Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@cikoltalipattesbet

 

Anılar
“Gitmek istemiyoruz ama.”
“İsteseniz sizde bize öğretebilirsiniz”
“Çok fazla gittik”
“Önümüze kitabı koyuyorlar bir kere okutuyorlar. Hiçbir şey anlamıyorum”
Nisa, Duygu ve Nehir Kuran kursuna gitmek istemiyorlardı. Oranın epey sıkıcı olduklarını ve hiçbir şey anlamayacaklarını sanıyorlardı. Oysa dedeleri gitmelerini istiyordu. Küçüklüğünde o da bu Kuran kursunda kuran öğrenmişti. En sonunda ikna etmeyi başardılar. İlk gün gideceklerdi, eğer beğenmezlerse sonraki gün gitmeyeceklerdi.

 

Kızlar kendinden emin bir şekilde odalarına gittiler. Kızların babası odaya girdi ve “Dedenizi üzmeyeceksiniz. O kursa gideceksiniz ve deden sizi almaya geldiğinde ‘Dede yarında bu saatte buraya geleceğiz değil mi’ diyeceksiniz .İtiraz istemiyorum” dedi ve odalarından çıktı.
Dedikleri gibide oldu. Kursa gittiler. Kayıt oldular. Sıkıcı diyorlardı ama hiç tahmin etdikleri gibi çıkmamıştı. Acayip eğleniyorlardı.
“Hocam ben ismimi en başa yazın diye ilk söylemiştim siz en sona yazmışsınız”
“Hocam Kaan burnunu karıştırıyor”
“Hocam Rövaşata çeken var”
“Ay biri çiki monkey oldu”
“Hih terbiyesiz bide telefon getirmiş”
“Hocam kafa atıyor”
“O da tekme atıyor ama”
“Hocam osuruk böceği var burada”
“Hocam ben saydım 18 kişiyiz”
“Bak şu çocuk Stranger Things hayranı ikide bir tavana bakıp duruyor”
“Hocam çay demleyelim mi?”
“Koşun, koşun simitçi geliyor.”
“Durdurun hemen simitçiyi”
Küçük afacanlar çok eyleniyorlardı. Eve geçtiklerinde her şeyi anlattılar
“Gerçekten çok eğlenceliydi.”
“Çay bile demledik orda. Çok güzeldi.”
“Bir tane çocuk vardı asker gibi bizi adam etmeye çalıştı.”
En sonunda annelerine anlatacak bişeyleri kalmayınca Powerpuff Girls izlemeye başladılar. Nisa Bubbels, Duygu Blossom, Nehir ise Buttercup’dı. En sevdikleri çizgi filmlerden biriydi. Çikolata ve ekmek yemeye gelirsek kızlardan birinin üstü hep çikolata oluyordu. Akşam olunca çoğunlukla mısır patlatıyorlardı. Nisa’nın üvey abisi geliyor ve bizim afacanları rahatız ediyor onlarla uğraşıyordu. En çok Nisa’nın kafasına vururdu, bazen de Nehir’in. Hatta bir takma isim bile bulmuşlardı. ‘Yürüyen kapitalizm’ diyorlardı. Nisa’nın üvey abisi kızınca odalarına çıkıyorlardı. Odalarındaki camlar ve kapı posterler ile kaplıydı.
Hatta kursa gitmeden önce orda çok sinek var diye Nehir ve Duygu’nun halası yani Nisa’nın annesi Damla 50 sinek öldürme karşılığında 200 lira vermişti. Çoğunlukla bizim afacanlar Damla ile dalga geçerlerdi. Çünkü glütensiz ekmek yiyor diye alay ediyorlardı. Duygu ‘Karaca ekmek varsa glütensiz ekmek yemez ama bayat ekmek varsa glütensiz ekmek yer’ bile diyordu. Bunlarda yetmezmiş gibi Yeliz ayak parmaklarını hareket ettiriyor diye ‘Bakın, bakın görüyor musunuz ayağı sinyal veriyor’ diyorlardı.
Normal çılgınlıkları başka, köydeki çılgınlıkları başkaydı
Yine çılgınca bir şey bulup Dut –o şey dut değil dut gibi bir şey ama ismini bende bilmiyorum- toplamaya gitmişlerdi. İlk başta sadece Nisa ve Duru gitmişlerdi. Telefonlarını alıp çıkmışlardı. Ama bir sorun vardı. Kap getirmemişlerdi. Hırkalarını çıkartıp yere serdiler ilk önce, topladıkları bütün dutları hırkalara koydular. Hırkayı poşet gibi toplayıp baya bir yer gezdiler. Bazı yerleri Nehir ile beraber toplarız diye toplamamışlardı. Çoğu yeri toplamamalarına ve bazı çalılıkları es geçmelerine rağmen nerdeyse 2 avuç dut toplamışlardı. Daha doğrusu Duru toplamıştı. Tek sopaları oldukları için Nisa’nın elinden bir şey gelmemişti. Sadece yerleri gösterebiliyordu.

 

Bir sonraki gün Nehir ile gittiklerinde bu sefer Nehir toplamayan olmuştu. En çok toplayanda Nisa. Nehir sadece video çekiyor Nisa’nın saklama alanını dolduruyordu. Günün sonunda Duygu çayırlığın oradakileri toplamayı denedi. Diğerlerinin uyarısını dinlemeden ‘çay toplamak için buraya giriyorlarsa bende girerim’ deyip girdi. Oradan çıktıklarında hepsinin yüzleri kıpkırmızı Nisa’nın ayak bilekleri, elleri ve yüzü mahvolmuş, Duru’nun bacaklarına diken batmış, Nehir’in ise yüzü kıp kızarık olmuştu. Yeliz hepsini teker teker duşa sokmuştu. Ama bizim afacanlar buna rağmen çok eğlenmiş ve mutlulardı. Yine deliliklerini yapmış, dutlarını toplamışlardı. Çaki, Anabelle ve Freddy’deki ip atlayan kız için bir mutlu son daha göz kameralarına ve kalpdisk’lerine kazınmıştı…

