Yeni Üyelik
48.
Bölüm

※12※ Tehlike Ile Deliliğin Bir Başka Adı

@cinkonur

İyi ama bir bıçaktan mı anlamışlardı Eliz'in burada olduğunu? Hem bıçağa son iki günde uygun büyüler yapılsa bile Gökçeli'ye haber verilip bir Salik çağırılmazdı. İki günde Salik bir okyanus ve yarım ana kıta kat edemezdi, hayır. Salikler genellikle yelkanlı olmazdı. Öyleyse neden buradaydı Salik? Cevap bir yıldırım gibi zihnine çarptı:

Yoksa zaten beni mi arıyorlardı?

Kendini bu kadar gizlemesine rağmen eninde sonunda payını algılayabilen birileri vardı öyleyse. Kim olduğunu bilen birileri. O zaman... O zaman yalnız kendisini değil annesinin payını da algılayabilen birileri çıkacaktı. Öyle ya da böyle.

Önce Eliz'e mi gelmişlerdi? Payı annesinden çok çok daha fazlaydı. Saklanması zordu. Eh, algılaması da kolaydı. Eliz'in varlığı, annesinin varlığı için bir kanıt olurdu.

Ama hayır... Ellerinde Eliz'in kör bıçağı hariç onları Eliz'e götürecek hiçbir şey yoktu.

Eliz yalpalayarak merdivenlere dönüp ağır ağır çıktı.

Öyleyse önce Arbuz'a gidip annesini mi bulmuşlardı? Adalara uçup halkı darmaduman etmişlerdi o zaman. Babasıyla birlikte.

Babası ve Arbuz'un savaşçı yelkanlıları koskoca Gökçeli birliklerine ne kadar dayanabilirdi ki sonuçta? Dayanamazlar. Hepsini biçip geçmiş olmamalılardı. Ekvator tayfunları, fırtınaları, sağanakları yardım edemezdi onlara. İye Ruvim bile yardım edemezdi. Annesini de Gökçeli'ye geri götürmüşlerdi. Sonra da evlerini basmışlardı.

Evleri. Evim.

Bir sürü, yığınla eşyası vardı orada Eliz'in. Bir tanesini seçip izini mi sürmüşlerdi? Büyük olasılıkla. Ardından annesinin, Maysa'nın, kendi gibi öldü bilenen kızının peşine düşmüşlerdi.

O halde uzun zamandır peşindeydiler. Payının kokusunu almışlardı. Ve ta Azkana'ya kadar takip etmişlerdi onu. Hem de dikkatle sakladığı payına rağmen. Azkana'da kısılı kalması tabii işlerine gelmişti. Bulunmuştu. Ölmediğini biliyorlardı. Salik biliyordu en azından. Muhtemelen onun tasmasını tutan daruga da.

Üst katta merdiven tırabzanına tutundu. Bitti. Her şey bitti. Gözyaşları görüşünü bulanıklaştırdı. Cübbesinin eteklerine damladı. Bunlar kederin yaşları değildi. Tam aksine, öfkenin yaşlarıydı.

Onu az önce iteleyen karanlık sinsi sinsi göğsünün içinde canlanmaya başladı: kıvrılıp sürünmeye, tıslamaya, akıl çeldirici şekilde mırıldamaya, tatlı tatlı yaklaşmaya.

Erez yelkanlıları ve rüzgarkesenleri ışığa boğup kör etmişti. Ama bu geçiciydi. Bir anlığına yaşayan, suni bir parlamaydı.

Eliz hepsini karanlıkta parçalayabilirdi. Karanlık onun uzvuydu. Parçasıydı. Hayaliydi. Nankör dostu ve sadık düşmanıydı. İstese yeterdi.

