimizi fark ettim ve arabayı otoparka yönelttim. Can şaşırarak bana baktı. Araba tamamen durduğunda ise ben emniyet kemerini çözerken sordu:

"Neden durduk?"

"Sana bir çay ısmarlayayım. Bu bedbaht halinle eve gitme." gülümsedi ama keyifli değildi. Daha çok bedbaht olduğunun farkındaymış gibiydi.

Arabadan inip kafenin büyük ahşap kapısına yöneldim. Bu mekan iki nedenden önemliydi benim için ilki Yuşa'nın buranın ilk sahibi olmasıydı ikincisi ise yatığımız çoğu etkinliğe ev sahipliği yapmasıydı. Uzun zamandır gelmiyordum buraya çünkü babamın ölümünden sonra etkinliklere ara vermiştik. Bu yüzden kıyıda köşede birkaç değişiklik yapıldığını gördüm. Yine de hala Yuşa'nın duvara astırdığı yıldız haritalarının durduğunu gördüm. Bir kaç anı etrafımı sardı ve bir an duraksamama sebep oldu. Abimi özlediğimi fark ettim. Ona içimde biriken tüm öfkem özlemimin gerisinde belirdi bir an. Ama sadece bir an çünkü ona kızgınlığımın geçmesi de babamı geri getirmeyecekti. Beni babamdan ve Yuşa'dan alan Serkan oldu. Kafenin sahipleri olan Talat abi ve İrem ablanın tek oğluydu.

"Gazel abla, hoş geldin bu ne güzel sürpriz." kendimi silkeyerek ona gülümsedim:

"Hoş buldum."

"Gözümüz yollardaydı. Özlettin kendini. "

"Bende özledim sizi. Anne ve baban yok mu?"

"Hayır, haftaya yapılacak etkinlik için malzeme almaya gittiler. Ben ve Yaren varız sadece." Bakışları etrafı inceleyen Can'a kaydı. Üzerinde siyah sweatshirt ve pantolan sarı uzun saçlarını zorla bağlayabilmiş Can'a şaşırarak baktı. Güldüm onun bu haline. Büyük ihtimalle benim ve Can'ın alakasını düşünüyordu:

"Tanıştırayım. Kayınbiraderim olur kendileri." Serkan bir kez daha şaşırdı. Cana döndüm bu defa: "Can bu da Serkan. Mekanın sahibi." Can mesafeli bir baş selamı verdi ama gülümseyişi samimiydi. Aynı karşılığı alırken samimi bir şekilde konuştu:

"Güzel mekan."

"Teşekkür ederim. Oturun lütfen."

Serkan'ın gösterdiği cam kenarında ki masaya otururken birer çay ve meşhur tahinli çöreklerinden istedim. Can ellerini ceplerine koyarak sandalye de geriye yaslandı ve denizi izlemeye başladı. Ne düşündüğünü merak ettim. Ona sormak istediklerimi nasıl sormalıydım onu da bilmiyordum. Uygun bir üslup da bulamadım. Sorarsam eğer anlatacağını tahmin edebiliyordum. Gizlisi saklası olmayan tiplerdendi ama bu konunun onun her zaman ki kayıtsızlığından dışında tuttuğu hassas olduğuna karar verdim. O yüzden en iyisi ona bırakmaktı. Uzun bir sessizlik oluştu aramızda.

"Beni korkutuyorsun." dedim şakayla karışık endişeli bir sesle. Mavi gözleri bana döndü yarım ağız gülümsedi:

"Neden?"

"Hiç konuşmuyorsun." birkaç saniye sessiz kaldı ardından tekrar denizi izlemeye karar verdi. Şaka ile karşılık vermesini bekliyordum ama ben yanılttı:

"İlk cümlen şu olmalıydı aslında; 'neden sapık gibi bir kızı takip ediyorsun?'" dürüst oldum:

"Aslında oydu. Ama buna inanasım gelmedi açıkçası." Can şaşırdı sonra gülümsedi.

"Neden?"

"Öyle birine benzemiyorsun çünkü gözümde."

"Nasıl birine benziyorum."

"Kaybolmuş birine. Ne yapacağını bilemediğinden hiçbir şey yapmaya çalışan birine mesela. Aradığını bulamadığından usanmış, onu aramaktansa artık onun kendisine gelmesini bekleyen birine." kısık gözlerle bana baktı.

"Zeyd'in yanında gezen ya huyundan ya suyundan işte. Onun gibi konuşuyorsun." gülümsedim. İnşallah öyledir. Ardından ellerini masanın üzerine koyarak bana ciddi bir ifade ile baktı:

"O kadını nereden tanıyorsun? Melek'in annesini?"

"Melek mi?"

"Senin bildiğin ile Melike." şaşırdım Melike'nin benim bilmediğim başka bir ismi mi vardı?

"Serap hanımı mı?" başını sallayarak onayladı:

"Vakıftan elbette hatırı sayılır üyelerimizden biridir."

"Ne kadar zamandır tanıyorsun onu?"

"Çok değil birkaç yıl ama vakıf açıldığından bu yana Bahtiyar beyin babasının dahi hayırseverler arasında olduğunu biliyorum." Can alaycı bir şekilde:

"Hayırsevermiş." dedi ve geriye yaslandı. Benim bildiğim tanıdığım insanların Can'ın yanında aynı saygı ile anılmaması beni şaşırttı. Ne diyeceğimi bilemedim. Can'ın onları benden daha iyi tanıdığı belliydi. Bunun sebebi ise daha ilginçti çünkü sebep olacak tek bir kişi geliyordu aklıma. Bir şey diyeceğim sırada vazgeçtim. Aslında ne sormam gerektiğini de bilemedim.

"Melike'nin ismi Melek yani?" derin bir nefes alıp cevapladı:

"Evet. Yani öyleydi, değiştirdiler sonradan."

"Neden?"

"Ona yeni bir sayfa açmak için." aklım daha da karıştı. Ne olmuştu da yeni sayfa açmak istemişlerdi ki? Tuhaf bir şekilde iç sesim, karşımda duran adamın bununla bir ilgisi olduğunu söylüyordu:

"Peki, o sayfanın seninle bir ilgisi var mı?"

"Var."

Bir süre sessiz kaldık ikimizde. O sırada Serkan çaylarımızı ve çöreğimizi getirip masaya bıraktı. Yanımızdan ayrıldıktan sonra çayımdan ilk yudumu aldım ve Can'a döndüm. En başından sormam gerekecekti:

"Nereden tanışıyorsunuz Melike ile."

"Liseden." dedi sessizce. Dudaklarının kımıldandığını görmesem anlaşılmazdı ne söylediği. Her ne olduysa Can'ın hatırlamak istemediği bir şey olmalıydı. Yoksa birine cevap verirken asla kaçınmazdı. Can uzanıp masada durak paket şekerlerden birini açtı ardından çayına ekleyip karıştırdı. İlk yudumunu alırken sordum tekrardan:

"Ne oldu da sen annesinin herkesten gizlemek istediği bir sapığa dönüştün."önce sustu. İfadesi donuklaştı ardından birden söyleyiverdi:

"Tecavüze teşebbüsten."

"Ne!"

"Çok mu şaşırdın." dedi Can yalancı bir gülüşle. Çayını da alıp arkasına yaslandı:

"Benden duyunca inanasın geldi mi?"
bilmiyordum ama doğru olmayan bir şey varmış gibiydi? Can daha çok tüm suçu kendinde görenlerdendi? Yani belki de öyleydi?

