Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm ~ Zamanın Gölgesinde

@cileklilink

"Lara, geldik. Hadi uyan, Lara."

 

Şoförün dediği kasabaya gelmiştik sanırım. Yolu izlerken uyuyakaldığım için arka tarafa gelip beni uyandırmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş doğruldum. Her tarafım ağrıyordu. Taksiden çıkarken şoförle göz göz geldik. Kahverengi gözleri çok sıcakkanlı bakıyordu. O anda aklıma geldi. Şoför benim adımı nerden biliyordu? Adımı söylediğimi hatırlamıyordum ama bu taksiye bindiğimden beri şaşırılacak bir çok şeye şaşırmıyordum nedense. Bana ne olduğunu bilmiyordum. Ne olacağını bilmiyordum. Neden buraya getirildiğimi bilmiyordum. Hiç bir şey bilmiyordum. Bu kadar bilinmezlik içinde kayboluyordum sanki...

 

Taksiden indikten sonra şoförü takip etmeye başladım. Etrafa bakarken buranın terk edilmiş bir yer olduğunu anlamak zor değildi. Yakılmış, yıkılmış evlerin içinde ayakta kalan bir kaç ev dışında her yer ıssız ve kuraktı.

 

Şoför yanmış evlerin birinin önünde durup beni beklemeye başladı. Yavaş yavaş ona doğru ilerlerken telefonumun çekip çekmediğini de kontrol ediyordum. Elimdeki telefonu görüyordu fakat hiç bir şey demiyordu, sadece buruk bir şekilde gülümsüyordu. Telefonun çektiğini görünce içim biraz olsun rahatlamıştı ama tedbiri elden bırakmayıp telefonumu çantama geri koymamıştım.

 

Yanına vardığımda kendisi yakılmış evin molozlarının arasına dalıp tahtaları kaldırmaya başladı. ''Beni buraya neden getirdin? Sen kimsin? Ve orada ne arıyorsun?'' diyerek aklımda olan bir kaç soruyu sordum. Sanki beni duymamış gibi moloz yığınlarını kaldırmaya devam ediyordu. Ben de bu durumdan yararlanıp herhangi bir olaya karşı etrafımı incelemeye karar verdim.

 

Kasabanın ortasında eski, minik bir havuz, etrafına dizilmiş yedi yıkılmış bina vardı. Her iki bina arası karşılıklı dört-beş evlik mahalleler vardı. Şoförün gittiği ev, kasabanın girişinin tam karşısındaki sokakta, ikinci evdi.

 

Bir kaç dakika daha etrafı inceledikten sonra şoför beni yanına çağırdı. Gittiğimde elinde eski bir fotoğraf çerçevesi vardı.

 

''Aslında şuan elimde tuttuğum çerçeve senin hayatının özeti.''

 

Merakla elindeki fotoğrafa baktım. Görmemem için ters çevirdi.

 

''Bunu sana verecektim ama daha öncede araba da belirttiğim üzere, sorsaydın öğrenirdin. İstersen bu enkaza iyi bak, belki bir gün buraya geldiğimiz için bana teşekkür edersin.''

 

Anlamayarak fotoğraf çerçevesini almak için girdiği moloz yığınlarına baktım. Burası neresiydi? Beni neden ilgilendiriyordu? Bu şoför kimdi? Gerçekten şoför müydü? Ben neden buradaydım? O fotoğrafta neyin nesiydi? Aklımda bu düşüncelerle yıkıntının arasındaki eşyalara baktım.

 

Mavi bir tavşan vardı yıkıntının altına. Eskiden mavi olan bir tavşan... Acaba hangi çocuğun oyuncağıydı? Oynarken ne kadar mutluydu? En sevdiği oyuncağı mıydı? Bir ailenin tüm hatıralarının bu molozların altında olması ne kadar da acı vericiydi... Kim bilir şimdi neredelerdi...

 

Biraz daha değişik duygularla moloz yığınının arasında gezdikten sonra bir kaç ev yığını ötede duran şoföre baktım. Elindeki fotoğrafa bakıyordu. Bal rengi gözlerinde hiç bir duygu kırıntısı yoktu. Bir an üzgün bakışlarını yakaladığımı sandım ama kendini toparladı, fotoğrafa bakmayı bırakıp bana baktı. Belki onun ailesinin evidir burası. Kim bilir...