Bir istese her Kızkardeş'i, her askeri bir çırpıda yutardı. Salik'i de. Kimdi ki o? Kendi payıyla boy ölçüşebilir miydi? Geriye toz zerresi bile kalmazdı o yarım büyücüden. Arbuz'a giderlerdi demek... Evlerini basar, ailesine kıyarlardı, ha? Hepsini Gökçeli'nin donmuş nehirleri gibi buza çevirecekti. O buzları taşa döndürecekti. Ardından her birini paramparça edecekti. Tıpkı çölde parçalanan kayalar gibi. Kum gibi. yıldızlar gibi. ona yaptıkları gibi onlara yaptıkları gibi

onunasılöldürdülerseonlardaöyleölecekti

biristese

biristesem

Hayır.

Hayır. Karanlığı istemiyordu.

İstediği tek şey...

Solumaktı.

Zihnini zehirden arındırmaktı.

Payını susturmaktı.

Ciğerlerinde eskiyen havayı açlıkla dışarı verdi. Kollarını gövdesine sardı. Öğürecek gibi olduysa da kendini tuttu. Tırabzanlara tutuna tutuna kendini üst kata çekti. Dokunduğu tahta ateş gibi sıcaktı. Ya da teni yine soğumuştu. Bu yüzden de duyuları şaşmıştı. Bilmiyordu.

Bilmeliydi. Hakimiyetini eline almalıydı. Adi büyü. Fırsatını bulunca kabuğunu kırmaya uğraşmıştı tabii. Eliz payına hakimdi. Payı Eliz'e değil.

Değil mi? Öyleydi. Öyle. Mantıklı olmalıydı. Düşünmeliydi. Kafasını kullanmalıydı. Kafasını kullanırsa payı onu zehirleyemezdi.

Bohça. Üst kat demişti adam. O yelkanlı Salik'in ya yardımcısıydı ya da öğrencisiydi. Bir Kızkardeş'e olan tavrına bakılacak olursa ikinci seçenek daha olasıydı.

Güzel, çalıştır saksıyı. Aynen böyle.

Arbuz'da bir şey olmuş olamazdı. Annesine ulaşmış olamazlardı. Neden mi? Sebebi gayet basitti: Zenith'in bundan haberi olurdu. Ve buraya yolladığı Erez'in de.

Erez'in böyle kritik bir bilgiyi Eliz'den saklaması için hiçbir sebebi yoktu.

Eğer Arbuz'a, ailesine ulaşılmamışsa... Eliz'e de ulaşılmamış demekti. Kimse onu bilmiyordu. Kimse Eliz'in payının kokusunu henüz almamıştı. Salik'in şu anda algıladığı tek şey alışılagelmişin dışında yüksek bir paya sahip birilerinin Azkana'da oluşuydu.

Salik'in elinde o yüksek paylı kişinin Gökçeli'nin gayrimeşru varisi olduğunu kanıtlayacak hiçbir kanıtı yoktu.

Şey... İki kişinin. Pay konusunda Erez'in de başı yanıyordu. Ve kanıt da vardı. O da bıçaktı. Yalnız kör bıçak Eliz'i ele verirdi.

İşte... Kafayı kullan. Sakin ol.

Eh, öyleyse plan değişmemişti. Gidip bıçağı alacaktı. Ve defolup gidecekti buradan.

Sakinliğine ulaşırken zihninde koşuşturan fikirler yavaşladı. Kalbi gümbürdemeyi bıraktı. Büyüsüne güç veren birleşik bilinçlerin hepsi sessizleşti.

Böylece işine geri döndü.

Bulunduğu kat kalabalıktı. Koridorun yanlarında yarı örtülü kapılar ardında, aceleci ayaklar tahta döşemeyi tıkır tıkır dövüyordu. Eliz başını aşağı tuttu. Cübbenin suratını örtmediği tenini nemli, soğuk hava yaladı.

İncecik, belli belirsiz bir kokuyu duyar gibi oldu. Adaçayı dumanı gibiydi. Belki biberiye. Adımları koridorda ilerledikçe soğuk hava karışık ot dumanını genzine itti. Kokular karıştı. Tek tek seçilemez hale geldi.

Tütsü.