"Gelmedi. Tuhaf bir şeyler var gibi. Ya sen sevdiğin biri için tüm sorumluğu üzerine alan tiplerdensin ya da geçmiş bir günahın tövbesini ederek vebalini hala ödeyenlerdensin."

"Hangisiyim."

"Üstelediğine göre ikisi." Can güldü. Ardından da ben sormadan anlatmaya başladı.

"Lisedeydik o zamanlar. Melek'i öyle uzaktan arkadaşlar vesilesiyle tanıyordum. İyi bir kızdı sessiz, sakin öyle de güzel. Erkekler güzel kızlara takılmaya sever o zamanlarda herkeste bir sevgili yapma çabası, kim en güzel kızı kaparsa falan filan. Açık konuşmak gerekirse ergen aklı kız arkadaş yapma meselesini arkadaşlık için yapmaz. Arada ki pembe aşk masalları sadece kızların kendi dünyasında gördüğü bir aldatmaca."

Sözünü telefonun zil sesi böldü. Arayan kişi bakıp güldü ardından ekranı bana çevirdi Zeyd'in adını gördüm. Ya durumu öğrenmişti ya da hissetmiş olmalıydı ki Can'ı arıyordu. Can cevap vermeden kapattı telefonu. Ardından çayından bir yudum daha aldı. Devam etti.

"Dört beş kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. İddia üzerine kura çektik okulda ki beş güzel kız üzerine. Her erkeğe bir kız. Bana Beril çıktı, Emre'ye de Melek. Benim işim kolaydı. Beril zaten herkese kuyruksallayan bir kızdı. Hallederdim ama bu halletmenin bir de kaydını yapacaktık. Şimdi bu anlattıklarım iğrenç gibi gelebilir sana ya da beni de öyle görebilirsin. Haklısında ama 17 yaşında ki birine göre bu bir oyundu, hem de eğlenceli bir oyun. Benim sıram böylece geçti. Benim gibi herkesin ki kolay oldu. Emre hariç ona zor kız çıkmıştı. Melek öyle erkeklerle gezip tozan bir kız değildi. Ayrıca Emre -ailesinin yakın dostu, ortaklarının oğlu- konu olunca. Beraber kardeş gibi büyümüşler Emre ona bunun konusunu açmaya çalıştığı an Melek hemen reddetmiş. Hoşuma gitmedi değil Melek'in Emre'yi reddedeceğini hepimiz bekliyorduk. Beklemediğimiz şey sonra ki gün oldu. Okulda labaratuvarda cam fanus kırılıp da elimi kestiğimde masam da pamuk tentürdiyot ve Melek'in her zaman taktığı üzerinde küçük sarı yıldızlar olan lacivert bandanayı bulmamızdı. Sonrasın da bir iki karşılaşma da konuştuk öyle. Melek'in benden hoşlandığı anlaşılınca Emre kudurdu. Tartıştık biraz ama uzatmadı."

Burada sustu Can. Gülümsedi anlatmadığı her neyi hatırladıysa. Uzanıp çöreklerden birini aldım. Tadı hala çok güzeldi. O sırada telefona mesaj geldi. Can mesaja baktı ve kaşlarını çattı. Haber kötü olmalıydı bana söylemesini bekledim ama söylemedi. Onun yerine Serkan'a çayını tazelemesini söyledi. Serkan çaylarımızı tazelemek için yanımızdan ayrıldığında tekrara devam etti:

"Bir gün Emre kaybettiği iddiaya rövanş olarak yeni bir iddia koydu ortaya. Bizimkiler kabul ettiler benim aklım Melek'teydi o yüzden pek ilgilenemiyordum onlarla. Mevzu vardı ama kim ne ne yapılacak bilmiyordum. Emre eve çağırdı bizi. Odasındaydık. Bilgisayardan wepcam açtı. Ablasının odasının görüntüsü belirdi ekranda. Biz ne olacak diye beklerken az sonra Melek girdi odaya onu görmem ile kanım dondu. Benim gibi diğerleri de şaşırdılar. Ardından Melek üzerini değişmek için soyunmaya başladı. Emre'nin ne yapamaya çalıştığını anladığım an kapattım monitörü. Emre'yle kavga ettik. Melek'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Bunun böylece bizim aramızda kalması için anlaştık. Ama sonra ki gün okulda kaydedilmiş video dolaşmaya başladı. Herkes izledi. Melek'in olduğu anlaşılmasa da yine de Emre birkaç kulağa ışıldıyordu bunu, oyun olarak görüyordu eğleniyordu şerefsiz. Melek okulun arka bahçesinde buluşmak isteyince gittim ona durumu anlatacaktım. Yanına gittiğimde konuştuk biraz hali harap tabi kızın. Birden bağırıp çağırmaya başladı, onu taciz ettiğime dair. Sonra olanlar oldu. Okuldan atıldım. Uzaklaştırmalar falan. Serap teyze Emre'nin yaptığını öğrenince onu temize çıkarmak için video meselesini de üstüme yığdı Melek polise aleyhimde ifade de verdi."

Elimde çörek ile Can'ı dinlerken donakaldım. Gerçekten olaylar inanılmaz bir boyut almıştı ve şaka olarak algılanan durumlar ciddi sorunlar doğurmuştu. Serkan çaylarımızı tekrar masaya bırakmak için yanımıza geldiğinde sessizliğimiz sürdü. Can'ın tecavüze teşebbüs durumu elbette gerçek değildi tabi sadece bu anlattıkları ile ilgiliyse. Şaşırmıştım. Açıkçası daha masum bir olay beklemiştim ya da ben çok saf düşünüyordum bilmiyorum. Sadece tüm bu olanların aslında yaşanılmaması gereken durumlar olduğuna emindim. Ayrıca ne kadar her zaman ki Can gibi kayıtsız kalmaya çalışsa da sesinin ara ara titrediğini de fark etmiştim. Onun için hassas bir mevzuydu. Haklıydı kendisine yaftalanan etiket onuruna dokunmuş olmalıydı ya da hissettiği her ne ise incinmişti bir de vicdan azabı vardı tabi. Pişmandı zannımca. Hem de hala sevgi ile kuşatılmış bir pişmanlığı vardı emindim buna. Aksi halde ne kadar suçsuz olsa da kendini suçlu görmek isteğini yinelemezdi. O tekrardan denizi seyrederken sordum:

"Peki mahkemelik olmanız."

"Uzun bir zaman görmedim Melek'i. Annem endişelendiği için yurtdışında bir okulda tamamladım eğitimimi. Döndüğümde onu görmeye gittim. Sadece konuşmak istemiştim."

"Ama Melek seni polise şikayet etti." hoşuna giden bir şey olmuş gibi tebessüm etti. Ardından geriye yaslandı.

"Hayır, Serap teyze şikayet etmişti."

Bunu sanki Melike'nin kendisi hakkında kötü bir şey hissetmediğini söylüyormuş gibi söylemişti. Ya da onu affettiğini düşündüğü için. Melike'nin beni arayarak Can'ı sorduğunu anımsadım. Belki de o haklı olabilirdi.

"Sanırım Melek annesi gibi düşünmüyor." dedim gülümsedim.

"Bilmiyorum. Mahkemenin uzaklaştırma emrinden sonra onunla konuşmak için tekrar okuluna gittiğimde beni şikayet etmesini bekledim ama gördüğü halde sessizce görmezden geldi beni." Can haklıydı.