 

Daha fazla burada durmak istemediğime karar verip moloz yığınına arkamı döndüm. Telefonumu çıkarıp Polis Teşkilatı'nın numarasını tuşlarken koşarak gelip telefonu elimden aldı.

 

''Gerçekten hiç mi merak etmiyorsun? Neden buradasın mesela? Senelerdir o yetimhanede neden tek başına yaşadığını merak etmedin mi? Tepkilerin o kadar anormal ki! Cidden sana nasıl davranacağımı bilmiyorum.''

 

''Benim mi tepkilerim anormal!? Taksiciymişsin gibi geldin aldın beni, kaçırdın resmen ya! Kimsenin olmadığı, terk edilmiş bir yere getirdin! Ve ben burada polisi aramaya çalışırken suçlu mu oluyorum? Adımı biliyorsun! Yıllardır yetimhanede yaşadığımı biliyorsun! Ama ben seni tanımıyorum bile. Soru soruyorum, daha önce sorsaydın öğrenirdin, diyorsun! Ya sen benden ne istiyorsun!'' diye bağırarak ağlamaya başladım.

 

Yaşayamadığım aile ortamlarına ağladım. Bayramlarda akrabalara ziyarete gidemediğime ağladım. Özel günlerde telefonla arayacak kişilerin, bir elimin parmaklarını geçmemesine ağladım. Yaşamak istediğim ama maalesef yaşayamadığım her şeye ağladım.

 

Her şeyden o kadar çok bıkmış, o kadar çok yorulmuştum ki...

 

Birden yanıma eğildi. Onunda gözleri dolmuştu. O kadar sıcakkanlı bakıyordu ki..

 

Birbirimize sanki daha önceden tanıyormuş gibi bakıyorduk. Aynı içtenlikle, aynı özlemle... Belki de gerçekten önceden karşılaşmışızdır, hatırlamıyorumdur. Ya da boş bir bakışmadır bu. Kim bilir ki...

 

"Lara, ben Yağız Özen. Senin amcanın oğluyum."

 

"Ne!?"

 

Kuzenim mi? Yıllarca ailem, akrabam olmadığı için, beni terkettikleri için ağladığım kişilerden biri miydi yani? Beni yıllar önce bırakanlardan biri miydi? Neden şimdi çıktı karşıma? Neden bugünü bekledi? Neden daha önce değil de şimdi? Neden? Ona soracağım o kadar soru vardı ki... Ama öfkem hepsinden ağır basıyordu.

 

Aklımdan geçenleri anlıyormuşçasına o da ağlıyordu. Birbirine hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak başka kuzenler var mıydı acaba?

 

"Neden? Neden yıllar önce gelip bıraktınız da şimdi geliyorsunuz? Neden ya neden? Rahat bırakın artık beni! Yıllar önce nasıl başınızdan savdıysanız yine öyle yapın!"

 

"Kimse seni bırakmadı Lara! Sen kaçırıldın! Bunca yıl seni aramak için neler yaptılar bir bilsen... Son bir kaç sene beni de götürmeye başladılar yanlarında. Sen yalnız değilsin Lara. Seni yalnız kalmaya mecbur bıraktılar..."

 

Bunca yıl bir ailem varmış...

 

"Yani, o zaman annem ve babam yaşıyor değil mi?" diye içimi acıtan soruyu sordum. Onun ağzından çıkacak bir söz canımı ne kadar acıtacaktı acaba? Yoksa bu kadar yıldan sonra ilk defa gerçekten sevinecek miydim?

 

"Üzgünüm ama onlar artık hayatta değiller. Bak sana her şeyi anlatacağım ama bana inanman lazım. Hiçbir şeyin bir rüya olmadığına ve şu anın gerçekten yaşandığına inanman lazım. Her şeyden önce kendine inanman lazım."

 

"Aileme ne oldu bana bunu anlat lütfen. Sana inanmam için bir neden ver bana. Lütfen, yalan söylemeden her şeyi tek tek anlat.''