Eliz başını kaldırıp tam karşısına baktı. Camekân, kapalı bir balkona çıkıyordu yol. Ve balkon da zarifçe soluna kıvrılıp görüş alanından çıkıyordu. Odaya girmeden adımlarını yavaşlattı. Rüzgar alacak bir oda arıyordu. Ama binada teras çoktu. Bir ipucuna ihtiyacı vardı. Ufacık bir şeye. Bir detaya.

Yerdeki halılara takıldı gözü. Uçları altın sarısı püsküllü, kapkara halılardı. Elini sürse dokuması elini zımpara gibi keserdi muhtemelen. Jilet gibiydi yüzeyi, tek bir iplik bile yüzeyden ayrılmamıştı. Kapkara yüzeyinin üstünde de gümüş ve altın renklerle bir dolu rün ihtişamla kıvrılıyordu.

Akıllıca.

Bu iplikler sıradan halıların ipliklerinden değildi. Her ne kadar payını kemiklerinin içine hapsedip kendini köre çevirse de Eliz, yine de ufacık bir hava akımının bile halının üstünde dans eden rünlere cevap verdiğini duyumsayabiliyordu. Akımlar rünlere güç veriyordu. Rünler de gücü orada tutuyordu. Sola açılan odada.

Halıya basmadan camekân kapalı balkona girdi. Hemen sola döndü. Önündeki damgalarla ve rünlerle işli yanık tahtadan kapı yarıya kadar açıktı. İşte. Geriye eğilip koridora baktı. Kimsecikler yoktu. Henüz. Sansar çevikliğiyle içeriye girdi. Kapıyı arkasından yavaşçana örttü.

Ustaca tasarlanmış camdan duvarlar ile çok yüzlü bir oyun zarının içinde gibiydi Eliz. Karmakarışık, dağınık, soğuk bir zar ama. Gümüşten oyulma boy boy tesbihler, damgalı kurdeleler ve iplere asılı nazarlıklar kaotik bir biçimde masa kenarlarından, kenarlara kondurulmuş avizelerin kıvrımlı uçlarından, askılardan altlarındaki sandıklara ve çekmecelere sarkmıştı. Sekizgen zemininin her köşesine bir balmumu gölü içine irili ufaklı gümüş ve altın renkli mumlar yerleştirilmişti. Mumlara bile rünler kazınmış, kurdele giydirilmişti.

En uçtaki mumların tepesine ağır, işlemeli mermer masa oturtulmuştu. Masanın hemen üzerindeki cam da ardına dek açıktı. Hava buradan geliyordu. Masa da odanın geri kalanı gibi kaotikti. Boncuklar, değerli taşlar, kristaller, kapkara kağıtlar, fark materyallerden yapılma mürekkepler... Tuhaf şekilde yakamoz gibi parlayan tozla çizilmiş çemberin ortasındaki Eliz'in kör bıçağı...

Eliz sırtından ve zihninden kalkan ezici yük ile gözlerini kapattı. Ve ona sabahtan bu yana çile veren sıkıntısını derin bir nefesle üfledi. Sonunda. Sonunda! Salak bıçak. Eve dönünce yapacağı ilk iş bunu demir ocaklarından birinin içine atmak olacaktı. Gözlerini açtı. Çemberi incelemek için masaya yaklaştı. Elindeki bohçayı masanın üstüne bıraktı.

Sert bir esinti cübbesini kafasına yapıştırdı iyice. Nazarlıklar çıngırdadı. Yandaki bir sandık üstündeki kara kağıtlar kayıp yere düştü.

Ama masadaki toz bana mısın demedi.

Eliz gözlerini kısıp çembere eğildi. Neydi bu böyle? Bu aralarda parıl parıl parlayan toz? Demir tozu mu? Yoksa gümüş mü? Aralarda siyah, sofra tuzundan büyük ama ince taneler de vardı. Hangi metalden ya da tuzdan olursa olsun bir büyünün külüyle de beslenmiş olmalıydı.

Çemberin içine ve dışına çizilmiş tozdan rünlerin hiçbirine aşina değildi.