"Ondan ne istiyorsun?"

"Hiçbir şey. Sadece... Önceleri sadece ona kızgın olduğum için görmeye gidiyordum bir nevi öfkemi çıkarmak için. Çünkü tüm arkadaşlarım tüm çevrem beni tacizci olarak tanıyor benden uzaklaşıyordu ama o mağdur gibi hayatına devam ediyordu. Sonrasında alışkanlık oldu onu görmeler. Parkta gezerken mesela ya da keman çalışırken, alışveriş yaparken, en sevdiği kafede otururken, Dalga ile dolaşırken."

"Dalga?"

"Köpeği." başımı salladım. Başından beri dinlerken değişen şuydu; Can şimdi Melike'yi anlatırken gülümsüyor, gözlerinin içi ışıldıyor, heyecanlanıyordu. Onu seviyordu.

"Hepsinde yanında mısın?" diye sordum.

"Müsait olduğum her zamanda. Onu anlamaya da galiba bu alışkanlık sırasında başladım. Onu ne mutlu ediyor, ne öfkelendiriyor, ne ağlatıyor, ne üzüyor... anlayabiliyorum artık."

"Hiç konuşmadınız mı?"

"Hayır."

"Neden onunla konuşmayı denemedin?"

"Bir iki kez denedim ama daha beni görür görmez ağlamaya başladı."

"Uzun bir zamandır sessizce onu izlediğini söylüyorsun ve Melek'in de bundan haberi olduğunu. Peki bu defa ne oldu. Nasıl nezarethane de son buldu günün?" Can sinirle çenesini kastı bu defa.

"Resital için okulda birkaç haftadır pratik yapıyor. Bahçede keman çalıyordu yine bende uzaktan onu dinliyordum. Nereden geldiyse s... Emre çıktı ortaya. Ona yaklaştı konuşmaya çalıştı. Kız ondan kaçınca üsteledi. Bende dayanamadım araya girdim. Emre daha da şaşırdı aramızda dalaşma falan olunca güvenlik müdahale etti. Sonra da nezarethane." demek Can'ın amacı aslında yardım etmekti. Lakin yanlış anlaşıldığı bir yardım olmuştu.

"Serap hanımla konuşacağım." dedim Can bu defa güldü:

"Senin benimle bağın olduğunu öğrendikten sonra seni dinleyeceğini mi sanıyorsun?"

"Dinlemeli. Çünkü senin kızına zarar verdiğini düşünüyor."

"Ona zaten zarar veriyorum Gazel. Beni sürekli görmesi dahi onun için bir eziyet." bu söylerken keyfi kaçmıştı. Melike'nin onu her gördüğünde kötü hissettiğini onu görmek istemediğini düşünüyordu ama eminim ki yanılıyordu.

"Belki de eziyet sandığımız bize lezzet veriyordur Can." anlamadı.

"Nasıl?"

"Azap kelimesi lezzet demek olan azb kökünden türemiştir diyor İskender Pala. Belki de onu severek azap çekiyorsun ama aslen bundan lezzet de duyuyorsun. Ya da ona azap çektirdiğini sanıyorsun ama aslen onun bundan lezzet duyduğunu bilmiyorsun."

"Beni teselli mi ediyorsun? Yoksa umutlandırıyor musun?"

"Buna ihtiyacın mı var. Zaten her şeyin farkındasın. On yedi yaşında yaptığın bir hatanın bedelini yirmi beş yaşında ödüyorsun hala. İçinde umudunun birikmesi için uzun bir zaman bence. Onu seviyor musun?"

"Sevmek... Bundan utanıyorum ben."

"Utanmak edeptendir. Edep ise imandan. Sen Allah'ı hissediyor musun?"sessizce yutkunduktan sonra bakışlarını kaçırıp cevapladı:

"Hissediyorum."

"Peki onca yılın pişmanlığı sana ne öğretti?"

"Nasıl?"

"Yani sabretmek, umutsuz da olsa beklemek, hüzünle birikmek, sevmekten utanmak... bunları sana kazandıran nedir?"

"Melek mi?"

"Melek seni buna süreklerken sonunun bu zamana kadar uzanacağını biliyor muydu?"

"Bilmiyordu."

"Peki seni şimdiye dek bekleten nedir?"

"Bir kader."

"Doğru. Kadere iman eden kederinden emin olur diyor bir vecize. Peki sana bu kaderi yaşatan kim?"

"Beni Yaratan (c.c)"

"O halde. Bu zamana kadar seni bekletmesinin sebebi nedir sence? Neyi bekliyorsun Can? Nedir seni böyle tutan?"

"Doğru zamanın olmayışı."

"Doğru zaman değilse ya yanlışa düştün ya yanlışı düşündün ya da yanlışı düşledin."

"Belki de hepsi."

"Bunun cevabını kim biliyor sence?"

"Allah."

"Evet Allah. Vardığımız sonuca bakar mısın? Her şeyin sonu ancak Allah'a varır. Senin bu düştüğün durum düşündüğün kişiden doğru ama düşlediğin şey ondan gelemeyecek. Bu yüzden Yaradan'dan istemelisin. İstemeyi bilirsen ve beklediğin şeyin ne olduğundan ya da kim olduğundan eminsen önce bir abdest almalısın." Güldü. Oturduğumuz andan bu yana ilk kez keyiflendi. Çayımdan son yudumumu aldım. Seslendi bana:

"Gazel?"

"Hım."

"Sen gerçekten de Zeyd Hazar'ın karısısın." içim ısındı bu cümleye. Elhamdülillah!

"Sende gerçekten de onun kardeşisin." Gülümsedi. Üvey abisinin gerçek kardeşi olma sebebini merak etti:

"Nereden anladın bunu?"

"Sevme şeklinizden."

Allah'ın sevdiği kullarından biriydi Can zannımca zira hakiki sevmek ile nasıl nasiplenebilirdi bir kul?
. . .

Ertesi gün neredeyse koca günü vakıfta dosya işlerini halletmek ile uğraştım. Vakıfta eylemler teorikten daha kolay işliyordu bence. Kilometrelerce öteye gidip insanlara yardım etmek bir saat bir dosyanın başında zaman öldürmekten daha kolaydı. Muaz'ın artık güz dönemi öğrencileri için programı başlamak üzere olduğundan onun tüm işleri de benim üstüme yığılmıştı. Öyle ki onun ve Betül'ün gitmesi gereken depo denetleme işini dahi ben yapmıştım. Medrese de Kur'an ve tilavet derslerine giren Evren hocanın kızı Zeynep'ten yardım istemiş onu yerime bırakmış ancak öyle yetişebilmiştim. Zeynep düzenleme ve organizasyon işi ile ilgileniyordu vakıfta. Bu da neredeyse yönetmek kadar zordu ama neyse ki işini hakkıyla da yapıyordu. Depo denetleme işlerini çabucak hallettim. Yardım kolilerini düzenlemek, araçları kontrol etmek, gönderilecek yerlerin yeni bir listesini hazırlamak, tırlara eşlik edecek gönülleri seçmek vs... son ince detayları tekrar tekrar gözden geçirdikten sonra nihayet geri döndüğümde ofisimde Muaz'ı yarım bıraktığım dosya yığınlarının başında gördüm.