 

''Tamam, bak şu an deli olduğumu düşünebilirsin ama... Biz normal insan değiliz. İsmi Solarisa olan farklı bir boyuttanız. Uzun uzun hepsini sonra anlatırım ama kısacası, her şey çok güzelken bir gün kötü kahramanımız Alev geldi ve bütün ülkeyi harap etmiş . Siz, biz ve bir kaç aile daha oradan kaçarak buraya gelmişiz. 'Kurtulanlar' burada kendilerine yeni bir yaşam alanı oluşturmuş . Az önce fotoğrafı aldığım ev sizin evdi. O fotoğrafı görmek için henüz hazır değilsin, lütfen görmek için isteme. Neyse, burada yaşamaya devam ederken tabiki Solarisa'yı mahveden Alev yeniden çıkagelmişve yine heryeri yakmış, kırmış, dökmüş... Nedenini hala bilmediğimiz bir şekilde başka bir grup seni kaçırmış. Biz ilk başta seni öldürdüklerini sanmışlar ama sonradan bir ajanımızdan aldıkları habere göre seni yanlarında büyütüyorlarmış. Sonradan bırakmak zorunda kalmışlar. Yıllardır seni arıyoruz biz Lara. Hala inanamıyorum seni bulduğuma."

 

"Sen ne d-." Bütün düşüncelerim birbirine karışmıştı. Yalan mı söylüyordu? Bu kadar fantezi gerçek olabilir miydi? Başka bir boyut? Solarisa? Alev? Ailem? Yağız?

 

"Sen ne saçmalıyorsun?"

 

"Bak Lara, seni bir yere daha götüreceğim. Oraya gidince eminim ki rüya gördüğünü sanacaksın ama bu senin gerçek hayatın. Biliyorum çok yorgun hissediyorsun şu an ama aralıklı olarak anlatırsam inanmazsın bana, bize, kendine."

 

Gözleri parlıyordu Yağız'ın. Anlattıklarının gerçek olduğuna kendiside inanıyormuş gibiydi.

 

Gözyaşlarımızı silip ayağa kalktık. Gözlerimiz benziyordu aslında. Şekli, rengi... Burnumuz da benziyordu. Benim burnum biraz daha küçüktü sadece. Çene yapısı, yüz şekli... Gerçekten benziyorduk. Bir süre daha onu incelemeye devam ederken göz göze geldik. Sanırım o da beni inceliyordu. Ne düşünüyordu hakkımda acaba?

 

Daha fazla kendimizi tutamıyorduk. Kıkırdamalarımız kahkahalara dönüşmüştü. Kolunu omzuma atıp,

 

"Sonunda benden küçük birini buldum. Bana 'Yağız Ağabey'cim' diyebilirsin. Ya da 'Yağız Sultan'. Seninle çok eğleneceğiz minik ceylan."

 

***

 

Arabaya bindiğimizde ikimizde heyecanlıydık. Arka koltuk yerine şoförün yanındaki koltuğa oturmayı tercih ettim.

 

"Bir şey soracağım. Sen gerçekten taksi şoförü müsün?"

 

Gülerek bana baktı,

 

"Bu kadar havalı biri taksi şoförü olabilir mi sence?"

 

"Genlerimiz iyiymiş demek ki..." dedim onun bu sözüne karşı olarak. Acaba annem ve babam nasıl birilerdi? Keşke onları görebilseydim. Kardeşim varmış, kardeşlerim... Onlar yaşıyor mudur acaba? Bana benziyorlar mıdır?

 

Elimi arka koltukta bulduğum kulaklığıma doğru uzattım. Yine o sessiz, ben müzik dinleyerek yolumuza devam ettik.

 

***

 

Geldiğimiz yer ormanlık bir yerdi. Yağız hiçbir şey demeden önümden ilerliyor, onu takip etmemi istiyordu. İleride minik bir göl vardı. Göle doğru yürürken arkamızda bir ses duydum. Hemen arkamı döndüm. Arkamda iki kişi vardı. Boyları belime bile gelmiyordu. 'Bunlar ne?' diye sordum kendi kendime. Onlara doğru ilerledim. Yeşil gözlü ve kırmızı saçlı olan erkek bayağı yakışıklıydı. Hemen yanında elini tuttuğu kız kardeşi olmalıydı. Mavi gözlü ve beyaz saçlıydı. Saçları hafifte olsa parlıyordu. Fazlasıyla tatlı gözüküyordu. Ben tam yere eğilirken onlar bir onda yükseldi. Önce kanatları var sandım. Ama daha dikkatli bakınca kanatları yoktu kuyrukları vardı! Denizkızları gibi kuyrukları vardı! Tabi erkek olunca deniz erkeği oluyor ama...