                                                                                    ***                    

 


Başım ağrıyor hatta çatlıyordu. Kalkıp etrafa baktığımda yerde yatıyordum. Biraz daha etrafı kolaçan ettiğimde sadece benim değil Efe’nin de yerde yattığını gördüm. Çınar koltukta amuda kalkmış bir şekilde bacaklarını duvara uzatmış bir şekilde yatıyordu. Güneş ise koltuk başlığına ‘Aşkım seni çok seviyorum sakın beni bırakma’ der gibi sarılmıştı.
“Ne olmuş ya buraya?” Güneş’in sesiyle irkildim. Çenem ile Çınar’ı işaret ettim. Çınar’a baktıktan sonra gülmemek için elini ısırdı ve odadan çıktı. Onu takip edip salona en uzak odaya girip kahkaha atmaya başladık. “Bide Efe yerde Süpermen gibi yatıyor orda patladım!” Biraz daha güldükten sonra Güneş’in gülüşü kesildi. Tam ne oldu diyecektim ki tabloyu gördüm. Güneş’in fotoğrafları vardı ve yüzü kalplerle doluydu. “Nişan, kına, düğün organizasyonu bende.” Dedim. Arkamızda Efe ve Çınar vardı. Efe mal gibi kalmış Çınar ise arkada salak gibi sırıtıyordu.
Güneş Efe’ye bakıp “Sen benim arkadaşımdın.” Sırıttı. “Ama erkek arkadaşımdın.” Dedi ve ortaya bombayı koydu. Koşup Efe’ye sarıldı. Çınar arkadan ıslık çalarken ben olmayan göz yaşımı silip olmayan ağlamamı durdurmaya çalışıyordum.
Arkadaşlar bir dakika bu hiç o okuduğumuz aşk kitaplarındaki gibi olmadı. Normalde bizim okuduklarımızda bunlar yalnız olacaktı. Sonra Güneş Efe’ye tokatı basması lazımdı ve yaptığından pişman olup ‘askim özür dilerim böyle olmasını istemezdim’ demesi lip glossunu tazeleyip öpüşüp barışmaları lazımdı. Sonrası zaten rahat Amerikan filmine otomatik olarak bağlanıyordu. Hay maşallah aklıma kurban nasılda biliyorum her şeyi. Aman nazar değmesin.
Çınar, sesini olabildiğince inceltip kadın sesi gibi çıkmasını sağladı ve Güneş’in sesiymiş gibi konuşmaya başladı “oşkom omo noyo onco domodon burdo yopamoyız.” Güneş Efe’den ayrılıp Çınar’ın ensesine patlattı. Benim bile içim acıdı lan şak diye ses çıktı. Efe ortamı yumuşatmak için araya girdi “Arkadaşlar hatırlatırım ki bu gün 14 Temmuz yani Nisa’nın doğum günü ve benim daha doğrusu Güneş’in aklında bomba bir plan var!” güneş araya girdi “Pasta yapacağız ama birinin gözü bağlı olacak. Diğeri ses duyamayacak. Biri konuşamayacak ve en önemlisi başka biri ellerini kullanamayacak.” Bu nasıl bir kafa be “Ben ses duymayan olurum” dedim. Çınar “Ben konuşmayan olacağım.” Efe Güneş’e bakıp “Ben senin gözünüm sen benim ellerimsin” dedi.
Bu şekilde herkes hazırlanmaya başladı. “Ben gözümü ne-“ konuşmasına izin vermeden Güneş Efe’nin gözünü bağladı. Güneş’in en nefret ettiği şeyi de yapmayı unutmadı. “Saol aşkitobomçikellam.” Çınar ve ben gülmekten onları duyamıyorduk. Çınar beni kaldırdığında en sonunda pastayı yapmaya başladık. Tabi Efe bir şey görmediği için her şeyi bizim üstümüze dökmüştü. Tabii benim Çınar’ın arkasına saklandığımı saymazsak. “Kafanda yumurta kırayım mı?” Çınar bir şey dedi ama ne dediğini anlamadım çünkü kulağımda son ses Back Door çalıyordu. “Neeee? Ne diyorsun kız anlamıyorum.” Kafasını salladı. “Zaten Efe üzerine her şeyi dökmüş kabartma tozu ve vanilya bile var!” Kafasını önüme eğdiğinde çırpıcıya benzeyen şeyi aldım ve Çınar’ın kafasında yumurtayı patlattım. Hemen ardından kafasında çırpıcıya benzer şeyle daire çizmeye başladım.
Kafasını kaldırıp bana doğru koşmaya başlayınca elime 4 yumurta alıp kaçtım. Çınar beni unla kovalıyor ben ise yumurtayla kaçıyorum. Zor bela kurtulduktan sonra yine mutfağa geçtik. Bütün evi turlamıştık. Evet arkadaşlar benim 5 günlük sabah sporum tamam siz devam edebilirsiniz. Mutfakta Efe’yi tezgahta bir şey ararken bulunca elimde kalan son yumurtayı ‘işte bir kurban daha’ deyip Efe’nin kafasına iki kere hafifçe vurdum ve tavaya kırar gibi kırdım. Efe ağızı açık bana döndüğünde kendime engel olamayıp yumurta kabuğunu ağzına soktum. Ağzındaki kabuğu yere tükürdüğünde hepimiz hep bir ağızdan gülmeye başladık. Efe en sonunda dayanamayıp göz bandını çıkardı. “bu ne ya güya pasta yapacaktık ben pasta masta yapmıyorum” diye isyan ede ede salona geçti. Çınar’da Efe’nin yanına geçince biz Güneş ile pastayı hallettikten sonra salona geçtik. “Hadi film izleyelim” dedi Efe. “Bakkala cips çikolata almaya sen gidersin o zaman” dedim. Bir şekilde Efe’yi bakkala gönderdikten sonra kura hazırladık ve kağıtlara bazı film isimleri yazıp karıştırdık. Hepimiz bir tane aldı ve taş kağıt makas oynadık. Kazanan ben çıktım ve kağıdımda Siccin 7 çıkmıştı.