"Hoş geldin." dedi beni görünce. Yorgunlukla içeri girip kendimi koltuğun üstüne rastgele bıraktım ayaklarımın altı o anda sızlamaya başladı. Derin bir nefes aldım:

"Allah'a şükürler olsun. Çok yoruldum bugün."

"Son dokunuşlar hep en yorucu. Bir sorun var mı?"

"Bitti. Yalnız Mustafa'ya birkaç adam daha gerek çünkü bir tır fazladan hediyemiz olacak gibi." Muaz'ın gözleri parladı:

"Gerçekten mi?"

"Evet. Bizim Şükrü abiyi sıkıştırdım biraz sağ olsun, sayesinde bir ekleme daha yaptık köy okulları için."

"Allah'a şükürler olsun. Dün gece gözüme uyku girmedi Umut'un bahsettiği köyü gelecek aya bırakacağız diye. Çok iyi oldu bu. Aferin benim kardeşime." gururla bana bakan gözleri tüm yorgunluğumu aldı:

"Allah razı olsun size layık olmaya çalışıyoruz. Var mı gönüllü. Yoksa ben ve Zeynep gidebiliriz."

"Olmaz siz bize burada lazımsınız. Zaten yaz bitti. Öğrencilerden bir iki kişi ayarlarım kalanlardan. Sen yeni bir liste hazırla ben ekletirim."

"Tamamdır." Uzanıp cam sürahiden bir bardak su doldurup içtim. Muaz dosyalardan başını kaldırmadan konuştu:

"Zeyd dönmedi mi hala?"

"Hayır... Ne zaman dönecek bilmiyorum." sabah attığı mesajı anımsadım.

–İnşallah iyisindir, yüzünü göremeden buralarda ölüp gidersem kahrolurum..

gülümsedim. Aklında olan şeyi yüzümü görmek olduğunu bilmek iyiydi çünkü bu dolaylı yoldan beni düşündüğünün de bir ispatı sayılırdı. Bu konuyu düşünmüştüm ve net bir karar da varmıştım. Artık ondan yüzümü esirgemeyecektim. Lakin bunu nasıl doğru bir biçimde yapacaktım onu bilmiyordum. Aslında heyecanlıydım. Zeyd'in yüzümü gördüğünde vereceği tepkiyi, ilk düşüneceği şeyi, beni beğenip beğenmeyeceğini de düşünmeden edemiyor sürekli ihtimalleri sıralayıp duruyordum. Benim hakkımda tek bir önyargısı yoktu bu da babamdan kaynaklanıyordu. Belki de yüzümün pek bir güzelliğinin olmadığını anlasa dahi bunun hakkında da tek bir yorum bile yapmayacaktı. Hayır, emindim, yapmazdı. Zeyd insanların dış görünüşlerini önemseyen biri değildi. Değildi evet, ama yine de onun beni beğenmesini istiyordum. Hayal kırıklığına uğraması beni üzerdi. Ona yakışmak istiyordum. Ruhen ve cemalen... Bunu da ancak Zeyd geri geldiği zaman öğrenecektim. Birkaç gün için gittiği iş arkadaşının önemli olmasından olsa gerek bir haftaya dek uzamıştı.

"Muaz, Talha'yı tanıyor musun? Zeyd'in arkadaşı."sorabileceğim ilk kişi tabi ki de Muaz'dı. Eğer o bir şey bilmiyorsa arşivdeki araştırmacılarımızdan istediğimi pekala öğrenebilirdim. Sorum Muaz'ı bir süre düşündürdü.

"Bahremoğlu mu?" başımla onayladım: "Evet, yani az çok tanıyorum. Hatta Zeyd ile babamı görmeye bir iki kez medreseye gelmişti. Ne oldu?" Talha'nın daha önce medereseye gelmiş olması beni şaşırttı. Hem de babam ile bizzat tanımış olması. Dürüst oldum.

"İnsanı korkutan bir yanı var."

"Nasıl?"

"Yani... Bir filmde ki kötü işler yapan adamlar olur ya." Muaz geriye yaslanıp bana kararsız bir bakış attı: "Ne bileyim karanlık işler yapan kabadayılar gibi mesela."

"Aslına bakarsan onu ilk tanıdığımda bende öyle düşünmüştüm. Bu düşüncemi babamla paylaştığımda bana kızmıştı hatta. Bir yandan haklısın. Yani Talha değilse de babası Nuh Bahremoğlu karanlık camia da bayağı hatırı sayılır bir adammış. Veli beyi biliyorsun ondan duymuştum ama oğlu öyle biri değil demişti babama. Yine de belinde silahla dolaşan bir adam."

"Yani Talha'nın karanlık bir yanı var öyle mi?" Muaz bir süre düşündü.

"Karanlıktan ne kast ettiğine bağlı. Zihninden mi bahsediyorsun yoksa kalbinden mi. Kalbin bilemem ama zihnen öyle olduğunu düşünmüyorum. Geçen yıl güneydoğuya gönderilen yardım partlarının üç tırı Nuh holdingdendi."

"Gerçekten mi?"

"Evet. Hatta tuhaf bir şekilde, her şeyi tek tek kendileri hazırlamıştı. Kardeşi ile birlikte. Kardeşinin bir rahatsızlığı olmalı -inşallah iyileşmiştir- Son gönderilen paketlerin ambalajlarında holdingin ambleminin yerine sadece Leyla yazıyordu. Bu da yardımları kardeşi için yaptığını gösterir." daha da şaşırmıştım. Aklıma mavi gözlü olan adam geldi.

"Peki Berzah?"

"Onu pek tanımıyorum-"

Bir şey daha söyleyecekti ama ondan önce tıklanılan cam kapının sesi duyuldu. Gelen Özlem'di. Endişeli yüz ifadesi Muaz ile bakışmamıza neden oldu. İyi gitmeyen bir şeyleri olduğu belliydi aksi halde Özlem güleç yüzünü asla esirgemezdi kimseden. Aklıma bugün yapılacak yardım aktarmaları gelince bende bir an korktum hemen yerimden doğruldum Muaz benden önce davrandı:
"Lütfen kötü bir haber verme."

"Ne kadar kötü olduğuna bağlı. Tatar Ltd. üyelikten ayrıldı." Muaz gerçekten coşkulu bir tepki verdi:

"Neden?"

"Gerekçeyi Gazel hanımdan öğrenecekmişiz." Ah! Gerçekten mi? Şimdi aklımda beliren oklar sebebi işaret ettiğinde az önceki şaşkınlığımı hemen attım üstümden. Bu defa o şaşkınlığımın yerini öfke aldı. Muaz'ın bakışları bana döndü:

"Neler oluyor?" ona nasıl anlatmam gerektiğini bilemedim. Can'dan ne kadar bahsetmem gerektiğini de. Anlatmayacaktım ya da tamamını anlatmayacaktım.

"Serap hanım... Sorun gerçekten de benim galiba."

"Ne alaka?" Özlem de kapıda merakla verdiğim cevabı dinlerken ona gülümsedim. Bu normal şartlarda bizi yalnız bırakır mısın demekti ve Özlem ikazı alarak hemen dışarı çıktı. Muaz'a döndüm.

"Serap hanımla Can'ın aşılamayacak bir husumetleri var. Sebebi de Melike." Muaz daha da şaşırdı ve anlamayarak önüne döndü ardından kaşlarını çattı:

"Peki bunun bizimle ne ilgisi var?"