Kalbi göğsünde gümbürdedi. Eliz birkaç farklı alfabenin rünlerini tanıyabilir ve basit harflerini okuyabilirdi. Ama bu... Aşina olduğu hiçbir dile uymuyordu. Hiçbir kıvrımı yoktu. Antik çivi yazıtlarına benzer şekilde dümdüz çizgiler ve sivri harf uçları... Elini çemberin üstüne götürdü. Belki... Belki bu büyünün ne olduğuna dair bir şeyler hissedebilirdi.

Ne bu böyle?

Parmaklarına dolanan karanlık yeniden canlandı. Öfkeyle tısladı. Kemiklerini kırıp dışarı çıkmak isteyen payı kızın avuçlarına ve parmak uçlarına aktı.

Büyüsü, Eliz'in elini yırtıcı bir hayvan gibi dişledi. Kemikleri bir bir kırılmış, etinin her zerresi yanmış gibi korkunç bir ağrı avuçlarından omzuna yayıldı. Elini çemberin üstünden çekip göğsüne bastırdı.

Niye böyle oldu? Hızlanmış nefesini dizginlemeye çalıştı. Bu çember... Neyin nesiydi böyle? Bıçağa nasıl bir büyü yapılmıştı ki Eliz'in kendi payı, kıza zarar verme pahasına onu bu habis büyüden uzaklaştırmak istemişti?

Yani... İyi bir şey olamazdı.

Tuhaf bir çember. Tuhaf bir dilde rünler.

Ancak asıl tuhaflık bıçaktaydı.

Kirli ama yamulmuş kör bıçağı... Üstünde hala kanlı izler duruyordu. Kabzasında, keskin metalinde... Hiç temizlememişlerdi. Hiç dokunmamışlardı. Buna rağmen metalin keskin kenarları asite batırılmış gibi çürümeye durmuştu. Güveler dadanmış gibi oyulmuş, kızgın ocağa atılmış gibi erimişti sanki.

Ne bu? Ne? Ne?

İz sürücü rünler olabilir miydi acaba? Belki de büyüyü Eliz daha tepeye çıkamadan önce tamamlamışlardı.

Ama hayır, öyle olsaydı tepeye çıkmadan Eliz'i enselerlerdi.

Hem Eliz'in bildiği hiçbir iz sürücü büyü objeyi bu hale getirmezdi ki! Bu büyüler cisim ve pay arasına kurulurdu. Cisme sinen payı dışarı çıkartırdı. Bunu yaparken objeye zarar verilmemesi gerekirdi ki pay kaçıp kurtulmasın.

Hemen arkasından güm diye bir kapı kapandı. Yerinden sıçradı. Birkaç kadının ince sesi koridorda yankılandı. Konuşa konuşa uzaklaştılar.

Çabuk olmalıydı. Ne yapacaksa şimdi yapmalıydı.

Pekala... Ne olursa olsun burada bir büyü var. Habis bir büyü...

Öyleyse bıçağı alır, çemberi dağıtırsa sorun kalmazdı.

Hah, fırça! Eliz camın önündeki fırçayı kaptı. Fırçayı evirip çevirdi. Çember bununla şekillendirilmiş olmalıydı. Çemberde de fırçanın tutma yerinde de benzer semboller kazınmıştı. İşe yarardı. Fırçayı birazdan boyaya başlayacak bir ressam gibi kavradı. Bir eliyle ağzını ve burnunu örttü. Ve çemberin sekiz kenarına işli tuhaf simgelerini teker teker dağıttı.

Bıçak kendini tutan zincirlerden serbest kalmış gibi titreyip takırdadı.

Metalin kendini bırakmasıyla kendine güveni tazelendi. Fırça yüzeyde daha hızlı, daha hırçın hareket etti bu kez. Rüzgar Eliz'e katıldı. Kuvvetlice esti. Eliz dağıttıkça rüzgar her bir taneyi odaya ve dışarıya saçtı.

Galiba... Büyüyü bozmuştu.

