@cileklerveyoon
|
Yorum yapmayı unutmayınız!! İyi okumalarr✨
Tedirginlikle parmaklarıyla oynayışına dikkat kesilmiştim. Onu bu hale getiren bendim. Bu yüzden onu bu sorunların içinden çıkarması gereken kişi de bendim. Kapı sonunda açıldığında içeriye girmiştik beraberce. Kendini kötü hissediyordu, belliydi.
Attığı her bir adımda geri gitmek istiyor oluşunu görebiliyordum. Fakat buna da bir çözüm bulacaktım. Bunu düşünmek zorunda olmayacaktı artık.
Salona doğru giriyorduk. Bu ev her zamanki kasvetinin üstüne dahasını eklemişti sanki. Onunla aramda mesafe bırakmadan yürüyordum. Tutunacak bir dalı, yaslanacağı bir sırt, güvenebileceği biri olmak istiyordum bu yabancıların arasında.
Adımları oldukça sarsaktı salona girerken. Biri ona dokunsa düşecek, ona karşı tek kelime edilse ağlayacak gibi duruyordu. Bakışların bize dönüşünü de garip karşılamadım. "İyi misin, jungkook?" diye ortaya atıldı, yoo jung.
Jungkook'un öncekinden bile daha ürkekleşen bakışları yoo jung'u bulmuştu. Dudakları aralanmıştı fakat buna rağmen sadece başını sallamıştı. Bakışlarımı ondan çekmiştim. "Min jae nerede?" diye sormuştum, bakışlarım etrafta kısa bir tur atarken.
Aradığımı bulamamıştım. "en son buralardaydı..." diyen yoo jung'un da bakışları etrafta gezinmeye başlamıştı. Onu boşvermişken jungkook'a dönmüştüm. Ruhsuzlaşan haliyle gözleri ağırca beni bulmuştu, tıpkı benimki gibi.
Ağzımdan tek kelime bile çıkmak istemezken "hadi," demiştim. "Seni odaya götüreyim." diye eklediğimde ise çoktan üst kata çıkmak için merdivenlere adımlamıştım. Benim söylediklerime itiraz etmeye gücü, tahammülü bile yoktu artık.
Vakit kaybetmeden odaya girdiğimizde pek bir acelemiz yoktu aslında. Bazen biz demek bile yanlış geliyordu bana. Kendimi onunla aynı kefeye bile koyamazdım. Beni geçtim, bu onun için büyük bir hakaret sayılıyordu. Bundan sonrasında onu ne kırmaya ne de ağlatmaya hakkım vardı. Komik, öncesinde de yoktu ya.
İçimde adının sevgi olduğunu bildiğim bir his vardı. Bunu biliyordum çünkü annemden sonra kimseye bu duyguları beslememiştim. Merhamet yanıma yaklaşmak istese dahi en yakınımdan yediğim darbe üzerine onu elimin tersiyle itiyordum. Bunların hiçbiri yaptığım yanlışların üstünü kapatamazdı ki zaten kapatmak da istemiyordum, biri dışında.
Gözleri yine yeniden pencerenin bulunduğu tarafa dönerken şaşırmak istiyordum. Tüm bu olanlardan önce bana söylediği sözler geldi aklıma. Sormuştum ona. Ne buluyorsun şu pencerenin ardında diye sormuştum. Sadece tek bir kelime söylemişti. Özgürlüğümü...
Aslında hepsi benim hatamdı. Onu çıkmaza sokmuştum ve kaçmak onun için en mantıklı çözümdü. O gün anlamalıydım. Bana sarıldığında, teşekkür ettiğinde şüphelerime hak vermeliydim. Yine de bunlar yaşanmasaydı şuan böyle olur muyduk diye düşünmüyor da değildim.
Eskisinden daha kırgındı. Geçip yine usulca bu odadaki yerini almıştı. Nereden geldiklerini bilmediğim dürtülerim onunla konuşmam veya temasta bulunmam için ısrarcıydılar. Her ne kadar karşı çıksamda bir şekilde kendimi onun dibinde buluyordum. Tıpkı şuan olduğu gibi.
Elim omzundaki yeri almıştı. Daha düne kadar ondan uzak kalmaya çalışırken şimdiki isteğim nedendi? Okşadım usulca, tenini kaplayan kumaş parçasını. "Sürekli küllerinden doğan bir Anka kuşu olmama rağmen yoruldum..." demişti, tüm dikkatim ona dönerken.
Sesini duymak içimde bir şeylerin ardı ardına paramparça oluşuna neden oluyordu. Burukluğu, yüreğimi dağlıyordu. Söylediği kelimeler tüm çaresizliğini göz önüne seriyordu. Tümüyle haklıydı. Güçlü biriydi o. Tüm gücünü tüketen ise bendim.