Efe geldikten sonra filmi bir şekilde bitirmeyi başarmıştık. Bu günümü de bu şekilde kapatmıştım.
***
Okula gelmiş hocanın gelmesini bekliyorduk. Öğrendiğim kadarıyla sınıfa yeni biri gelecekti. Hoca geldiğinde hepimiz aya kalktık ve hoca oturmamızı söyledi. “Evet çocuklar bu gün sınıfımıza yeni biri geldi. Kendini tanıta bilirsin kızım.” Hoca defteri imzalarken kız kendini tanıtmaya başladı. “Öncelikle burada olmak çok büyük bir şereftir benim için.” Agah sözünü kesti ve konuşmaya başladı “Evet arkadaşlar MasterChef elemelerine başlayabiliriz. Evet sendeyiz.”
Kız konuşmaya başladı “Benim adım Nergiz” sözünü kestim “Soyadım Aksoy.” Ela oynadığımız oyunu devam ettirdi. “Ben bunu çok çok çok çok severim.” Hoca masaya vurup bizi uyarmaya başladı ama ben hocayı kale almayıp devam ettim. “Çıh arkamdan çıhh.” En sonunda Nergiz hocaya dönüp bizi şikayet etmeye başladı. ben boşuna demiyorum bizim sınıfta ağlamak bulaşıcı diye. “Tamam pick me su ağlama bir şey demedik.” Hani şey olur ya öldürecek gibi baktığını sanıp maymun gibi bakanlr var ya, heh işte ondan.
Kız kendini zor bela tanıttıktan sonra yerine geçerken Efe’ye baktığında Güneş ile her şeyi anlamıştık. Güneş bana kızı işaret edince kafamı sallayıp sus işareti yaptım. Çınar ve Efe arkamızdaydı ve anlayabilirlerdi. Dersi isim şehir oynayarak atlatabildik ve teneffüs zili çalınca tuvalete gittik. Tam konuşacaktık ki Nergiz tuvalete girdi ve “Kızlar sizden bir şey isteyebilir miyim” diye sorunca Güneş’in bacağına dokunup bu iş bende hareketi yaptım.
Kafamı salladığımda Nergiz “Sizin arkanızdaki erkeklerden uyuyanı bana ayarlayabilir misiniz” dedi. Güneş tam kızın üstüne yürürken onu durdurdum ve “Çıkışta konuşuruz bunu” dedim. Kız teşekkür edip çıktığında Güneş “Niye beni durdurdun kızın azının payını verseydim” Güneş’e dönüp “Kızım mal mısın burada dövsek anlarlardı çıkışta döveceğiz hem sağlam döveriz” Güneş sırıtınca sınıfa geçtik. Nergiz Efe’yi kesmeye çalışıyordu ama Efe Çınar ile cezalı taş kağıt makas oynuyordu. Biz de çantalarımızdan paralarımızı alıp kantine indik.
“Aha kantinde olay var!” Bizim sınıf ve B sınıfı kavga ediyordu bizim sınıfın yanına gittiğimizde Ela aynen kanka çok yaparsın deyip bir kızın saçını çekmeye başladı. bizim sınıf kavgaya dahil olurken bende başka bir kızın saçını süpürge etmekle meşguldüm. Biri Mehlika’ya vurmaya başlarken Güneş sandalyelerden birini aldı ve sandalyenin bacağını kızın dizine geçirdi. Birkaç dakika daha dövdükten sonra müdür ve müdür yardımcısı geldi odasına gittiğimizde bir kızın burnu kanıyor bir erkeğin parmağı kırılmıştı. Tabi ki de asla ben çocuğa sandalye fırlatmamıştım. Neyse diğerlerinin bazı yerlerinde morluk ve ketçap mayonez veya marul vardı.
Müdür “Kızlar hele bide Nisa sizden hiç bunu beklemezdim şimdi dürüst olun olay ne?” harbiden olay neydi de biz kavgaya giriştik? “Ee hocam bizde bilmiyoruz Ela’ya sorun.” Hocanın kaşları havalandı “Niye kavgaya karıştınız o zaman?” Sence? “Hocam boşuna mı sınıfımız D sınıfı.” Ela olayı anlatmaya başladı “Hocam şimdi şu B sınıfı 9’lardan birine zorbalık yapıyor kızı dövüyorlardı. Bizde dayanamadık gittik uyardık sonra bizi dinlemeyince ve yapmaya ne olursa olsun devam edeceğiz deyince aynen kanka çok yaparsın deyip kızın saçına yapıştım. Sonrası malum” Hoca biraz daha konuştuktan sonra bizi uyarıp gönderince sınıfa gönderince okulun bitmesine son iki ders kalmıştı. Güneş “Bu gün pick me suyu nasıl halledeceğiz?” deyince. “Bu gün onu bir yere davet edeceğiz ve gideceğiz kız bizi tek sanacak ama bizimkilerde orda olacak.” Dediğimde kafasını salladı ve sınıfa geçip hocanın gelmesini bekledik.
İki dersi bir şekilde atlattıktan sonra Nergiz’i kafeye çağırdıktan sonra eve geçip hazırlanmaya başladık. Biz normal bir şekilde hazırlanıp kafeye geçmiş kızı bekliyorduk. Çınar ve Efe’yi zar zor ikna edebilmiştik zaten. Nergiz geldiğinde bizimkileri gördüğünde çok şaşırmıştı ama belli etmemeye çalışmıştı. Gelip oturduğunda biz sohbet etmeye çalıştık ama kısa kesip hemen gitti. Güneş ve ben istediğimiz olduğu için mutluyduk. Erkekler hala mızmızlanıyordu. “Tamam o zaman Güneş sen bu gün bizde kalıyorsun ve kızlar gecesi yapıyoruz” dediğimde Efe Güneş’i kendine çekip “Kim demiş onu Güneş benimle geliyor” dediğinde Çınar ile gülmemek için kendimizi zor tuttuk.