"Aslına bakarsan yok ama sanırım Serap hanım Can'ın benim eşimin kardeşi olmasını insanlara yardım etmekten daha önemli görüyor olmalı."

Muaz cevap vermedi. Ya da verecek bir cevap bulamadı. Bneim ki kadar içinde beliren öfke onu susturmuş olmalıydı. Tatar Ltd. büyük bir şirket değildi ama tarım alanında alanının en iyisiydi ve yatırımları bizi sıkıntılardan kurtaracak derece de önemliydi. Önemli olan başka bir nokta da Serap hanımın sayesinde birçok hayırsever ile iletişim halinde olmamamızdı ve eğer şimdi o yoksa diğerlerinin de el ayak çekilme vakti gelmişti belki de. Şu bir gerçekti ki insanların yardımsever, hayırsever görünmek için bin bir çaba sarf ettiğine şahit olabiliyorduk sonra da bu samimiyetin saniyeler içinde yok oluşunu görebiliyorduk. Şaşırmıştım. Serap hanımın bu tutumunu ondan beklemiyordum beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Şimdiye yaptığı onca yardımdan uğraşıdan sonra onun gerçekten iyi bir insan olduğunu düşünmüş ve samimiyetinden kuşku duymamıştım ama maalesef ki herkes iyi bir insan olamıyordu. Mülkiyet sahibi insanlar başkalarına iyi görünme derdi içindeydiler ve bazıları bunu gerçekten de başarıyordu. Hemen ayağa kalktım ve Muaz'ın nereye gidiyorum diye bana kayan bakışlarına aldırmadan odadan çıktım. Arkadan seslenişine de cevap vermedim. Koridorda görünen Zeynep'i hızla yanından geçerken beni bir sesleniş ile durduramayacağını bildiğinden elinde ki dosyalar ile kesti yolumu. Konuşamıyordu ama ne hikmetse konuşmaktan daha iyi işler başarıyordu. Elleri ile hızlıca işaret dilini kullanarak sordu:

"Nereye?"

"Küçük bir işim var." diyerek gitmeye niyetlendim. Tekrar sordu elleri ile:

"Yüzünde ki bu ifade de ne? Kavgaya gidiyor gibisin." Öyle miydi gerçekten de? Bir an afalladım. Kötü göründüğümü söylemesi dokundu.

"Hayır tabi ki."

"O halde sakinleş." bir an durdum e derin bir nefes aldım. Elleri tekrar hareket geçti Zeynep'in: "O kadına gidiyorsun değil mi?" kadın dediği elbette Serap hanımdı çünkü ondan bahsederken daima taktığı broşu taklit ederdi.

"Evet. Aslında onu ikna edebilirim diye konuşmak istemiştim."

"İnsanları iyi insan olmaları için ikna edemezsin."

"Kendim için bunu yapmazdım Zeynep ama ayağında bir çift giyecek ayakkabısı olmayan bir çocuk için yaparım."

"Broşlu da bunun farkındadır."

"Umarım öyledir. Bugün değilse yarın gidip konuşacağım." Zeynep elinde ki dosyayı bana uzattı. Ardından hızlıca elleri anlatmaya devam etti:

"Haftaya yapılacak etkinlik için konuk listesini 100 den 300'e çıkarmalıyız ve mekanı da daha geniş bir yer ile değiştirmeliyiz." anlamadan sordum:

"Neden?"

"Müzayede yapmak isteyen bir hayırsever var ve tüm geliri vakfa bağışlayacak."

"Müzayede mi? Daha önce hiç yapmamıştık bunu. Müzayedelere sıcak bakmadığımızı bilmiyor musun?"

"Biliyorum ama bağışlanan eşyaları görmelisin. 19.yydan kalma bir minyatür bile var. Tasavvufi eserler, tablolar çoktan antika olmuş daha bir sürü eşya."

"Bilmiyorum Muaz ile konuşmamız lazım."

"Sana bırakıyorum. Eşyalar geldi odana getirecekler şimdi eğer gördükten sonra bile hala kararınızı değiştirmezseniz eşyaları geri iade ederiz." Başımla onayladım. Zeynep elimde ki dosyaları alıp arkasını dönmüştü ki son anda aklıma gelen soru ile kolundan tuttum.

"Peki kim bu bağışı yapan." Zeynep'in kahverengi gözleri ışıldadı ve güzel bir gülümseme ile bağışı yapan kişinin adını harf harf gösterdi.

"Melike Tatar."

Şaşkınlığım karşısında Zeynep daha da gülümsedi. Şirket olarak bizimle ilişkilerini kesiyorlardı ama kızı bize bağışta bulunuyordu öyle mi? Zeynep aklımda ki soruyu duymuştu sanki bilmiyorum der gibi omuzlarını silkti ve ayrıldı yanımda. Öylece kaldım. Melike neden böyle bir şey yapıyordu cevabını ilmiyordum elbette ki. Belki de ailesinin ayrılması üzerine bu bağış bize bir özür dileme şekliydi. Öyleyse bile bunu ondan öğrenmek en iyisi olacaktı. Hemen odaya geri döndüm Muaz'ın neler oluyor sorularını da bana olan bakışlarını da görmezden geldim nasılsa az sonra Zeynep gelip baştan anlatacaktı. Telefonumda ki arama kaydından Melike'nin beni aradığı numarayı aradım ama ulaşılamıyordu.

"Gazel!" Muaz'a döndüm:

"Müzayede için bağış yapılmış."

"Gerçekten mi?"

"Hem de yabana atılmayacak antika Anadolu eserleri." Muaz bir süre düşündü:

"Kim?"

"Bu daha da ilginç. Melike Tatar."

"Ciddi misin?" başımla onayladım: "Ailesinin bundan haberi var mı?"

"Bilmiyorum ama Melike çocuk değil ki."

"Yine de hukuksal olarak belgelenmesi gerek. Eğer hallolursa bunu haftaya yetiştirmemiz lazım. Bir sonra ki kumanya için derhal hazırlanmak gerek."

"Haklısın. İlk olarak Melike'yi bulmalıyım ama telefonunu açmıyor evine de gidemem." çünkü Serap hanımla konuşmadan önce Melike ile konuşmalıydım. Aklıma birden gelen fikirle telefonumu ve çantamı alıp çıktım vakıftan. İlk olarak Melike'yi bulup kesinleştirip ardından Zeyd'i aramalıydım. Zeyd? Sahi neden aramamıştı bugün. Arabayı çalıştırmadan önce telefonumu çıkarıp Zeyd'i aradım ama çalındığı halde açan olmadı. Çok güzel! O halde Zeyd olmadığına göre ya Mehmet'e ulaşmalıydım ya da Mirza ile konuşmalıydım. Ki Zeyd'in bürosuna gidip Deniz ile karşılaşmaktansa Şehrin diğer ucuna Mirza'yı görmeye gitmeyi yeğlerdim.

Ilgazların evinin önüne geldiğimde arabayı hemen park edip eve yöneldim. Kapıyı Emel abla açtı gülümseyerek içeri buyur etti beni. Suat bey salonda oturmuş kitap okuyordu. Beni görünce çatık kaşları ile şöyle bir süzdü. Hemen ardımda Reyhan teyzenin sesini duydum.

"Gazel, hoş geldin canım." diyerek beni kucaklayıp öptü. Aynı samimiyetle karşılık verdim. O sırada Suat bey şaşkınlıkla yüzümü incelemeye başlamıştı.