 

"Kendi gezegenlerine olmadıkları için burada görünüşleri denizkızı veya deniz erkeği gibi. Kendi gezegenlerine bacakları vardı fakat farklı bir atmosferde oldukları için lanetlendiler. Burada bacak yerine kuyrukları var."

 

Kırmızı saçlı çocuk kardeşinin elini bıraktı ve beyaz saçlı tatlı kız yanıma doğru geldi. Küçük kızın boyu dizlerime bile gelmiyordu. Bana gülümseyerek bakıyordu. Gerçekten bu kız aşırı derecede tatlıydı.

 

Burada bacakları olmayınca üzülmüşler midir acaba? İşte bunu merak ediyordum.

 

" Peki... Onlar, bacakları olmadığı için üzülüyorlar mı? Sonuçta bir lanet yüzünden oldu."

 

"Onlar bunu bir lanet değil, bir süreliğine kendilerine verilmiş bir hediye gibi düşünüyorlar."

 

Küçük kız, onun bu sözlerini duyunca gülümsemesi biraz daha arttı.

 

"İşin iyi tarafıysa normal denizkızları gibi suda durmaları gerekmiyor."

 

Küçük kız birden yukarı doğru uçmaya başladı. Kafasının tam üstünde bir ağaç dalı vardı. Ve o hiç dikkat etmiyordu.

 

"Dikkat et!"

 

Küçük kız beni hiç duymamış gibi yükselmeye devam ediyordu. Tam dala çarpacakken ustaca bir manevra yaptı ve dalın yanından geçti. Ben şaşkın şaşkın ona bakarken;

 

"Onlar uzunca bir süredir böyle yaşıyorlar. Yani merak etmene gerek yok. Alıştılar artık."

 

"Peki neden gecenin bu saatinde bu ormandalar?"

 

"İnsanlardan saklanıyorlar. Normal bir insan böyle bir varlıkla karşılaşsa soyları tükenir."

 

"Soyları neden tükenir?"

 

"Hayvanat bahçeleri, sirk gibi yerlere götürülürler. Belki de öldürüp müzelere koyarlar. Onların yapmayacağı bir şey değil."

 

Ben ona korkunç bir yüz ifadesiyle bakarken o;

 

"Merak etme, bütün insanlar bu kadar kötü değil. İçlerinde iyi olanlarda var. Ben sadece olabilecek en kötü senaryoları söylüyorum."

 

Ben hala ona şaşkın şaşkın bakıyordum.

 

"Bazıları kulübenin oradaki gölde saklanıyor..."

 

"Suyun içinde nefes alabiliyorlar mı?"

 

Bana bıkkın bir ifadeyle bakarak;

 

"İzin verirsen anlatacağım. Suyun içinde nefes alamıyorlar. Ama uzunca bir süre tutabiliyorlar ki buna hiç gerek olmadığı için ağaçta yaşıyorlar. Zaten orada da misafirlerimiz var. Birazdan anlatacağım."

 

Biraz önüme geçip bir ağaca doğru ilerlemeye başladı. Ben de onun yanına varınca bana kısa bir bakış attı ve elleriyle ağacın bir kaç dalını önünden çekti. Bana bakmam içim bir işaret yaptıktan sonra hemen ellerinin oradan ağacın içine baktım. Ağacın içinde uyuyan 3 kişi vardı. Biri sarı, diğer ikisi turuncu saçlıydılar. Turunculardan birisi homurdanmaya başlayınca daha fazla rahatsızlık vermemek için hemen geri çekildik.

 

"Peki, onlara ne deniliyor. Hep varlık falan demiyorsunuzdur umarım?"

 

"A-evet bunu başta söylemeliydim. Unutmuşum... Onlara 'Ay Bekçileri' deniyor."

 

Hala yanımda olan beyaz saçlı küçük kıza baktım. Aslında o Ay'ı çağrıştırıyordu fakat diğerleri...