Emin olmak için çekine çekine elini bıçağının üstüne götürdü. Metale dokunmadan öylece durdu. Payının onu ikaz etmesini bekledi.

Göğüs kemiğinin içinde huzursuz bir güç yüreğini sıkıştırdı. Ama eli yanmadı.

Pekala, bu iyi bir şey olmalıydı. Tozlara dokunmamaya dikkat ederek bıçağını aldı. Evirip çevirdi. Metalin üstünde daha önce var olmayan yeni çizgiler vardı artık. Gözlerini kıstı daha iyi görebilmek için. Minicik uzantılar. Ufacık noktalar.

Gerisinden başka bir kapı açılıp kapandı.

Bıçağa daha sonra bakabilirdi. Bu yüzden onu hemen cübbesinin altındaki çantasına attı. Hatta çantanın içinde ikinci kez parmaklarıyla varlığını yokladı. Fırçaya da uzandı. Bu fırçayı da yanına alacaktı. Ne olur ne olmaz. Bu vakitten sonra paranoyak davranması ancak yararına olurdu nasıl olsa. Onu da çantasına attı.

Çevresine şöyle bir bakındı. Evet buradan çıkacaktı ama hazır büyüyle uğraşılan bir yere gelmişken ihtiyaç duyduğu şeyleri ceplememek de olmazdı. Sahi, kağıtları bitmişti, değil mi? Yere saçılmış rün kağıtlarından artık ne kadar geldiyse bir avuç aldı. Birazını çantasına, birazını da ceplerine attı. Başka? Başka? Hızlıca etrafı taradı. Tabii! Uzanıp iki şişe iyisinden mürekkep de kaptı.

Başka...

Bohça. Tereddütle bohçaya baktı. İçinde Salik'in takip edebileceği bir şey olabilir miydi? Değerli bir şey örneğin? Bohçayı tuttu. Ağırlığını şöyle bir tarttı. İpekten bir kumaşa sarılı hafif bir kutuydu bu. İçinde de tıngır mıngır eden bir obje vardı. Kutuyu yana meyledikçe obje yuvarlanır gibi kutunun ağırlık merkezi değişiyordu. Misket gibi.

Ve ipekten, kemik rengi, pürüzsüz kumaş tuhaf şekilde sıcacıktı. Samimi, hoşgörülü, misafirperver bir sıcaklık. Bahar gibi. Renkli, gürültülü bir bahar. Deli bahar. Kutuyu iki eliyle kavradı. Kemiklerindeki payı, kutudaki her ne ise ona cevap vermek için çırpındı, debelendi ve kıvrandı. Göğsünü ve sırtını kavurdu.

Saf güçtü bu. Kum fırtınasından ve tipiden, lavdan ve ışıktan, sıcaktan, hevesten, delilikten, gelecekten ve yaşamın kendisinden bir güçtü. Büyük bir bütünün ufak bir parçasıydı. Kutunun içinde hasretle ve kederle titreşiyordu. Atıyordu. Kalp gibi.

Eliz bilinçsizce gövdesine yapıştırdığı kutuyu kendinden uzaklaştırdı. Kaşları çatıldı. Değerliydi bu. Bir naçizdi büyük olasılıkla. Salik bunu ritüeli yaparken ona yardımcı olsun diye yanına almak istemiş olabilirdi. Ama işine yarar mıydı? Yolcuğunda belki de bu güçten yararlanabilirdi. Basit büyüleri bu güç ile devinime sokabilirdi. Nadir'e götürebilirdi bunu.

Pekala, sen de geliyorsun. Eliz bohçayı da çantasına attı.

Artık gitmeliydi. Yeterince vakit öldürmüştü. Cübbesini yine gözlerine kadar çekti. Kavisli koridoru aşmak için örtülü kapıya uzandı.

Aynı anda kapıyı başka biri sertçe geri çekti. Eliz öne tökezledi ama hemen dengesini buldu. Başını kaldırıp da zebanilerle karşılaşmadan önce yalnızca bir saniyesi oldu.


Loading...
0%