"Hoş buldum. Böyle emrivaki gelmek istemezdim haber veremediğim için üzgünüm." Suat bey cevap verdi:

"Olur mu canım, burası da senin evin sayılır çekinme lütfen. Otur şöyle, Emel bir kahve yapsın."

"İnşallah kahvenizi başka bir zaman içeyim. Can için gelmiştim ben." Can'ı anmam ile Reyhan hanım şaşırdı.

"Can mı? Odasında şuan. Önemli bir durum var mı?"

"Hayır, hayır endişelenmeyin. Telefonunu açmayınca gelmek zorunda kaldım. Haftaya vakıf için bir etkinlik düzenleyeceğiz Can'ın yardımına ihtiyacım var da."

"Öyle mi? Çok güzel. Emel Can'ı çağırsın. Sende otur lütfen." dediği gibi oturdum. Emel abla hemen üst kata çıktı. Reyhan hanım yanıma oturunca bana döndü: "Zeyd dönmedi değil mi hala?"

"Hayır henüz değil ama bir iki güne döneceğini söyledi."

"Aslında biz de onu beklemeye karar vermiştik vedalaşmadan gitmek istemiyordum ama yarın Bursa'ya gideceğiz."

"Neden?" Suat bey girdi araya:

"Bir aile dostumuzun cenaze töreni var. Ayrıca buradan da uzaklaşmak istiyoruz biraz. Tatil niyetine bir nevi."

"İyi düşünmüşsünüz ama bir an önce dönersiniz inşallah, özletirsiniz kendinizi."

"Ah Gazelciğim, elbette erken döneriz, dayanmam ben oğullarıma."

"Kim özlüyormuş beni." Can kapıda durmuş bize bakıyordu. Reyhan hanım gülümsedi:

"Bursa'ya gideceğimizi söylüyorduk Gazel'e." Can umursamadan bana döndü bu defa:

"Sen neden gelmiştin." Suat bey gelen misafire pat diye sorulan soru üzerine sert bir bakış attı Can'a:

"Can!"

"Ne? Belli ki işi acele. Rutin konuşmalar fuzuli." araya girerek ayaklandım.

"Can haklı, izninizi istemeliyim. Can bana arabaya kadar eşlik etsin."

Reyhan teyzeye sarılıp Suat beye hayırlı yolculuklar diledikten sonra Can ile evden çıktık. Kapıyı kapattığı anda ona döndüm.

"Melike'ye nasıl ulaşabilirim." diye birden konuya girdiğimde Can çatık kaşlarla bana baktı.

"Neden?"

"Bu sabah Serap hanım vakıfla ilişkisini kesti." Can sinirle güldü.

"Çok bile bekledi. Neden şaşırmadım acaba?"

"Aslına bakarsan ben şaşırdım."

"Neden her insan sana göre polyanna mıydı yoksa?"

"Öyleymiş galiba yoksa hayal kırıklığımı açıklayamayacağım."

"O kadın iyi bir insan değil." bunu tüm inancıyla söylemişti. Nedense buna inanmışım gibi bir süre sessiz kaldım ardından da toparlamaya çalıştım:

"Yine de-"

"Neyse. Melike'yi neden arıyorsun? Geri dönmeleri için yalvarmayacaksın umarım."

"Hayır. Başka bir durum var. Annesinin çekilmesinden sonra Melike müzayede yapabilmemiz bağışta bulundu."

"Ne?" Can daha da şaşırdı: "Yoksa şu Bahtiyar'ın gizli garajında ki antikalar mı?"

"Bahtiyar beye mi ait eşyalar."

"Adamın psikolojisi bozulmadan önce öyleydi."

"Ne, sen ne diyorsun Can?" şaşırdım çünkü şirketi hala o yönetiyor, toplantılara görüşmelere davetlere hala o katılıyor ve çok da aklı başında görünüyordu.

"Aklından geçeni biliyorum. Babası iyi değil hem de kendisi adına sağlıklı bir karar veremeyecek kadar kötü. Görüntüsü ise evin cadısının oyunları. Bahtiyar daha aklı şeytanlıklara çalışırken Anadolu'dan kaçak eser hırsızlığı yaptığına dair söylentiler dolaşıyordu. Avukatı olan arkadaşlarımızdan bunun dedikodu olduğuna dair söylentiler duymuştuk. Onlara göre bu daha çok kıyıda köşede unutulmuş eserleri toplamaktı. Bu merakını herkes bilir. Eserleri saklıyordu. Demek Melike artık onları atmak istiyor. İyi bir karar vermiş bu sayede bir hayra vesile olacak."

"Öyle bile olsa Melike'nin ağzından bunu duymak gerekiyor." Can bana saf saf bir bakış atınca niyetimi anlamamış olacak ki devam ettim: "Yasal prosedür falan filan. Beni Melike'ye götür evine gidemem Serap hanımdan önce onunla konuşmam gerek, ayrıca telefonu da kapalı."

"Doğru bir karar çünkü Serap hanım o eserlerin satılmasına asla razı olmaz çünkü onları büyük bir ihtimal kötü günler için saklıyor." Can saatine bakıp gülümsedi:

"Şimdi okuldadır dersinin bitmesine yarım saat var, gidelim."

. . .

Okul beklediğimden daha büyüktü bu yüzden konservatuar binasını bulmak da epey zamanımı aldı. Binanın giriş kapısında beklemeye başladım. Yalnızdım çünkü Can arabada kalıp beni beklemeyi tercih etmişti. Son vukuattan sonra ona görünmek istemiyordu anlaşılan zaten istese bile Melike'nin karşısına çıkmayacağını da biliyordum. Çünkü ona göre bu doğru olandı.
Öğrenciler yavaş yavaş çıkmaya fakülte boşalmaya başladıktan bir süre sonra elinde tuttuğu keman kutusu ile Melike göründü kapıdan. Her zaman ki gibi ayak bileklerine inen bir elbise giymişti. Elbisenin kolları bileklerine kadar örtülü, yakası sıkı sıkıya kapalıydı. Onda ilk kez fark ettiğim bir özellikti bu. Onu tanıdığım günden bu yana açıkta olan tek şey saçlarıydı. Onun dışında tesettürlü bir bayandan hiçbir farkı yoktu. Yaz kış, sıcak ya da soğuk demiyor daima bu derece örtülü kıyafetler giyiyordu. Başta bu durum bana pek bir tuhaf görünmedi ama sonradan Can'ın anlattığı hadiselerden sonra bu durumun Melike'de psikolojik bir travma yarattığını anlamıştım. Başkalarının nazarlarından kendini sakınma çabasıydı bu hali. Buna emindim. Ona karşı belki de ilk defa içimden bir yakınlık duydum. Zaten böyle değil midir? Başkalarının hüzünlü tarafı onları sempati duymamız için en iyi yoldu.
Melike bana yaklaşırken beline kadar inen açık kahve saçlarının önüne düşen tutamını yavaşça geriye itti. Onu rahatsız etmemesi için arkadan toplamıştı. Orada fark etti beni bir an tanıyamadı gibi olsa da sonunda tanıyınca önce şaşırdı ama duygularını toparlamakta iyiydi ki yüzü ifadesizleşti. Birkaç adım daha atıp yanıma yaklaştı ve her zaman ki o mahcup gülümseyişi belirdi yüzünde. Gözlerini kaçırdı. İlk konuşan ben olmalıydım.