Kırmızı saçının ay ile alakası olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

 

"Neden onlara Ay Bekçileri diyorsunuz?"

 

"Çünkü, Ay tam bu ormanın üstünde, yuvarlak, dolunay olduğu zaman sadece bir süreliğine ayaklarına kavuşuyorlar."

 

Şimdi gerçekten şaşırmıştım. Beyaz saçlı kız birden elime doğru uçmaya başladı. Ve elimi tuttu! Ben bu tatlı ufaklığı sevmeye başladım.

 

"Ve hatta bununla ve... Neyse işte bununla ilgili bir kehanet var."

 

Kehanet dedin, ilgimi çektin.

 

Beyaz saçlının minik ellerini tutup ona döndüm, kehaneti söylemesi için.

 

"Ay, olduğunda tam üstünüzde

Kavuşacaksınız bir süreliğine,

Eski görüntünüze.

 

Eğer dönmek istiyorsanız gezegeninize,

Bulmalısınız önce...

O, sizi bulur, neyse..."

 

"Bu kehanet cidden böyle mi bitiyor?"

 

"Umursamaz olmaları benim suçum değil ama kasvetli bir kehaneti yumuşatmışa benziyor."

 

Kehanette 'Bulmalısınız önce...' diye bir yer var. Ya Kahinleri gerçekten şakacı ya da söyleyemedikleri bir şey var. Ama son satır... 'O, sizi bulur, neyse...' Son kelimeyi çok takmıyorum ama ya gerçekten onları bulmam gerekmiş ya da...

 

"Kahinleri gerçekten şakacıymış."

 

Beyaz saçlı miniğim, uykulu gözlerle bana bakarak esnedi. Sanırım uykusu gelmişti. Zaten saatte epeyce ilerlemişti. Uykusu gelmesi normaldi.

 

Bana bakıp yeniden tatlı tatlı gülümsedikten sonra abisi yanına geldi. Kırmızı saçlarına bu sefer küçük yeşil bir bere takmıştı. Yanında getirdiği, yine küçük mavi bereyi kardeşinin başına takmaya çalıştı. Kız hemen onu durdurup bereyi elinden aldı ve benim yanıma geldi. Bereyi bana uzattı. Sanırım benim takmamı istiyordu. Elinden alıp parlak beyaz saçlarına taktım bereyi. Saçları çok yumuşaktı. Saçlarını da düzelttikten sonra benim yanımdan ayrılıp abisinin yanına gitti. Abisi bize küçük bir baş selamı verdikten sonra kardeşiyle birlikte uçtular. Ben onların arkasından bakarken o;

 

"Lara, hepsi bunca zaman seni bekledi. Sence de onlara yardım etme vaktin gelmedi mi?"

 

Yağız, bunu söyledikten bir süre sonra patika yolda göle doğru ilerlemeye başladık. Gölün üstünde uçan şeyler vardı. Biraz daha yaklaşınca üstü denizanası, altı ahtapot ayaklarına benzer bir canlı olduğunu gördüm.

 

"Bunlar tam olarak ne? Ay Bekçileri gibi lanet- pardon hediyeleri var mı? Bir de kehanetler?" diye merakla sordum. Sonuçta öğrenmem gereken daha çok şey vardı. Ve bunların hepsini kısa bir zamanda öğrenmem gerekiyordu.

 

"Çabuk öğreniyorsun." dedi bana bakarak. Göz kırpıp yeniden gölde uçan şeylere döndü.

 

"Bunlar, 'Su Tutsakları'." dedi ve derin bir nefes aldı.

 

"Ay Bekçileri'nin aksine onların hediyeleri değil, lanetleri var. "

 

Tam bunu söylediği sırada Su Tutsakları birden gölün içine daldı.

 

"Su olmadan yaşayamıyorlar. Biraz su dışında kalabiliyor fakat uzun süre kalırlarsa ölüyorlar. Gölden uzaklaşamıyorlar. Uzaklaşmak için su dolu bir şeyin içinde olmalılar. Ama hiçbiri oradan ayrılmak istemiyor."

 

"Neden ayrılmak istemiyorlar?"