Eve geçtiğimizde Efe Güneş’i hala bırakmamıştı. Dünden kalan pastayı dilimleyip tabaklara koydum. Tabakları da tepsiye koydum tam mutfağın kapısını açıp gidecekken kapıdaki böceği görünce çığlık atmam ve tepsiyi düşürmem bir oldu. Çınar kapıyı açmaya çalışırken ayağımdaki terliği alıp fırlatınca böcek yere düştü ve ben korkudan masanın üstüne çıktım. Çınar gelip beni masanın üstünde görünce gözleri pörtledi. Sonunda Güneş neyden korktuğumu fark edip böcek var diye bağırdı. Böcek masaya çıkmaya başlayınca hemen tezgaha atladım. Efe Çınar’a peçete fırlattı ve Çınar çok şükür böceği öldürdü. Güneş bir tarafta ben bir tarafta tezgahın üstünde korkudan dona kalmıştık.
“Hadi inin şuradan öldürdüm böceği” dediğinde masayı gösterdim. İki tane böcek vardı ve sadece biri ölmüştü. Çınar başka bir peçete alıp o böceği de öldürdüğünde zar zor tezgahtan indik ve mutfağı toparlamaya başladık. Mutfağı toparlamamız bittiğinde yeni pasta alıp onu yemeye başladık ama bu sefer kesme zahmetine girmedik. Film açmak yerine benim zorumla çizgi film izliyorduk. Güneş ve ben halimizden memnunduk ama erkekler hiç de memnun değildi. Efe Güneş’i izliyordu. Arada sırada Çınara bakıp Efe’yi işaret ediyordum, çok komik duruyordu.
En sonunda gün bitince evlere dağıldık ama şunu biliyordum ki kimsenin uykusu yoktu
***
Nisa: Uyudunuz mu?
Güneş: Üç saattir boş boş duvara bakıyorum
Efe: Sadece benim mi canım çiğköfte dürü çekiyor?
Çınar: Evet desem yalan olur.
Güneş: Ya Allah aşkına ne alaka gecenin dördünde çiğköfte dürüm
Efe: Sanki yiyebiliyoruz.
Güneş: Şu an çiğköfte dürüm yediğini herkes biliyor. Çok zorlama.
Efe: Yo sadece ben yemiyorum. Çınar’da yanımda.
Nisa: Ne! Okulda size gram yemek yedirirsen Kürt olayım. Beni de çağıracaktınız hani?
Çınar: Ben çağıracaktım izin vermedi kıyameti kopardı.
Efe: Yalana gel. Asıl sen Nisa gelmesin diye kıçını yırttın.
Çınar: Ben. Nisa gelmesin diye. Kıçımı yırtacağım. Çok beklersin.
Efe: Çok beklememe gerek kalmadı az önce yırttın zaten.
Güneş: Olum hani anlaşmıştık Nisa’ya geleceksin deyip çağırmayacaktık.
Çınar: Asıl sen sevgiline bak seni çağırmadı bile
Güneş: Kes be bir kere beni çağırır aşkitobomçikellam.
Çınar: Aynen gördük çağırdığını.
Efe: Hani anlaşmıştık gruba aşkitobomçikellam yazmayacağız diye. Kırıldım
Çınar: Neyse yenge sen en iyisi gel bizimle çiğköfte dürüm ye
Efe: Harbiden gel bir tanede film açarız mükemmel ortam.
Çınar: Yalnız yenge evde sarma varsa getirirsen iyi olur en son görmüştüm tadı da çok güzeldi maşallah. Kim yaptıysa ellerine sağlık.
Güneş: Sen benim anamın sarmalarını mı yedin! Bende diyorum yarısını kim yedi.
Çınar: Yenge onlar senin ananın yaptıkları mıydı ya. Neyse hakkını helal et bacım.
Güneş: Helal olsun bacım. Helal olsun.
Efe: Neyse ya Nisa’yı çağırmayın sakın vıdıvıdısını çekemem
Nisa: Özelde değilsiniz yalnız.
EFE GRUPTAN AYRILDI
NİSA EFE’Yİ GRUBA EKLEDİ
Efe: Niye beni gruba ekliyorsun ya çıkacağım
EFE GRUPTAN AYRILDI
Çınar: Yazık rahmetliyi çok severdim
Güneş: +1
Nisa: Kesin sizde.
Güneş: Peki yenge.
Çınar: Peki patron.
***
Yine bir okul günü. Yine
“Nisa gelmek ister misin soruya?” deftere o kadar çok odaklanmıştım ki hayallerde dalıp gittiğimi fark edemedim bile. Savaş hoca bıyığı ile bana bakarken gülümsedim. Ben bu soruya kalkamam. “Hocam başka bir soruya seve seve.” Ya bir sal-
Kalemi bana uzattı. “Hadi Nisa. Bekliyorum. Gel çöz.” Başımı iki yana sallayıp ellerime önümde ona tapar gibi birleştirdim. “Ya kalkarsın bu soruya ya da Fırat hocanın yanına gidersin.” Güneş kolumu dürttü. “Kalkma Fırat’ın odasına git.” Ela arkasına döndü. Sessizce fısıldadı. “Fırat’a git.” Güneş tepki sizce tahtaya bakıyordu. Mehlika nöbetçiydi. Belki ona uğrayabilirdim. Yerinde bulursam tabi. “Hocam bilmiyorum anlamadım konuyu.
Kalemi bana uzatan kolunu indirdi. Başıyla kapıyı işaret etti. “Fırat hocaya git Nisa.” Ciddi olamazdı değil mi? Bu adam ara dalgacı gibiydi. Bir espri yapıyordu ya da laf sokuyordu. Diğer gün anlıyordunuz. Öğretmen masasına gidip kağıda bir şeyler yapıp imzaladı. “Yok da yazmayacağım.” Ben şaşkınlıkla hocaya bakıyordum ulen Savaş.