Elim yaptığı hareketi yavaşlatmıştı. Ağzımı araladım usulca. "Eşsiz bir kelebeksin sen. Sadece bir gün kadar ömrün var. Ve ben senden ömrün boyunca beni affetmeni isteyeceğim. Bekleyeceğim ısrarla." derken ses tonum bana garip gelmişti. Olduğundan daha yumuşaktı.
Düşündü söylediklerimi. Bende o bana cevap verene kadar birşey söylemedim. Cevap da vermedi aslında. Yerinden kalktı halsizlikle. Ayaklarını yerde sürüye sürüye adımlayıp yatağına girmişti. Gitmedim ardından. Battaniyesini çekti omuzlarına kadar. Gözlerini yumdu.
Üstümde öyle bir ağırlık vardı ki, yürürken topallıyordum. Onu rahat bırakmak istedim. Beni istemiyor olabilirdi. Hatta şuan bir tek yalnız kalmayı bile istiyor olabilirdi. Kapı pervazından bakarken gözlerimi yumdum sıkıca. Kapıyı ardımdan çekip de alt kata indim ardından.
Göz ucuyla bakındığımda eksik olanların babam, amcam ve jin young olduğunu görmüştüm. Jin young'un kaçmasına izin vermemiştim ve hatta bunun üstüne onu evin deposuna kilitlemiştim. Yemek veya herhangi bir ihtiyacını karşılamasına bile karşı çıkmıştım. Kimse de buna itiraz etmemişti, annesinden başka.
Min jae ile kısa bir an göz göze geldikten sonra "getirin onu." demiştim. Başını tek seferlik onaylarcasına sallarken yerinden kalkmıştı. Bir kaç dakika içerisinde gitmiş ve geri gelmişti. Jin young'un yüzünü görür görmez içimi bir öfke kaplamıştı. İğreniyordum ondan.
Min jae onu tam da karşımda durdururken bakmıştım yüzüne. Başını kaldırıp o da tıpkı ona baktığım gibi bakmıştı bana. Tek kelime dahi etmeyecektim. Ağzımdan çıkacak bir kelime bile onda değer bulmayacaktı.
Min jae onu tutarken elimi uzattım eline. Ne olduğunu anlamak için baktı bana, tıpkı diğerleri gibi. Elini çekmeye çalıştı fakat izin vermedim ona. Serçe parmağını tuttum yumuşak bir şekilde. Tabi bunun ardından ani bir hareketle tersine çevirdiği de derin bir acıyla haykırmaya başladı.
Birinin gelip de beni arkamdan çekiştirdiğini hissettiğimde arkamı dönmüştüm. Yoo na'nın yüzüne doğru düzgün bakmazken üzerimdeki silahı yerinden çıkarmış ve ona doğrultmuştum. Panikle adımlarını geriletirken, "kimse karışmayacak!" demiştim, düz bir ifadeyle.
"Yalvarırım bırak onu! Gideceğiz buradan. Bir daha görmeyeceksin bizi. Öldürme onu! Yalvarırım öldürme!" diye peş peşe konuştuğunda umursamamıştım bile. Söylediklerini gerçekten gerçekleştirirlerdi farkındaydım ama böylece çekip gidemezlerdi. Yaptıklarının bedelini ödetmeden bırakmazdım ikisini de.
Silahı diğer tarafa bir kez çevirmiş ve "çekil şuradan!" demiştim. Ağlıyordu ve dahasını söylemek istiyordu. Ağzını araladı hatta ama "sana git dedim!" diye bağırdığımda gitmek zorunda kalmıştı. Onun titreyerek uzaklaşmasını izledim bir süre.
Tekrar Jin young'dan tarafa döndüğümde hala sızlanıyordu, yere çömelmiş bir halde. Büktüğüm parmağının bulunduğu sağ elini göğsüne yaslamış, acısını dindirmeye çalışırken sol elini de zemine yerleştirmişti güç almak için. Fakat ben bugün onun güç sandığı şeyleri de yerle bir edecektim.
Ayağımı kaldırıp da ağır asker botumla elinin üstüne basarken başını kaldırıp bakmıştı bana acıyla. Çekmeye çalışmıştı elini bağırıyorken. Sesleri kulağıma bir vızıltı edasında ulaşırken ağırca nefes alıyordum. Ayağımı iyice bastırdıktan sonra kaldırmış ve pürüzlü botumun izlerinin gözler önüne serilmesini sağlamıştım.
Tıpkı diğer eli gibi bunu da kendine çekerken ayak uçlarının üzerindeki duruşunu bozmuş, kendini geriye atmıştı. Ayaklarını kullanarak kendini arkaya doğru itiyor, aklınca benden uzaklaşıyordu. Bu sefer uzatmadım. Uzatmayacaktım.