 

"Bir arada kalmak istiyorlar. Çünkü bir gün senin gelip onları kurtaracağını biliyorlar."

 

Onun yüzüne şaşkın ve biraz da meraklı bir şekilde bakarken o, beni daha fazla merakta bırakmıyor ve;

 

"Kendi gezegenlerine suya bağlı değillerdi, istedikleri yere gidip gezebiliyorlardı."

 

Onlara gerçekten üzülmüştüm.

 

"Onlarla ilgili bir kehanet var mı?"

 

"Evet, bana bir dakika izin ver lütfen. Hatırlamaya çalışıyorum."

 

O kehaneti hatırlamaya çalışırken bende göle, Su Tutsakları'na doğru baktım. Su Tutsakları gerçekten çok değişik canlılardı. Deniz anasından çok ahtapotu andırıyorlardı. Acaba kendi gezegenlerinde de böyle mi görünüyorlardı?

 

"Kehaneti hatırladım."

 

Hemen ona döndüm ve kehaneti söylemesi için yüzüne baktım.

 

"Gittiniz(kaçtınız) yeni bir gezegene

Tutsak kaldınız o mini su kütlesinde

Bakalım ne kadar daha bekleyeceksiniz (onu)

Hesaplarız geri döndüğünüzde

(Tabi eğer dönebilirseniz...)"

 

Bu kehaneti yazan kahinde biraz acımasızmış. Sanki 'Hep burada kalacaksınız, asla geri dönemeyeceksiniz.' dermiş gibi...

 

"Yüzün asıldı biraz. Ne oldu?"

 

"Bu kehaneti de yazan acımasızmış. Kim yazıyor bunları!? Bu yüzden mi Su Tutsakları deniliyor?"

 

Evet der gibi başını salladı.

 

"Peki onların hiç mi umudu yok?"

 

"Tabii ki var. Olmasaydı bir arada kalmazlardı hiç... Sadece kahinleri acımasız. Ve sana bir sır vereyim mi? Bunu çok az kişi bilir."

 

Söyle der gibi baktım. Sanki sır tutamazmışım gibi kafasında söylesem mi söylemesem mi diye ölçüp biçiyordu.

 

"Ben sır tutabilirim. Bana güvenebilirsin."

 

Su Tutsaklarının duymaması için biraz kısık bir sesle;

 

"Bütün kehanetleri yazan kahinler kardeş."

 

"Ne!?"

 

Biraz bağırarak, biraz boş boş yüzüne bakarak algılamaya çalışıyordum.

 

"Ciddi misin?"

 

"Sence ben şuan da şaka yapabilir miyim? Aslında evet yaparım ama... Bu şaka değil."

 

Ay Bekçileri'nin kahinleri şakacı,

Su Tutsakları'nın kahinleri acımasız...

 

Şaka ve Acımasızlık kardeş olabilir miydi? Anne ve babaları nasıl biriydi? Başka kimler vardı? Bunların hepsi sorulabilecek sorulardan sadece birkaçıydı.

 

"Bu kahinler tam olarak kim? Anne babaları kim?"

 

"Bunların hepsini zamanı gelince öğreneceksin. Ama şuan öğrenmen gereken başka şeyler var."

 

"Ama-"

 

"Aması yok Lara. Şu an sırası değil."

 

Kaşlarımı çatarak ona baktım. Madem şu an sırası değil... Peki. Öyle olsun bakalım.

 

"Herkes buraya toplanmış. Başka birileri var mı?"

 

"Bir de kulübedekiler var. Hadi gel. Seni onlarla da tanıştırayım."

 

Tam yürümeye başlarken gölün içinden mor bir Su Tutsağı çıktı. Siyah gözleriyle bana baktı ve gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Ahtapot kollarından birini kaldırarak sanki bana el salladı. Ben de ona salladım. Sonra yeniden suyun içine döndü. Sanırım burada çok iyi arkadaşlarım oluyordu.

 

"Hadi, gelmiyor musun?"

 

Göle arkamı dönerek hemen onun yanına gitmeye başladım.

 

Yanına vardığımda kulübenin önünde beni bekliyordu.

 

"'Karanlık Elçiler' ile tanışmaya hazır mısın?"