Güneş kolumu dürtüp kalkmamı söyledi. Kalkmadım. Savaş hoca kağıt ile birlikte gelip bana uzattı. Kağıdı almaya elim varmadığından Güneş alıp ayağa kalktı. Daha fazla odak olup benim hakkımda düşünceler peyda olmadan sınıftan çıkmam lazımdı. Güneş Savaş hocadan aldığı kağıdı elime tutuşturdu ve beni hafif bir kuvvetle ittirdi. Son kez kızlara ve dönüp Savaş hocaya baktım. “Görüşürüz Nisa.” Direk soruyu anlatmaya başlamıştı. Bir soruya kalkmadık diye yediğimiz tribe bak. Beni korumanız lazımdı hocam.
Kapıya ilerleyip açtım. “-zor değil size öğrettiğim detayı buraya koy-“ kapıyı kapatıp koridorun sessizliğine çıktım. Arka planda hala Savaş hocanın sesini duysam da dersi çok dinlemek istemediğime kanaat getirdim. Çıkıp hemen bir sınıf yanımızda olan Fırat hocanın odasına adımladım. Cebimde anlamsız nüde tonlarında rujum vardı. Aklıma gelen hin plan ile gülümsedim.
Fırat hocanın odasının kapısının önünde duraksadım. Elimdeki kağıda baktığımda sadece bir imza ve üstünde de ‘suçsuz’ yazıyordu. Suçsuz mu? Elim benden izinsiz kapıyı çaldı. İçeriden ‘gir’ sesi gelince kapı kulpunu tutup indirdim. Beni gördüğüne şaşıran ve olağan dışı bir şekilde şık şık giyinen Fırat hocam görüş alanıma girdi.
“Ada?” Kapıdan sadece kafamla bakmam yerine vücudumu da içeri soktum. Kapıyı ardımdan kapattım ve Fırat hocamın oturduğu masaya ilerledim. Elimdeki kağıdı uzattığımda kaşlarını çatarak aldı ve sütlü kahve gözleri bir süre kağıdın üstünde gezindi.
“Suçsuz mu? Hiçbir şey yapmadın ve Savaş seni bana mı gönderdi?” Aynen öyle oldu. Başımı olumlu anlamda salladım. Sonra beni şaşırtarak gülümsedi ve başıyla koltuğu işaret etti. “Otur menekşe iki ders birlikteyiz.” Ne? “Nasıl yani hocam? Sırf bir soruya kalkmadığım için bu çok saçma. İkinci derse gideyim bari.”
Elindeki kağıdı bilgisayarının klavyesi altına sıkıştırdı. Ellerini birbirine kenetledi. Ciddi sayabileceğim bir ifade ile sütlü kahvelerini bana dikerken yerimde kıpırdandım. “İlk post-modern roman?” Başımı sabır dilercesine yukarı kaldırdım. Hatırlamıyordum. Daha sınavlara bile çalışmamıştım ben. Hem post-modernde neyin nesiydi. Modern ama post. Posta dan mı bahsediyor? Alakası yok. “Bilmiyorum.” Başımı indirdim. Sınanıyorum. Okulda ömrüm çürüdü. “Öyleyse bir süre yanımdasın. Dolapta kitaplarım var. İstediğini al. Şu iş bitene kadar seninle ilgilenemem.” Mümkünse ilgilenme hocam. Böyle sorular soracaksan istemiyorum.
Kalkıp duvara sabitlenmiş dolaba yürüdüm. Açıp baktığımda içinde bir sürü kitap vardı. Seç beğen al Nisa. Came on. Bu arada İngilizce ve Almanca konuşması da var. İh bin 17 jahre alt. Elim bir kitabın üstünde durdu. Kitap sırtlarını tek tek incelemek eğlenceliydi. Kimdi şu karısının cenazesinde başka bir kadın aşık olan yazar? Abdülhak Hamit Tarhan. Sızlansın kemiklerin.
İçim karardı yeminlen. Ölüm, kalım, dehşet sevmiyorum ben. Hemen elimi çektim. Bir şey okumaya gerek yoktu. Hem de hiç gerek yoktu. Geri yerime geçip oturduğumda Fırat hocamın bakışları bir anlığına bana dönmüştü. Üzgünüm hocam bizimle değilsiniz. Hiç içimi açmadı kitaplarınız. İnsan bir karanlığın dokunuşu okur.
“Beğenmedin mi?” Yok beğendim. “Pek bir bana hitap etmiyor hocam.” Şöyle bir ‘sen kimsin?’ gibi baktı ama ben dehşete düşmeden bakışları bilgisayarına döndü. Bende gidip koltuğa kendimi bıraktım. Başımı geri atıp beyaz duvarın neden beyaz olduğunu kendi içimde tartışmaya başladım. Neden yani? Beyaz çok klasik bir renkti. Ne bileyim sarı olur pembe olur. İyice disko topuna döner burası ama olur mu olur.
“Menekşe.” Sesinde anlayamadığım bir tını vardı. İnsanlar size baktığınızda hissederdiniz. Büyük ihtimalle hissetmişti.
Hadi canım
“Hı.”sütlü kahvelerini bilgisayardan bana çevirdi. “Ayna var mı hocam?” makyaj mazemelerini nadiren toplardı. Kafalarına estiğinde ya da göz önünde çok göründüğünde. Hocam masanın çekmecesine uzanıp içinde katlanıp açılabilen siyah bir ayna uzattı. Elinden alıp açtım. Cebimdeki yeni Flormar’ın yeni çıkan kapsül şeklindeki 004 numaralı rujunun kapağını açtım. Göz ucuyla Fırat hocamın bana baktığını görüyordum ama iyiyiz Nisa iyiyiz. Bu ruju alırsa cingan koparırım. Aynayı dudağıma hizaladım. Dudağım çok büyük değildi ama kendince bir hacmi olduğunu düşünüyorum. Ruju dudaklarımda gezdirdim. İpeksi yumuşaklığı dudaklarımın hoşuna giderken nerdeyse ruju dudaklarımın her tarafına sürmüştüm. Bir tur dudaklarımı birbirine bastırdım.