"Selamünaleyküm,"

"Aleykümselam." diyerek karşılık verdi. Ardından bana hissettirmemeye çalışarak endişe ile etrafına bakınmaya başladı ama anlayarak cevapladım:

"Can arabada bekliyor." bakışları anında benimkiler ile buluştu. Daha da mahcup olarak önüne düştü başı. Kızın edebine gülümsememek elde değildi. Ardından aklına gelen şey ile tekrar bakışları benimkiler ile buluştu bu defa telaşlıydı:

"Yoksa benim onu-"

"Hayır. Söylemedim." arkamızda büyük çınarın altına yerleştirilmiş bankı gösterdim:

"Vaktin varsa biraz konuşabilir miyiz?" sessizce onayladı. Bankta iki büklüm otururken onun hala benden çekinen edasını izledim bir süre ardından bunun Can'dan kaynaklandığını anladım. Utanıyordu. Sevdiği içindi elbette. Çünkü insan sadece maşuktan ve maşukun adının geçtiği yerden utanırdı.

"Bu sabah annen vakıfla ilişkisini kesti." dedim birden konuya giriş yaparak. Yüzü düştü.

"Çok dil döktüm ama nafile. Bunun için üzgünüm."

"Aslına bakarsan biraz hayal kırıklığına uğradım... Can'ın Zeyd'in –eşimin- kardeşi olduğunu ondan gizleyen ben değildim. Ben olsam dahi bunun vakıfla hiçbir alakası yok. Annen bunu öğrendiğinde bunu kişisel bir mesele olarak görmemeliydi."

"Özür dilerim. Yine benim-"

"Hayır Melike. Özür dileme. Bunda senin bir kabahatin yok. Annen kendisine göre bunu uygun görmüşse senden bir şey söylemeni bekleyemem, beklemiyorum da. Buraya kadar geldim çünkü bir şey öğrenmem gerek."

"Nedir?"

"Bağışta bulunduğun eserler..." Melike şaşırdı belli ki bildiğimi düşünmüyordu: "Gizli kalmasını istedin sanırım."

"Evet."

"Ama bizim bilmemiz gerek. Müzayede düzenlediğimiz anda annenin gelip bizi hırsızlık ile suçlamayacağına emin olmamız gerek."

"Merak etme Gazel, annemin size gönderdiklerim ile yakından uzaktan ilişkisi yok. Zaten çoğunu görmedi bile babam gizlice koleksiyon yapardı."

"Peki bunlar söylentilerde geçen kaçak eser hırsızlığı-"

"Elbette ki hayır. Babam asla öyle bir şey yapmadı. Size gönderdiğim tüm antikaların hak sahibi yasal olarak benim. Gereken imzaları da bu sabah avukatıma verdim. Gönül rahatlığıyla müzayede yapabilirsiniz."

"Bunun senin kendi adına bir özür dileme şekli olduğunu görebiliyorum. Ben kişisel olarak algılasaydım bu olayı kesinlikle kabul etmezdim ama bu benim meselem değil... ve binlerce çocuğun yüzünde o gülümseme için elimden gelen her şeyi yaparım." Melike onu tanıdığım günden bu yana ilk kez samimi bir şekilde gülümsedi bana. Gülümsemesinin onu o sadeliğinin eteklerinden söküp bir güzelliğe büründürdüğünü gördüm. Can gerçekten de nasiplilerden ben o an emin olmuştum. Aynı şekilde karşılık verdim.

"Neden bilmiyorum, o eserlerden kurtulmak istiyormuşsun gibi bir hisse kapılıyorum." sustu önce uzun bir sükuta büründü. Ya kelimeleri arıyordu içinde ya da cevabı sessiz kalmaktı. Konuyu değiştirmeye niyet ettiğim anda konuşmaya başladı. Sessiz uzaklardan geliyor gibiydi.

"Beni uzun zaman önce bir rafa kaldırılmış bir eşya gibi düşün. Kimse dokunmuyor, kimsenin ihtiyacı olmuyor, unutulmuş, kaderinden razı. Sana saçma gelebilir ama o depoda ki eşyalar bana kendi hayatımı hatırlatıyor. Ben artık eski bir eşya olmak istemiyorum."

Onun değişmek istediğini anladım. Matemde olan bir insanın yolun sonuna gelmiş hali gibiydi. Ya o tozu kaldıracaktı ya da kendini o odaya kilitleyecekti. Melike'nin üzerinde ki tozu kaldırmaya karar vermesinin sebebi nedir bilmiyorum ancak aklıma gelen tek kelime sebebi ile birlikte bizden birkaç metre uzakta duruyordu. Ona doğru döndüm:

"Sen eski bir eşya değilsin. Hala gülümseyebiliyorsun, konuşabiliyorsun, yürüyebiliyorsun, nefes alabiliyorsun... ayrıca çok güzel keman çaldığını da duydum... tüm bunlar için Allah'a şükretmelisin. Tozlanmak değil sende ki. İnsan hüzünlü olduğu için sürekli siyah elbise giydiği için tüm hayatı bundan sonra matemden ibaret olacak değil. Tozlu sandığın o hüznün geçmesi tamamıyla senin elinde. Senin kaderin senin çabana bağlı. Mevsimi geldiği için artık senin de çiçek açma vaktin."

Uzanıp elini tuttum ve gülümsedim. Melike ona anlatmak istediğim şeyi çoktan anlamıştı ve benim bir şeyler bildiğimin de farkına varmıştı. Bu konuda bir yorumda bulunacak değildim. Onun hayatıydı ve görüyordum ki onun mevsimi gelmişti. Allah sonunu hayr etsindi. Yanından ayrılmak için ayağa kalktığım vakit aklımda ki soruyu sormadan edemedim.

"Neden Can'ın senin onu düşündüğünü bilmesini istemiyorsun." başını eğdi sessizce konuştu:

"Benim yüzümden daha fazla üzülsün istemiyorum."

"Nereden biliyorsun sana yakın olmanın onu üzdüğünü." bir an şaşırdı. Bu cümleyi ilk kez duyuyordu belli ki Daha önce kimse ona bu ihtimalden bahsetmemiş gibiydi. Ardından tekrar eğdi başını, gözleri doldu:

"Benim yüzümde-"

"Melike, bir hata yaptın o da bir hata yaptı. Ve Allah hala sizin iplerinizi koparmanıza izin vermiyorsa başka bir planı olduğundandır belki de, var bunda da bir nasip. Artık üzülme çünkü asla Allah kulunu zayi etmez."

Gülümsedim ve onu ardımda bırakarak çıkış kapısına yöneldim. Kapıdan çıkmak üzereyken Can belirdi bir ağacın arkasından ona kısılan gözlerim ile baktım ama yüzünde endişeli bir ifade belirdi.

"Ne söyledin ona? İlk kez onu öyle gördüm."

"Hiç. Çiçeklerin açma vaktinin geldiğini söyledim."

Can bir şey anlamadan yüzüme baktı ama üstelemedi, yaşayarak görecekti nasılsa.

. . .

Vakfa geri döndüğümde daha iyi bir ruh halindeydim ve yapacak bir dolu işlerim vardı. Hemen işe koyulmak gerekirdi. Hızla koridoru döneyim derken önüme çıkan kişiye çarptım. Elinde ki çay tepsisinde duran çaylardan biri yere diğeri giydiğim bej elbisenin eteğine döküldü.