 

Karanlık Elçiler... Sanki, karşılaşacağı canlılar bana çok kötü davranacaklarmış gibi geliyordu. Kararsız bir şekilde başımı salladım.

 

Kulübenin kapısı açıldı. İçerisi kapkaranlıktı. Önden o gitti, sonra ben.

İçeri girince kapıyı kapattı.

 

"Işık yok mu? Hiçbir şey göremiyo- Aay!"

 

Bacağıma bir şey dokunmuştu. Neler vardı bu kulübenin içinde?

 

"Sessiz ol."

 

"Nasıl sessiz olayım? Etrafımda hiçbir şey göremiyorum. Ve bacağıma bir şey dokunuyor."

 

"Tamam, biraz bekle."

 

Sesli bir şekilde nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Çünkü gözlerim açık olunca bir şey olacakmış gibi hissediyordum.

 

Uzun süren bir sessizlikten sonra küçük bir tıkırtı duydum.

 

"Sanırım artık korkmana gerek yok. Gözlerini açabilirsin."

 

Yavaşça gözlerimi açtım ve tam karşımda onu gördüm. Sırıtıyordu!

 

"Ben korkmuyordum zaten. Sadece uykum gelmişti." Uyku mu? bu saatte uykumun gelmesi normal ama şuan gelmesi normal mi? Biraz saçma oldu Lara.

 

Eminim öyledir der gibi baktı ve onları gördüm. İnanılmazdı!

 

Tam karşımızda, yerde, upuzun kulakları ve kuyrukları olan, neredeyse bir karış olan minicik insanlar vardı. . Hepsi simsiyah giyinmişlerdi. Birkaçı hariç hepsinin saçları simsiyahtı.

 

"Çok... Çok harikalar! "

 

"Evet, öyleler."

 

İçlerinden simsiyah saçlı, yemyeşil gözlü bir kız öne geldi.

Ona daha yakından bakabilmek için bende yere eğildim.

 

Selamlaşmak isteyerek elini uzattı. Ben de elimi tam uzatırken, elimin ne kadar büyük olduğunu hatırladım ve sadece işaret parmağımı uzattım.

 

Hafif bir kıkırdama ile elimi sıktı.

 

"Hepsinin farklı isimleri var. İsimlerini gözlerinin renginden alıyorlar."

 

Yeşil gözlünün arkasındaki kalabalığa baktım. Gerçekten de hepsinin gözleri farklı renkteydi.

 

Kırmızı, pembe, mavi, turuncu, mor... Bu renklerin daha açık ve koyuları...

 

"Tam olarak ne gibi isimleri var merak ettim doğrusu?"

 

"Mesela arkada kahverengi gözleri olan..."

 

Hemen tarif ettiği yere baktım. Gözleri kahverengi̇nin çok güzel bir tonu olan erkeğe bakıyordum. Ama saçları siyah değil, sarıya dönük bir kahverengiydi.

 

"Onun adı Ceviz. İsmi ceviz kabuğunun renginden geliyor."

 

Ceviz kelimesini duyunca çocuk hemen ona baktı. Ona doğru yaklaşmaya başladı. Tam onun ayaklarının dibinde durup bana baktı.

 

Çocuğun gözlerine dikkatli bakınca gerçekten cevizi andırıyordu.

 

"Güzel bir isimmiş, Ceviz."

 

Bana gülümseyerek baktıktan sonra tekrar ona baktı ve yerine geri döndü.

 

O an aklıma gelen şeyi sordum.

 

"Çoğunun saçları siyah, sadece Ceviz ve birkaçını saçları sarıya dönük. Neden?"

 

Gülümseyen yüzü birden soldu.

Yavaşça bana döndü.

 

"Ölüyorlar." dedi. "Ölüyorlar."

 

"Saçları tamamen bembeyaz olunca ölecekler."

 

Ceviz'in saçlarına baktım. Tam olarak sarı değildi. Aynı gözleri gibi kahverengi idi.

 

"Tamamen beyazlaşması ne kadar sürüyor?"

 

"Ne kadar ışıkta kalırlarsa o kadar kısa."

 

Gözlerimi hepten açarak ona baktım.

 

"Işık onları öldürüyor mu?"