Rujun kapağını kapatıp kucağıma koydum. Lütfen başına bir şey gelmesin. Dudaklarıma bir kez daha baktıktan sonra aynayı kapatıp Fırat hocamın masasına koydum. Bu sırada bana tek kaşını kaldırmış itinayla bakan bir Fırat beklemiyordum. Gözü mü seğrildi onun?
“Güzel oldu mu hocam?” Aynayı almadı. Ruju cebime geri koydum. Canıma mı susadım? Evet. Canım mı sıkıldı? Evet. Şu an bu adamdan başka eğlencem yok mu? Evet. “Çok güzel oldu ama şimdi o ruju bana ver.” Elini talepkarca uzattı. Büyük eline baktım. Bana göre büyük duruyordu. Üzgünüm o ruju ölürüm de vermem. “Hayır hocam vermeyeceğim.” Kaşlarını yukarı kaldırdı. Sanki başka bir çarem vardı. Bu bakış tam olarak ‘sıkıyorsa verme’ bakışıydı.
Eli hala ruju vermem için açık duruyordu. “Hocam ama sıklıdım. Savaş hocada beni buraya gönderdi. Canım sıkılıyor.” Gözlerinden bir tereddüt geçti. Beni neden buraya gönderdiğini bilen bir tereddüt. Kısa sürdü ama kendini hissettirdi. Bacak, bacak üstüne attım. aklıma gelmişken bu Nergiz olayını ne yapacaktık. Elini vermeyeceğimi anladığından olsa gerek indirip kolunu masaya dayadı. Kaşınıyorum. Vallahi bak. Aksiyon arıyorum. “Nisa, önümde yüzüme baka, baka rujunu tazeliyorsun böyle şeyler heleki okulda tilt olduğumu biliyorsun.” Yani. Omuz silktim. İşaret ve baş parmağı ile şakaklarını ovdu. Sinirlenmiş olamaz değil mi? Sinir olsun istedim tabi ama şimdi tutup da bana disiplin yazacak değil ya.
“Sıkıldım hocam. Bu mükemmel ötesi geniş odanızda yapabileceğim hiçbir şey yok. Allah aşkına şuraya bir iskambil kağıdı falan kofun.” Gözlerini belertip bana baktı. “İskambil?” Başımı salladım. “Evet iskambil.” Başını sabır çekercesine sallayıp yarım bıraktığı işe geri döndü. Bakışları arada bana değse de her hangi bir şey yapmadığımdan emin olurcasına keskin gözleri yaptığı –baktığı bilgisayarda ki- işe geri dönüyordu.
Rujumu cebimden geri çıkardım. Elime alıp oynayabileceğim başka bir şey etrafta görünmüyordu. Kapağını açtım. Ruja baktım. Tekrar kapattım. Sonra bunu yaklaşık beş kez daha yaptım. Ruj kapağı kapak kapanırken ki ‘klik’ sesi oyalanmamı sağlıyordu. Ben ruja o kadar odaklanmıştım ki Fırat hoca ayağa kalkıp arkamda durduğunda bile rujla ilgilenip açıp kapattım. Önüme bir el uzandı. Ruju elimden çekip alırken direnemedim bile. Bedenim bu atağı çok sonradan fark etmişti. Arkamı dönüp yüzünde ki hain sırıtışıyla bana bakan Fırat hocama baktım.
“Hocam-“
“Hiç hocam deme bu ruj koleksiyonuma katılacak. Sonra da çöpe.” Bunu yapamazdı değil mi? Kısa değildim ben ama bu adam çok uzundu. Ruj etrafını saran parmakların içinde kaybolmuştu. Bildiğin sadece eline ulaşmaya çalışıyordum. “Hocam rujumu geri verin lütfen.” Gözlerimi kırpıştırıp sütlü kahve gözlerine baktım ama orada tek bir umut parçası bile bulamadım. Elim ile eline uzanmaya çalıştığımda elimi tuttu. Elinde belli olan rujumla az da olsa mutlu olurken onu oradan nasıl alacağım konusunda beynimi zorlamam gerekti.
“Küçük menekşe-“ kapı çalındı. Bunu fırsat bilip elimi Fırat hocadan kurtardım. Kurtardığım elimle ruju tutan elini almaya çalıştım. Biraz vahşi görünebilirdi. Fırat hocam ise bütün modu mu düşürecek şekilde düşük volümde kahkaha attı. Ben ise hala elini açmaya çalışıyordum. Meret nasılda sıkmıştı elini.
“Hocam bu ruj çok pahalı tamam özür dilerim bir daha olmayacak.” Yalvarma moduna büründüm. Başka türlü ruju kurtaramayacaktık. Beni bırakıp masasına yöneldi ve oturdu. Ona üzgün bir bakış atıp koltuğa oturdum. Bu sırada ruju çekmecelerinden birine koymuştu. Daha doğrusu fırlatmıştı. İçim acıdı. Ben sana 173 Türk Lirası vermiştim.
“Gel.” İçeriye giren fizikçi ile bakışlarım onda dolandı. İsmini bile hatırlamıyordum. Fizikçi işte. Gıcık açık kahve saçlı, ince vücutlu, notu kıt bir fizikçi. Moda anlayışı da yerlerde zaten. Mavi bir elbise mi? Bu havada. “Hocam12. Sınıflar için olacak gezi ile sizinle konuşacaktım.” Ne yani bize yok da 12. Sınıflara gezi mi var. Kırıldım. Bakışları hayranlıkla Fırat hoca da gezerken beni buldu. Bakışlarının değiştiğini o kadar belli etti ki. Fırat hoca yerinde kıpırdandı.