"Abla, çok özür dilerim ben görmedim vallahi." panikle söylenen çocuğa baktım. Ağlamak üzereydi neredeyse. Enes'ti çarpıştığım kişi. Medresenin yatılı kalan öğrencilerinden biriydi ve arta kalan zamanında yarı zamanlı çalışır cep harçlığı çıkarırdı. Muaz onu derslerinden daha geri de kalmaması için vakfın çay ocağında çalışmasını teklif etmiş o da seve seve kabul etmişti. Omzundan tutup onu kaldırdım:

"Enes, tamam benim hatamdı. Önüne bakmayan bendim."

"Abla-"

"Tamam dedim olmaz bir şey, sen Necmiye ablaya söyle de temizlesin buraları hemen camlar birinin ayağına batabilir. Sonra da bana bir çay getir."

"Peki."

Enes'i gönderdikten sonra elbisemin eteğine baktım ama bu halde durulmazdı. İnsanın evi ile iş yerinin yakın olmasının en güzel örneklerinden bir tanesidir ki böyle küçük kazalarda üzerini değiştirme imkanı bulabilirsin. Hemen orta kapıdan geçip taş avluya geçtim. Tuhaf bir şekilde kimseler etrafta görünmüyordu. Kapıyı annem açtı. Üzerimi görünce de hemen anlayarak bana Betül'ün kıyafetlerinden birini verdi. Tekrar üzerimi değiştirip vakfa döndüğümde Özlem'i ofisinde buldum:

"Özlem müzayede için afiş-"

"Hazır bile. Davetiyelerde hazır Haluk bugün teslim edeceğini söyledi dağıtım için liste bekliyorum Betül'den."

"Çok güzelsin."

"Sizde hep öylesiniz efendim. Teşekkür ederim."

Odama girdiğimde çayımın çoktan masama bırakıldığını gördüm. Melike'nin gönderdiği tüm eşyalar odamdaydı ve Zeynep etrafta ki kalabalığı inceleyerek elinde ki deftere bir şeyler karalıyordu.

Yerde iki tane altın işlemeli antika olduğunu haykıran duvar saatine baktım. Ardından Duvar dibine konulmuş üç gümüş ayna, birkaç komodini andıran mobilya, birkaç eski rahle gördüm. Tablolar yan yana dizilmişti. Hepsi de Osmanlı dönemi minyatürlerindendi. Masada duran el yazması Kur'an-ı Kerim'e dokunduğum da kadife kapağı insanı kendine hayran bırakıyordu. Yanında bir pusula, bir bıçak, bir silah, ilk kez gördüğüm taşlardan tespihler, yüzükler kolyeler... masanın diğer ucunda bir Ney, beyaz bir kıyafet, bir takke, bir ibrik... vs. bir sürü nice değerli eşya duruyordu. Zeynep'in yanına gittiğimde baktığı tabloya çevirdim bakışlarımı.
Eski bir taş mahalle resmedilmiş. Bir kapı önünde başörtüsünden yüzünün yarısını gösteren bir kadın figürü var. Kapının eşiğinden içeri girmek üzere. Başını sağa çevirmiş evine girmeden hemen önce bakmakta olduğu kişi gözlerinden okunuyor. Hemen sağında yerde secdeden kalkmış soluna doğru selam veren bir delikanlı var. Delikanlı ise soluna doğru selam vermekte ama sanki selamı unutmuş da kızın peçeden kalan yüzüne bakmakta. Başında takke, üzerinde eski elbiseler, önünde seccade olan bu delikanlının olduğu tablo içime dokundu ince bir noktadan. Neden bilmem aklıma gelen ilk kişi Zeyd oldu. Bana anımsattığı kişinin içimde özlemi buhurlandı. Hemen altında çiziktirilmiş Arapça bir yazı gördüm. Okudum ama anlamadım. Zeynep'e baktım.

"Ne yazdığını biliyor musun?" elleri anlatmaya başladı yine:

"Bir dörtlükten kesit olabilirmiş."

"Kim dedi." eli ile serçe parmağı yüzüğünü gösterdi; Muaz.

"Ne yazıyormuş?"

"Mecnunun yolunu uzatan değil misin Leyla?"

"Subhanallah. Ne güzelmiş."

Zeynep diğer eşyaları kontrol ederken ben bir türlü koparamadım bakışlarımı tablodan kimin çizdiğinin merakı içindeydim. Sonunda Zeynep'in bana dokunması ile kaçtım tablodan gözünde kocaman bir retro gözlükle bana baktığını gördüğümde gülmeden edemedim.

"Bu da nereden çıktı."

"Bilmem eski zaman modası."

"Galiba. Nasıl da çirkin bir gözlük." Gerekten de insanın yüzünün yarısını gizleyen yanı sevimsiz ama orijinal bir görüntü oluşturuyordu. Zeynep:

"Mahlukata çirkin deme." dediğinde gülmeye başladık ikimizde. O sırada Özlem'in telefon zil sesi duyuldu koridordan oldukça bilinen yabancı, hareketli bir müzikti. Zeynep şarkıyı duyduğunda gözünde ki gözlüklerin etkisi ile dans etmeye başladı. Bense onun bu haline şahit olup gülüyordum. Birkaç figür yapıp dans konusunda ki beceriksizliğini sergileyince de gülmemi durduramadım. Sonra telefon kapandı ve Özlem'in sesi duyuldu:

"Zeynep, Evren hoca seni bekliyor."

Zeynep telaşla gözlüğü çıkarıp kapıya yöneldi bana son bir el salladıktan sonra çıkıp gitti. Hala gülerken onun bıraktığı gözlüğe takıldı bakışlarım. Az önce ki dans edişi gözümde canlandı bir kez daha. Bir gözlükle nasıl havaya girebiliyordu ki insan? Denemek için taktım bende gözlükleri bir iki saniye etraf iyice karanlık gözüktü. Asıl sahibin bir başkasının olmasının verdiği eminlikten galiba bir değişik hissettirdi, belki de başka bir şeydendi o anda bilmiyorum. Şarkı sesi nereden geldi bilmiyorum. Önce ayağımla ritim tutmaya başladım. Sonra bir ileri iki geri geldim. Parmaklarımı şaklatıp ve ritim tutmaya başladım. Aklımda eski bir şarkı çalıyordu ama galiba da sadece aklımdaydı. Etrafımda bir kez döndüm, iki sağa bir sola hafifçe gidip geldim. Sonra siyah camın ardından duvarda ki yansımamı gördüm o kadar komik görüyordum ki kendime az önce Zeynep'e güldüğümden daha çok güldüm. Gülmemi nihayet bastırabildiğimde ise gözlüğü çıkarmak için masaya yöneldim ki, onu gördüm. Açık kapının önünde durmuş bana bakıyordu, bir eli yarı açık cam kapının kolundaydı. Üzerinde siyah bir deri ceket, siyah kot vardı. Sakalı uzamıştı belli ki gittiğinden bu yana kesmemişti. Onun ırak bir yeren gelen bu görüntüsü hepsinin ötesinde gülümsetti beni ilk olarak. Ona olan özlemimim anı, hali, tavrı hepsini belirsizleştirdi.

Zeyd Hazar'ın dileği böyle gerçek oldu işte. Yüzümde peçe olmadan beni görüşü ondan nasıl bir hisse sebep olduysa öylece donup kaldı bana bakarken. Sahi hasretim yüzüme yansımış mıdır?

. . .

Loading...
0%