 

"Sana hemen kısaca açıklayayım. Kendi gezegenlerinde ışıkta bile gezerlerdi. Orada doğal yollarla ölüyorlardı. Ama burada ışıkta durdukça ömürleri azalıyor. Işık onların yaşam enerjisini emiyor."

 

Dolu dolu gözlerle hala önümde duran yeşil gözlü kıza baktım. Saçı ilk gördüğüm kadar siyah değildi.

 

"Hemen ışıkları kapatın!"

 

"Merak etme. Işıklar kapanınca, Bir süre sonra eski haline dönüyorlar. Sadece çok uzun bir süre ışıkta kalırlarsa ölüyorlar. Ve şu ana kadar böyle bir şey yapan da olmadı."

 

"Ne kadar rahatladım bir bilsen!

Peki onun adı ne?" dedim hemen önümdeki yeşil gözlü kızı göstererek.

 

"Sence ne olabilir? Gözlerine baktığında aklına ilk ne geliyor?"

 

Gözlerimi yeşil gözlü kızın gözlerine çevirdim. Yemyeşil gözleri vardı. Tıpkı... Orman gibi... Yemyeşil bir orman...

 

"Orman?"

 

Kız hemen gülümsedi. Demek ki adı gerçekten Orman'mış.

 

"Tanıştığıma memnun oldum Orman. Ben de Lara. -Diğerlerine dönerek- Hepinizle tanıştığıma çok memnun oldum."

 

Karanlık Elçiler'in hepsi sanki daha önceden çalışmışlar gibi aynı anda gülümsedi. Bende onlara gülümsedim.

 

Ve yine her zamanki meraklı tavrımla;

 

"Onlara neden Karanlık Elçiler denildiğini anladım. Peki onların kehanetleri ne? Bu sefer ki Kahin ne anlatmış?"

 

"Oradan her çıkmaya çalıştığınızda

Yaklaşacaksınız ölüme bir adım daha

İstemiyorsanız sonsuz uykuyu

Kapatın ışıkları, onu da ben mi söyleyeyim (ya)

Tabi bi' de onu bulmanız gerekiyor ya, neyse. "

 

Tam ağzımı açmıştım ki...

 

"Sen sormadım söyleyeyim. Karanlık Elçiler'in kahini ile Su Tutsakları'nın kahini ikiz."

 

Acımasız ve Öfkeli ikiz. Bunların kardeşi, şakacı. Başka kimlerle tanışacağım merak ediyorum doğrusu.

 

"Onları ölüme bir adım daha yaklaştırmak istemiyorum. Hepinizle tanıştığıma gerçekten çok memnun oldum."

 

Orman ve Ceviz öne çıktılar. Orman benim yanıma, Ceviz ise onun yanına gitti.

 

"Başaracağını biliyorum, hissediyorum." dedi. Ama bunu öyle bir fısıltıyla dedi ki ben bile zor duydum.

 

"Bana güvendiğiniz için teşekkür ederim, Orman. Ve gerçekten seni tanıdığıma çok mutlu oldum. Umarım evimizde yeniden görüşürüz."

 

Kulübeden dışarı çıktığımızda gerçekten çok şaşkındım. Böyle canlıların varlığından bile habersiz büyümüştüm. Onların hepsi beni tanıyor, biliyor ama ben hiç kimseyi tanımıyordum. Hayatımın bu kadar hareketsiz geçtiğine inanamıyordum.

 

"Yağız, her şeyi öğrenmek istiyorum."

 

Yağız tam bana cevap verecekken arkamızdan bir ses geldi,

 

"Onun burada ne işi var!?"

 

 

Ben geldiiim ✨

Bölüm hakkındaki yorumlarınızı çoooooook merak ediyorum. Özellikle ormana geldikten sonraki bölümlere yaptığınız bütün yorumları okuyacağım. Hayal gücümün sınırlarını zorlandığım bir bölüm oldu diyebilirim. Sorularımıza geçelimm

 

-Lara, Yağız, Alev, Ay Bekçileri, Su Tutsakları, Karanlık Elçiler ve en son gelen gizemli kişi hakkında yorumlarınızı esirgemeyin.

-Yağız ve Lara'nın kuzen çıkması hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Sizce gelen kişi kim?

Votelerinizi eksik etmeyin☁️✨

Loading...
0%