Hâlâ elimde olan silahı doğrulttum ona. Hiç beklenmedik bir zaman ve hızla dizinin olduğu yere sıkmıştım. Bu seferki bağırışı tümünden fazlayken sesi tüm evde yankı yapmıştı. Yoo na koşup oğlunun önünü kapatıp da onu korumaya çalışırken bir yandan da hıçkırıklarla ağlıyordu. Elini Jin young'un bacağından akan kanın üstüne tutuyor, her yerin mest edici renkteki sıvıyla kaplanmasını sağlıyordu.
Jin young ter ve kanlarla kaplanmışken sırtı zeminle buluştu, baygınlık geçirdiği için. Min jae'de tıpkı yoo na gibi Jin young'un üstüne eğilmiş ve onu ayıltmaya çalışmıştı. Silahı tekrar çıkardığım yere geri koyarken, "umarım ciddiyetimi anlamışsınızdır." demiştim.
Göz ucuyla salonda bulunanlara baktıktan hemen sonra arkamı dönüp çıkmıştım merdivenlerden. Göğsüm aldığım nefeslerle inip kalkarken kapı kolunu tutmuştum sıkıca. Parmak uçlarımın sararışını izledim kısa bir süre. Aşağıdan gelen sesler kulağımı dolduruyorken yerinden söküp çıkarmak istedim onu. Kimsenin sesini duymak istemiyordum. Bu yüzden kapıyı açtım usulca.
Bakışlarımı kapıdan çekmemiş ve girdiğim gibi de geri kapatmıştım. Adımlarım yere sarsak basarken sanki dikenlerin üstünde yürüyordum. Başımı hafifçe kaldırdığımda oturduğu yerden kalkmış olduğunu görmüştüm.
Karşımda dikiliyorken durmuştum öylece, bir kaç saniye. Ardından adım attım ona doğru. Bakışları bendeyken, "yüzbaşı?" diye seslendi kısıkça. Kaşlarım çok hafif havalanmış, doğrudan gözlerine bakar olmuştum. "Hm?"
"O," derken duraksamış, hatta yutkunmuştu. "O senin annen miydi?" diye sormuştu, çekingen bir tavırla. Sorduğu soru cevaplamak isteyeceğim son soru bile değildi. "Hayır!" dedim net bir tonla. İnanmamış gibiydi.
"Benim annem yok, jungkook. Benim babam yok. Sadece ben varım. Ben ve üniformam. Başka kimseyi tanımıyorum." demiştim tüm kalbimle. Üstümdeki üniformanın bana verdiği yetki ve hırs, her şeyden daha güçlüydü.
Bu kez neyi kastettiğimi anlamıştı. Başını ağırca sallamış ve arkasını dönmüştü tekrar. Kalktığı yere geri dönüyorken ona seslendim. "Jungkook?"
Döndü arkasını. Yüzüme söyleyeceklerimin beklentisi ile bakıyorken uzun sürmesini istememiştim fakat söylemekten çok çekindiği de ortadaydı. "Hani demiştin ya, ben o pencerenin ardında özgürlüğümü görüyorum diye. Eğer istersen şimdi bile çıkıp gidebilirsin. Artık seni zorlamayacağım." demiştim, seri bir şekilde.
Sustu öylece. Gözlerime baktı uzunca. Söylemek için bir şeyler arıyordu, her halinden belliydi. Başını eğdi. Derin bir iç çekerken, "artık nereye gidebilirim ki?" demişti. "Benim hiç kimsem yokmuş. Ve biliyor musun, ben senden çok daha çaresizim. Senin söylediğinin aksine baban var. Değerini bilmeyen sensin. Peki ya ben? Senin gözlerinin önünde terk edildim... Annem ve babam yaşıyor olsalardı beni severler miydi?"
Gözleri bu sefer bendeyken verecek bir cevap bulamadım. Sustum. Bu halime gülmüştü burukça. Aramızda bulunan bir kaç santimi kapattığında kaşlarım hafifçe havalanmıştı. Birden kollarını bana sardığında yine o günkü gibi donakalmıştım. "Yine de sen varsın. Beni sevmesen, istemesen bile yanımdasın." dediğinde yüreğime koca bir öküz oturmuştu.
Kollarımı ona dolamak istedim. Yapamadım. Gücüm yetmedi. Olduğum gibi durdum yalnızca. Söylediği kelimeler beni neden bu kadar kırmıştı ki? Ses tonunun bana verdiği hüzünden mi yoksa suçluluk hissinden miydi? Belki de ikisi kendilerini ortaya çıkarıyordu.