“Müsait değilseniz sonra gelirim.” Vıdıvıdıvıdıvıdı. Lütfen gelme. “Hayır hocam gelin lütfen.” Fırat hocama baktım. Gerçekten mi? Hocam sizin göz zevkiniz yerlerde acil müdahale lazım. “Bende gideyim o zaman hocam.” Ayaklanıp tekrar Fırat hocaya baktım. ‘o rujumu alacağım.’ Dudaklarımdan okuduğu cümle ile dudakları meraklı bir pırıltı eşliğinde yukarıya kıvrıldı. Bu şu demek oluyordu ‘elinden geleni ardına koyma.’ Totişim yese gidip Çınar’a şikayet ederdim ama yemiyor işte. Hem de hiç. Tıpış, tıpış Fırat hocanın odasından çıkarken bana sadece ‘ortalıkta dolanma’ demişti. Gidip kantine çökecektim. İki ders orada takılmak dışarıda maç yapmalarını izlemek, Fırat hoca ile bir odada oturmaktan çok daha eğlenceliydi. Bu iki dersi bir şekilde atlattıktan sonra zilin çalmasıyla birlikte sınıfa doğru yol aldım. Bu gün yanımda Ölü Taht diye bir kitap getirmiştim. Onu okuyacaktım.
Annemin arkadaşının kızı Eylül Neva Kolcu eskiden Ölü Taht’ı 13 yaşında yazmaya başlamış. Küçüklük hevesiyle kitabı bastırmış ama satmamıştı. Annem ben öyle fantastik kitaplar okuyorum diye bir tane de bana almış. Ama kitabı annem bana ulaştıramadı. Ben kendim karakoldan aldım. Çünkü annem bana kitabı ulaştırana kadar kaza geçirmişti. Sonradan borçlarımız falan olunca bütün annemden kalanları satmış borçları zar zor kapatmıştık. Benim annemden kalan tek hatıram buydu. Bu kitaptı. Kitap elime ulaştığında ilk sayfasına ‘En çok annem için okuyorum bu kitabı. Umarım okuduğuma sevinirsin’ yazmıştım. Ve şimdi bir kez daha okumaya korktuğum kitabın kapağını açacak ve gerçekten okuyacaktım.
Sınıfa geçtiğimde hiç kimse teneffüse çıkmamıştı. “Niye teneffüse çıkmadınız?” Agah hemen atladı. “Eniştem su Çınar sen gittikten sonra kıyameti kopardı. Seni savunmaya falan başladı. Hocada eniştem suya kızdı. Bende dedim ki hocam ayıp oluyor yalnız eniştem su ya bağırmayın dedim. Sonra o onu savundu şu şunu yaptı derken herkes teneffüse çıkma cezası aldı.” Fırat hocanın yanında olmaktan daha iyi. Bir de rujumu çaldı.
Agah cümlesini bitirir bitirmez gülme krizine girdim. “İlk defa şansım yüzüme güldü vallahi. Allah’ım sen bu şansı eksik etme. Efe konuşmaya başladı. “Sen gül güleceğin kadar. Tabii cezayı yiyen sen değilsin biziz.” Kaşınmasaydınız siz de. “Hem ben demedim size beni koruyun diye siz kaşındınız.”
Sırama geçip oturduğumda telefonum mesaj gelmesi ile titredi. Alvin’im arıyordu. Yanına da my litter ponny emojisi vardı. Nehir ise beni Simon’um diye kaydetmiş ve yine my litter ponny emojisi koymuştu.
Alvin’im: Kuzen şu an quez‘deyiz acil yardım et.
Niye ben? Çalışsaydın ben sana o kadar çalış dedim.
Simon’um: Niye ben? Çalışsaydın ben sana o kadar çalış dedim.
Oha yazısal düşündüm.
Görüldü yedim. Kesin hoca yakalamıştır bunu. Zaten gizli saklı iş yapamaz. O konuda berbat ötesi. Boşuna mal demiyoruz işte.
Başlık
“Nehir senin boyun yetişmiyor dur bir de Nisa denesin.” Bizim afacanlar yine bir işler karıştırıyorlardı. Bu sefer amaçları odalarının camının yanındaki portakal ağacından gözlerine kestirdikleri portakalı almaya çalışıyorlardı.
Nisa denedi, dalı tutup kendine çekebildi. Ama portakalı alırsa düşerdi. “Nehir gel çabuk şuradaki portakalı al.” Nehir için o dal uzaktaydı yetişemezdi. Nehir’de bir dalından tuttu ve Duyguya seslendi. Üç kişi küçücük bir camdan portakal toplamaya çalışıyorlardı.
Duygu en sonunda portakala uzanıp almayı başardı. Bu kadar uğraşmalarına rağmen portakalı yememiş aynalı masalarının üstünde aynanın tam ortasına koymuşlardı. Sonrada gaza gelip aşağı inmiş portakal ağacının dibindeki sopalardan alıp portakal devirmeye çalışıyorlardı. Aynalarının üstündeki portakal yetmemişti onlara. Tek fark Duygu yoktu.
“Nisa senin sopanda çivi var hemen al şunu çok güzeldir o.” Tabi ki de Nisa takmamıştı o sopaya çiviyi. Öyle bulmuştu. Ama işine de gelmişti. Hemen Nehir’in yanına koşup oradaki portakalı düşürmeye çalıştı. Bütün günlerini portakal toplamaya ayırmışlardı.
Günün sonunu da mısır patlatıp çizgi film izlemek için ayırmışlardı. Mısır patlatmaları biraz facia ve kaos olmuştu. Hemen anlatıyorum. Bizim üçlünün planları gecenin saat bilmem kaçında başlayan çizgi filmlerini izlemekti.
Mısırın tenceresini çıkardılar yağını, mısırını, tuzunu döktüler fakat şöyle bir sıkıntı vardı ki tencerenin altı delikti. Delikten akan yağ ateşe sıçrayınca kısa sürelik yangın gibi fışkırmıştı. Bizimkilerde tabi suya kuru buz atmış misali tepkimeye girdiler.
“Bez verin çabuk!”
“Mısırlara ne olacak?”
“Başlatma mısırına evi yakıyorduk.”