Başını yasladığı göğsüm sanki ona bir dayanaktı. Sıkıntıyla aldığı nefesler kulağımı dolduruyor, sıkı ama yumuşak tutuşu gözlerime bir acılık hissi veriyordu. Kestane koyusu saçlarına indirdim bakışlarımı. Hâlâ hiçbir hareket yapmıyorken çekilmesini istiyordum.
Ki öyle de yaptı. Kendini yavaşça çekti benden. Bu sefer yüzüme bakmaya utanmıştı. Tatlı bir telaşla sırtını dönmüş ve yüzünü görmememi sağlamıştı. Ben sürekli hissettiklerimi bir sonuca bağlamaya çalışırken zaman geçmişti hızla. Arada ağlayışla seslerini işitiyor, buna rağmen bakmıyordum ona. Bunu atlatana kadar istediği kadar ağlayabilir, istediği kadar bana kızabilirdi yaptığının aksine.
İçimde bir merakla gözlerimi daima açık olan pencereye çevirdim. Baktım bir kaç saniye. Bana pek hitap etmiyordu. Bu dünyada içimi rahatlatacak çok az şey kalmıştı. Telefon çaldığında irkildim. Bakışlarımı biraz ötede duran komedine çevirmiştim. Uzanıp da telefonu aldığımda arayan kişinin binbaşı kim olduğunu görmüştüm.
"Binbaşı kim?" diye sormuştum telefonu açıp oturduğum yerden kalkarken. Çıplak ayaklarım soğuk fayansta ağır hareketler yaparken karşıdan ses gelmişti. "Şuan neredeysen, ne yapıyorsan hemen bırak ve karargaha gel!" diye bağırdığında duraksayacak gibi olmuştum ama zaten bunu beklediğimden vazgeçmiştim.
Bakışlarımı jungkook'a çevirmiştim. Onun da uzandığı yerden göz ucuyla bana baktığını görmüştüm. "Emredersiniz efendim!" diye yanıtladığımda telefon suratıma kapanmıştı. Derin bir nefes almışken bakışlarımı jungkook'dan çekememiştim.
"Benim hemen çıkmam gerekiyor. Ne zaman döneceğimi bilmiyorum bu yüzden sen uyu." demiştim ona karşı. Yerinde doğrulmuştu ben cümleme başladığım an. Başını sallamıştı onaylarcasına.
Onu bırakmaya gönlüm el vermiyordu fakat biliyordum ki artık hiçbiri hiçbir şey yapamazlardı. Bu yüzden hızla dolapta duran üniformamı giyindim. Asıl korkmam gereken şey karargaha gittiğimde yiyeceğim azardı.
Evden çıktım, vardım karargaha. Adımlarımı seri atıyorken binbaşı'nın odasının önüne gelmiştim. Kapıyı çaldığımda içeriden bir ses duymuş ve bununla girmiştim. Beni görür görmez içeride bulunan bir kaç askeri göndermişti. Bakışları her zamankinden daha sert iken buna boyun eğmedim.
Tek kaşı havadayken, "sana demiştim değil mi? Bir daha arkanı toplamayacağım demiştim. Buna rağmen topladım. William'ın ölümünün üstünü kapattım tüm mevkimi kullanarak, ki bunu başarabilmem bile mucize." dediğinde konunun tam olarak ne olduğunu anlamıştım.
"Ama bugünkünü hiçe saymayacağım. Devletin sana verdiği silahı, mevkiyi kötüye kullandın. Al," dediğinde masanın üstünden çektiği bir kağıdı uzatmıştı. "Şimdi bunu imzala." demişti. Kaşlarım çatılıyorken kağıda uzanmış ve almıştım ne olduğunu anlamak için.
Fakat buna gerek bile kalmadan söylemişti, kağıtta yazan şeyin ne olduğunu. "Görevden alındın."
Selam!! Ben geldim, yine ve yeniden. Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Peki sizce taehyung görevden alınınca nasıl bir tepki verecek? Tüm bunların dışında buna açıklık getirmek istiyorum. Taehyung'un birden iyi olması aslında dediğim gibi 'birden' olan bir şey değil. Tabi jungkook'un da kendini ona doğru itmesi de aynı şekilde. Taehyung bu zamana kadar kimseden kendisine karşı bu kadar sabır ve en çok da yaptığı her şeye rağmen yine yanında olan birini görmemişti. Bu yüzden onu kaybetme korkusunu da yaşadığı için bir nevi pişman oldu. Jungkook ise tüm doğrularının aslında birer yalan olduğunu gördüğü için ve taehyung'un onu william'a karşı uyardığı için, daha önce onu koruduğu için ona sığınıyor. Tüm bu yalanların arasında ona doğru gelen şey taehyung yani. Bu kadardı, fazla bile uzattım. Beklemede kalın, maia ile kalın. 🪄💗✨
|
0% |