“Ambulansın numarası neydi?”
“Salak o itfaiye.”
“Şu an oturup onu mu düşüneyim sence!”
“Kızlar kapatın ocağı.”
“Niye biz? Açık konuşmak gerekirse totişin yiyorsa sen kapat o zaman.”
Bir şekilde kapatmayı becerdiler. En sonunda mısırı aça kapata ve yakarak patlatabildiler. Mısır tavasını yıkamaya gelmişti sıra. Duygu doktor. Nehir yardımcı, Nisa ise ışık olmuştu.
Mısırlarını zorlu bir ameliyat ve deneyimden sonra patlattılar. Ekmeklerine çikolata sürdüler ve salona geçtiler. Nehir ve Duygu karşılıkla koltuklara Nisa ise yerde yatıyordu.
En sevdikleri çizgi filmler başladı. Kızlar heyecanla izlediler. Sona yaklaşınca uykuları yavaş yavaş gelmişlerdi. Bir de yine gaza gelip sıcak çikolata yapmaya başlamışlardı.
“Kahve değil sıcak çikolata.”
“Kahve bu değil mi ya”
“O sıcak çikolata maho kahve değil. Az üşenme de üstündeki yazıları oku.”
“Kızlar süt çok mu kaynadı yoksa daha bekleyelim mi?”
Nehir ve Nisa cevap veremeden süt taşmaya başlamıştı. Sütü ocaktan alamıyorlardı çünkü cezvenin kulpu çok ısınmıştı. Beze hiç tutmuyorlardı çünkü bezi zaten yakmışlardı. Daha fazla bela olmadan ocağı kapattılar. Cezvedeki sütü kupalara doldurdular. Çikolata tozunu kaynamış süte döktüler. Sıcak çikolatalarını içtiler. Bütün kanıtları sildikten sonra salona geçip biraz daha izlediler sonra da dayanamayıp uyuya kaldılar.
Çaki, Anabelle ve Freddy’deki ip atlayan kız için bir mutlu son daha göz kameralarına ve kalpdisk’lerine kazınmıştı…
***
“Acaba en güçlü şey ney?”
Evet şu anda öğlen arasında konuştuğumuz konu buydu. Herkes teker teker cevap verdiler.
“Karanlık”
“His”
“Işık”
“Güç”
“Zeka”
“Korku”
Hiç biri değildi. Efe araya atladı. “Kızım güç ne alaka bazıları çok güçlüdür bazıları güçsüzdür.” Güneş ise Efe’ye ters ters bakıp “Asıl karanlık ne alaka. Işık bir kere karanlıkta gözükür” dedi. Ela’da araya girip “Bence en mantıklısı zekaydı. Sonuçta düşünmeden hareket edersen çabuk yenilirsin ama düşünürsen yenilmezsin” dedi.
Mehlika Ela’nın dediğine karşı çıktı. “Ama karşısındaki kişi kurnaz olabilir veya hile yapıyor olabilir. Bu bir oyun değil nasıl başardığına değil başardığına bakarlar.” Sen öyle san. “Kendi dediğine bile inanmıyorsun.” Sessizlik. “En güçlü şey inançtır. İnancın olmadan hiçbir şey yapamazsın. Mesela zor bir oyuna girdin ama kendine inanmıyorsun. İlk elenen sen olurdun. İnanmadığın sürece güçsüz kalırsın inandıktan sonra gerisi zaten teker teker gelir.” Efe yine anlamamıştı. “Ne alaka şimdi bu? Ateistlerde hiçbir şeye inanmıyor ama onlarda gayet güçlü.” Onlarda inanıyorlardı. “Onlarda inanıyorlar Efe kendilerinin ateist olduklarına inanıyorlar ki ateist olduklarını söyleyebiliyorlar. Bir hiçliğe inanıyorlar yani. Aslında inanmak istemedikleri için ‘biz hiçbir şeye inanmıyoruz’ diyebiliyorlar. Bu yüzden bir hiçliğe inandıklarından bihaberler.”
Bir dakika orda ne oluyor? Çüş sandalye niye havada lan. Masadan kalkarken “Koşun kavga var yetişmemiz lazım” bunlar kavgaya karışmadan önceki son sözlerdi. Zaten hepsi bize doğru geliyordu. Arkalardan biri ‘onlar mı?’ diye sorunca en baştaki kafasını sallayıp geri çekildi. Herkes yerine oturdu hiçbir şey olmamış gibi. Ela “Ben hala anlamadım diğerleri varken neden inanç daha güçlü.”
“Çünkü Korku en zayıflarıdır ama korku olmayınca olmaz çünkü korku sadece yanıltmaca gibidir sen korktuğun için hiçbir şey yapamazsın korkusuzluk ta hissizliğe girer sen eğer bir şey yaparken hissiz bir şekilde yaparsan senin bir şeyler çevirdiğini akıl edebilirler. Bu yüzden rol oynamak çok önemlidir zekayı karıştırır.” Niye bana değişik değişik bakıyorlar? Güneş omzuma dokunup “Nesin sen? Dünyanın en zeki inanı falan mı?” Kafamı sallayıp ellerimle kendimi gösterdim “Ne sandın Abam.” Biz aramızda anırırken Güneş “Aferin kiram” dedi zar zor. Biz böyle sesleniyorduk birbirimize. Abam ve kiram diye.
Efe yine mallığını konuşturarak "Polisin numarası kaçtı lan" dedi. Efe'ye bakıp "Napıcaksın Allah aşkına" diye azarladım. Tabi bizim ulti mega zeka yine cevabını almadan susmazdı. "152 mi?" Diye sordu. Çınar kafasına vurdu "Hayır mal 181" dedi. İkisininde ensesine vurup "Sizde zeka geriliği bar tabikide 112"

 

Efe "Ee ambulansın numarası kaç?" Diyince "Hepsinin numarası aynı" dedim

 

Bu günüde böyle saçma salak sorularla atlatmıştım.

                              ***

Loading...
0%